Fethullah Gülen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fethullah Gülen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

ABD Güleni iade etmez, sığınması için başka ülkeye gönderebilir

ABD Güleni iade etmez, sığınması için başka ülkeye gönderebilir


Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ:  

"Batı, orduyu Anadolu'ya hapsetmek istiyor"

11 Ağustos 2016 14:28

Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, TSK'daki cunta yapılanması tarafından düzenlenen darbe girişiminin planlayıcısı olduğu öne sürülen Gülen cemaati lideri Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iade edilmesi talebiyle ilgili olarak "ABD Gülen'i iade etmez. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan teşhir edilmiş olur. Ulusal Güvenlik Direktörü James Clapper'in 'Gülencilerin darbedeki rolü konusunda ikna edici veriye sahip değiliz' ifadesi, daha şimdiden ABD istihbarat camiasının bu sorunu yokuşa sürme niyetine işaret ediyor" dedi. "Mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak" ifadesini kullanan Elekdağ, "Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle Washington, Gülen', Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir" diye yazdı.

Sözcü'den Uğur Dündar'a konuşan Şükrü Elekdağ'ın açıklamaları şöyle:

Sayın Elekdağ, kalkışma sonrasında Hükümetin üst komuta bağlantılarına ilişkin yaptığı yeni düzenlemeye, emir-komuta birliğini bozacağı, hatta TSK'yı perişan edeceği gerekçesiyle yoğun tepki gösterildi. TSK'nın güçlendirilmesine ve itibar restorasyonuna ihtiyaç duyulduğu bu sıkıntılı dönemde neden böyle bir karar alındı?

Hükümet, tek elde yoğunlaşmanın darbelere yol açtığı görüşünden hareketle, sivilleşme havası vererek, askeri kuvveti dağıtıyor.Genelkurmay Başkanlığı, koordinatör-sembolik bir makam olarak Cumhurbaşkanlığı'na bağlanıp izole ediliyor. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri, Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanıyor. Cumhurbaşkanı ve Başbakan, kuvvet komutanlarına resen emir verebilecekler. Bu düzenleme, Genelkurmay Başkanlığı'nın TSK üzerindeki fonksiyonunu ortadan kaldırıyor ve emir-komuta birliğini yerle bir ediyor. Emir-komuta birliği, ordunun tüm imkan ve kabiliyetlerinin eşgüdüm içinde tek hedefe yöneltilmesini sağlar. Bir orduda emir-komuta birliği olmadığı takdirde, o ordu, tüm potansiyelini hedefe odaklayamaz, komutanlık gücü zayıflar, disiplin ve koordinasyonu bozulur. MÖ 500 yılında yaşamış olan stratejinin babası Sun Tzu'dan başlayarak, Makyavel ve Karl Von Caussewitz'e kadar bütün stratejistler, eserlerinde emir-komuta birliğinin ülke savunmasındaki yaşamsal önemini vurgulamışlardır. Uzun lafın kısası, emir-komuta birliği olmayan bir ordu savaş yapamaz.

15 Temmuz'un hedefi Cumhurbaşkanıdır

Orgeneral Başbuğ'un, yanlış teşhisle tedavi olmaz demesinin anlamı bu sözlerinizle daha netleşiyor.

  Evet. Başbuğ “Darbeyi yapan TSK değil ordu içine sızmasına müsaade ettiğiniz tarikatçı cuntadır, bu itibarla faturayı TSK'ya çıkarmayın” diyor. Ben de bir kere daha belirteyim. 15 Temmuz kalkışmasının nedeni, asla TSK'nın teşkilat yapısı değil, “ne istediler de vermedik” mantalitesidir. Bu itibarla bu düzenlemeden vazgeçilmelidir. Yaşadığımız coğrafyada, dış odaklar ülkemizi bölmek ve parçalamak için her vasıtaya başvurmakta, iç ve dış terör tehdidi de giderek yoğunlaşmaktadır. Bu şartlarda, güçlü ve caydırıcı niteliklere sahip ordusu olmayan bir Türkiye, varlığını ve bütünlüğünü koruyamaz. Bu itibarla ordumuzun yeniden yapılandırılmasında, günlük kısa vadeli amaçlarla hareket edilmemeli, TSK'nın ve uzman görüşlerinin dikkate alındığı akılcı bir yaklaşım sergilenmelidir.

  Orgeneral Başbuğ, tehlikeye işaret ederek “Bu işin arkasındaki (küresel) güçlerin asıl hedefi Türk Ordusu'dur” diyor.

  Ergenekon ve Balyoz davalarında hedef Ordu'ydu. 15 Temmuz darbe girişiminin ise esas hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bertaraf edilmesidir!.. Bundan hiç şüpheniz olmasın. İslam aleminde saygınlık ve liderlik arayan Erdoğan'ın dış politikasının merkezine Filistin davasını ve İsrail düşmanlığını oturtmuş olması, demokrasi ve terör konularında Batı'ya sürekli ikiyüzlülüğünü hatırlatması, “Ey Batı…” diyerek Batı dünyasına ayar vermeye çalışması, Ortadoğu'da ABD çıkarlarıyla çatışan bir politika izlemesi ve İslamcı bir lider olması nedeniyle ona karşı önyargılı olan, güven duymayan, “hesapsız” çıkışlarından aşırı rahatsızlık duyan odakların oluşmasına yol açmıştır. Bu odakların, Erdoğan'ın siyasi kaderine karşı fazla duyarlı olması beklenemezdi. Nitekim, 15 Temmuz gecesi 23:15'te ABD Büyükelçiliği yoluyla Washington'dan siyasi destek talebinde bulunan AKP Hükümeti'ne, ancak Erdoğan'ın hayatta olduğu ve darbecilerin kaybedecekleri anlaşıldıktan sonra cevap verilmiş, saat 02:05'te Beyaz Saray ve ABD Dışişleri Bakanlığı eşzamanlı açıklamada bulunarak “Türkiye'de tüm tarafların seçilmiş Hükümet'i desteklemeleri gerektiği” ifade edilmiştir. Sözünü ettiğim odakların maşası olan Cemaat, 17/25 Aralık krizinde rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla Erdoğan'ı düşürmek istemişti. O zaman başarılı olsalardı, 15 Temmuz kalkışmasına ihtiyaç kalmayacaktı.

Peki, ABD ve Avrupa'daki büyük devletler TSK'nın güçlü olmasını isterler mi?

Bu devletlerin stratejisi, Türk Ordusu'nun, Anadolu coğrafyasına hapsedilmiş sıradan bir “savunma ordusu” olarak kalması ve “bölgesel boyutta askeri imkân ve kabiliyetlere sahip bir güce” dönüşmesinin engellenmesidir. Yani TSK'nın Anadolu coğrafyası dışındaki tehditlere karşı taarruz yetenekleri olan bir orduya dönüşmesini istemezler. TSK'nın kendisine böyle bir yetenek sağlayacak silah sistemleri sağlama girişimlerini önlerler. Türk Ordusu'nun bölgesel operasyonlar yapacak imkân ve kabiliyete erişmesi bu devletler için bir kâbustur.

"Batı, orduyu Anadolu'ya hapsetmek istiyor"

Yapılan bir kamuoyu araştırması halkın % 70'inin darbe girişiminde bulunan FETÖ'nün arkasında ABD'nin bulunduğuna inanıyor. Bu doğru olabilir mi?

Halkta böyle bir şeyi ancak ABD yapar yolunda bir eğilim vardı. Ancak darbe girişiminin hemen ertesi günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu'nun canlı televizyon yayınına bağlanarak “Darbenin arkasında ABD vardır”demesi, Hükümet'in görüşü olarak algılanmış ve büyük bir olasılıkla halkın bu istikametteki eğilimini kuvvetlendirmiştir. Yine o günlerde Başbakan Yıldırım da isim vermeden ABD'yi suçladı ve “Bu olaydan sonra Gülen'in arkasında duracak ülke göremiyorum. Duracak ülke, Türkiye'ye karşı ciddi bir savaşın içindedir. Türkiye'ye dost değildir” diyerek tansiyonu yükseltti. Bu sert meydan okumayı üstüne alınanABD Dışişleri Bakanı Kerry “Bu türden ifadeler Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verir” diyerek Türk Hükümeti'ni uyarmak ihtiyacını duydu. 

Öte yandan Gülen'in bu işi bir “üst aklın” yönlendirmesiyle yaptığını söyleyen Cumhurbaşkanı'nın dilinden düşürmediği “üst akıl” lafı da kamuoyu tarafından “Amerika” olarak algılanıyordu. Ancak, ABD Genelkurmay Başkanı Dumfort'un Ankara'ya yaptığı ziyaretle birlikte birden yelkenler suya indi ve Hükümet açıktan ABD'yi suçlamayı bıraktı. Hatta söz konusu ziyaret hakkında Başbakanlık tarafından yapılan resmi açıklamada, “Stratejik ortağımız ve müttefikimiz ABD milletimiz ve demokrasimize yönelik bu terörist darbe girişimine karşı tutumunu açık ve kararlı biçimde sergilemiştir” denilerek ABD övüldü ve suçlamaktan vazgeçildi. Bu konuda Hükümet'in sövgüden övgüye giden bir tutumuna tanık olduk. Sonuçta, eskilerin “hikmet-i devlet” (raison d'état) dedikleri kavram, Hükümete tam bir U dönüşü yaptırarak, makul olan çizgiye getirdi.

 (U.D.): Peki, bu konuda sizin görüşünüz nedir?

 (Ş.E.): Obama'nın, görevini bırakmasına üç ay kala, başarılı olmaması ve ABD'nin arkasında bulunduğunun ortaya çıkması halinde, Türkiye'nin NATO üyeliğini dahi gözden geçirmesine yol açacak boyutta stratejik sonuçlar doğuracak hukuk dışı bir operasyona emir vermesini mümkün görmüyorum. Ancak, ABD derin devleti içinde aktif olan ve CIA ile irtibatı bulunan gurupların bu darbe girişiminde rol oynamaları mümkündür.

"ABD Gülen'i başka ülkeye gönderme yoluna gidebilir"

Gelelim en önemli soruya: Gülen'in Türkiye'ye iadesi sağlanabilecek mi?

ABD Gülen'i iade etmez!.. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan teşhir edilmiş olur. Ulusal Güvenlik Direktörü James Clapper'in “Gülencilerin darbedeki rolü konusunda ikna edici veriye sahip değiliz” ifadesi, daha şimdiden ABD istihbarat camiasının bu sorunu yokuşa sürme niyetine işaret ediyor. Clapper, ABD'deki, CIA da dahil, 16 istihbarat kuruluşundan oluşan “Ulusal İstihbarat Konseyi”nin başkanıdır. Bu mevkideki bir yetkilinin 15 Temmuz darbesi sorumluları hakkında çok açık bilgisi olması gerekir. Buna rağmen Gülen'i koruyucu bir açıklama yapması endişe vericidir. Önemli bir nokta da; Türkiye ile Amerika arasındaki suçluların iadesi anlaşmasının 3. maddesinin, siyasi nitelikte suçluların iade edilmeyeceğini öngörüyor olmasıdır. Ancak devlet veya hükümet başkanına işlenmiş veya işlenmesine teşebbüs edilmiş bir suç, siyasi nitelikte bir suç sayılmıyor. New York Bölge Mahkemesi'nin, İngiltere'de terör suçundan hapse mahkum edilip ABD'ye kaçan bir mahkumu siyasi suçlu sayarak İngiltere'ye iade edilmemesini öngören bir kararı var: John Doherty Dosyası… Bu da, mahkeme safhasında Gülen'in suçunun hangi nitelikte olduğunun (siyasi mi, terör mü?) uzun tartışmalara yol açacağını gösteriyor. Ayrıca mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak. Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle Washington, Gülen', Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir.

Başta AKP, siyasi partiler ve liderleri Türkiye'nin yaşadığı bu kanlı darbe girişiminden hangi dersleri çıkarmalı?

Yaşadıklarımız şu üç önemli gerçeği zihinlerimize nakşetti: Birincisi, laiklik ilkesi siyasi amaçlar için çiğnenmeseydi, Türkiye bu felaketi yaşamazdı. İkincisi; dinle siyaseti birbirine karıştırmayan laik sistemin hakim olduğu bir ortamda bu felaket gerçekleşmezdi. Üçüncüsü; demokrasiye darbe din silahıyla yapıldı. Bu üç gerçekten çıkaracağımız sonuçlar şunlar: 

1) Atatürk'ün öngördüğü gibi, ülke yönetimi din veya ideolojiye değil, akıl ve bilime dayanmalıdır. 

2) Laiklik, herhangi bir cemaatin, tarikatın devlete hakim olmasını ve dini siyasi bir güç olarak kullanmasını önler. 

3) Laikliğin ayrıştırıcı değil, birleştirici fonksiyonu vardır. Halkımızın barış, huzur, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını ve demokratik rejimin istikrarını sağlar. 

  Türkiye 15 Temmuz felaketinden bu dersleri çıkarırsa, uğradığı kayıpları daha kısa bir sürede telafi eder, ekonomik ve demokratik gelişmesini pekiştirir, daha itibarlı, daha saygın bir ülke olur. Bu söylediklerimizin gerçekliğini anlamak için başımızı şöyle bir kaldırıp çevremize bakmak kafidir. Laiklik ilkesine sırtını dönen Arap ve Müslüman ülkelerde gördüğümüz şaşmaz senaryo, şeriat yanlısı İslamcı kesimin din devleti düzeninde kendi değerlerini toplumun geri kalan kısmına dayattığı, bunun sonucunda özgürlükler ve insan haklarıyla bilim ve sanatın yok olduğu, çatışmalarla ülkenin kan gölüne döndüğü ve halkın sefalet ve cehalet içinde yaşadığıdır. Merhum büyük bilim adamı Halil İnalcık'ın söylediği gibi, “Türkiye için gerek Batı, gerek İslam dünyası karşısında bir tek yükseliş yolu vardır. Atatürk devrimini gerçek ruhuyla benimsemek ve şaşmaz bir şekilde izlemek.”

https://t24.com.tr/haber/emekli-buyukelci-sukru-elekdag-abd-guleni-iade-etmez-siginmasi-icin-baska-ulkeye-gonderebilir,354372


***

28 Kasım 2018 Çarşamba

AKP., DEVLETE KARŞI

AKP.., DEVLETE KARŞI ..,

İnan Kahramanoğlu.,
05.05.2003/Sayı:29



AKP.., DEVLETE KARŞI ..,
İnan Kahramanoğlu.,
05.05.2003/ Sayı:29
AKP hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında türban ve şeriatçı kadrolaşma ile başlayan gerilim son olarak Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından düzenlenen 23 Nisan resepsiyonun devlet protokolü tarafından protesto edilmesiyle birlikte tekrar şiddetlendi.

Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına, üst düzey bürokratlardan yargı organları başkanlarına kadar devletin bütün organları Arınç’ın eşinin türbanlı olarak resepsiyona katılacağının açığa çıkmasının ardından tepkilerini sert biçimde ortaya koydular ve resepsiyona katılmayacaklarını açıkladılar. Bu sert tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan ve eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklayan Arınç’ın girişimleri ise sonuçsuz kaldı.
23 Nisan resepsiyonunun ardından toplanan ve 7.5 saat süren ve 28 Şubat’ın ardından tarihin en uzun ikinci MGK toplantısıyla AKP-Ordu ilişkilerinde yeni bir sürece de girilmiş oluyor.
AKP devlet savaşı büyüyor
AKP ve orduyu karşı karşıya getiren ve hükümet ordu çatışması olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımlarının da yine Arınç tarafından atıldığı düşünüldüğünde ordunun tepkisini görmezden gelmeye yönelik açıklamaların, oluşan tepkinin şiddetini azaltmaya yönelik bilindik açıklamalardan öte bir anlamının olmadığı ortada.

Zira 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile orduyu karşı karşıya getiren ilk olay orduyu kastederek “bazı çevrelere inat Meclis başkanlığına aday oluyorum” diyen ve başkanlığa seçilmesinin hemen ardından türbanlı eşini devlet protokolüne sokan Bülent Arınç tarafından yaratılmıştı. Arınç’ın türban zorlamasına TSK’dan yine büyük tepki gelmiş ve Arınç’ı tebrik etmeye giden MGK üyesi komutanlar yalnızca otuz saniye süren bir ziyaretin ardından Arınç’ın makamını terk etmişlerdi.
Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Resepsiyonu Devlet-AKP çatışmasının en üst seviyede ortaya çıkmasına neden oldu. Daha önce türbanı devlet protokolüne sokmaya çalışan Arınç bu defa eşini resepsiyona getirmeyeceğini açıklamasına karşın, başta Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanı resepsiyonu protesto ettiler. Üst düzey devlet bürokrasisinin de protesto ettiği resepsiyon böylece AKP içi bir çay partisine dönüşmüş oldu. Resepsiyonda kendi başlarına kalan AKP’nin sergilediği görüntü aslında şeriatçı hükümetin Türkiye’de ne kadar tecrit olduğunu da ortaya çıkartmış oldu. Şeriatçılar devleti kuşatmaya çalışıyorlar ancak devlet içinde köşeye sıkıştıklarını sanırız hâlâ farkedemiyorlar.
Bu ilk ciddi gerginliğin ardından hükümetin hazırladığı acil eylem planıyla özellikle YÖK yasa tasarısı ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılması konusundaki planlarını uygulamaya koyması ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki şeriatçı kadrolaşma çabalarına hız vermesi üzerine Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar bütün devlet organlarıyla AKP karşı karşıya gelmişti.
Bu gelişmeler yaşanırken toplanan MGK’da da hükümet uyarılmıştı. MGK toplantısında alınan kararlara muhalefet şerhi koyarak imza atan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e yanıt bizzat Genelkurmay başkanının ağzından “başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek ortaya konmuştu. Bu açıklama aslında AKP’nin hükümette kalmasının artık mümkün olmadığını ve ordunun AKP iktidarının Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerine göz yummayacağını göstermişti.

Çatışmanın en üst seviyeye ulaştığı anda başlayan ABD’nin Irak saldırısı ise gündemi farklı bir noktaya taşıdı. Ancak bu süreç içinde AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs ve Irak’ta devlet politikasını hiçe sayarak büyük tavizler verirken şeriatçı kadrolaşma çalışmalarını da sürdürmekten geri kalmıyordu.
Dolayısıyla her ne kadar varolan gerilim azalmış gibi görünse de AKP devlet savaşı alttan alta kızışmaktaydı. 23 Nisan resepsiyonunda ortaya çıkan durum işte tam da bu arka planda yürüyen kavganın patlak vermesinden başka birşey değildi.
AKP’den devlete şeriatçı kuşatma
Abdullah Gül’ün büyükelçiliklere şifreli genelgesi Ordunun büyük tepkisine yol açtı. Genelgede, Milli Görüş teşkilatları ile Fethullah Gülen cemaatine destek verilmesi isteniyordu.
AKP iktidara geldiği 3 Kasım’dan bugüne kadar aradan geçen altı aylık süre zarfında gerçekleştirdiği şeriatçı kadrolaşma operasyonunun bugün ulaştığı nokta Cumhuriyet’in şeriatçı bir kuşatmayla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.
İlk olarak Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyana süreçte Cumhuriyet karşıtı şeriatçı hareket rejimi değiştirecek güce ulaşmış ancak ordunun müdahalesiyle iktidardan düşürülmüştü. Aradan geçen altı yıldan sonra bu kez yine aynı şeriatçı Milli Görüş geleneğinin temsilcisi AKP iktidarda. Üstelik AKP Refah Partisi döneminden farklı olarak Meclis’te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar. Böyle olunca da devlette şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerinin engellenmesi oldukça zor hale geliyor.
AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri planlı bir kadrolaşma faaliyeti içinde bulunuyor ve bu plan bugün de aynı şekilde uygulanıyor.
THY, TRT, ISDEMİR ve daha birçok önemli devlet kuruluşlarının başına Milli Görüş kökenli kişiler atanmakta. Türbanın serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar aynı şekilde devam ediyor. Kadrolaşma operasyonu öyle boyutlara ulaştı ki devletin en gizli belgelerinin bulunduğu Cumhuriyet Arşiv Daire Başkanlığı’na “Molla Üniversitesi” olarak bilinen şeriatçı El-ezher Üniversitesi İlahiyat mezunu Hüsnü Özer atandı. Daha önce de Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevine bir Muratbey Balta isimli bir imam atanmıştı.
Başbakan Tayyip Erdoğan, idealinin Amerikan modeli bir başkanlık sistemi olduğunu açıktan ifade etmeye başladı. Bu, şeriatçıların, mevcut Cumhuriyet rejimi içinde kalmak istemediklerinin, bir başkanlık yetkisi ile Türkiye imamlığına soyunmak istediklerinin de göstergesi.
Şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerini engellemeye çalışan cumhurbaşkanı Sezer’in bütün çabalarına rağmen bu atamalara engel olunamıyor. Atama kararnamelerini geri çeviren Cumhurbaşkanı aynı atama kararnamesini tekrar karşısında buluyor. Ataması gerçekleşmeyenler de görevlendirme ile istenilen görevlere getiriliyor.

AKP özellikle son bir aylık süreçte kadrolaşma faaliyetlerini kolaylaştıracak bazı yasal düzenlemeleri de uygulamaya koydu. Sadece emeklilik yaşını 61’e düşüren yeni yasayla 2 bin 100 deneyimle bürokrat görevden uzaklaştırıldı ve bunların yerine şeriatçı kadrolar atandı.
Milli Eğitim ve üniversiteler üzerindeki şeriatçı kuşatma da günden güne artıyor. YÖK’ü kaldırma çalışmalarını gelen yoğun tepki üzerine bir süreliğine geri çeken AKP bu günlerde bu planlarını tekrar gündeme getiriyor. Önümüzdeki dönemde de artararak devam etmesi beklenen türbana özgürlük ise AKP için vazgeçilmez önemde.

Bütün bu kadrolaşma tartışmaları sürerken biraraya gelen Cumhurbaşkanı Sezer ve Tayyip Erdoğan arasında geçen ve basına da yansıyan diyalog yaşanan sürecin vehametini en açık biçimde ortaya koyuyor. Sezer’in “Devletin her kademesine imamları dolduruyorsunuz” şeklindeki sözlerine Erdoğan’ın yanıtı şu oluyor: “Ben de imamlık yaptım ama şimdi başbakanım”
Şeriatçı terör örgütlerine devlet protokolü
AKP hükümeti bir yandan devlet bürokrasisi içinde yoğun bir kadrolaşma hareketine girerken bir yandan da bağlantılı bulunduğu yurt dışındaki şeriatçı örgütlenmeleri açıktan destekliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından 16 Nisan tarihinde yayınlanan ve MGK toplantısının en önemli maddelerinden birisi olan Milli Görüş ve Fethullah Gülen cemaatinin kollanması yolundaki genelge Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine faaliyet gösteren kuruluşların bizzat hükümet tarafından korunduğunu gösteriyor. Abdullah Gül imzasıyla bazı ülkelerdeki büyükelçiliklere gönderilen genelgede Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler içinde bulunan Milli Görüş teşkilatının çalışmalarının desteklenmesi isteniyor.
İran’dan gelen çarşaflı heyet de AKP’nin nasıl bir düzen istediğini gösteriyor.
Türkiye’nin terörist örgüt olarak kabul ettiği Milli Görüş, yalnız Türkiye’de değil faaliyet gösterdiği ülkelerden Almanya’da da sıkı takip altında ve 26 bin üyesi ve büyük ekonomik gücüyle “takip altındaki en büyük yabancı örgüt” konumunda. Genelgede yer alan “Milli Görüş zararlı bir teşkilat değildir. Milli Görüş Teşkilatı’nın organizasyonlarına gerektiğinde büyükelçiler ve diplomatlar da gitmelidir. Resmi heyet programlarına bundan sonra bu teşkilat da dahil edilmelidir” şeklindeki ifadelerle Türkiye tarihinde ilk kez şeriatçı terör örgütleri devlet protokolüne alınmış oluyor.
Yine aynı genelgede 28 Şubat’ın ardından Amerika’ya tedaviye giden ve nedense bir türlü iyileşip Türkiye’ye dönemeyen Fethullah Gülen ve cemaaatinden övgüyle sözediliyor. Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler yürüttüğü iddiasıyla yargılanan Fethullah Gülen ve cemaatinin yurtdışındaki okulları için Türk kültürünü yayan kurumlar ifadesi kullanılıyor ve bu okullarla ilişkilerin geliştirilmesi isteniyor.
AKP orduya savaş açtı
MGK toplantısı öncesinde ortamı geren bir diğer önemli gelişme de İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Rıza Arif ve beraberindeki ekibin Ankara’da ağırlanması sırasında yaşanan olaylardı. Devletin resmi kuruluşu olan TRT ve Anadolu Ajansı’nın dahi içeri alınmadığı ve adeta gizli örgüt toplantılarını andıran yemekteki haremlik selamlık uygulaması ve çarşaflı kadınların yarattığı manzara Ankara’nın içine düştüğü kuşatmanın ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli bir örnekti.

Tüm bu kadrolaşma çabalarına Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay başta olmak üzere devlet organları tarafından gösterilen karşı çıkış yaklaşan MGK toplantısı öncesinde taraflar arasındaki gerginliği daha da tırmandırdı.
AKP cephesi MGK’da hükümetin irticayla mücadele konusunda uyarılacağının ortaya çıkmasıyla birlikte saldırıya geçti. MGK’nın siyasilerin hesap vereceği bir yer olmadığını söyleyen AKP yetkilileri “MGK’da hesap vermeyeceğiz” tavrıyla tabanlarına dik durma mesajı vermeye çalıştılar. Orduya yönelik en sert saldırı ise Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan orduyu kastederek “devletin en üst noktasından en alt noktasındana kadar hiç kimse la yü’sel (sorumsuz) değildir” diyerek MGK toplantısı öncesinde orduya meydan okumaya çalıştı.
Medyanın da yoğun desteğini arkasına alan Erdoğan partisinin Meclis’teki çoğunluğundan da güç alarak orduyu hedef alan açıklamalarına devam etti.
Erdoğan Belediye başkanlığı döneminde karıştığı ve yargılandığı yolsuzluk dosyalarını unutarak “Türkiye’nin imkan ve kaynaklarını boşa harcayanlar, statükonun korunması için direnenler, yolsuzluklar ve usulsüzlüklere bulaşanlar iddia edildiği gibi sadece siyasiler değil” sözleriyle silahlı kuvvetleri ve cumhurbaşkanını eleştirdi.
MGK toplantılarında hep dinleyen konumunda kalan şeriatçılar tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bu kez karşı atağa geçerek baskın çıkmayı hedefliyorlardı. MGK’nın asker kanadı Milli Görüş ve Gülen cemaatini koruyan genelge, kadrolaşma ve türban tartışmalarıyla YÖK tarafından hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddiye alınmayan raporu gündemine alırken AKP kanadı da kadrolaşma faaliyetini savunacak karşı hazırlıklara girişti.
AKP AB kozunu kullanarak Orduyu tasfiye etmek istiyor
Medyanın büyük desteğini arkasına alan AKP ordu üzerinde kurmaya çalıştığı psikolojik baskıyla MGK toplantısını kazasız belasız atlatmaya çalışırken uzun vadede ordunun müdahalelerini engelleyecek bazı düzenlemelere girişeceğinin de ipuçlarını veriyor.
Özellikle AB süreci içinde demokratikleşme adı altında ordunun siyasete müdahalesini engellemeye yönelik planın iki ayağı var. ilk olarak Askerin icraat ve söylemlerinin “askeri tehdit” konularıyla sınırlandırılması öngörülüyor. İkinci olarak da 2004 sonuna kadar MGK’nın tamamen ortadan kaldırılması ya da en azından hükümete tavsiye kararı vermesi engellenmek isteniyor.
Hedefine ulaşma yolunda en büyük engel olarak gördüğü orduyu tasfiye planlarını yürürlüğe koyan AKP’nin elindeki en büyük koz da sözde AB üyelik süreci. AB üyeliği için siyasetin sivilleştirilmesi ve ordunun siyasetin dışına itilmesi AB’nin Türkiye’den taleplerinin ilk sırasında yeralıyor.
AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Gunter Verheugen’in Türkiye’deki ordu siyaset ilişkileri konusundaki görüşleri de AKP ile son derece uyumlu. Verheugen AKP AB ittifakının orduyu tasfiye planlarını şu sözlerle açığa vuruyor: “ordu siyasilerin emrinde olacak, siyasiler ordunun değil”
Başkanlık sistemiyle devlet ortadan kaldırılacak
Tayyip Erdoğan’ın “siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika’da uygulanan sistem” açıklaması da orduyu tasfiye planları yapan AKP’nin geleceğe dönük niyetlerinin ne olduğunu anlamak açısından son derece önemli.
AKP, şeriat hedeflerinin önünde engel olarak orduyu ve devlet bürokrasisini görüyor ve bu amaçla giriştiği icraaatların sürekli bu organlardan geri tepmesi üzerine bu kez de başkanlık sistemini gündeme getiriliyor.
Başakanlık sistemi, devlet bürokrasisinin ortadan kalkması ve yetkinin tıpkı Amerikan sisteminde olduğu gibi başkan ve etrafındaki danışman kadrosunun denetimine girmesi demek. Başkanlık sistemine geçiş aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına geliyor
Bakanlık yapmak için seçilmiş olma zorunluluğunun aranmadığı ve dışarıdan atamaların mümkün olduğu böylesi bir sistemin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Bunun şeriatçı hareket açısından yaratacağı fırsatları saymaya da herhalde gerek yok.
Başkanlık sisteminin yanısıra hükümet tarafından hazırlanan yerel yönetimler yasasayla da merkezi devlet çökertilerek yetki ve karar belediyelere devrediliyor ki bunun sonucunda şeriatçı belediyeler ve özellikle Güneydoğu’daki HADEP çizgisindeki belediyelerin etkinlikleri daha da artacak. Bu üniter devletin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin eyaletlere parçalanmasına yolaçacak bir gelişme
AKP 
Türkiye’yi yönetmeye devam edebilir mi?
Altı aylık AKP iktidarı Türkiye’de şeriatçı bir partinin iktidarda kalmasının mümkün olmadığı ve ordunun buna izin vermeyeceği gerçeğini doğruluyor. AKP daha iktidara gelmeden ordu tarafından dikkatle takip ediliyordu ve AKP’nin şeriatçı hareketin bir parçası olduğu ordu tarafından biliniyordu.
Ancak AKP’nin 3 Kasım seçimlerinde aldığı oy oranı ordunun müdahale etmesini geciktiren bir faktör. Arkasında geniş halk desteği bulunduğu izlenimi medyanın da aynı yöndeki yayınları biraraya geldiğinde AKP’nin bu gerilim ortamında bir süre daha iktidarda kalması mümkün.
Ancak AKP devlet ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğu düşünüldüğünde uzun vadeli bir AKP iktidarına Türkiye’nin tahammülünün kalmadığı da görülmeli.
Şu anda yapılacak bir ordu müdahalesi sadece ordunun demokratik süreci kesintiye uğratan ve on yıllık periyotlarla müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği yönündeki propagandanın güç kazanmasına ve ordunun puan kaybetmesine yolaçacak. O nedenle kısa süre içinde bir ordu müdahalesi çok mümkün görünmüyor.
Fakat çok uzun süre önce kopan AKP ordu ilişkisinin yeniden tamiri mümkün değil. O nedenle AKP’lilerin yarattığı ve yaratacağı benzeri bütün gerilimler sadece AKP’nin dosyasının kabarmasına yol açacak ve zamanı geldiğinde yapılacak müdahalenin daha da meşruluk kazanmasını sağlayacak.
Devlete savaş açan AKP karşılığını almaya başladı bile. Bu savaşın iki değil tek bir olasılığı var: Türkiye Amerikancı ve gerici AKP iktidarından kurtulacak.
İnan Kahramanoğlu - AKP devlete karşı
http://www.turksolu.org/29/kahramanoglu29.htm
***

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 7


ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 7



BATI MEDYASININ DARBELERLE İMTİHANI: 
İbrahim EFE 
Yrd. Doç. Dr., Kilis 7 Aralık Üniversitesi,




MISIR VE TÜRKİYE ÖRNEKLERİ, 

Hem Mısır’daki darbe hem de Türkiye’deki son darbe girişimi göstermiştir ki darbenin demokratik kurumları ortadan kaldırması, anayasal sistemi askıya alması ve halkın iradesini hiçe sayması, bu ülkelerdeki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, tırmanan güvenlik endişeleri ve yönetenlerin artan diktatörlükleri 
Amerikan medyası ile meşrulaştırılmaktadır. 

Çağdaş kitle iletişim araçları insan hayatının her alanında etkilidir ve bu etki alanının devletlerarası ilişkileri de kapsadığı şüphesiz bir gerçektir. Amerikan toplumunun Amerikan olmayanlar ve özellikle Ortadoğu hakkında çok az bilgi sahibi olması, bilgi kaynağı olarak medyanın rolünü incelemeyi gerekli kılmaktadır. Ortadoğu’da yaşanan felaketlerin, savaşların ve darbelerin Amerikan medyasında yer alış şekillerinin yeterli bilgi sağlamamanın 
ötesinde bir takım kültürel önyargıları ve yanlış izlenimleri körüklediği ortadadır. Disney’in Alâeddin’inden, Hollywood filmlerine ve Sacha Baron Cohen’in 
Diktatör’üne uzanan geniş bir görsel kaynaktan beslenen Amerikan halkının Ortadoğu’daki insanlar ve yaşananlar hakkında elde ettiği bilgi negatif, ön yargılı ve gerçeklerden uzak olmuştur. Nitekim Rızanın İmalatı adlı meşhur kitaplarında Herman ve Chomsky, Amerikan kitle iletişiminin, sistemi destekleyen bir propaganda işlevini yerine getirdiğini ifşa etmektedirler. 

Bu işlev zorlama olmadan Amerikan toplumu nezdinde Amerikan politikalarının meşrulaştırılmasını sağlamakta ve Amerikan toplumu için ortak düşmanı 
yeniden üretmektedir. Bir zamanlar komünizme karşı yürütülen savaşın yerini ise 9/11’den sonra “teröre karşı savaş” almıştır. Amerikan medyasının Ortadoğu’da gerçekleşen darbeler hakkındaki tutumu da, geleneksel olarak Amerikan çıkarları ile uyumlu şekilde, çeşitli dinamiklere dayanarak çerçevelenmekte ve Amerikan kamuoyuna sunulmaktadır. Bu taraflı temsil ABD’nin darbelerin gerçekleştiği ülkelere yönelik normatif olmayan yaklaşımı ile yakından alakalıdır. 

Makbul Darbe: 2013 Mısır 

Yan sayfadaki iki Newsweek kapak sayfası (üstteki 22 Eylül 1980; alttaki 16 Ağustos 2013) arasındaki dikkat çekici benzerlik ve hatta aynılık Amerikan 
medyasının Ortadoğu’daki darbeleri ele alış şeklindeki devamlılığı özetler niteliktedir. 

3 Temmuz 2013’de Mısır ordusu, Mısır tarihinde ilk defa seçimle yönetime gelmiş Mursi hükümetini devirdi ve Mursi ile birlikte pek çok hükümet üyesini tutukladı. Türkiye ve Tunus haricinde, ne bölgeden ne de bölge dışından Mısır’da yaşananlara karşı ciddi bir tepki gelişmedi. Demokratik olarak seçilmiş bir hükümetin görevden uzaklaştırıldığı bir ülkeye yapılan yardımlarını hukuki açıdan askıya alması gerektiğinin farkında olan ABD yönetimi, endişelerini dile getiren ve yaşananları açıkça bir ‘darbe’ olaraknitelendirmeyen bir açıklamayla yetindi. Örneğin bir sene öncesinde, Mart 2012’de Mali’de yaşanan darbe sonrasında ABD hükümeti Mali’ye yapılan yardımların askıya alındığını duyurmuştu. Başkan Obama Mısır’da yaşanan gelişmelerden sonra Mısır ordusuna yönetimi hızlıca demokratik ve sivil bir hükümete bırakma çağrısında bulunsa da Muhammed Mursi’nin devrilmesine ‘darbe’ demekten imtina etti. 

< Amerikan medyasının Ortadoğu’da gerçekleşen darbeler hakkındaki tutumu da, geleneksel olarak Amerikan çıkarları ile uyumlu şekilde, çeşitli dinamiklere dayanarak çerçevelenmekte ve Amerikan kamuoyuna sunulmaktadır. >

Daha da önemlisi darbeden bir kaç gün önce Tanzanya’da gerçekleşen bir basın toplantısında kendisine Mısır’daki Mursi karşıtı protestolarla ilgili görüşü 
sorulduğunda, Başkan Obama’nın verdiği cevapta şu ifadeler de yer aldı: 

…Demokrasi sadece seçim demek değildir, aynı zamanda [demokrasi] muhalefet ile nasıl çalıştığınızla, farklı seslere nasıl davrandığınızla, azınlık gruplara nasıl muamele ettiğiniz ile alakalıdır. 

Mursi ile ilgili temel eleştirilerin ifade edildiği bu satırların ardında, aslında Ortadoğu’daki darbelerin Batı açısından meşru kılınmasını sağlayan en önemli 
argüman yatıyordu: Doğu’nun demokrasi tecrübesizliği ve doğulu liderlerin, seçim ile başa gelseler bile, asla ‘gerçek’ bir demokrat olamayacakları argümanı. 
Bu nedenle seçimle başa gelenler pekâlâ darbe ile yerlerini cuntaya bırakabilirdi. Doğu’nun bu demokrasi tecrübesizliğine, doğulu liderlerin despotluğu, ekonomik 
istikrarsızlık, siyasi huzursuzluk ve terör eylemleri de eklenince, artık darbe makbul hale gelmekteydi. Mısır’da 2013 yılında yaşanan darbenin genelde Batı 
özelde ABD basını tarafından ‘makbul bir darbe’ olarak çerçevelenmesi, 15 Temmuz 2016’da Türkiye’de yaşanan darbe girişiminin Batı medyası tarafından ele alınış şeklinin anlaşılmasında oldukça açıklayıcıdır. 



15 Temmuz Darbe Girişimi 

Newsweek dergisinin 15 Temmuz 2016 tarihli sa-yısında ‘IŞİD saldırıları arttıkça, Türkiye özgür ifade üzerindeki savaşını hızlandırmakta’ başlıklı makalede, 
Erdoğan’ın muhalif medya ve özellikle Zaman gazetesi üzerindeki baskılarından bahsedilmekteydi. Eğer 15 Temmuz gecesinde yaşanan başarısız darbe girişimi 
emeline ulaşsaydı, muhtemelen Newsweek dergisi bir sonraki sayısında yönetime el koyan paşayı ya da Fethullah Gülen’i kapak sayfasına taşıyacaktı. 



Ancak bu olmadı. Newsweek dergisinin 22 Temmuz 2016 tarihli sayısında Türkiye’deki darbe girişimi ile ilgili herhangi bir yazı yer almadı. Ancak darbe girişimin ilk saatlerinde Erdoğan’ın ülkeyi terk ettiği ile ilgili yalan haber (ilk olarak sosyal medyada NBC’li Kyle Griffin tarafından) hızla yayıldı. Darbe girişiminin erken saatlerinde, Erdoğan Facetime uygulamasıyla canlı yayına bağlanıp halkı sokaklara çağırdıktan sonra, Washington Post’ta yer alan bir haber (‘Türkiye’nin başkanı Recep Tayyip Erdoğan Dünyanın Neresinde? ‘Where in the world is Turkey’s president, Recep Tayyip Erdogan?) Erdoğan’ın muhtemelen ülkeyi terk etmiş olabileceğini, Erdoğan’ın nerede olduğu ile ilgili gizemin devam ettiğini söylüyordu. Darbenin ilk saatlerinde ülkesini terk ederek başka bir ülkeye sığınan başkan imajı, işte Batı’nın darbeyi sayesinde meşrulaştırdığı ‘diktatör doğulu lider’ temsiline tam olarak denk geliyordu. Erdoğan’ın ve Türk hükümetinin ülkeyi terk etmediği ve darbecilere karşı ölümüne bir mücadeleyi göze aldığının belli olduğu sıralarda, New York Post’ta 15 Temmuz günü yayınlanan Michael Rubin imzalı ve ‘Türkiye’deki darbe neden ümit anlamına gelebilir?’ başlıklı köşe yazısı, darbenin nedenlerini ve hatta gerekliliğini açıklamaya çalışıyordu. Rubin’e göre zaten tarihi olarak darbelere alışık olan Türkiye için, İslamcı gruplarla iş tutan otokrat bir yönetimin ve başkanın devrilmesi ümit anlamına gelebilirdi. Yine Washington Post’ta 16 Temmuz’da yayınlanan ‘How Erdogan’s anti-democratic government made Turkey ripe for unrest’ başlıklı köşe yazısında, Yüksel Sezgin darbe girişiminin gayri hukuki olduğunu ancak Erdoğan ve Türk hükümetinin anti-demokratik olduklarından ve Türk demokrasisine zarar verdiklerinden bahsediyordu. 
Darbenin bizzat kendisinin ele alınmadığı ve normatif olarak reddedilmediği bu tür haberlerde, diktatörlüğü kesinleşmiş bir Erdoğan ve amaçları belirsiz ve aslında pek de zararlı olmayan darbeciler dikotomisi göze çarpmaktadır. Nitekim darbe girişiminin arkasında yer aldığı artık kesinleşen grubun lideri Fethullah Gülen ile ilgili haberlerde, bu dikotomi çarpıcı bir şekilde işlenmektedir. Örneğin, “77 Yaşında, kırılgan ve Pennsylvania’da yaşıyor, Türkiye onun bir darbe planlayıcısı olduğunu söylüyor “(He’s 77, frail and lives in Pennsylvania. Turkey says he’s a coup mastermind) başlıklı haberde, Fethullah Gülen dünyadan elini ayağını çekmiş, yaşlı ve münzevi bir din adamı olarak tanıtılmaktadır. Fethullah Gülen’in CNN ve sair Batı medya organlarına verdiği röportajlardaki hasta ve yorgun görüntüsünün yanı sıra modern kıyafetli sakalsız bir imam olarak ekranlarda arzı endam edişi ve ısrarla Batı’nın hizmetinde olduğunu vurgulaması, Batı medyasının dikotomik yaklaşımında makul ve makbul tarafı temsil etmektedir. 

< Obama Mısır’da yaşanan gelişmelerden sonra Mısır ordusuna yönetimi hızlıca demokratik ve sivil bir hükümete bırakma çağrısında bulunsa da Muhammed Mursi’nin devrilmesine ‘darbe’ demekten imtina etti. >



Medya ve Darbeler 

Hem Mısır’daki darbe hem de Türkiye’deki son darbe girişimi göstermiştir ki darbenin demokratik kurumları ortadan kaldırması, anayasal sistemi askıya 
alması ve halkın iradesini hiçe sayması, bu ülkelerdeki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, tırmanan güvenlik endişeleri ve yönetenlerin artan diktatörlükleri Amerikan medyası ile meşrulaştırılmaktadır. Bu nedenle Ortadoğu’da tecrübe edilen bir darbe normatif olarak eleştirilmemekte ve özellikle elitlerin gözünden değerlendirilmektedir. 
Türkiye’de son darbe girişimine karşı gösterilen popüler direncin Batı medyasında yer almaması ve bunun Türk kamuoyunda hayal kırıklığına neden olması, bu tek taraflı bakış açısı ile ilgilidir. 

Öte yandan Türk halkının demokratik hakları için sokağa çıkıp darbeyi durdurma cesareti göstermesinin Batı medyasında hak ettiği ilgiyi görmemesi, demokrasinin Doğulular için çok görüldüğü anlamının doğmasına ve hayal kırıklığına neden olmaktadır. Batı medyasının bu tutumu, temsil ettiği Batılı değerlerle zıtlık teşkil etmekte ve gazetecilik etiğinin dayandığı ilkeleri muğlak ve güvenilmez hale getirmektedir. 

İbrahim EFE 
Yrd. Doç. Dr., Kilis 7 Aralık Üniversitesi 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

14 Temmuz 2017 Cuma

28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 3




  28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 3


 - Cumhuriyet rejiminin önemli teminatı olan Yargıtay Başsavcılığı seçiminin gündemde  olduğu bu günlerde, zaten çoğunluğu dinci ve kürtçü kesime 
mensup kişilerin elinde olan mahkemeler ve Yargıtay bünyesinde yürütülen faaliyetlerle Refah Partisi kendi yandaşı olabilecek bir adayı seçtirmek için yoğun bir gayret sarfetmektedir. 

 - Refah Partisi türbanlı yargıçların görev almalarına olumlu yaklaşım sergileyerek kılık  kıyafet kanununu ortadan kaldırmayı amaçlamakta ve böylece toplum için önemli kanunları dahi hiçe sayabileceklerini göstermek istemektedir. Nitekim türbanlı hakim ve savcı adaylarının başvuruları, bakan şevket kazan tarafından kabul edilmiş ve bunlardan iki tanesinin ataması gerçekleştirilmiştir. 

 - 9 Kasım 1996 günü Konya Belediyesi ve Milli Gençlik Vakfı tarafından Konya’da “hükümetin kılık-kıyafet kanun tasarısına kamuoyu desteği sağlamak” konulu bir brifing düzenlenmiş, mitinge 2500-3000 civarında çarşaflı ve türbanlı kadın katılmış, mitingin emniyetini Milli Gençlik Vakfının erkekleri sağlamıştır. 
Mitinge Konya Büyükşehir Belediye başkanı Doç.Dr. Halil Ürün de katılmış ve yaptığı konuşmada başörtüsüne ve şeriata sahip çıkılmasını istemiştir. 
Mitingde Türk bayrağının taşınmaması ve pankartlardan birisinde "bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne, acırım tükrüğe, billahi tükürsem yüzüne” yazısı 
dikkat çekmiştir. 

 -Camilerde kadrosuz olarak görev yapmakta olan ve aldıkları din eğitimlerinin seviyesi itibarıyla verdikleri vaazlar ve hutbelerle cemaati şeriatçı kesime 
kanalize eden cami görevlilerinin, memur statüsüne geçirilmesi yönünde gayret sarfeden Refah Partisi; bu yaklaşımı ile cami görevlilerinin bu görevleri ile 
ilgili suçlardan dolayı memurin-muhakematı kanununa göre yargılanmasını, dolayısıyla haklarında ilgili suçlardan dolayı cumhuriyet savcıları ve adli 
makamlarca soruşturma açılmasını önlemek istemektedir. bu gerçekleştiği takdirde cami görevlileri ancak il idare kurulunun müsaadesi ile kovuşturmaya 
tabi tutulabilecektir. 

 - Refah Partisi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da kendi amaçları doğrultusunda kullanmak gayesiyle, bu kurumdan toplumsal düzeni sağlayan konularda 
fetva vermesini istemekte, böylece Osmanlı dönemindeki şeyhülislamlık müessesesini yeniden canlandırmayı hedeflemekte ve bu yolla Türkiye’deki yargı birliğini bozarak şer’i hükümlere geçiş zemini oluşturmayı planlamaktadır. 

 - Kısacası Refah Partisi, Türkiye Cumhuriyetine uygun gördüğü şeriat rejiminin önünü açmak ve gerekli zemini oluşturmak için, bir yandan inkılap kanunlarını, 
özellikle tevhidi tedrisat kanunu, kıyafet kanunu, medeni kanun ve toplum yaşamını düzenleyen diğer kanunları delmeye çalışmakta, yönerge, genelge ve şifahi talimatlarla bu kanunları savsaklayıp ihlal ederken bir yandan da hazırladıkları önerge ve kanun teklifleriyle muhalefete ve kamuoyuna hissettirmeden bu kanunları değiştirmeye çalışmaktadır. 

 - Belirtilen yaklaşımın en son örneği ise ramazan münasebeti ile mesai saatlerinin valiler tarafından düzenlenmesini öngören hükümet genelgesi 
oluşturmaktadır. 

 - Refah Partisi, “ Bürokrasiye hakim olamazsanız hükümete hakim olamazsınız” kuralından hareketle uzun yıllar öncesi önemli görevler için hazırladıkları 
kişileri günümüzde devletin ve yerel yönetimlerin en etkin kadrolarına getirme girişimini sürdürmektedir. Ancak kamu-kurum ve kuruluşlarındaki kadrolaşma 
faaliyetlerini bugün için sahip oldukları insan potansiyelinin yetersizliği nedeni ile tam olarak doldurmakta güçlük çeken Refah Partisi ortaya çıkan zaafiyeti 
“iktidara geldik, ama bakınız!.. kadroları değiştirmiyoruz” şeklindeki verdiği mesajlarla kamufle etmektedir. 

 -Refah Partisi iktidara geldiğinden bugüne kadar öncelikli olarak adalet, çalışma, milli eğitim ve içişleri bakanlıkları başta olmak üzere, müsteşar, müsteşar 
yardımcısı ve genel müdür düzeyinde toplam 85 üst bürokrat ataması veya değişikliği yaparak bu makamlardan 51’ine kendi adamlarını veya kendi düşüncesine ılımlı bakan kişileri getirmiş bulunmaktadır. 

 - Son olarak Doç.Bnb. rütbesi ile Silahlı Kuvvetlerde iken yabancı kadın ile evlenmek suretiyle ordudan ayrılan, ancak milli görüş ideolojisini benimseyen 
Prof.Dr.Aziz Akgül Başbakanlık Başdanışmanlığına getirilmiştir. 

 - RP, kendileriyle aynı ideolojiyi paylaştığı ve kardeş olarak nitelediği ülkelerle, ülkemiz menfaatlerine ters olsa da her türlü şartlar altında ilişkileri 
sürdürmeyi gaye edinmekte ve bu ilişkileri bozmayı planladığına inandığı devletin milli istihbarat teşkilatını yalancılıkla ve kendilerini kandırmakla suçlayıp, toplum nazarında küçük düşürerek, bu kuruma da sızma niyetlerine zemin hazırlamaktadır. 

 - Halihazırda milli istihbarat teşkilatı içerisindeki bazı gruplar da, son dönemde devlete değil, bazı siyasi parti liderlerine hizmeti esas almış, bu durum 
kuruluş içinde huzursuzluk ve güvensizliği de beraberinde getirmiştir. Nitekim kont-terör dairesinin başında bulunan Mehmet Eymür’ün; Tansu-Özer Çiller ikilisine hizmet ettiği, onların yardımı ve bazı pazarlıklar sonucu bu göreve getirildiği, basında çıkan birçok haberin de bu şahıs tarafından sızdırıldığı hakkında yaygın duyumlar bulunmaktadır. 

 - Refah Partisi son günlerde TRT Genel Müdürlüğü ve TRT'yi ele geçirmek için yoğun çaba göstermektedir. Radyo Televizyon Üst Kurulu tarafından seçilen 
3 adaydan birisi olan Tuncay Büyükertan'ın adaylıktan çekilmesi üzerine, yerine şeriatçı görüşe yakın bir kişinin üçüncü aday olarak seçilmesi için DYP ile 
anlaşma gayretleri sürdürülmektedir. 

 - Refah Partisi yönetimi kendi partilerinde olan bakanlıklarda aktif olarak, diğer bakanlıklarda da pasif yöntemlerle ve örtülü bir şekilde kadrolaşmaktadır. 
Bu durum son devlet personeli atamalarında ve personel seçiminde açıkça kendisini göstermiştir. 

 - Refah'lı Kültür Bakanı İsmail Kahraman tarafından Topkapı Sarayı müzesinde tam gün süre ile Kuran okunmasını sağlamak bahanesiyle Kültür Bakanlığı bünyesinde 24 adet “Kur’an Okuyucu” kadrosunun ihdası yönünde hazırlanan tasarı Başbakan tarafından meclise sevk edilmiştir. Yine aynı Bakan, Bakanlık kütüphanesine bugüne kadar alınan 63 derginin aboneliğini iptal etmiş; bunların yerine Dini içerikli 53 dergiye abone olunması talimatını vermiştir. 

- Refah Partisi, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde kadrolaşabilmek için Bakanlık giriş sınavlarına Arapça dilinin dahil edilmesini ve Müslüman ülkelere Arapça bilen 
diplomatların atanması yönünde çaba göstermektedir. 

- Mülki idare kadrolarına sızmak için partili gençlerin Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültelerine girmelerini teşvik etmektedir. Kadın eli sıkmayan Valiler görevde 
tutulmaktadır. Valiliklere, İmam Hatip kökenli ve eşleri tesettürlü kişilerin ataması yapılmaktadır. Bu çerçevede, 50'ye yakın Valinin değiştirilmesi ve yerlerine irtica yanlısı olanların atandırılması için hazırlık yapılmaktadır. Bu hazırlıkları, partinin en radikal milletvekili olan Hasan Hüseyin Ceylan yürütmektedir. 

 - Refah Partisi, silahlı güçle iktidarı ele geçirme safhasında arzu ettiği organize kuvveti teşkil etmek maksadıyla; son zamanlarda modern ve etkin silahlarla 
teçhiz edilmekte olan emniyet teşkilatına sızma, teşkilatta kadrolaşma ve bu müesseseyi ele geçirme yönündeki gayretlerine yoğunluk kazandırmıştır. 

 - Polis Koleji ve Polis Akademilerine öncelik verilmiş ve bu okulların öğrencilerine tarikatların kiraladıkları hücre evlerinde din eğitimi verilmeye başlanmıştır. 

- Son dönemde açılan devlet sınavlarında kendi yandaşlarının başarılı olması için kendi görüşlerini benimseyen üst düzey yöneticilerden ve nüfuzlu 
kişilerden aracı ve takipçi görevlendirmektedir. 

 - Bugüne kadar hükümetlerde görülen " Yakınlara Devlet kadrolarında iş imkanı sağlama" geleneği, Refah Partisi'nde "partililere iş imkanı sağlama" şeklinde 
değişmiştir. 

 - Üst düzey görevlere ve kilit mevkilere kendi adamlarını yerleştirme" geleneğinin sürdürülmesinin yanısıra, devlet kadrolarında bir refah partisi tabanı 
oluşturulmasının da hedeflendiği, bu maksatla, alt seviyedeki görevlere de partili veya sempatizanların yerleştirildiği öğrenilmiştir. 

 - Refah Partisi'nin iktidar ortağı olduğu günden itibaren, parti il ve ilçe başkanları; bir taraftan parti üyelerine ve partiye üye kaydı yaptıracaklara iş imkanı yaratırken, diğer taraftan partiye kayıt olmamakla birlikte kendisini Refah Partisi'ne hizmet için adamış daha kültürlü bir gruba, asgari iki milletvekilinin 
referansı ile iş bulunmasına yardımcı olmakta ve bu kişilerin siyasi iktidar değişiminden etkilenmemelerini garanti edecek tedbirlere öncelik vermektedirler. Refah Partisi tarafından yapılan girişimler sonucunda, bugüne kadar yaklaşık 500 bin kişiye iş olanağı yaratıldığı hakkında duyumlar bulunmaktadır. 

 -Refah Patisi yönetiminin aldığı kararla ve Çalışma Bakanı Necati Çelik'in yayınladığı 30 Kasım 1996 tarihli yeni bir yönetmelikle; SSK'ya alınacak sağlık 
hizmetleri sınıfı, teknik hizmetler sınıfı ile eğitim, öğretim ve avukatlık hizmetleri sınıflarına atanacak olan personel için sınav mecburiyeti kaldırılmıştır. 
Aynı şekilde SSK Genel Müdürlüğüne hizmetli statüsünde alınacak 2500 kişi için her ilin Refah Partili il başkanı tarafından, partililerden oluşan bir liste 
hazırlanarak imzalanmış, sonra bu listeler o ilin refah partili milletvekili tarafından onaylanarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanına teslim edilmiştir. 
Yapılan sınavda yedekleri ile birlikte 5000 kişiye sınav kazandırılmıştır. 

- Bunların 2500'ü şimdi, geri kalanı ise bilahare işe alınacak ve sonuçta refah partili 5000 kişinin daha işe girmesi sağlanmış olacaktır. Bu yolla kendi 
yandaşlarının bu kuruma daha kolay yerleştirilmesini sağlayan Refah Partisi'nin benzer uygulamayı diğer devlet daireleri ve kurumlarına da hızla 
yaygınlaştıracağı değerlendirilmektedir. 

 - İrticai kesim çeşitli devlet hastanelerinde kendi yandaşları olan tabipleri başhekim ve başhekim yardımcısı sıfatı ile görevlendirmek ve bu doğrultuda 
atamalar yapmak suretiyle, devletin sağlık sistemi içerisinde hızlı bir yapılanma başlatmışlardır. Bu uygulamaya Ankara Etimesgut Devlet Hastanesi örnek 
verilebilir. Bu hastanede çalışan ebe, hemşire ve bayan doktorların tamamına yakını türbanlı ve tesettürlüdür. 

 - İrticai kesim, islami yaşama geçişi sağlamak maksadıyla; dini eğilimlerin güçlü olduğu bölge ve beldelerde uygun ortamı hazırlamak için girişimlerde 
bulunmakta, nüfuz etmekte zorlandığı kurum ve kuruluşları bu semtlere çekmek suretiyle onları etkilemeyi hedeflemektedir. Nitekim bugün dini yaşamın 
ağırlıklı olarak sürdürüldüğü ve adeta bir Arap kenti görünümü taşıyan Fatih semtindeki eski Darüşşafaka Lisesi gibi bazı kamu taşınmazları refah partisi 
ideolojisine hizmet edecek öğrencilerin yetiştirilmesi gayesi ile "İlim Yayma Cemiyeti" ve " Muradiye Vakfı " gibi kuruluşlarca; yurt, dersane ve okul olarak 
kullanılmak üzere satın alınmak istenmektedir. 

 - Bahse konu taşınmazın, belirtilen maksatlarla refah ideolojisine hizmette kullanılacağını hisseden, Darüşşafaka Lisesi taşınmazı sahibi Türkiye Cumhuriyeti ziraat bankası yetkilileri, bu taşınmazın Refah yanlılarının eline geçmesine mani olabilmek için karşılıksız olarak TSK’ne devredilmesi konusunda Gnkur.Bşk.lığına teklifte bulunmuştur. 

 -Refah Partisi, gelecek nesillerin yetiştirilmesindeki rolü nedeni ile milli eğitim ve öğretim kesimini öncelikli hedef olarak ele almakta ve bu bakanlık koltuğuna 
Fethullah Gülen’in desteği ile gelmiş olan Mehmet Sağlam'ın bulunmasından da mutlu olmaktadır. 

 - İmam hatip okullarının yanısıra yurtiçinde ve yurtdışında açtıkları, kurdukları ve/veya denetledikleri Kur'an kursu, dersane, okul ve üniversiteler vasıtasıyla 
yoğun, yaygın ve etkili bir eğitim çalışması yürüten irticai unsurlar, kendine özgü eğitim olanakları yaratmakta, bilinçli olarak kamu yönetimi alanında 
spesifik hedeflere göre adam yetiştirmekte, yurt ve pansiyonlar ağı sayesinde barınma olanağı sağlamakta, öğrencilere önemli miktarda burs, harçlık, 
eğitim araç ve gereçleri temin etmektedir. 

- Bu çerçevede sadece Fethullah Gülen'e ait yurtiçinde ve yurtdışında toplam 448 Yurt, 346 Dersane, 181 Okul ve 3 Özel üniversite bulunmaktadır. 
Dini eğitim verilen çocukların yaşı giderek küçülmekte, ana okulu ve kreşler açmak suretiyle beşikten üniversiteye kadar kesintisiz ve etkin bir eğitim zinciri oluşturulmaktadır. 

- Eğitime ara vermemek amacı doğrultusunda yoğun yaz kampları uygulaması yapılmakta son iki yıldır " Yaz okulu " adı altında ilkokul çocuklarına yönelik 
dini öğretim kampları kurulmaktadır. 

-RP, dini eğitim veren, eğitim kurumları yolu ile tabana ulaşma ve var olanı genişletmek avantajını kaybedeceği korkusu ve inancı ile kesintisiz 8 yıllık 
ilköğretim eğitimine karşı çıkmaktadır. 

- İmam hatip okulu öğrencilerinin, harp okullarına girebilmelerini temin etmek amacıyla; son senelerinde yatay geçişle klasik fen liselerine girmelerine olanak 
sağlayacak olan ve milli eğitim bakanlığınca hazırlanan yönetmelik değişikliği önerisi sonrasında toplumdan gelen tepkiler üzerine milli eğitim bakanı 
öncelikle bu tepkileri görmemezlikten gelmiş, bilahare yönerge değişikliğinden haberi olmadığını beyan etmiş, ancak tepkilerin artması üzerine Bakan Mehmet 
Sağlam bu yönerge değişikliğini yeniden incelenmesi gerektiğine karar vermek zorunda kalmıştır. 

- Bugün için mevcut imam hatip okullarında yapılan açıklamalara göre 515 bin öğrencinin okuduğu, bu sayının 1951-1952 yılında 885 kişi olduğu dikkate 
alındığında bu kesimin devletin ciddi kurumlarına el atma arzu ve isteklerini göz önüne sermektedir. Bunun son örneği, imam hatip okulu üniversite mezunları 
vasıtasıyla Dışişleri Bakanlığına sızma girişimleridir. 

- Şeriatçı kesim, son dönemde çıkarılan özel üniversite yasası paralelinde sahip oldukları üniversite sayılarını süratle artırma hazırlıkları yapmakta, master 
ve doktora için yurtdışına öğrenci gönderme çalışmaları yürütmektedir. Ayrıca dış ülkelerdeki şeriatçı eğitim veren üniversitelerden mezun olan kişilerin, 
Türkiye'de öğretmen olarak görev almasına imkan yaratmaktadır. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***