Laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

ABD Güleni iade etmez, sığınması için başka ülkeye gönderebilir

ABD Güleni iade etmez, sığınması için başka ülkeye gönderebilir


Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ:  

"Batı, orduyu Anadolu'ya hapsetmek istiyor"

11 Ağustos 2016 14:28

Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, TSK'daki cunta yapılanması tarafından düzenlenen darbe girişiminin planlayıcısı olduğu öne sürülen Gülen cemaati lideri Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iade edilmesi talebiyle ilgili olarak "ABD Gülen'i iade etmez. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan teşhir edilmiş olur. Ulusal Güvenlik Direktörü James Clapper'in 'Gülencilerin darbedeki rolü konusunda ikna edici veriye sahip değiliz' ifadesi, daha şimdiden ABD istihbarat camiasının bu sorunu yokuşa sürme niyetine işaret ediyor" dedi. "Mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak" ifadesini kullanan Elekdağ, "Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle Washington, Gülen', Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir" diye yazdı.

Sözcü'den Uğur Dündar'a konuşan Şükrü Elekdağ'ın açıklamaları şöyle:

Sayın Elekdağ, kalkışma sonrasında Hükümetin üst komuta bağlantılarına ilişkin yaptığı yeni düzenlemeye, emir-komuta birliğini bozacağı, hatta TSK'yı perişan edeceği gerekçesiyle yoğun tepki gösterildi. TSK'nın güçlendirilmesine ve itibar restorasyonuna ihtiyaç duyulduğu bu sıkıntılı dönemde neden böyle bir karar alındı?

Hükümet, tek elde yoğunlaşmanın darbelere yol açtığı görüşünden hareketle, sivilleşme havası vererek, askeri kuvveti dağıtıyor.Genelkurmay Başkanlığı, koordinatör-sembolik bir makam olarak Cumhurbaşkanlığı'na bağlanıp izole ediliyor. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri, Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanıyor. Cumhurbaşkanı ve Başbakan, kuvvet komutanlarına resen emir verebilecekler. Bu düzenleme, Genelkurmay Başkanlığı'nın TSK üzerindeki fonksiyonunu ortadan kaldırıyor ve emir-komuta birliğini yerle bir ediyor. Emir-komuta birliği, ordunun tüm imkan ve kabiliyetlerinin eşgüdüm içinde tek hedefe yöneltilmesini sağlar. Bir orduda emir-komuta birliği olmadığı takdirde, o ordu, tüm potansiyelini hedefe odaklayamaz, komutanlık gücü zayıflar, disiplin ve koordinasyonu bozulur. MÖ 500 yılında yaşamış olan stratejinin babası Sun Tzu'dan başlayarak, Makyavel ve Karl Von Caussewitz'e kadar bütün stratejistler, eserlerinde emir-komuta birliğinin ülke savunmasındaki yaşamsal önemini vurgulamışlardır. Uzun lafın kısası, emir-komuta birliği olmayan bir ordu savaş yapamaz.

15 Temmuz'un hedefi Cumhurbaşkanıdır

Orgeneral Başbuğ'un, yanlış teşhisle tedavi olmaz demesinin anlamı bu sözlerinizle daha netleşiyor.

  Evet. Başbuğ “Darbeyi yapan TSK değil ordu içine sızmasına müsaade ettiğiniz tarikatçı cuntadır, bu itibarla faturayı TSK'ya çıkarmayın” diyor. Ben de bir kere daha belirteyim. 15 Temmuz kalkışmasının nedeni, asla TSK'nın teşkilat yapısı değil, “ne istediler de vermedik” mantalitesidir. Bu itibarla bu düzenlemeden vazgeçilmelidir. Yaşadığımız coğrafyada, dış odaklar ülkemizi bölmek ve parçalamak için her vasıtaya başvurmakta, iç ve dış terör tehdidi de giderek yoğunlaşmaktadır. Bu şartlarda, güçlü ve caydırıcı niteliklere sahip ordusu olmayan bir Türkiye, varlığını ve bütünlüğünü koruyamaz. Bu itibarla ordumuzun yeniden yapılandırılmasında, günlük kısa vadeli amaçlarla hareket edilmemeli, TSK'nın ve uzman görüşlerinin dikkate alındığı akılcı bir yaklaşım sergilenmelidir.

  Orgeneral Başbuğ, tehlikeye işaret ederek “Bu işin arkasındaki (küresel) güçlerin asıl hedefi Türk Ordusu'dur” diyor.

  Ergenekon ve Balyoz davalarında hedef Ordu'ydu. 15 Temmuz darbe girişiminin ise esas hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bertaraf edilmesidir!.. Bundan hiç şüpheniz olmasın. İslam aleminde saygınlık ve liderlik arayan Erdoğan'ın dış politikasının merkezine Filistin davasını ve İsrail düşmanlığını oturtmuş olması, demokrasi ve terör konularında Batı'ya sürekli ikiyüzlülüğünü hatırlatması, “Ey Batı…” diyerek Batı dünyasına ayar vermeye çalışması, Ortadoğu'da ABD çıkarlarıyla çatışan bir politika izlemesi ve İslamcı bir lider olması nedeniyle ona karşı önyargılı olan, güven duymayan, “hesapsız” çıkışlarından aşırı rahatsızlık duyan odakların oluşmasına yol açmıştır. Bu odakların, Erdoğan'ın siyasi kaderine karşı fazla duyarlı olması beklenemezdi. Nitekim, 15 Temmuz gecesi 23:15'te ABD Büyükelçiliği yoluyla Washington'dan siyasi destek talebinde bulunan AKP Hükümeti'ne, ancak Erdoğan'ın hayatta olduğu ve darbecilerin kaybedecekleri anlaşıldıktan sonra cevap verilmiş, saat 02:05'te Beyaz Saray ve ABD Dışişleri Bakanlığı eşzamanlı açıklamada bulunarak “Türkiye'de tüm tarafların seçilmiş Hükümet'i desteklemeleri gerektiği” ifade edilmiştir. Sözünü ettiğim odakların maşası olan Cemaat, 17/25 Aralık krizinde rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla Erdoğan'ı düşürmek istemişti. O zaman başarılı olsalardı, 15 Temmuz kalkışmasına ihtiyaç kalmayacaktı.

Peki, ABD ve Avrupa'daki büyük devletler TSK'nın güçlü olmasını isterler mi?

Bu devletlerin stratejisi, Türk Ordusu'nun, Anadolu coğrafyasına hapsedilmiş sıradan bir “savunma ordusu” olarak kalması ve “bölgesel boyutta askeri imkân ve kabiliyetlere sahip bir güce” dönüşmesinin engellenmesidir. Yani TSK'nın Anadolu coğrafyası dışındaki tehditlere karşı taarruz yetenekleri olan bir orduya dönüşmesini istemezler. TSK'nın kendisine böyle bir yetenek sağlayacak silah sistemleri sağlama girişimlerini önlerler. Türk Ordusu'nun bölgesel operasyonlar yapacak imkân ve kabiliyete erişmesi bu devletler için bir kâbustur.

"Batı, orduyu Anadolu'ya hapsetmek istiyor"

Yapılan bir kamuoyu araştırması halkın % 70'inin darbe girişiminde bulunan FETÖ'nün arkasında ABD'nin bulunduğuna inanıyor. Bu doğru olabilir mi?

Halkta böyle bir şeyi ancak ABD yapar yolunda bir eğilim vardı. Ancak darbe girişiminin hemen ertesi günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu'nun canlı televizyon yayınına bağlanarak “Darbenin arkasında ABD vardır”demesi, Hükümet'in görüşü olarak algılanmış ve büyük bir olasılıkla halkın bu istikametteki eğilimini kuvvetlendirmiştir. Yine o günlerde Başbakan Yıldırım da isim vermeden ABD'yi suçladı ve “Bu olaydan sonra Gülen'in arkasında duracak ülke göremiyorum. Duracak ülke, Türkiye'ye karşı ciddi bir savaşın içindedir. Türkiye'ye dost değildir” diyerek tansiyonu yükseltti. Bu sert meydan okumayı üstüne alınanABD Dışişleri Bakanı Kerry “Bu türden ifadeler Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verir” diyerek Türk Hükümeti'ni uyarmak ihtiyacını duydu. 

Öte yandan Gülen'in bu işi bir “üst aklın” yönlendirmesiyle yaptığını söyleyen Cumhurbaşkanı'nın dilinden düşürmediği “üst akıl” lafı da kamuoyu tarafından “Amerika” olarak algılanıyordu. Ancak, ABD Genelkurmay Başkanı Dumfort'un Ankara'ya yaptığı ziyaretle birlikte birden yelkenler suya indi ve Hükümet açıktan ABD'yi suçlamayı bıraktı. Hatta söz konusu ziyaret hakkında Başbakanlık tarafından yapılan resmi açıklamada, “Stratejik ortağımız ve müttefikimiz ABD milletimiz ve demokrasimize yönelik bu terörist darbe girişimine karşı tutumunu açık ve kararlı biçimde sergilemiştir” denilerek ABD övüldü ve suçlamaktan vazgeçildi. Bu konuda Hükümet'in sövgüden övgüye giden bir tutumuna tanık olduk. Sonuçta, eskilerin “hikmet-i devlet” (raison d'état) dedikleri kavram, Hükümete tam bir U dönüşü yaptırarak, makul olan çizgiye getirdi.

 (U.D.): Peki, bu konuda sizin görüşünüz nedir?

 (Ş.E.): Obama'nın, görevini bırakmasına üç ay kala, başarılı olmaması ve ABD'nin arkasında bulunduğunun ortaya çıkması halinde, Türkiye'nin NATO üyeliğini dahi gözden geçirmesine yol açacak boyutta stratejik sonuçlar doğuracak hukuk dışı bir operasyona emir vermesini mümkün görmüyorum. Ancak, ABD derin devleti içinde aktif olan ve CIA ile irtibatı bulunan gurupların bu darbe girişiminde rol oynamaları mümkündür.

"ABD Gülen'i başka ülkeye gönderme yoluna gidebilir"

Gelelim en önemli soruya: Gülen'in Türkiye'ye iadesi sağlanabilecek mi?

ABD Gülen'i iade etmez!.. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan teşhir edilmiş olur. Ulusal Güvenlik Direktörü James Clapper'in “Gülencilerin darbedeki rolü konusunda ikna edici veriye sahip değiliz” ifadesi, daha şimdiden ABD istihbarat camiasının bu sorunu yokuşa sürme niyetine işaret ediyor. Clapper, ABD'deki, CIA da dahil, 16 istihbarat kuruluşundan oluşan “Ulusal İstihbarat Konseyi”nin başkanıdır. Bu mevkideki bir yetkilinin 15 Temmuz darbesi sorumluları hakkında çok açık bilgisi olması gerekir. Buna rağmen Gülen'i koruyucu bir açıklama yapması endişe vericidir. Önemli bir nokta da; Türkiye ile Amerika arasındaki suçluların iadesi anlaşmasının 3. maddesinin, siyasi nitelikte suçluların iade edilmeyeceğini öngörüyor olmasıdır. Ancak devlet veya hükümet başkanına işlenmiş veya işlenmesine teşebbüs edilmiş bir suç, siyasi nitelikte bir suç sayılmıyor. New York Bölge Mahkemesi'nin, İngiltere'de terör suçundan hapse mahkum edilip ABD'ye kaçan bir mahkumu siyasi suçlu sayarak İngiltere'ye iade edilmemesini öngören bir kararı var: John Doherty Dosyası… Bu da, mahkeme safhasında Gülen'in suçunun hangi nitelikte olduğunun (siyasi mi, terör mü?) uzun tartışmalara yol açacağını gösteriyor. Ayrıca mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak. Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle Washington, Gülen', Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir.

Başta AKP, siyasi partiler ve liderleri Türkiye'nin yaşadığı bu kanlı darbe girişiminden hangi dersleri çıkarmalı?

Yaşadıklarımız şu üç önemli gerçeği zihinlerimize nakşetti: Birincisi, laiklik ilkesi siyasi amaçlar için çiğnenmeseydi, Türkiye bu felaketi yaşamazdı. İkincisi; dinle siyaseti birbirine karıştırmayan laik sistemin hakim olduğu bir ortamda bu felaket gerçekleşmezdi. Üçüncüsü; demokrasiye darbe din silahıyla yapıldı. Bu üç gerçekten çıkaracağımız sonuçlar şunlar: 

1) Atatürk'ün öngördüğü gibi, ülke yönetimi din veya ideolojiye değil, akıl ve bilime dayanmalıdır. 

2) Laiklik, herhangi bir cemaatin, tarikatın devlete hakim olmasını ve dini siyasi bir güç olarak kullanmasını önler. 

3) Laikliğin ayrıştırıcı değil, birleştirici fonksiyonu vardır. Halkımızın barış, huzur, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını ve demokratik rejimin istikrarını sağlar. 

  Türkiye 15 Temmuz felaketinden bu dersleri çıkarırsa, uğradığı kayıpları daha kısa bir sürede telafi eder, ekonomik ve demokratik gelişmesini pekiştirir, daha itibarlı, daha saygın bir ülke olur. Bu söylediklerimizin gerçekliğini anlamak için başımızı şöyle bir kaldırıp çevremize bakmak kafidir. Laiklik ilkesine sırtını dönen Arap ve Müslüman ülkelerde gördüğümüz şaşmaz senaryo, şeriat yanlısı İslamcı kesimin din devleti düzeninde kendi değerlerini toplumun geri kalan kısmına dayattığı, bunun sonucunda özgürlükler ve insan haklarıyla bilim ve sanatın yok olduğu, çatışmalarla ülkenin kan gölüne döndüğü ve halkın sefalet ve cehalet içinde yaşadığıdır. Merhum büyük bilim adamı Halil İnalcık'ın söylediği gibi, “Türkiye için gerek Batı, gerek İslam dünyası karşısında bir tek yükseliş yolu vardır. Atatürk devrimini gerçek ruhuyla benimsemek ve şaşmaz bir şekilde izlemek.”

https://t24.com.tr/haber/emekli-buyukelci-sukru-elekdag-abd-guleni-iade-etmez-siginmasi-icin-baska-ulkeye-gonderebilir,354372


***

2 Kasım 2019 Cumartesi

ACI ÇEKEN TÜRKİYE., BÖLÜM 5

ACI ÇEKEN TÜRKİYE.,  BÖLÜM 5



 1960’lı yıllara kadar Türkiye’de yaşam; 

 Cumhuriyet dönemine başlarken Türk insanının fikri, inanç ve dünyaya bakışını 
Atatürk döneminde kurulmaya başlanan fabrikalar değiştirdi. Atatürk, fabrikaların basında tanıtımını yaparak modernleşme stratejisi içinde kullandı. Söz konusu sanayileşme hamleleri hem iş dünyasının oluşumuna katkıda bulunurken, okullar, halk evleri ve köy enstitüleri de insan kalitesinin artmasının kaynakları idi. Okul, fabrika hayatı ile insan yükselebilir, hayat kalitesini artırabilirdi, onun dışında yapabileceği bir şey yoktu. 

 1960.lara kalan devam eden diğer bir toplumsal olgu, Osmanlı.daki Ahilik sistemine benzer „Arasta. oldu. Arasta; ayakkabıcılar, keçeciler gibi pek çok mesleğin temsil edildiği bir yonca sistemi işlevi gördü. Her mesleğin usta-kalfa-çırak sistemi içinde meslek sahibi olmak isteyen biri, daha 5-6 yaşında bir ustanın yanında işe başlardı. Çırak daha sonra kalfa olur, evlenene kadar ustasının yanında çalışırdı. Ustası askere gidince ona para gönderir, kendi 
dükkânını kurmasına yardım ederdi. 

Anadolu.da insanları şehri hiç görmemiş ya da sadece askerlikte görmüştü. Kasaba dışında evlilik (yani kız alıp-verme) olmazdı. Ortaokula giden kız öğrenci miktarı 4-5.i geçmezdi, kızlar evde koca beklerdi. 1940-50.li yıllarda tırnak ve bit yoklaması yapılır, eve geri gönderilen çocuklar olurdu. Her aileden tifo, dizanteri, kızamık gibi hastalıklardan ölenler sıklıkla görülürdü. Kasabalarda liseler 1971-1972 gibi geç bir tarihte kuruldu. 

Anadolu.nun mütedeyyin hayat biçimi içinde dükkân sahibi camiye giderken kapıyı kilitlemez, kapının önüne sandalyesini ters çevirirdi, hırsızlık yoktu. 

Kasabada banka yoktu; zenginler banka vazifesi görürdü. Paraya ihtiyacı olan örneğin „düğün yapacağım. diye biri hasatı toplayınca ödemek üzere zenginden borç alırdı. Bu kasaba hayatındaki dayanışmanın örneği idi. Hatta Sünni olanların borçları deftere kaydedilir, sözlerine çok güvenildiğinden Alevilerin borçları deftere bile yazılmazdı. Ancak, bugün olduğu gibi o dönemde de Sünniler ile Aleviler arasında kız alıp-verme yoktu. 

 1960’lı yıllardan sonra; 

 Şehirlere yoğun göçün başlamasının ana nedeni; Anadolu.da yani kasabalarda sanat erbabı olmanın önünün kesilmesi yani meslek hayatının bitirilmesi idi. Kendini kurtarmanın yolu büyük şehre göçtü. Fabrikalarda iş bulmak ve iş imkânları için büyük şehirlere gidildi ama orada da meslek eğitimi verecek, köylülükten fabrikada çalışma düzenine geçilmesini sağlayacak KOBİ benzeri meslek örgütleri yoktu. Fabrikalaşma ile birlikte eğitsel bir gelişme yapılmadı. 1960 ve 1970.lerde Anadolu.da yaşanan köy-kasaba hayatı Kemal Sunal 
filmlerinin tam da anlattığı gibidir ve çok güzel tasvir edilmiştir. 

 Bugün Türkiye’de toplumsal hayatı üç ana bölgeye ayırabiliriz; 

 Mümtaz Turhan.a göre; 1960.larda Türkiye.de iki kültür bulunmaktadır47; büyük şehirlerde „şehir kültürü. ile kasaba ve küçük şehirlerde „halk kültürü.. Ancak, bugün gelinen aşamada Türkiye.de üç farklı yaşam tarzı tespit ediyoruz. 

 (1) Sanayileşmiş, büyük şehirlerde yaşanan sanayileşme odaklı gelişmiş hayat: 

 Gelişmiş bölgeler genellikle kıyı şeridinde, turizme açık ve sanayileşmenin olduğu yerlerdir. 1960.lı yıllara kadar her yörenin kendine ait bir yaşam tarzı vardı. Kastamonulular, Sivaslılar ve diğerleri çalışacak fabrika olmadığı için göç ettiler. Kasabaya yerleşen köylü, kasaba kültüründe „köylü.dür. Ancak kasaba hayatına uyum gösterdiğinde şehirli kabul edilirdi. İstanbul.da da durum böyleydi; „İstanbullu. olmak vardı. Şimdi ise değil. 

 1960.larda İstanbul.da şehrin efendileri sinema filmlerinde gördüğümüz fötr şapkalı, takım elbiseli, bastonla gezen Hulusi Kentmen gibi biriydi. 
Kadınların başı açık, modern giyimliydiler. 


Tablo 1: Gelişmişlik Endeksine Göre Kademeli İl Grupları 


Kaynak: Bülent Dinçer, Metin Özaslan, Taner Kavasoğlu, İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması, DPT Yayın No:2671, Mayıs, 2003. 

Ancak, ani göç hareketi ile birlikte gelenler kendi adetlerini de getirdiler ve İstanbullu olma kültürü ortadan kalktı. İstanbul.a gelen her grup kültürel yapıyı bozdu, örneğin herkesin kendi camisi oldu. Bu durum kasabalara da yansıdı ve kasabalı kültürü de kayboldu. Bu kültürel dejenerasyona son yıllarda katılan Suriyeli ve Afganistanlı gibi göçmenler toplumsal yapımızı oldukça bozdular, dindeki Araplaşma, toplumsal yapıya da yansıdı. 

(2) Sanayileşmemiş, Ordu-Sinop-Ankara-Adana hattından doğuya doğru az gelişmiş hayat: 

 1960.lara kadar ikinci bölgeyi ayakta tutan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi eğitim kurumları oldu. Şehre göç edenlerin fabrika hayatına geçişinde mesleki 
eğitim verecek bir mesleki örgütlenme de ortaya çıkmadı. Bu yüzden, herkes memur olmaya kalktı. Anadolu insanı büyük şehre gelince; 

- İş bulamadı. 
- Farklı kültürlerle karşılaşıp, uyum sağlayamadı. 
- Dayanışma kayboldu (hemşehri dernekleri bu işleve soyundu hemşericilik devam etti). 
- Yeni yaşam tarzı insan karakterini bozdu. 

Büyük şehirdeki hayatın diğer bir sonucu artık kendi kasabası dışından yani bir yabancı ile evliliğin önünün açılması oldu. 

 Hala küçük şehirlerde okul-ev-kahve/lokal hayatı devam ediyor. Ama bir kere büyük şehire gelen artık o hayata dönemiyor. 
Küçük şehirler, emekli ve ölümü bekleyenlerin yeri oldu. 

 Tarikatçılık yaygındır. Özellikle Nakşîlik hâkim olmakla beraber, Adıyaman.da Menzil tarikatı gibi şehirden şehire değişen tarikat faaliyetleri vardır. 

Bu kapsamda, başka bölgelerden tarikat ziyaretleri gibi bir trafik de söz konusudur. 2011 yılı sonrasında BM kimlik kartı kullanan pek çok yabancı ajan da tarikatlarla bağlantıya geçerek sahada çalışmaya başlamış, uzun vadeli işlere girişmişlerdir. Bu kapsamda, tarikatlar üzerinden üniversite ve televizyon kurma faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Bu bölgede din istismarı içinde cinsel sapkınlıklar gözlenmektedir. 

 (3) Feodal; Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde süregelen hayat. 

 Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi sosyo-ekonomik olduğu kadar kültürel açıdan da gelişmemiştir. Söz konusu bölgelerde Osmanlı döneminden beri süre gelen aşiret yapısı, varlığını hala sürdürmektedir. Bu olgu bölgedeki üretim ve insan ilişkilerini oldukça etkilemektedir. 

 Ağalık, şeyhlik ve aşiret reisliği gibi ağır basan kurumlar yaşam biçimine yön vermektedir. Bu bölgelerde tıpkı Orta Çağ.ın feodal düzenine benzer şekilde insanlar ağanın tarlasında karın tokluğuna çalışır. Ülkemizin birçok yerinde aşiret, beylik geleneğinin yavaş yavaş ortadan kalkmasına rağmen Doğu ve Güneydoğu Anadolu.da varlıklarını, özellikle Mardin, Siirt ve Urfa gibi yörelerde, sürdürdükleri bilinmektedir. 

 Ağalık sistemine son vermek için toprak reformu denendi ama sonuç alınamadı çünkü devlet arkasında yeterince durmadı ya da inanmadı. Ağaların pek çoğu 1930.lardaki Ağrı İsyanı sonrası Konya-Kulu.ya sürülmüştü ama 1950.de Demokrat Parti iktidara gelince bu kişilerin geri dönüşüne müsaade etti. 

 Evlenmek dâhil kişisel kararları ağanın iznine tabidir. Ağa.nın pek çok karısı ve oğlanı vardır. Bu bölgelerde fiili livata denilen cinsel sapkınlıklar yaygındır. Bölgeden yapılan göçler de geride kalan yaşamı çok değiştirmedi, hala feodalite devam ediyor. 

 1930.lara kadar devam eden isyanların nedeni de Kürtçülük değil, ağalık düzeninin devamı yani Osmanlı döneminde elde edilen imtiyazların devamını istemektir. Lozan Antlaşması.nda çözülemeyen Musul sorununda Türkiye.ye baskı yapmak isteyen İngilizler, bölgedeki aşiretleri kullanmışlar ve isyanları din kisvesine (din elden gidiyor söylemi) sokmuşlardır. Örneğin Ağrı İsyanı.nda sakalının içine pil koyarak yüzünü aniden aydınlatan şeyh, „bana nur indi. diye halkı ayaklandırmış ve İngiliz bayrağı asmıştır. 

 Doğu ve Güneydoğu Anadolu.da dini kullanmak her zaman iyi bir strateji olmuştur. Bunda Halit-i Bağdadi.den beri Nakşîlerin, Barzani ile devam eden yakınlığı etkili olmaktadır. 1970.lerde din kartını kullanmak Milli Nizam Partisi ile başlayarak İslamcı partilerin işi oldu. PKK da din kartına sarıldı, Kürtçü Din Adamları Derneği kuruldu. 

 Sonuç ve Neler yapılmalıdır? 

 Osmanlı.dan beri devam eden modernleşme sürecinde hala Kapitalist olmayı başaramadık. Bunun başlangıçtaki nedeni Osmanlının din anlayışının verdiği umursamazlık ve yabancıların dışarıdan aldıkları destek oldu. 1945 yıllara kadar ülkenin güç şartları içinde sağlanan öz kaynaklara dayalı kısmi sanayileşme daha sonra borca dayalı gelişme modeline dönüştü. II. Dünya Savaşı.ndan sonra Türkiye.yi yönetenler, belirli kesimleri zengin eden, ülkeyi yabancılara talan ettiren fırsatçıların liberal ideolojisine yöneldi. 

Bugün de yapılması gereken halkın geniş kesimini düşünen, daha eşitlikçi ve devletçi bir ekonomi politikasıdır. Nitekim dünya özelleştirmenin çare olmadığını anlamaya başladı. Devletçi anlayıştan kastımız özel sektörün yok edilmesi değil, ekonomik ve sosyal refahın tüm topluma yayılmasında devletin elini taşın altına sokmasıdır. 

Fakirlik, Türk insanının kaderi olmamalıdır. Devletin bankalarındaki mevduatının yüzde 55.inin ülke nüfusunun binde 7.sine ait olduğu bir ülkede ne halkınızı refaha ve mutluluğa kavuşturabilirsiniz ne de terörü ya da ayaklanmayı önleyebilirsiniz. Devlet artık o mevduat sahiplerinin elinde halkı baskı altında tutmak için bir araca dönüşmüştür. 

 Son bin yıldır bu topraklarda yaşananlardan sonra Türk insanın doğası da değişmiştir. Bu toplum savaşçı ve süratle hareket eden bir yapıdan genel karakteri ile; 

- Yoksul ama tüketmeyi seven, 
- İşsiz ama çalışmayı sevmeyen 
- Dindar ama bencil ve saldırgan, 
- Diplomalı ama liyakatsiz, 
- İsyankâr ama kaderci 
- Özgüveni yüksek ama uyuşmuş bir karaktere dönüşmüştür. 

 Temel olarak iç sorunlarımızın başında kötü yönetim, yetersiz demokrasi, bağımlı adalet, az gelişmişlik çemberinde ekonomimiz ve irrasyonel eğitim geliyor. Ülkemizde eğitim, kültür, sağlık, din, hukuk, güvenlik yozlaşması yaşıyoruz. Az gelişmiş, borca dayalı, borçla beslenen bir ekonomi ile yaşamak kaderimiz. Bu yüzden ekonomiden savunma ve güvenliğe ülkemizin dış politikası tam bağımsız değil. Ülkemizde güçler dengesinin bozulması ile ülkemizde demokrasi oldukça geriledi. Ülkemizdeki kutuplaşmanın önünün alınmasında adalete güvenin sağlanması öncelik taşımaktadır. 

Öz kaynaklara dayalı bir üretim politikamız olmadığı gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası tüketim toplumu olmaya özendirildik. Üretmeyen ülkede önce işsizlik başlar, açlık sefalet boy verir, ardından hırsızlık, fuhuş, aile parçalanması hızla gelişir, akıl almaz cinayetler –başta akraba cinayetleri, çoğalır, toplumda karamsarlık kırılma noktasına gelir. Bu durumlar anarşi ve terörü hortlatır. 

 Ülkemizin toplumsal sorunları ile ilgili sanırım hemen herkesin pek çok tespiti ve önerisi vardır. Bu tartışmalara alt yapı teşkil etmek üzere yukarıda kategorize ettiğim tespitlere yönelik öncelikli önerilerim şunlar olabilir; 

 (1) Türkiye.nin sorunlarının temelinde olan toplumsal gelişmelerin yönünün belirlenmesi ve tam bir resmin ortaya çıkarılması için sahada çalışan sosyologlara ihtiyaç vardır. Sosyologlarımız, yabancı sosyologların nazariyeleri ile uğraşmak kadar, kendi toplumumuzun sorunları ve ayrışmalarının kaynaklarına eğilmeli, çözümler önermeli, bu gayretler kurumlaşmalı ve projelendirilmelidir. Toplumsal hayat için bölge ve il bazında çeşitli çalışmalar yapılmalıdır. 

 (2) İnsanlarımız okumuyor, okuma isteği kayboluyor, üniversitelerde diploma almak hedef olmuş durumdadır. En önemli mesele, eğitim ve aydın yetiştirmektir. Gelişmiş ülkelerde nüfusun %7-10.u üniversiteye gider, üniversitenin ana görevi bilim adamı yetiştirmektir. Hedef herkesin üniversite bitirmesi değil, meslek sahibi yapmak olmalıdır. 
Sistem insana liyakat kazandırmalı, mesleğe göre insan yetiştirmelidir. Meslek eğitimi, ara eleman temini üniversitelerden beklenmemelidir. 

(3) Gerçekçi bir insan yetiştirme düzeni planı çerçevesinde yeteneği dayalı bir eğitim sistemine geçilmelidir. İlk defa İsrail.in kullanmaya başladığı Sınıf Öğretmenliği, biz de boş ders öğretmeni olarak istihdam edilmektedir. Hâlbuki onların görevi öğrencilerin zekâ ve yeteneklerini takip ederek, onların hangi meslekte başarılı olabileceğini tespit etmek ve yönlendirmek olmalıdır. Kültürel gelişme için eğitim alanında gerçek bir reform yapılmalı; meslek eğitimine önem verilmeli, liyakatli insan sorunumuz çözülmelidir. 

 (4) Ağalık ve aşiret düzenine son vermek, insanları toprağa bağlayarak göçü önlemek için toprak reformu ciddiyetle uygulanmalıdır. Günümüzde işsiz ziraat mühendisleri MEB.de öğretmen olmaya çalışıyor. Hâlbuki ziraat mühendisleri devletin kalkınma ajanı olarak, gittiği köylerde tarımı geliştirme yanında köy enstitülerine de öğretmen olmalı, tarım reformunu kontrol etmelidir. Sağlık ocaklarımız hala sorunludur ve halk sağlığı düzenlemeleri bölgenin gerçekleri ile örtüşmelidir. 

 (5) Alman vatandaşı; haftanın beş iş günü çalışır, Cumartesi içki içer ve eğlenir, Pazar günü dinlenir. Karı-koca ayrı zaman geçirirler. Türk insanı ve aile yapısı hala eski inanışlarından kurtulmamıştır. Son 20 yılda yapılan yol ve AVM.lere rağmen eğitim ve kültür seviyemiz geriye gitti, her kesimde bir yozlaşma yaşanıyor. Kadınların çalışma hayatına kazandırılması, gençlerin eğitimi, şehir ve kasabalarda boş zamanın değerlendirilmesi ile ilgili projeler geliştirilmelidir. 

 (6) Sanayi sektörü Anadolu.ya da dağıtılmalı, bölge insanının bölgesinde kalması için gereken cazibe yaratılmalıdır. İlaçlarla insanların ömrü uzadı ve emeklilerin yeni hayatının eğitim ve ekonomi ile bağlantıları araştırılmalıdır. 

(7) Bilim insanlarımız, mühendislerimiz ve diğer kadrolarımız atıl durumdadır. Bilim insanı kapasitemiz, Batının yaptığı teknolojik malzemelerin teknisyeni değil, milli markaların teknolojik üreticisi ve icatçısı olmalıdır. 

Türkiye.de yapılan seçimlerin coğrafi sonuçları, Atatürk devrim ideolojisinin hangi kitlelere ulaştığı ve ulaşamadığı ile ilgili bir analiz alt yapısı sunmaktadır. Ortaya koyduğumuz üç bölgeli yapı bu bakımdan anlamlıdır. Ancak, bugün Türkiye.deki kırılmalar daha büyük bir perspektifte Atatürkçüler, İslamcılar, Milliyetçiler ve Kürtçüler gibi gruplanmalar tarafından temsil ediliyor. Sonuç itibarı ile yapılması gereken bu ülkeyi ayağa kaldırmak, yoksulluğu ve cehaleti yenmemiz gerekmektedir. Aksi takdirde insanlarımız yüzyıllardır olduğu gibi acı çekmeye devam edecektir. 

Rehberimiz bu döngüyü yıkmak için akıl ve bilimi kullanan Atatürk olmalıdır. Sözlerimizi Gazi Mustafa Kemal Atatürk.ün sözleri ile bitirelim; 

“Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar.” 

 DİPNOTLAR;


1 Ahmed Güner Sayar, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler, 
Ötüken Yayınları, (İstanbul, 2008), s.30. 
2 Zeynel Dinler, Bölgesel İktisat, Ekin Kitabevi Yayınları, (Bursa, 2005), 170-171. 
3 İlhan Tekeli, Bölge Planlama Üzerine, (İstanbul, 1972), 93-95. 
4 Kapitalist sermaye birikim rejiminin, üretilene dolaylı yoldan el koymasına izin veren üretime yatırım 
yapmaktan ve sermaye birikimini bu üretim süreci içinde sürdürmekten başka şansı yoktu; kolonyal gasp 
döneminden sonra sanayileşme, Osmanlılardakinin aksine büyük sermaye birikimleri oluşturmanın başlıca yolu 
haline geldi. Oysa Osmanlı egemenleri bu birikimi doğrudan el koyma yoluyla gerçekleştirebiliyorlardı; üretim 
aşağı sınıfların ve Müslüman olmayan tebaanın gerçekleştirdiği, aşağı görülen bir işti. 
5 İlhan Tekeli & Selim İlkin, T.C. Merkez Bankası, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi C.l, İletişim 
Yayınları, (İstanbul, 1983), 26-30. 
6 Tuncay Artun, İşlevi, Gelişimi, Özellikleri ve Sorunlarıyla Türkiye'de Bankacılık, Tekin Yayınevi, (İstanbul, 1983), 40-41. 
7 Servet Taşdelen, Piyasa Ekonomisinin Yarış Atları, Ankara: UPV Yayıncılık, (Ankara, 2005), 169. 
8 Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomisi, TTK Basımevi, (Ankara, 1994), 10. 
9 Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu'nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, TTK Basımevi, (Ankara, 1994), 67. 
10 Halil İnalcık, Devlet-I Aliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I, Klasik Dönem (1302-1606), 
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (Mayıs, 2009), 191. 
11 Atatürk.ün Söylev ve Demeçleri III, Türk İnkılâp Enstitüsü Yayınları, (Ankara, 1961), 72. 
12 Yakup Kepenek & Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, (İstanbul, 2003), 14. 
13 Kemal Arı, Atatürk ve Aydınlanma “Düşünsel Temelleri ve Gelişimi”, Yakın Yayınları, (İzmir, 2009), 286. 
14 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, Çev.:B.B.Turna, (Ankara, 2009), xii. 
15 Halil İnalcık, Atatürk ve Demokrat Türkiye, Kırmızı Yayınları, (Ankara, 2007). 
16 Çetin Yetkin, Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, Karacan Yayınları, (İstanbul, 1982), 246. 
17 Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, Cilt 2., Tekin Yayınevi, (İstanbul 2003), 145. 
18 Atatürk.ün 10. Yıl Nutku.ndan: Atatürk.ün Söylev ve Demeçleri II, 318. 
19 Ahmet Mumcu vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri), Yüksek Öğretim Kurulu Yayınları, (Ankara, 1997), 107. 
20 Halil İnalcık, İkinci Binde Türkler, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, (Ankara, 2005), 331. 
21 Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, TES-İŞ Federasyonu Yayını, (Ankara, 1981), 78. 
22 Arı, a.g.e., (2009), 186. 
23 Zeki Arıkan, Halkevleri’nin Kuruluşu ve Tarihsel İşlevi, Atatürk Yolu, C.6, S.23, Mayıs 1999, 262. 
24 Lewis, a.g.e., (2009), 517. 
25 Arı, a.g.e., (2009), 298. 
26 Ahmet Güner Sayar, Türkiye’nin Modernleşmesi, Beykent Üniversitesi BÜSAM “Siyaset ve Devlet Yönetimi” Sertifika Programı, (16 Ekim-06 Kasım 2010). 
27 Uygur Kocabaşoğlu vd. Türkiye İş Bankası Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (İstanbul, 2001), 4-5. 
28 Korkut Boratav, 100 Soruda Türkiye'de Devletçilik, Gerçek Yayınevi, (İstanbul, 1974), 11. 
29 Devrim Dumludağ, The Political Economy of Foreign Direct Investment in Turkey, 1950-1980, Yayınlanmamış Y.L.Tezi, Boğazici University, (İstanbul, 2002), 49. 
30 Sayar: a.g.e., (2008), s.200. 
31 Cem Alpar, Yabancı Sermaye, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.2, İletişim Yayınları, (İstanbul, 1983), 508 
32 Boratav: a.g.e., (1974), 302-307. 
33 Onur Öymen, Çıkış Yolu, Remzi Kitabevi, (İstanbul, 2008), 367. 
34 Namık Behramoğlu, Türkiye Amerikan İlişkileri (Demokrat Parti Dönemi), Yar Yayınları, (İstanbul, 1973), 7. 
35 AID: Agency of International Development. 
36 Tevfik Çavdar, Türkiye'nin Demokrasi Tarihi, 1950'den Günümüze, İmge Kitabevi Yay., (Ankara, 2008), 61. 
37 Boratav: a.g.e., (1974), 302-303. 
38 TÜSİAD: Türkiye Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği. 
39 Ş. Gürçağ Tuna, Birikim Surecinde TOBB'un Tarihsel Gelişim Uğrakları, Praksis, 19, (İstanbul, 2009), 326. 
40 Ramazan Kurtoğlu, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), Sinemis Yayınları, (İstanbul, 2012), 707. 
41 Haydar Tunçkanat, İkili Antlaşmaların İç Yüzü ve Amerikan Emperyalizmi ve CIA, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2001), 89. 
42 k12.nin fen ve matematik alanında gelişimi engellediği, bu yüzden ABD.nin Çin ve diğer ülkeler tarafından geçilmekte olduğu ABD.de sık yapılan bir eleştiridir. 
43 Ercan Uysal, CHP’nin Solu, AB ve Anti-Emperyalizm Üzerine Notlar, (Londra, 2007). 
     http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_Uye/UysalHaz07.pdf 
44 Noam Chomsky, Gilbert Ahcar, Tehlikeli Güç, Edt.: S.R. Shalom, Çev.: Y. Alogan, İthaki Yayınları, (İstanbul, 2007), 59. 
45 Merdan Yanardağ, Kuşatılan Türkiye, Destek Yayınları, (İstanbul, 2011), 99. 
46 Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye / 2000'li Yıllarda Türkiye'nin Toplumsal Yapısı, Remzi Kitabevi, (İstanbul, 2016). 
47 Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik, Çamlıca Yayınları, (İstanbul, 2010). 


***


ACI ÇEKEN TÜRKİYE., BÖLÜM 4

ACI ÇEKEN TÜRKİYE.,  BÖLÜM 4



 1950 Sonrası Türk Ekonomisi.. 

 İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Türkiye, küresel şartlar içinde Batıyı tercih etti. Dışa açılmak, ülkenin kalkınmasının finanse edilmesinde dış borç alımı yoluna gidildi. Cumhuriyet Türkiyesi.nin ilk dış borcu 1947 yılında İnönü döneminde 200 milyon dolar ile başladı. 

Amerika, savaş sonrası diğer ülkeleri borçlandırarak kendine bağlama stratejisi 
uyguluyordu. Yabancı ülkeler, başka ülkelere yaptıkları yardımların büyük çoğunluğunu bağış şeklinde yaparken Türkiye.ye %15 bağış, %85 borç şeklinde uygulanıyordu. 1951-1968 döneminde alınan 3,5 milyar doların 3 milyarı borç şeklinde idi33. 

Türk Hükümetleri, dış ekonomik ilişkilerde Amerika.ya öncelik veren, Amerikan 
şirketlerinin çıkarlarını kollayan bir yaklaşım benimsemişti. 

Amerikan yardımlarının gelebilmesi için Türkiye 22 Mayıs 1947.de yabancı yatırımların kârlarını yurtdışına serbest transfer edebilmelerine olanak sağlayan bir kararname ile yabancı özel sektör yatırımlarını teşvik eden 1 Mart 1950 tarihli kararname çıkarıldı. 

ABD, başka ülkelerden silah zoru ile aldıklarını bu dönemden itibaren Türk 
hükümetlerinden gönül rızası ile almaya başlamıştı. 1952 yılına gelindiğinde, devletin döviz stokları erimiş olduğundan politikalardan geri adım atıldı. 1954.den itibaren ekonomik dar boğaz iyice hissedilmeye başlandı. 

1958 yılında borçları ödemek için, büyük çoğunluğu ABD.den olmak üzere, 359 
milyon dolar kredi alındı. Ancak, bu paranın büyük bölümü eski borçların ödenmesine gitti. Krediyi verenler yeni ekonomik programlar dayattı. Ankara.daki uçak fabrikası kapatıldı, yerine traktör fabrikası yapıldı. Demiryolu komünist işidir denilerek, karayollarına öncelik verildi. DP hükümetine göre Türkiye, küçük bir Amerika olacaktı ve Amerika.dan saklı bir şeyimiz olamazdı 34. 

 1950.lere damgasını vuran, Amerika güdümünde tarımda makineleşme, tarıma dayalı küresel entegrasyon ve köyden şehir varoşlarına göçe neden oldu. Tarımda makineleşme için getirilen altı bin traktör tarımda verimliliği artırdı ama istihdamı boşa çıkardı. Bu çarpık tarımlaşma sanayi bölgelerine göçü getirirken, özel sektörün henüz gelişmemiş olması nedeni ile sanayileşmede en başından biri çarpık bir eğilim izledi. Kara ekonomi gelişti, gecekondu bölgeleri ortaya çıktı. 

 1950-1960 dönemi Türkiye.de hem siyasi hem ekonomik dışa bağımlılığın doruğa ulaştığı dönemdir. Liberal politikaların izlendiği 1950-1960 yıllarında özel yatırımlar ülkenin batısında yoğunlaşmış ve bu bölgelere yoğun bir göç olmuştur. 1950'lerde tarımsal üretimde makineleşme köyden kente göçü beraberinde getirmiştir. Bu gelişmeler sonucunda, bölgelerarası eşitsizliklerden sınıflar arası eşitsizliklere doğru gidildiği gözlemlenmektedir. 

 Amerikan Ekonomik İşbirliği (AID35) teşkilatı 1950.lerde ülkeye yerleşti. Eğitimden istihbarata tüm kilit mevkileri Amerikalı uzmanlar ele geçirdi36. Türkiye.nin bu bağımlılığı bugün de değişik ölçülerde devam etmektedir. 

Marshall yardımı ile ekonomimizin direksiyonuna ABD yerleşirken, Küçük Amerika olma hayali ile tüm kapıları Amerikalılara açtık. ABD, ekonomik liberalizm yolu ile de Türkiye.de kendi güdümünde bir demokrasinin geliştirilmesine çalıştı. 

 İkinci Dünya Savaşı yıllarında önemli fiyat artışları ve savaş dönemi yoklukları ticari birikimin hızlanmasına vesile oldu, genellikle devlet kadroları ile yakın ilişki içinde birçok yeni tüccar ortaya çıktı37. Küresel sermaye ve büyük devletler Türkiye.deki çıkarlarını korumak ve işbirliği yapmak için bazı özel ilişkiler kurmuşlardır. 

 1946 yılında ABD.den General Electrics ile anlaşarak Türkiye.de ampul fabrikasını kurması Koç ailesi için dönüm noktası oldu. Koç, daha sonra Amerikalılarla traktör ve otomotiv işine girdi. Sabancı ise 1950.lerde Demokrat Parti.nin zengin ettiği ailedir. Sabancı, Koç.a göre daha milli projelerle çalışırken, yurt dışına özellikle otomotiv sektörü (Toyota vb.) ile açıldı. Daha sonra Türkiye.ye Arap sermayesi (Karamehmet, Ercan Holding, Çiftçiler vb.) 
gelmeye başladı. 

 Türkiye savaş boyunca stok yapmıştı. 1946 başında 235 ton altın değerinde altın ve döviz bulunmaktadır. Batılılar tarafından Türk ekonomisine ilk küresel format 1946.da atıldı ve %110.luk ilk devalüasyon ile birlikte liberalizme dönüş başladı. Türkiye, o dönemden beri bir tüketim toplumu olarak, çalışmadan, öğrenmeden, üretmeden bir yaşam biçimine yöneltilmiştir. 

IMF, Dünya Bankası ve NATO.ya üyelik bu dönüşümün kurumsal gerekleri idi. 
Türkiye.nin yeni kurulan IMF sistemine katılma çabaları 7 Eylül 1946 tarihinde % 131 oranında devalüasyon getirdi. Türkiye, yabancı sermayeye denetimsiz olarak açıldı. Dışa bağımlı uygulamaların sonucu olarak, yasadışı ilişkiler ve karaborsayla palazlanan zenginler türedi, arazi spekülatörleri ve büyük toprak sahipleri, uluslararası şirketlerin temsilciliklerini almaya başladı. 

1960'larda başlayan holdingleşme 1970'lerin ilk yarısında büyük bir hız kazanacaktır. Büyük güçlerle işbirliği kemikleşen Türk burjuvazisi 1971.de TÜSİAD38.ı kurdu. TÜSİAD'ın kurulması, büyük sermayenin etkili bir toplumsal güç haline gelişinin ilk göstergesidir. 
TÜSİAD'ın kurulmasını izleyen dönemde TOBB, küçük ve orta boy işletmelerin (KOBİ'lerin) temsilcisi konumuna yerleşti39. 

TÜSİAD'ın dışa açılma yönündeki talepleri 24 Ocak 1980 kararlarında karşılık buldu. 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte „Türkiye.de kapitalizm, kendisini güdecek iktisadi liberalizme teslim edildi. Böylece yerli sermaye ile küresel sermayenin entegrasyonuna dayanan yeni sisteme geçildi. Yeni modelin istikrar senaryosu IMF.ye, yapısal dönüşüm, uyum senaryosu ise Dünya Bankası.na havale edildi40. 

Türkiye'de genellikle TÜSİAD çevresinde yer alan büyük sermaye gruplarının 
1990'lardan itibaren belirli bir rekabetle karşılaştıkları, 1990'ların ikinci yarısında kısmi bir güç kaybı yaşadıkları, ancak 2000'li yıllarda hem uluslararası ölçekte hem de ülke içinde bir dizi hamle ile konumlarını sağlamlaştırmaya yöneldikleri söylenebilir. 

 Bugün Türkiye sanayi ağırlıklı bir ülke olsa da tarım sektörü hala önemli bir 
istihdama sahiptir. Dışa açık, ithalata bağımlı, emek yoğun sanayimize rağmen ülkemizde 20 milyon ücretli çalışan var. Son yıllarda ancak savunma sanayi ürünlerimiz ile birlikte kaliteli yüksek sanayi ürünlerine geçmeye başladık. 

 1950’lı yıllardan sonra Türkiye’nin dönüşümü.. 

 Türkiye Cumhuriyeti.nin kuruluşundan itibaren güçlü bir devlet eliti, Türk devletinin ve toplumunun siyasi, ekonomik ve sosyal yapısını belirlemiş; Türk dış politikası elit bir karar verme süreci çerçevesinde oluşturulmuştu. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler, Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki kutuplaşmanın ekseni üzerine oturdu. 

 Türkiye, Soğuk Savaş döneminde, NATO ittifakı ve özelde ABD.ye endeksli bir dış politika yürütmüştür. Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk yetkililer, Türkiye.nin kendi ihtiyaçları için gerekli özgün stratejileri geliştirmek yerine, ABD ve Avrupalı devletlerin Türkiye için belirlediği stratejilerin sevk ve idaresiyle uğraştılar. 

 Ulusal güvenlik yerine NATO güvenliği çerçevesinde, ABD.nin SSCB.yi çevreleme stratejisinde roller üstlenildi. Anti-emperyalist karakter aşındı. Milli çıkarlarla, büyük devletlerin çıkarları arasında uyum arandı. ABD, içimizde örtülü operasyonlar yapmaya ve nüfuz etmeye başladı. 

Milli Eğitimimiz, 27 Aralık 1949'da Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim 
Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma.nın sonucu olarak, ABD.ye teslim edildi. Bu tür girişimleri Amerikalı senatör Fulbright başlattığından, Fulbright Anlaşmaları da denilmektedir. Atatürk.ün Köy Enstitülerinin yerini ABD.ye öğrenci gönderme furyası aldı41. 

1980.lerde İhsan Doğramacı ile Bilkent Üniversitesi.nin kurulması da üniversitelere bir denge getirmek için ABD projesi idi. Bugün başımıza sarılan ve ABD.de bir işe yaramadığı anlaşılan ortaöğretimdeki k12 projesi de bir Amerikan projesidir42. 

Sivil toplumun gelişmesi ve siyasette etkin hale getirilmesi, liberal ve özgürlükçü 1961 Anayasası.nın hazırlanmasında etkili oldu. Ancak, bu anayasa sağ-sol çatışmalarının ve İslamcıların önünü açtı. CIA, müdahaleleri ile sıcak bakmadığı hükümetlere kriz yarattı, askeri darbelere destek oldu. 1960-1980 arası dönemin sağ-sol olaylarından sonra son 35 yıldır Türkiye bölücü terör ile uğraşmaktadır. 

1946.da dini eğitim yeniden yapılandırıldı. 1960 ve 1970.lerde önce Arap ülkelerinde sonra Türkiye.de ortaya çıkan dini hareket ve partiler, devletin ve toplumun yeniden İslamileştirilmesi faaliyetlerine giriştiler. ABD.nin istekleri doğrultusunda okullara din dersleri konuldu. Felsefe ve mantık dersleri 1980.lerin ilk yıllarında okullardan kaldırıldı ve yirmi yıl boyunca okutulmadı. 

 1990-2001 arası Türkiye.de politikacılar ile sermayenin kirli ilişkiler içine girmesi, sistemi bir meşruiyet ve işlerlik krizine soktu. Diğer yandan AB süreci ile birlikte, Türkiye.de sermaye ve medya tekelini elinde tutanların işe aldığı İkinci Cumhuriyetçi post-modernler, ülke içinde manipülasyoncu yeni bir kadro oluşturmaya başladı. Bu kadro; ülkenin laik düzenini kökünden değiştirmek isteyen İslamcı proje ile birlikte işbirliği yapmaya başladı43. 

 3 Kasım 2002 seçimleri ile birlikte Türkiye.de çok partili hayatın iki temel direğinden biri olan merkez sağ çöktü. Cumhuriyetçi sağın boşalttığı alanı, dini anlamda muhafazakâr sağ ele geçirmeye çalışmaya başladı. Seküler ulusalcılığın hem içsel hem de dışsal başarısızlığı ve dış müdahalelerin yarattığı boşluk İslami köktencilik tarafından dolduruldu 44. 

 Türkiye.de Atatürkçülük ve milliyetçilik tasfiye edilirken, önce laik güçler 
darmadağın edildi. Bürokrasiden sonra sermaye ve medya, tamamen İslamcı güçlerin emrine girdi. Dışarıdan yönlendirilen kanallar ile polis, yargı, üniversiteler ve TSK.ya örtülü operasyonlar yapıldı45. 

 Eylül 2010 referandumu ile Anayasa.nın değiştirilmesi, yeni hukuk düzeninin 
kurulması ile Milli Devletin temelleri oldukça sarsıldı. 2017 yılında yapılan Anayasa Değişikliği Referandumu ile başkanlık sistemine geçilirken, Parlamenter Demokrasi.nin yerini bir çeşit meşruiyet aldı. 

Türkiye’nin Toplumsal yapısı.. 

 Cumhuriyet Türkiyesi.nde yüzyıla yakın bir süreçte kademeli, bazı bölümleri sıkıntılı ancak kendine has Batılı bir yaşam tarzı gelişti, art arda gelen kırılmalara karşın yenilendi ve devam etti. Cumhuriyet döneminde Türk toplum hayatının dönüm noktasını 1960.lı yıllar oluşturur. Emre Kongar.a göre Türkiye.nin toplum yapısındaki değişimler46; 

- Nüfus (çalışan nüfus), eğitim (okur-yazarlık), 
- Kentleşme (kent hukuku dışında gelişen bir olgu olarak gecekondu), 
- Aile yapısında değişimler (kırsal, gecekondu, kentsel), 
- Kapitalizmin gelişme sürecinde yaşanan değişimler (tarım ve sanayide gelişmeler), 
- Sınıfsal farklılıklar (sermaye ve işçi sınıfları yanında toplumsal sınıfların göstergesi olarak gelir dağılımı) ve nihayet 
- Toplumsal değişme sürecinde asker ve sivil bürokrasinin yeri gibi başlıklar altında incelenmelidir. 

 Türkiye de toplumsal hayatı ana hatları ile 1960 lı yıllar öncesi ve sonrası diye iki temel kategoriye ayırabiliriz. Bu iki dönem arasındaki farkı; modernleşme, eğitim, çalışma hayatı, iş dünyası, yoğun iç göçler, sanayileşme gibi parametrelerde yaşanan önemli değişimler oluşturmuştur. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ACI ÇEKEN TÜRKİYE., BÖLÜM 3

ACI ÇEKEN TÜRKİYE.,  BÖLÜM 3




 3 Mart 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu ile sadece milli okullar değil yabancı okullar ile ilgili düzenlemeler de getirilmiştir. 
Bu okulların büyük zararının farkında olan Atatürk, bu kanunu tekke ve zaviyelerden çok misyoner okullarının kapatılması için çıkarmıştır. Her misyoner okulunun içinde kilise vardı. Böylece bu kiliseler de kapatılmış oldu. 

 Aynı kanunla ile eğitimde kız-erkek ayırımın kaldırılması en önemli adımlarından biri oldu. Yasa ile birlikte yurt genelinde Millet Mektepleri kurularak büyük bir okuma-yazma seferberliği başlatıldı. 1928 yılında yeni alfabe kabul edildi. Dil ve tarih çalışmalarına ağırlık verildi. 

Halkevleri, okuyan, dinleyen, eleştiren, bilime önem veren, spor yapan, sanat, tarih, edebiyat gibi alanlarda kendini yetiştiren, kültürel etkinliklerle ilgilenen üretken yeni insanı yaratmaya çalışan kurumlar olarak düşünülmüş ve faaliyet göstermiştir. 

1932.de resmen açılan Halkevlerinin sayısı 1934.te 55.e çıkmıştır. 2.100.000.den fazla yurttaş Halkevlerinden yararlanmıştır. Bu rakam, 2.380.000 kişinin şehir ve kasabalarda yaşadığı düşünülürse Halkevlerinin bulunduğu şehirlerde yaşayanların neredeyse tamamını kapsamaktadır 23. 

Halkevlerinin amacı, Türk halkına devrimin ilkelerini, özellikle de cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laikliği aşılamaktı24. Halkevleri sadece birer kültürel kurum olarak düşünülmemiş, parasız dispanserler, gıda ve kömür dağıtımı gibi halkın yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak da görev edinilmiştir. 

1938 yılına gelindiğinde Halkevlerinin sayısı 210.a çıkmıştır. 1933.te Halkevlerine 500.000 yurttaş gelmiş iken 1938.de gelenlerin sayısı 6.642.000.dir. Halkevleri.nde insanlara hem gündelik yaşamda kullanabilecekleri temel beceriler kazandırılıyor hem de okuma alışkanlığı ve sevgisi aşılanıyordu. Halkevlerine bağlı kütüphaneler ve kitaplıklar yurdun ücra köşelerine ulaşabilmek için bazen eşek kullandığından bunlara eşekli kütüphaneler 
deniyordu. 

Şehirlerdeki aydınların büyük bir çoğunluğu Halkevlerinde görev almışlardır. Bunlar arasında en önemli kitle öğretmenlerdir. Bu etkinlikler yapılırken halktan para alınmadığı gibi öğretmenler de gönüllü çalışmıştır. 

Öğretmenler, Türk Devrimi.nin ön cephesini oluşturdular; sadece öğrenci 
yetiştirmediler, gittikleri köylerin sorunlarına çözüm buldular; kara cehaletle savaşmak yanında köye su getiren, bağ-bahçe işlerinde fenni yöntemleri öğreten Anadolu Aydınlanması.nın ışığı oldular. 

Öğretmenler, Anadolu yaylalarına, köylerine, kasabalarına ve en ıssız köşelerine 
dağılan ve balını arayan arılar gibiydiler25. Onların çalışmaları ile yeni bir Türkçe sözlük oluşturuldu. Onlar Ankara.nın aydınlanmasını Anadolu.nun her yanına taşıyan bir ışık cevheri idi. 

Halkevleri, 1951 yılında Demokrat Parti iktidarı tarafından CHP.nin bir kolu olduğu gerekçesi ile kapatılmıştır. CHP.nin iktidardan düştüğü 1950 yılında, yaklaşık 500 Halkevi, 4.000.in üzerinde Halk Odası vardı. 

Atatürk.ün aydınlanma gayretlerini sadece sosyal ve kültürel sahada okumamalıyız. Genç Türkiye Cumhuriyeti sayesinde yeniliklerle tanışan, üretimi öğrenen sermaye sınıfı, çalışan sınıflarla Cumhuriyet üzerindeki ittifakını sonlandırmak ve halkı bilinçsiz, eylemsiz kılarak kendine özgü bir sermaye birikim rejimi oluşturma hevesindeydi. 

Hızlı ve kesin zenginleşme yollarını cumhuriyet sayesinde elde eden sermaye sınıfı artık iktidarı halkla paylaşmak istemiyor, zenginleşmenin önünde engel gördüğü tüm cumhuriyet değerlerini lağvetmek istiyor, hatta bunun için yabancılarla işbirliği yapmaktan çekinmiyordu. Eşit cumhuriyet yurttaşları kavramı istenmiyordu. 

Köy Enstitüleri ise 1940 yılında çıkarılan bir kanunla ilkokullara öğretmen 
yetiştirilmesi amacıyla açılan okullara verilen addır. Köy Enstitüleri'nde eğitim görenler hem örgün eğitim aldı hem de modern tarım teknikleri konusunda bilgiler edindi. Böylece tarımda verimliliğin arttırılması planlandı. Köy Enstitüleri sayesinde 1940 ve 1946 yılları arası 15 bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getirildi ve bu tarlalarda üretime başlandı. 

Köy Enstitüleri, 1946 yılında Köy Öğretmen Okulları'na dönüştürüldü ancak 27 Ocak 1954 tarihinde Demokrat Parti hükümeti tarafından kapatılmıştır. Türkiye, Sovyetler birliğinden sonra planlı ekonomiye geçen dünyadaki ikinci ülkedir; hatta ilk planlama çalışmalarında Sovyet uzmanlardan yardım alınmıştır. ABD, Türkiye'de demokrasi düzeninin tesisi için 5 yıllık kalkınma planı ve Köy Enstitüsü gibi Sovyetler Birliği'ndeki sistemlere benzer uygulamaların kaldırılması talebinde bulunmuştu. 

Atatürk'ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri'ni kapatarak, Cumhuriyet 
Devrimleri'nin kırsala uzanan kollarını koparmıştı. Sonraki lider Adnan Menderes ise dini, politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı. 

Böylece, Türkiye sermaye sınıfı halkın geri kalanıyla, çalışan sınıflarla arasındaki 
köprüleri atarak Cumhuriyet değerleri üzerindeki ittifakını sonlandırdığını böylece fiilen ilan etmiş olur. İnönü ve Menderes arasındaki kavga, yeni palazlanan, üretimden beslenen Türk burjuvazisi ile bu yeni sınıfı kendine yönelik bir tehdit olarak algılayan, toprak ağalığına dayalı, geleneksel sermaye birikimi üzerinde oturan atıl taşra sermayesi arasındadır. Ama her ikisinin de ortak düşmanı eşit yurttaşlığa dayalı cumhuriyet değerleridir. 

Tüm cumhuriyet düşmanı yöneticilerimizin bizzat sermaye sınıfının desteği ve 
dayatmasıyla işbaşına geldiğini, artık tamamı yabancı ortaklı olan bu sınıfın desteği ve yönlendirmesi olmasa bu yaşadığımız yıkımın yaşanmayacağı unutulmamalıdır. 1950.lerden beri Türkiye.yi yöneten partilerin arasındaki fark, sermaye partileri olarak artık isim farkına dönüşmüş durumdadır. 

 Sanayileşemeyen Türk Ekonomisi.. 

Cumhuriyet Türkiyesi.nin 90 yıllık tarihinde ekonomik sorunlarını esaslı bir şekilde çözüme ulaştıramamış olmasının kökeninde Osmanlı.dan almış olduğu olumsuz miras yatmaktadır. Bu kötü miras sadece ekonominin fakirliği ile alakalı değildir. Asıl sorun Osmanlı.nın zihniyetinden kaynaklanmıştır. 

Dünyevileşmekten uzak kalmış insan tipolojisi rasyonel bir ekonominin ortaya 
çıkmasını engellemiştir. Alman sosyolog Max Weber.e göre; irrasyonel Protestan ahlakının, rasyonel „şehirleşme. ve „orta-sınıf. kavramlarıyla birlikte etkileşimi rasyonel iş organizasyonunun doğuşuna geçit vermiştir. Bunun neticesinde rasyonel ekonomik birey ekonominin kaptanı olmuştur 26. 

Osmanlı toplumsal yapısı ise irrasyonel düşünce kalıpları ile durağan, hantal „madde anlayışı. yaratmıştır. Dolayısıyla metafizik anlayışın hâkim olduğu yüzyılların Osmanlı.yı esir alması Cumhuriyet ile birlikte önce ana kütleye devrimler ve okullarda indirdiği darbelerle uyuyan irrasyonel kütlenin uyandırılması hedef alınmıştır. 

Diğer yandan 1930-1980 arasında devletçi ekonomi politikaları yanında özel sektör desteklenerek bireysel sermaye birikimine kapı açılmış, firmalara rasyonelleşme yönünde büyük bir destek verilmiştir. 

Şubat-Mart 1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde alınan kararlar; daha sonraları hayata geçirilen birçok uygulama, -örneğin Aşar vergisinin kaldırılması (1925), Medeni Kanun'un kabulü ve özel mülkiyetin güvence altına alınması (1926), İş Bankası.nın (1924) kurulması, Teşvik-i Sanayi Kanunu.nun çıkarılması (1927), için temel teşkil etti27. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında sayıları az olan özel kesim yatırımları ülkenin batısında yoğunlaşmış ve bu kesimlere nüfus akımı olmuştur. 1923 yılında Ankara.nın başkent olması nispeten bu akımın önüne geçmiştir. 

 Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda bir tarım ülkesi idi. GSMH.nın %90.ı tarım 
ürünlerinden karşılanıyordu. Tarımdan kazandıklarımızla sanayi hamlesine girişecektik ama 1929-1933 Dünya Ekonomik Krizi, tarım sektörümüze darbe vurdu. 

Devlet işletmeciliği ve devlet müdahalesi yoluyla kapitalist gelişme yolu, kısacası devletçilik uygulamaları belirgin biçimde 1932 yılı ile başladı28. Sanayileşme için devletçi model kapsamında; Etibank, Sümerbank, PTT, Nazilli Basma Fabrikası gibi kamu iktisadi teşkilleri kurulmaya başlandı. Ancak, devletin sanayileşmeye ağırlık verirken, tarımı ihmal etmeye başladı. Gittikçe azalan doğrudan yabancı sermaye yatırımları İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru hemen hemen sıfırlandı29. Devletçi anlayış 1980 yılına kadar hâkim oldu30. 

Devletçilik ilkesi sonucu beşer yıllık iki sanayi planı hazırlanmıştır. 1934.de yürürlüğe giren I. Beş Yıllık Sanayi Planı uygulanmış ancak ikincisi II. Dünya Savaşı nedeniyle uygulamaya konulamamıştır. 1923-1950 yılları arasında demiryollarının millileştirilmesi ve devlet yatırımlarında olduğu gibi Anadolu.ya yayılması sağlanmaya çalışılmıştır. 

 Kapitalist üretimin kurulması, Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerde belli bir 
sermaye birikimi gerektirmiştir. Bu tarz birikim, öncelikle Osmanlı toplumundaki azınlık unsurlar tarafından elde edildi, 1910 ve 20'li yıllardan itibaren Müslüman-Türk tüccarlara aktarılmaya başlandı. 

1927 yılında özel sektörün daha sağlıklı gelişebilmesi için Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmıştır. 1929 yılı itibari ile Türkiye'de kurulu şirketlerin ödenmiş sermayelerinin yüzde 50'si Türk, yüzde 32'si İngiliz, yüzde 14'ü İsviçre şirketlerine aitti31. 

Sanayileşme yönünde kısmen de olsa alınan mesafeye rağmen, gerek 1930'larda gerekse İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye'de hâkim sınıf kesimi sanayi burjuvazisi değil, ticaret burjuvazisi ve toprak sahipleri ittifakıydı. 

Bu ittifak içinde ticaret burjuvazisinin ağırlığı belirgindi. 

Türkiye.de, Osmanlı dönemindeki azınlıklarla başlayan ve 20. yüzyıl başlarından 
itibaren Müslüman-Türk burjuvazi tarafından devralınan ticari birikim, 1950'lere gelindiğinde neredeyse yüz yıla yakın bir süredir devam ettiği gibi, savaş dönemi vurgunları 32 ve savaş sonrası dönemin canlılığıyla birlikte olağanüstü bir ölçeğe ulaşmıştır. 

Osmanlı zihniyeti ve Cumhuriyet zihniyeti bugün Türkiye sınıfları arasındaki 
karşıtlıkta ifadesini bulmaktadır. Halkın Atatürk.e ve Cumhuriyete bağlılığı ile Yeni Osmanlıcı ya da dönemin fırsatlarını kullanarak sessiz ve derinden servetini büyüten TÜSİAD sermaye gruplarının Cumhuriyet değerlerine yönelik tiksintisi, bu sınıflar arasında derin bir yarılmaya, tam da bu tarihsel kavgaya işaret eder. 

Türk burjuvazisi, yönetim erkini elinde tutabilmek ve zenginliğini katlamak için 
halkın geri kalanıyla bağlarını koparmıştır. Ulus ve laiklik kavramları konusunda bizzat sermaye desteğiyle yıllardır yürütülmekte olan kara propaganda tesadüf değildir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***