Din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2020 Çarşamba

ORTA ASYA’DA ARAYIŞ, “ SOSYAL GEN ” VE YENİ MODELLER,

ORTA ASYA’DA ARAYIŞ, “ SOSYAL GEN ” VE YENİ MODELLER,  




Yrd. Doç. Dr. Bekir GÜNAY. *
*Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 



Özet: 

    Yüzyıl değişimlerinde, eski sistemlerin çöküşlerinde veya var olan yapıların değişimlere ayak uyduramamalarında, toplumlar yeni arayışlara yönelirler. Arayışlar bazen iç, bazen de dış etkenlerle şekillenir. Arayışları şekillendiren temel parametreler sosyal genlerdir. Sosyal genleri oluşturan lar ise tarih, din, dil ve coğrafyadır. Bu makalede, arayışların şekillenmesinde genlerin etkileri incelenecektir. 1989 sonrası Orta Asya’daki değişimle birlikte başlayan ve 11 Eylül’le ivme kazanan arayışların yansımaları tahlil edilecektir. Bu yansımalar, sosyal genler, dış ve iç etkenlerin çarpan etkileri bölgede aranmaya çalışılacaktır. 

    20. y.y. başında bölgede benzer çöküşler yaşandı. Bu çöküntülere bölge nasıl refleksler gösterdi, değişim ve arayışlar toplumları hangi taraflara götürdü, bu yüzyılda da bölge toplumları benzer yönlere mi yönelecekler, bu arayışta ideolojilerin, dinlerin, sosyal genlerin etkileri ne kadar olacak gibi sorulara bu makalede cevap aranacaktır. 

GİRİŞ: ARAYIŞI TANIMLAMA 

Toplumlar ve insanlar değişim süreçlerinde rol model arayışlarına geçerler. Arayış yeni bir şeyi bulma ve eski yapıdan uzaklaşma süreci olarak 
yorumlanabilir. Arayış sürecinde rol modeller önemli yer tutar. Rol modelde örnek alınan yakın ülkeler veya toplumun geçmiş dinamikleridir. 
Bu süreçlerdeki algılamalar da yapıyı şekillendiren unsurlardır. 

Geçiş dönemlerinin başlangıç yılları yüzyılların bitiş evrelerine rastlar. Arayıştaki hedef yeni veya daha gelişmiş bir yapının bulunmasıdır. Arayışta hep daha iyiye, daha mükemmele özlem vardır. Bulunan modelin geçiş süreci toplumlarda değişik belirtilerle kendini gösterir. Kimi toplumlarda bu süreci dış etkenler hızlandırır. Kimi arayışlarda iç etkenler toplumlarda bazen çatışma bazen kaynaşmaya neden olur. Arayış süreci başladıktan sonra bir önceki yapıya dönüş yoktur. 

Toplumlardaki arayış süreçleri insanlardaki gelişim süreçlerine benzemektedir. Arayış döneminde insanları etkileyen unsurlardan biri aile 
diğeri de çevredir. Toplumlarda ise onları oluşturan temel dinamikler (din, dil, tarih ve mekan) etkili olur. Arayışta, çekim alanları sonuçları belirleyen 
unsurlardır. 

1. TARİHSEL MODELLEME İLE SOSYAL GEN TANIMLAMASI VEYA YÖNTEM TARTIŞMASI 

Bu makalenin amacı “tarihsel modelleme” yöntemini kullanarak Orta Asya bölgesindeki arayış eksenlerini tespit etmektedir. Tarih, milletlerin neleri 
yaptıklarını veya neleri yapabileceklerini gösteren bir bilimdir. Tarihi strateji ile buluşturduğunuzda “gelecek tarihçiliği” denen bir alana ulaşmak mümkün olacaktır. Tarih, stratejide temel bir girdidir. Diğer parametreler ise din, dil ve kültürdür. Bunları ben “sosyal gen” olarak tanımlıyorum. 

Sosyal gen zaman çizelgesinde mekanla etkileşime girdiğinde sonuçları “tekerrür” olgusunu doğurur. Aslında “tarihsel modelleme” yönteminin 
esin kaynağı da budur. Milletler sosyal genle, bulundukları mekanlara kendi renklerini verirler. Mekanları renklendiren milletlerdir. 

Mısır’daki Piramitler, İstanbul’daki Süleymaniye Camii, New York’taki gökdelenler, bunlar millet okumalarında kullanılan temel taşlardır. 
Sosyal gen insanlardaki fiziki genler gibidir. 

Nasıl gözünüzün renginden saçınızın rengine kadar özelliklerinizi siz belirleyemezseniz, aynı şey milletler içinde söz konusudur. Tarih yazılmaya 
başladıktan sonra dünyayı şekillendiren milletler ve onların oluşturduğu medeniyetler, sonraki yüzyıllarda oynayacakları rolleri ve senaryoları da 
belirler. Mekanları ve ruhları şekillendirenler medeniyetlerdir. Kimi milletler asırlardır olduğu mekanlarda yaşamışlardır. Yaşadıkları mekanla bir bütün 
olmuşlardır (Çin ve Hint medeniyetleri gibi). Türkler ve İngilizler gibi dominant gen yapılarına sahiptirler. Bu milletler geçtikleri mekanlara tesir ederler, kimi zaman da etkilenirler. Mekanlardaki diğer renkleri kendi kültür genlerinin içine alarak giderek zenginleşirler. Mekandaki değişkenliği belirleyen etkenlerden biri de dinlerdir. Nitekim, Toynbee bile dünyayı tanımlarken “Batı Hıristiyan, Ortodoks Hıristiyan, İslam, Hindu ve Uzak Şark”1 tiplemelerini ortaya koyarken dini merkeze yerleştirmiştir. Üç büyük din olarak kabul edilen Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık yayılan dinlerdir. Bu dinler geçtikleri mekanlarda ve ruhlarda derin izler bırakmışlardır. 

Tarihsel modelleme ve sosyal gen olgusunun en belirgin olduğu dönemler yüzyılların değişim evreleridir. Yüzyıllarda değişim tarihleri 80’li yıllardır. 
Bir başka ifade ile yüzyılın üçüncü çeyreklerini değişim yılları olarak ele alabiliriz. Değişim önce fikirlerde, ruhlarda ve beyinlerde, sonra da eylemlerde kendini gösterir. Değişim evresinin bitişi sonraki yüzyılların ilk ‘14 veya ‘20’li yıllarında olur. Örneğin, XX. yüzyılın giriş tarihi fiziki olarak 1900 tarihi kabul edilse de yeni yüzyılın siyasi girişi 1914’tür. Keza, XIX. yüzyılda da benzer durum söz konusudur. 1815 Viyana Kongresi Avrupa’da yeni yüzyılın giriş olayıdır. 

Bu evrelerde milletleri arayışa iten dış ve iç etkenler olur. Kimi zaman savaşlar kimi zaman sosyal olaylar veya entelektüellerin düşünceleri değişimi tetikler. Unutulmamalı ki hadiseler önce beyinde başlar, sonra ağza dökülür, en sonunda karşımıza olay olarak çıkarlar. Gelecek arayışlarının belirtilerini öncelikle kafalarda aramak lazımdır. XIX. yüzyılın son demlerindeki Marx`ın söylemleri veya Darwin`in yazıları bir sonraki yüzyılda insanların hayatını belirleyen ideolojiler olarak karşımıza çıkmıştır. 

Dünyayı etkileyen alanların başında ana kültür havzaları gelir. Kafkasya ve Balkanlar gibi ara bölgeler ise dış oluşumlardan etkilenen alanlardır. 
Orta Asya’yı ana havza olarak değerlendirmek lazımdır.  

2. ORTA ASYA BÖLGESİNİN ÇARPANLARINI TARİHSEL OLUŞUM SÜREÇLERİNDE TANIMLAMAK 

Orta Asya’nın ana aktörlerinin oluşum süreçlerini anlayabilmek için bölge üzerindeki etkilerini doğru koymak lazımdır. Orta Asya’da milletleri aktörler, yardımcı oyuncular ve figüranlar olarak ayırmak gerekir. Ana aktörler Ruslar, Türkler ve Çinlilerdir. Zaman zaman bölgede tutunmaya çalışan İngiltere ve ABD ana aktör rolünü oynamışlarsa da, bölgeye tesirleri güçleriyle doğru orantılı olmuştur. Aktörler dışında yardımcı oyunculara baktığımızda Hintliler, İranlılar ve Araplar gelir. Figüran rolünü dolduran Koreliler ve Güney Asya’daki bazı küçük milletler göze çarpar. Bölgenin kaderini ana aktörlerin oynadığı roller belirler. Ana aktörleri, dominantlılıkları veya etkileşimin güçlerine göre ayırmak gerekir. Bu açıdan Türkler ve Ruslar ana aktör, belki İranlılar ise belli kısımlarda aktördür. Aslında aktörlerin rolü sahneye konulan medeniyete göre şekillenir. 

2.1. Bölgedeki Din Renkleri 

Orta Asya üç büyük dinin oluşum alanı değil, etkileşim bölgesidir. Dünyada din oluşum alanları olarak Çin- Hint havzasıyla Ortadoğu görülmektedir. 

Çin-Hint havzası Budizm’inoluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu yerel inanç bölgede yan çarpan olarak belirgin rol oynamaktadır. Budizm, Konfüçyüsizim ve benzeri inanç grupları bölgede kendi alanlarının dışında etkili olamamışlardır. Bu dinler Orta Asya’da ana renk olarak değil, bir tali renk olarak değerlendirmek gerekir. 

Orta Asya’da baskın olan din İslam’dır. İslam, bölgedeki tek ana renk olarak görülse de Orta Asya derinliklerine girdiğimizde İslami mezheplerin etkilediği alanlar dikkat çeker. İslamiyet’in bölgedeki etkinliğini anlamak için dinin geliş kanallarını incelemek gerekir. İslamiyet’i Orta Asya’ya Araplar getirmiştir. Din, gelirken İran kültür havzasının üzerinden geçmiştir. Yani bölgenin tarihi arka zeminde bir Şii geleneği görülmektedir. İran’ın bölgedeki yayılış alanı da Pers-Sasani çizgisindedir. Bu alanlar Afganistan’ın bir kısmı, Tacikistan ve Azerbaycan’dır. Bölge halkından Müslüman olup bu dinin bayraktarlığını eden topluluk Türklerdir. 

Türklerin tarihi gelişim çizgilerine bakıldığında asker millet oldukları görülür. 
Bu vasıflarına İslamiyet’le tanıştıktan sonra yeni bir özellik daha eklenir. Türk artık İslam âlimidir. Türkistan da İslamiyet’in yayılıp kök saldığını bölgedir. Asker milletin bu dini sahiplenmesi yanında kendi bünyesinde de içselleştirmesi ve yaymasında önemli roller oynamıştır. Türkistan’daki Buhara, Semerkant, Merv şehirleri İslam medeniyetinin bölgedeki temel taşlarıdır. Hoca Ahmet Yesevi, İbn-i Sina, İmamı Azam ve benzeri din âlimlerindeki Türk rengi yanında Sünni İslam’ın alt yapısı Orta Asya’nın temellerindeki önemli malzemedir. 

Türklerin hareketli millet olmalarından dolayı Sünnilik Orta Asya’da yaygındır. Bölgenin din oluşumunda Türk-Sünni yapı merkez güç pozisyonundadır. Sünni İslam rengi İran`da Şii İslam’a dönüşse de Ortadoğu’ya ulaşan İpek ve Baharat yollarıyla ekonomik akışkanlık sayesinde gücünü yitirmiştir. Orta Asya’daki dini yapı ekonomik ve siyasi etkenlerle birleşerek kalıcı ve güçlü bir çimento halini almıştır. Bölgedeki Türk-İslam binası sağlam kurulmuştur. 

Orta Asya’da İslamiyet’le birlikte Hıristiyanlık da mercek altına alınmalıdır. Hıristiyanlık ağırlıklı olarak XX. yüzyılda bölgeye misyonerler eliyle yerleştirilmeye çalışılmıştır. Misyonerlerin Orta Asya’daki faaliyetleri öncelikle Asya’nın kıyı kesimlerinde başlamıştır. Misyonerler Hint-Çin bölgesinde çalışmışlardır. Bununla birlikte Hint ve Çin kültürü misyonerlerle batılı seyyahları etkileyen kültür olmuştur. Bir bakıma reaksiyon tersine dönmüştür. Budizm ve İslamiyet, misyonerler kaşifler ve tüccarlar eliyle batıya yayılmıştır. 

Hıristiyanlık Orta Asya’nın tabanına inemedi. Buradaki güçlü İslam mayasının etkisini bozamamıştır. Hıristiyanlıkta Rusların katkısı bölgede çok olmuştur. Ruslar eliyle Orta Asya`ya gelen Ortodoksluk2 Kazakistan’a kadar inmiştir. Ortodoksluk Orta Asya’ya Ruslar eliyle girmişti. Ortodoksluğun bölgedeki yayılımı Bolşevik Devrimine kadar devam etti. Çarlık rejimi sırasında Rusya’nın kızıl elması Üçüncü Roma teorisi idi. Bu teorinin temeli Ortodoksluk inancına dayanır. 

Üçüncü Roma’nın oluşum sürecinde Ortodoksluk olmazsa olmazdı. Rus Ortodoksları için Moskova’nın kutsal yer olması büyük sorun oldu. Bu sorun 
Üçüncü Roma’nın doğuşunu geciktirdi. Moskova Patrikliği’nin kutsanması için bir bakıma Fener Patrikliği Moskova’da zorunlu misafir edildi. 

Akabinde Moskova kutsandı. Çar Petro’nun Patrikliği zayıflatması Rusya’nın sekülerleşmesinin yolunu açtı. Petro sonrası tekrar siyasi arenaya 
dönen Kilisenin gücü giderek Moskova’da da azaldı. 1917 Bolşevik Devrimi ile yeni bir yapıya giren Ortodoksluk devletin bilinçaltından çıkarıldı.3 

 1945-1955 yılları SSCB’nin dünyada tek güç olduğu senelerdi. Fakat gücün kalıcılığı sağlanamadı. Bunun da nedeni Stalin’deki Üçüncü Roma 
düşüncesinin eksikliği idi. 

Rusya’nın 1917 yılına kadar Orta Asya’ya taşıdığı dinin rengi Ortodoksluk iken 1917 yılından sonra buraya getirilen inanç ise “Ateizm”di. 


SSCB birlikte Orta Asya’ya gelen ateizm her iki dini de (İslamiyet ve Hıristiyanlığı) etkilemişse de en çok zararı Hıristiyanlık gördü. Dinler bu 
süreçte bir bakıma illegalleşerek yaşamlarını devam ettirdiler. Ateizmi SSCB zamanında bir din olarak tanımlamak mümkündü. Ateizmin Orta Asya’da 
mekandan, ibadethanelerden, ruhlardan izleri sildi. Bu durum şehir hayatında görülmesine taşrada din geleneksel olsa varlığını korudu. 

2.2. Bölgedeki Millet Renkleri 

Orta Asya tarihi katmanlarının oluşumundaki baskın renkleri doğru tespit etmek gelecek senaryolarının düzgün temellerinin oturmasını sağlayacaktır. 

Bölgede etkin olan nüfus ile tarihin yayılım alanlarına baktığımızda karşımıza çıkan topluluk Türklerdir. 

Orta Asya millet katmanlarına indiğimizde Türklerden sonra Çinliler, Ruslar ve İranlılar, bölge kıyısında da Hintliler gözükmektedir. Bunlar 
dışında etkinlik açısından Batılı milletler yok denecek kadar azdır. 


Orta Asya’da Millet Oluşum Katmanları 

Orta Asya’nın ilk tarihi katman oluşumlarında Çinliler ve Türkleri birlikte görmekteyiz. Her iki kavim bölgede bıraktığı izler açısından farklılıklar gösterir. Hareketli ve yayılmacı özelliği olan Türkler, Orta Asya’da daha etkili oldular. Nitekim, XIX. yüzyılda gerek oryantalistler gerekse orada yaşayan Türkler bölgeye Türkistan demekteydi. Orta Asya adı XX. yüzyılda ortaya çıkarılan bir tanımdı. Türkistan mekan olarak Tanrı dağlarından Hazar denizine kadar uzanan geniş bir coğrafyayı içine alır. Türklerin “at”a hâkim olmaları yanında asker millet kimlikleri bölgede kalıcı izler bırakmalarını sağladı. Tarihi ipek ve baharat yollarının kontrol altında tutmaları da ekonomik bir nüfuz alanı oluşturdu. Türklerin bölgede giremedikleri yer Çin havzası idi. Çinlilerle Türklerin kesiştiği alan bugünkü Doğu Türkistan’dır. Burası aynı zamanda din ve kültür etkileşim alanı idi. Çinlilerin yanında Güneydeki sınır Hint havzasıydı. Bu kültür havzasıyla da benzer etkileşimler gözükür. Pakistan ve Afganistan’daki Mezar-ı Şerif 
bölgesi kesişim alanıydı. Aynı durum doğuda Türkmenistan-İran sınır çizgisinde de görüldü. Burada da İran ve Türk kültür havzaları iç içe girdi. 

Keza kuzeyde Rus kültür havzasıyla temas bugün kendini Kazakistan’da göstermektedir. Sonuçta, Orta Asya’daki ana renk Türk’tür. 

Türklerden sonra, sayısal çoğunluk olan ama etkileşim alanı dar olan Çinliler gelir. Çinliler Asya’da etkin bölgesel güçtürler. Bölgesel güç olmalarının temel nedenlerinden biri sahip oldukları inanç sistemidir. Gobi Çölü ve Himaliya Dağları Çin’in Orta Asya ile ilişkisinde fiziki, Doğu Türkistan da siyasi engeldir. Çinlileri Orta Asya gücü olarak tanımlamamak gerekir. Çin, Asyalı’dır ama Orta Asyalı değildir. 

Çinlilerle birlikteRuslar da Orta Asya’da önemli bir kuvvettir. Rusların bölgeye girişi ve hakim oluşları XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başlarına rastladı. Rusya, Asyalı bir güç değildir. Ruslar Avrupalıdır. Avrupa’dan gelen Rusların SSCB elbisesiyle bölgenin derin katmanlarına değil yüzeyine nüfuz edebildiği görülür. Alt katmanlardan yukarıya doğru çıkarken Ruslardan önce bir başka bölgesel güç de İranlılardır. İran sadece ırki değil dini nüfuz alanlarıyla da Orta Asya’da kendini göstermektedir. İran köklü devlet geleneğine sahip bir millettir. Bölgenin ana katman oluşumunda Türklerden sonra gelmektedir. Orta Asya’da Türklerle İranlıları rakip göstermek doğru bir davranış değildir. Bölgenin dini yapısı İranlılarla Türkleri ortak noktada buluşturur. XIX. ve XX. yüzyıl güç denkleminde Rus ve İngiliz gerilim hattında olan İranlılar ile Türkler bölgede birbirleri için amansız rakip olarak lanse edilmiştir ki, bunu yapanlar İngilizlerdir. 

XX. yüzyılda da bölgede varlığını sürdürmeye çalışan batılı güç İngilizlerdir. İngilizler ada devletidir. İşgal ettikleri sömürgelerdeki yerleşim stratejileri dikkat çekicidir. Daima arkalarını denize verirler, bir gün bölgeyi bırakıp gitmeyi düşünürler. Daha iç bölgelere giderken kıyı ile olan irtibatlarını kesmemek için ara koridorları daima koruma altına alırlar. Kıyıdan uzaklaştıkça başarı şansları azalır. Bu genel kural İngilizlerin Orta Asya politikalarının ana hattını oluşturur. İngilizlerin bölgeye olan ilgisi coğrafi keşifler sonrasında başlamıştır. Orta Asya’daki varlıkları Hindistan ve Hindi Çin bölgesini kapsar. İngiltere’nin bu çizgiye paralel İran hattı üzerinden yataylamasına gelişti. Orta Asya’nın dikey derinliklerinde İngilizlerin etkileri yoktur. 1877-1878 Osmanlı Rus harbinden sonra İngiltere, Orta Asya’da Rusya ile herhangi bir büyük çaplı çarpışmaya 
girmemiştir. Ayrıca Rusya’nın kendi hâkimiyet alanına saldırmaması için de “yeşil kuşak teorisini” XIX. yüzyılda başarıyla uygulamıştır. Bu teori 1945’ten sonra ABD tarafından devir alınmıştır. 

3. ARAYIŞ SÜRECİNDE BÖLGENİN DAVRANIŞI 

XIX. yüzyıl son çeyreği dünyada genel arayış evresi olarak değerlendirilebilir. XX. yüzyılın hazırlık evresinin ipuçları, 1880lerden itibaren görülmeye başlandı. İnsanlığın bilimi yeniden keşfetmesinden (teknolojik buluşlar), “ben nereden geldim” soruları (Darvin söylemleri), sanayinin sorunları yanı sıra “dünya nereye gidiyor” tartışmaları entelektüellerin kafalarını meşgul etti. Bu meşguliyetlerin sonucu dünyanın gelecek rotası belirlendi. Marks`dan başlayarak gelişen fikri söylemler bir sonraki yüzyılın ideolojik eylemlerine dönüştü. Komünizmden başlıyarak faşizme, oradan kapitalizme kadar XX. yüzyılın etkin ideolojileri bu yüzyılda şekillendi. XIX. yüzyılın baskın düşüncesi olan sömürgecilik akımı 
da uluslararası güç dağılımını Orta Asya’da yeniden düzenledi. 

Yüzyılın sonuna yaklaşıldığında dünyada hâkim güçler İngiltere, Osmanlı, Rusya belli ölçüde Fransa ve Almanya idi. XX. yüzyılda iki devlet (İngiltere–Almanya) göreceli üstünlükleri devam ettireceklerinin sinyallerini verirken Osmanlı devleti rolünü tamamladı. Bu süreçte de Rusya’nın elbise değiştirerek ilerleyeceği anlaşıldı. Benzer durum kısa bir süre sonra 

Türklerde de görüldü. Onlarda yola Türkiye Cumhuriyeti olarak devam ettiler. Dünyanın küresel aktörlerindeki değişim Orta Asya’nın da kendi iç 
dinamiklerinde sürmekte olan arayış sancılarını artırdı. Bölgede değişim sinyallerinin tarihi 1917 idi. Bu tarih Orta Asya için bir kırılma noktasıydı. 

4. ORTA ASYA’DAKİ DEĞİŞİM RENKLERİNİ OKUMA 

Orta Asya’daki değişim Kafkasya’dan başlayarak Asya içlerine ulaştı. Türklerdeki değişimi tetikleyen hadise Osmanlı Devleti’ndeki gelişmelerdi. 

Orta Asya’daki değişim alanlarının temelinde “gelecek kaygısı” belirgin rol oynadı. Benzer bir tartışmayı II. Meşrutiyetle Osmanlı entelektüeli de 
yaşadı. Sonuçta Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık fikirleri çare olarak bulundu. Benzer görüşler Kafkasya’dan Orta Asya’ya da yayıldı. 

Milliyetçilik, İslamcılık, Batıcılık fikirleri bölgenin ana yöneliş kulvarları oldu. Bunlara sonradan komünizmde eklendi. Milliyetçilik söylemi bölgede 
Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı ile baskın rol aldı. Rusların 1938 yılına kadar bastırmakta zorlandığı Basmacılar hareketi Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesinde önemli rol oynadı. 1920 yıllarından itibaren “Türkistanlılar ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlardı. Sovyet Rusya’nın ve onların yerli sömürgelerinin Türkistanlıların kendi geleceklerini tayin için kararlı olduklarını kavrayıncaya kadar savaşmak kalan tek çözüm yolu komünist rejimine karşı kendilerini korumak hürriyet mücadelesinin gayesiydi.”4 

Ama Türkiye’dekine benzer sonuçları çıkaramadılar. Bununla beraber milli kimlik oluşumunun önemli evrelerinden geçirmiş oldu. İsmail Gaspıralı’nın benimsediği “dilde, fikirde, işte birlik” fikri uzun vadeli değişimleri de tetikledi. Dil konusu “…İsmail Gaspıralı’nın Pan-Türkizm diye adlandırılan Türk halklarının birliği fikriyle desteklendi. Balkanlardan Çin’e kadar bütün Türklerin anladığı ortak bir dil, bu amaca ulaşmanın ilk şartıydı.”5 Özellikle Gaspıralı’nın değişimin “insan yetiştirmekte” olduğu düşüncesi kendini Gaspıralı’nın eğitim ve okul modelinde gösterdi. Bu model bölgede derin izler bıraktı. Merdan Topçubaşı’dan 6 Resulzade’ye bölgenin önemli siyasi entelektüellerinin söylemlerinde milli kimliğin izleri görüldü. Bununla birlikte Enver Paşa ile birlikte bölgede silahlı milliyetçi söylem göreceli olarak başarılı olsa da sonuçta etkisiz kaldı. 

Baskın olan milliyetçilik söylemi bölgedeki Türk kimliğinin oturmasında etkili oldu. Milli kimlikle bağımsız devlet olma modeli Azerbaycan’la hayat buldu. “28 Mayıs 1918’de Azerbaycan Milli Konseyini oluşturarak yeni bir ulusun doğduğunu ilan ettiler.”7 Enver Paşa ile başlayan silahlı mücadeledeki “Turhan devleti”ni kurma fikri Orta Asya’da ciddi taraftar toplandı. 1938’e kadar sürecek olan “Basmacılar” hareketinin de esin kaynağı oldu. Bununla birlikte Sultan Galiyev faktörü dikkat çekicidir. 

Sultan Galiyev kendini “ateist” olarak tanımlar. Galiyev bölgedeki Müslüman cemaati tanımlamış fakat din unsurunu bir kenara bırakmıştır. 

Bir bakıma “Komünizmin” meşrulaştırdığı gibi ateist söylemlerin baskın olmasına zemin hazırladı.8 


Orta Asya’da XX. yüzyılın ilk yarısında etkin görüşler grafiği 

Arayışta milliyetçiliğin hâkim olmasının nedeni dünyada esen milliyetçilik rüzgarlarıydı. 1917 bölgedeki arayışların sonucunu belirledi. 

Rusya’nın kendi gelecek tartışmaları Bolşevik iktidarıyla sonuçlandı. Bolşeviklerle beraber XX. yüzyılda Rusya, Orta Asya’ya girdi. Rus halkının kendi arayışında komünizmi tercihi bölgenin kaderini de belirledi. Komünizme geçiş sürecinde “Rus milli kimliğindeki Ortodoksluğun reddi” sonuçta Rusya’nın dinle olan kavgası olarak Orta Asya’da da devam etti. Başka ifade ile din legallikten illegalliğe geçerken onun yerini ideoloji ve ateizm aldı. Ama bölgenin temel dinamiği olarak din, kendini halk içindeki canlılığını koruyarak devam ettirdi. 1930’da bölgeye bakıldığında Türkçülük ile komünizm arasında kalmış bir “Türkistan” fotoğrafı vardı. Rusya’nın 1917-1924 yılları arası, kendi kimliğini oturtma veya iktidar hesaplaşması olarak geçti. Lenin’in ölümü sonrasında Stalin’in SSCB’nin kaderini belirleyen güç olmasının etkileri bölgede de hissedildi. Stalin zamanında Ortodoks kilisesinin önemi hatırlandı. Kilise bunu fırsat olarak gördü. Kendine meşrutiyet alanı açarken aynı zamanda ateist yapının meşrutiyetini bir bakıma onayladı.9 1930lu yıllarda Rusya Kafkasya ve Orta Asya’ya geri döndü. Kafkasya’da Azerbaycan’ın bağımsızlığını kaybetmesi Rusya’nın SSCB kimliğiyle Orta Asya’ya acımasız bir şekilde döneceğini belli etti. Komünizm bir ideolojiden ziyade Rus sömürgeciliğinin Orta Asya’daki yeni 
yüzüydü. SSCB bölgede silahla hâkimiyetleri kurmaya çalıştı. Basmacılara karşı yapılan mücadelede karşılarındaki en büyük engel Türk milliyetçiliği idi. 

1938, bölgede kırılma tarihi olarak anılmaktaydı. Türkçülük fikri de kalıcı sonuçlar almaya başladığı sırada, bu düşünceyi savunan nesiller yok edildi. 1937-1938 tarihlerinde Azerbaycan’dan Kırgızistan’a kadar Orta Asya’daki Türk entelektüeller sistematik olarak katledildi. “1937 yılında GULAG sistemi (çalışma kampları) yeni bir döneme ayakbastı, iktidar acımasız bir şekilde kitlesel terörü başlattı. Sadece idam edilenlerin sayısındaki artış bile insanı şaşırtıyordu. 1936 yılında 1.118 idam cezası infaz edilirken, bu rakam 1937 yılında 353.074 olarak yükseliş kaydetti. 

   1 Temmuz 1937 ve 1 Nisan 1938 tarihleri arasında 800.000 civarında yeni mahkûm GULAG’ın çalışma kamplarına getirildi ve bu kamplardaki mahkûm sayısı 2.000.000’u aştı.”10 Artık belirgin güç olan Rusya, Orta Asya’da oyun kurucu idi. Arayış, bölgede dış çarpan Rusya’nın etkisiyle sonuçlandı. II. Dünya Savaşı’na girerken Rusya ve komünizm bölgedeki ana renkti. Kötü renkler Türk milliyetçiliği ve İslam’dı. Stalin, Kırgız yazar Aytmatov’un babasının da dâhil olduğu düşünen insanları ortadan kaldırdıktan sonra “Sovyet adam modeline” uygun nesiller üretme projesini hayata geçirdi. 

Stalin, komünizm renginin bölgede kalıcı olabilmesi için eski yapıya ait renkleri yok etmeden yeni bir sistemi kuramayacağının farkında idi. Köylü diye lanse edilen Asya toplumları şehirleştirme sürecine sokuldu. Yeni şehirler kuruldu. Şehirleşme, kültür doku değişikliğine paralel olarak ekonomik ve stratejik hamleler ekseninde Orta Asya’da değişim enstrümanı olarak kullanıldı. Sibirya demiryolu hattıyla bölgenin iç derinliklerine uzanıldı. Yeni kurulan şehirler ve nüfus dağılmaları ona göre şekillendirildi. Bir bakıma demiryolu Rusya’nın Orta Asya’daki gücünü belirleyen unsur oldu.11 

   Kırgızistan’ın başkenti Bişkek buna tipik örnektir. Eski güç merkezi olan Merv, Buhara, Semerkant, Taşkent gibi kentler etkisizleştirildi. 1939-1945 savaşı Orta Asya halklarının savaşı değildi. Bu olgu tersine döndürüldü. Saldırı SSCB milletine yapılmış gibi algılandırıldı. Bu ülkenin vatandaşlarına “Germenler hepimize saldırdı öyle ise hep birlikte memleketimizi korumalıyız” fikri verildi. Garip olan, Almanlar Moskova’dan öteye saldırmamışlardı. Savaş Rus milli kimliğinin Orta Asya’da benimsetilmesi için kullanıldı. Savaş ortak kader kavramını oluşturdu. Germenler ortak düşman fikrinin içini doldurdu. Ruslar ve Türkler, Sovyet idealleri için birlikte savaştılar(!). Bu da 1945 sonrası hayata geçirilen “Sovyet adamı” fikrinin alt yapısını şekillendirdi.“Sovyet adamı” Türkler arasında yeni bir model olarak lanse edildi. Rus dili Sovyetlerin kültür diline 
dönüştürüldü. Kiril alfabesi entelektüelin alfabesi oldu.12 Rusça konuşan “Komünist Türk” tiplemesinin de Türklük ve İslamcılık rengi yok edilerek 
onun yerine ateist Türk modeli oluşturuldu. Orta Asya halklarına İslam yerine ateist kültür din olarak lanse edildi. Rusya bölgede artık tartışılmaz bir güçtü. Bununla birlikte, Sovyet millet kompozisyonu ve parti yapılanmasında “Orta Asyalılar ve Avrupa’daki diğer milletler çok az sayıda temsil edilmekteydi.”13 Bu süreçte SSCB kendi renklerini ana renklerle değiştirmeye muvaffak oldular. Ateist komünist Sovyet adam modeli göreceli üstünlük sağlasa da bölgenin temel renkleri olan İslam ve Türklük varlıklarını hep devam ettirdi. “Türklük” üst kimliğinin alt kimlik haline dönüştürüldüğü yapıda Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen ve Azeri renkleri üst kimliğe çıkarıldı. Kafalardaki dost ve düşman kavramları yeniden yorumlandı. “Dost” Ruslar, medeniyet getiren elit kavimdi. “Düşmanlar” ise Türkler, İslam ve Batılılar idi. Harmanlama tekniğiyle ekonomik olarak Türk toplulukları birbirine bağımlı hale getirildiler. Ekonomide para yerine “ takas sistemi” kullanıldı. Ticaretle bağlılık ve bağımlılık sağlandı. 

SSCB modelini ilk sarsanlar, kiliseleri için mücadele eden Polonyalılar oldu. Doğu Avrupa’daki Polonya’nın rolünü Asya’da “Afganlar” oynadı. 

Polonya’nın dini için mücadelesi Varşova Paktı’nın tabana ulaşmasını engelleyen faktördü. SSCB’yi parçalayan olayların 1980’li yıllarda Polonya’da başlamasına paralel olarak da Orta Asya’da Afganistan’daki SSCB karşıtı mücadelenin birbirini tamamlaması tesadüf değildi. 

Sonuçta, Mikhail Gorbachev XXI. yüzyılda Rusların bir devlet olarak var olamayacağını gördü. Yaptığı şey parçalanmış SSCB elbisesinden kurtulmaktı. “Yeniden yapılanma ve açıklık politikaları” bir bakıma Rus milletinin kurtuluş reçeteleri belki de son şansı idi 14. 

5. XXI. YÜZYILDA ARAYIŞ VE MUHTEMEL SONUÇLARI 

XXI. yüzyılın geliş sinyalleri, gerek bölge gerekse dünya açısından Gorbachev ’un SSCB Genel Sekreterliği’ne gelmesiyle başladı. 
Bir başka ifadeyle Gorbachev’un iktidarı Soğuk Savaş’ın sonuna doğru gidiş hamlesi idi. 

Gorbachev, Rus tarihini doğru okuyan biriydi. “Açıklık politikası” bir bakıma Lenin’le beraber başlayan XX. yüzyıl SSCB görüntüsü “Sovyet adam” modelinin iflasının dünyaya ilan edilmesiydi. Rusların klasik tarihi gelişim çizgisinde olan Üçüncü Roma eksenli ilerleme süreci SSCB dönemi ile bir bakıma “ara döneme” girdi. 1945 sonrası dünyanın etkin gücü olsa da, ki 1945-1955 arası, ABD ile girilen silahlanma ve uzay yarışında havlu atan taraf Ruslar oldu. Stalin’in kötü bir kopyası olan Brejnev döneminde rejimi canlandırma hamleleri ve birbiri ardına yapılan yanlış hareketler, SSCB için beklenen sonu getirdi. 

SSCB modelinin temelindeki hata Üçüncü Roma’nın eksikliğiydi. Bir adım daha ileri gidersek dinin reddedilmesiydi. Ruslar 1945 sonrası Almanya’nın oluşturduğu boşluğu Doğu Avrupa’ya girerek dolduruldular. Fakat Varşova Paktı’nda ideolojik birliktelik fikrini sağlayamadılar. Varşova’da başlayan Katolik mücadelesi, Macarların milliyetçilik ayaklanması, SSCB tanklarıyla etkisizleştiril di. Ama güç her şey değildi. 

Orta Asya’da Afganistan hamlesini yanlış okumaları ağır sonuçlar doğurdu. Afganistan stratejik nokta olarak klasik “sıcak denizlere” inmede doğru 
hamle olarak görüldü ise de, ülkenin coğrafi ve siyasi yapısı itibariyle dış güçler için tam bir kâbus olduğu sonradan anlaşıldı. Afganistan’la birlikte İran’da başlayan İslami çıkışlı siyasi dalgalanma Orta Asya’nın güçlü rengi “İslam’ın” canlanmasını tetikledi. Yalnız İran’daki hareket zamanla “Şii milliyetçiliğine” dönüştü. Bölgede Şii tabanın azlığı bir müddet sonra ibrenin Sünni İslam yapısına da sahip Afgan hareketini dönmesine zemin hazırladı. 1979 tarihindeki bu olaylara paralel olarak Pakistan’daki Ziya-ül Hakk’ın Sünni İslam söylemleri dinin bölgedeki etkinliğini kalıcı hale getirdi. 

Afganistan’ın işgali için bölgeye gönderilen Rus askerlerin içindeki Özbek, Kırgız gibi Türk ve Müslüman unsurlar Ruslar için ileride ciddi tehdit olacaktı. Mücahitler tarafından savaşta esir alınan Türk orijinli askerler Sünni İslam’ın Orta Asya’ya tekrar girişine zemin hazırladılar. Bu süreç ileriki yıllarda Fergana Vadisi olaylarının da temelini atacaktı. SSCB modelinden bir an önce kurtulma fikri hayata geçirildi. Mikhail Gorbachev “pandoranın kutusunu” açtı. Olaylar zamanla kontrolden çıkarak beklenmeyen sonuçları doğurdu. Gorbachev sonrası Yeltsin, akabinde de Putin’in birinci dönemine kadar SSCB önce Bağımsız Devletler Topluluğuna sonra Rusya Federasyonuna dönerek ciddi bir sarsıntı yaşadı. 

Bu süreçte kontrolden çıkan araba görüntüsünde olan Rusya, Putin’le kontrolü tekrar eline aldı. Şimdi yeni rota ne olacak sorusu sadece Rusya’nın 
değil Orta Asya’daki tüm toplumların da ana gündemini oluşturdu. 

6. ARAYIŞ SÜRECİNDE DEVLET OLGUSU 

1989 sonrasında Doğu Blok’unun yıkılmasıyla birlikte sadece Orta Asya’da değil tüm dünyada bir arayış süreci başladı. Bu süreci “tarihsel modelleme ve sosyal gen” formülüyle okuyup muhtemel sonuçları üzerine bazı öngörülerde bulunalım. Günümüzdeki ne benzer bir tablo 1890-1917 yılları arasında da yaşandı. O zamanki arayış üç ana kulvar ekseninde seyretti. Bunlar din, milliyetçilik (İslam, Türk) ve Batıcılık idi. Hesapta olmayan komünizmdi. XX. yüzyılın başlarında arayış alanları bu üç kulvar arasında geçerken komünizm sonucu belirledi. Hareket özellikle Stalin ile beraber “ zorba güç” veya baskın aktör rolünü oynamışsa da Rusya tarihi arka planına uygun olmadığı için bu yüzyılda kalıcı olamadı. 1989 sonrasında, Orta Asya tekrar 2000li yılların başına döndü. 

Bölge aramalar sürecine girerken yine üç öğenin etrafında gezinmeye başladı. İslamiyet İran–Afganistan hattında “siyasal İslam” olarak tanımlanırken, Milliyetçilikte kimilerine göre “etnik milliyetçilik” olarak görüldü. Eskinin batılılaşması şu anda küreselleşme oldu. Ama bölgedeki yansıması “Amerikan Emperyalizmi” olarak karşımıza çıktı. 


Orta Asya Komünist Yapı, Türk İslam XXI. yüzyıldaki Orta Asya Aktör Hareketliliği. 

Bu kulvarların bölge üzerindeki etkilerine gelince; komünizmin bölgede uygulanışına baktığımız zaman Rus sömürgeciliğini görürüz. Yapının bölge 
üzerindeki etkileri hala sürüyor. Geçiş döneminde de bunun olması normaldir. “SSCB adamı modeli” 1945 sonrası ortaya çıkan modeldi. O zaman doğanlar bugünkü Türk Cumhuriyetlerin başında olan bürokratik elitlerdir. Türk kimliği parçalanıp Kırgız, Özbek diye alt kimlikler ortaya çıkarılmıştı. Alt kimliklerin birbirleriyle ekonomik geçişkenliği artırılmış olmasına rağmen siyasi olarak birbirilerine benzer ama birbirilerinden ayrı topluluklar, ayrı devletler oluşturuldu. Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ayrı ülkeler olarak değerlendirildi. Ekonomide uygulanan “takas sistemi”nde karlı çıkan Ruslar oldu. Ekonomik düzene uygun siyasi yapı kurulurken devlet-toplum-parti sisteminde devlet veya topluma yapılan hizmet değil partiye yapılan hizmet ve sadakat esas alındı. Nitekim bunu Cengiz Aytmatov “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adlı eserindeki mahkumla onu mahkemeye götüren yargıcın hikayesini anlatırken yargıcın suçluyu suçlamasının adaleti yerine getirmek için değil, kendi terfisi ve sistemin kutsallaştırılması olduğunu anlattığı eserinde “ ..güçlü bir iktidarı kötülemek bireylerin çıkarlarını devlet çıkarlarından üstün tutmak, kokuşmuş burjuva bireyciliğine sempati duymak ve genel kolektifçiliği eleştirmekti…bu ise sosyalizme karşı olmak demekti. Oysa sosyalist ilkelere sosyalist çıkarlara karşı gelenlerin en ağır cezalara çarpıtıldıklarını herkes bilirdi.”15 

Komünist sistem devlet ve adalete bağlı toplum değil rejime, Stalin’e bağlı nesiller üretti. Halkın hayat kalitesini artıran yönetici tipi değil, rejime sadık idarici tipi ortaya çıktı. “Sovyet İnsanı sonunda aldatılana (deceptive man) dönüşmüştür. Bunun sonucu topluma yaygın bir yolsuzluk olarak tezahür etmiştir. Sistem bütünüyle bir aldatylan köleler ve aldatan efendilerden ibaret haline gelmi.tir.”16 Halka değil rejime bağlı bürokrat tiplemesi karşımıza çıktı. Bürokrat temelde egemenliği, hükümranlığı eline aldı. “..Sovyet uygulaması kurumsal hakları ezdi... sivil toplumun ortadan kaldırılması (başka bir ifadeyle bürokrasinin parçası yapılması) ve demokratik hakların ezilmesi sadece bürokrasiyi özgür bırakmadı, aynı zamanda tiranlığın da ortaya çıkmasına kolaylık sağladı”.17 Bu yapı, 1989 sonrasında da devam etti. Rejim yıkıldıktan sonra bölgedeki iktidar sahipleri bu hazır alt yapıyı kullandılar. 

Yeni yapı kalıcı mıdır? sorusunun cevabı açıktır; Hayır. XXI. yüzyıl yönetim algılamaları açısından bunun doğru bir sonuç olmadığını Türkistan’daki herkes bilmektedir. Genelde eski Komünist parti sekreterleri şimdinin tek adam tiplemelerine döndü. Ömür boyu cumhurbaşkanı seçilmek (Özbekistan, Kerimov örneği) veya öldükten sonra oğlunu iktidara taşıma yolu (Azerbaycan’da Aliyev hanedanı) gibi uygulamalar geçici yöntemlerdir. Bunlar tamamen geçiş dönemi uygulamaları olup kalıcı modeller olamazlar. Bu tarihi realiteye de aykırıdır. Onun farkında olan şu anki rejimler giderek demokrasiden uzaklaşıp diktatörce davranışlar içine girmektedir. Süreç, 2020’lere kadar devam edecektir. Şu anki davranış kalıbı Soğuk Savaş modelidir. Biliyoruz ki her yüzyıl kendine özgü modeller üretir. Bu yüzyılda dünyada devletlerin yerine sivil inisiyatifler alacak tır. Orta Asya’da da bunu söylemek için vakit henüz erkendir. Tek adam yönetimlerinden çoğulcu yapıya yani demokratik topluma doğru gidişatın 
ilerleyen senelerde hızlanacağı görülmektedir. Brzezinski, 1989’da Komünist rejim sonrası Rusya’yı anlatırken “..çoğulcu toplumların inkişaf etmesidir...”18 diyerek gelişim çizgisini vurgulamıştı. Yalnız yapının oluşum sürecini beklemek gerekir. Demokrasi getirmek adına yapılan dış müdahale ise halkın demokrasi algılamalarını bozmaktadır. (Soros devrimleri). Bu da mevcut yönetimler tarafından demokrasinin değil şu anki yapının doğru olduğu fikrinin halka iletilmesine zemin hazırladı. Sovyet adamı modelinin bürokratik algılamaları rejime uygun bürokrat tipi üretti. Rejimlerin yıkılmasından sonra bürokrat sınıf kendi geleceğini düşünmeye başladı. Bürokrat aldığı maaşla geçinemeyince günümüzde tüm coğrafyanın en büyük sorunu olan yolsuzluk ve rüşveti meşrulaştı. Bölgede az gelire karşılık çok gideri olan bürokrat tiplemesi çoğalmaya başladı. Sokakların ilkel görüntüsüne karşılık trafikteki son model arabalar ülkelerdeki çarpıklığın en iyi göstergesiydi. Yolsuzluk yoksulluğu tetikledi. Unutulmamalı ki, yoksulluk toplumdaki değişimleri başlatan ana unsurlardan biridir. 

Komünizm renginin bu yüzyılda Orta Asya gündeminde olmayacağı gerçeğini görmek gerekir. Bölge şu anda artık komünizmin yan tesirlerini yaşamaktadır. 


7. DİN VE MİLLİ KİMLİK ALGILAMALARI 

Orta Asya’da etkin din olarak İslamiyet çıkar. İslamiyet dışında Kazaklarda Ortodoksluğu, 1989 sonrasında da yoğun olarak Katolik ve Protestan 
misyonerlerle Hıristiyanlığı Orta Asya’da görmekteyiz. Din, ateizm sürecinde Orta Asya’daki toplumların ruh dünyalarından çıkarmak için çok uğraşılmış ise de başarılı olunamamıştır. Sokakta-resmi dairelerde dinin izleri silinse de din bölge halklarının iç dünyasında varlığını sürdürdü. 

Günümüzdeki bölgenin din resmine baktığımızda karşımıza çıkan görüntü “İslam’ın, Orta Asya’nın ulusal kimliğinin ana kaynaklarından biri ve diğer İslam ülkeleriyle ilişkilerini kolaylaştıran bir unsur olduğudur.”19 XIX. yüzyılın fotoğrafından farklıdır. Bugünkü resimde İslamiyet ana çarpandır. İslamiyet’i bölgede iki boyutla incelemek gerekir. İlk olarak inanç ekseninde, ikincisi de siyasal yapı çerçevesinde bakılmalıdır. İnanç ekseninde bölgenin dini arka planına baktığımızda karşımıza çıkan etkin alan Özbekistan’dır. Buhara, Semerkant, Taşkent ve Merv bölgeleri İslam tarihi açısından da tartışılmaz yerlerdi. Türk-İslam rengi şekillendiren Hoca Ahmet Yeseviler, Mevlanalar, Nakşibendiler gibi önemli İslami şahsiyetlerin doğum yerleri buralardır. Bir başka ifade ile Turkuvazla Yeşilin20 yoğrulduğu bu belde SSCB döneminde de İslamiyet açısından önemli bir yerdi. Özbekistan, Orta Asya’nın dini omurgası hükümdedir. 1979 yılı, yukarıda söylendiği gibi İslamiyet’in bölgeye dönüş yılıdır. İran’da Humeyni’nin liderliğindeki İran İslam devrimi, Afganistan’daki Rus işgali, ona karşı başlatılan Sünni İslam Mücahit hareketi, Rus askeri kimliğinin altında bölgeye giden Türk askerlerine Müslümanlığı yeniden tanımaları fırsatını verdi. Bir bakıma İslamiyet evlere geri döndü. İslamiyet halkın ateizm sonrası inanç boşluğunu da dolduran unsurdur. Öyle ki 1989 sonrası açılan camiler, Kuran öğrenen insanlardaki artış İslamiyet’in bölge hayatına geri döndüğünü 
göstermektedir. İslamiyet özellikle taşrada hayatın içinde durmaktaydı. 

Şehirlerde ise varlığını yeni yeni göstermeye başladı. İslamiyet günümüzde 
tekrar bölgeye İranlılar, Türkler ve Suudi Arabistanlılar eliyle girdi. İranlılar ağırlıklı olarak Azerbaycan, Türkmenistan bir kısmı da Tacikistan üzerinden 
Mollalar vasıtasıyla hamlelerini yaptılar. Suudi Arabistanlılar ise Vahhabi yaklaşımı tarzıyla çalışmalarını gezici misyonerler vasıtasıyla yaptılar. 

(Günümüzde Kırgızistan gibi ülkelerde genç gruplar taşradaki yerleşim yerlerine giderek insanları namaza gelmeleri ve kuran okumaları konusunda kapı kapı dolaşıp yeni Müslüman olanlara törenler yapmaktadırlar.) Bunlar yanında, Türkler bölgede daha ılımlı bir model kullanıyor. İslamiyet’i tebliğ yöntemiyle değil temsil yöntemiyle yaptıkları faaliyetlerde bulunuyorlar. Türkiye merkezli çalışmalar bölgede eğitim ve ticari yapılarda kendini gösteriyor. 

Bunların yanında, İslamiyet dışındaki dinlerden Hıristiyanlığın yoğun çalışmaları göze çarpıyor. ABD orijinli misyoner grupları STK olarak bölgede bulunmaktadır. Sadece günümüzde Kırgızistan’da 2500 kurum çalışıyor. İngilizce lisan kursları, ABD üniversiteleri ve okulları bölgede bu amaca yönelik hamleler yapmaktadır lar. Amerikalıların faaliyetleri taşrada yoğunlaşıyor. Buna karşılık, Kırgızistan gibi ülkeler de misyonerlerin çalışmalarını yasaklama yoluna gidiyorlar. Belli bölgeler de, İslamiyet’in savunulmasına destek veriliyor. Dinin, gelecek senaryolarında bölgede orta ve uzun vadede belirgin bir aktör olacağı ortadadır. İslam Kerimov sonrası Özbekistan bölgenin dinsel gelişimine geçmişte olduğu gibi merkezi 
olacaktır. ABD Bush hükümetleri zamanında devlet politikası yapılan “İslami terör” (!) söylemleriyle Afganistan’a yüklenilmesi bölgedeki İslami gelişmeleri askeri yöntemlerle kontrol altına alma hamleleri olarak değerlendirilmektedir. İslamiyet’in bölgedeki etkinliği ABD değil Putin eksenli Rusya’ya da tesir etmektedir. Özbekistan’daki Kerimov yönetimine İslamiyet’i kontrol görevini veren Rusya’dır. A. Dugin’in “Avrasyacılık” tezindeki Ortodoksluğun Kazakistan hattıyla bölgeye sokulması da ileriye yönelik bir hamle olarak görülmektedir. 

Din çerçevesinden geleceğe baktığımızda Türkistan’daki din, İslamiyet, Orta Asya’nın geçmişinde olduğu gibi geleceğinde de olacaktır. 

Türkçülük ve Turancılık fikirlerinin bölgenin geleceğine etkisi nedir sorusu, önümüzdeki yıllarda sık sorulacak bir sorudur. Bu söylemler, XX. yüzyılın başlarında da bölgede en çok taraftar toplayan düşünceydi. İsmail Gaspıralı’dan Enver Paşa’ya, Basmacılar hareketinin öncülerine kadar, Türkçülük bölgenin ana renklerinden biri olduğunu bize gösterdi. 

SSCB’yi en çok zorlayan Türkçülük hareketi idi. 1938 yılındaki Basmacılar hareketini sonuçlandırılan ve Türkistan adının Orta Asya’ya dönüştürme mücadelesinde göreceli olarak kazanan Ruslardı. Fakat 1989 sonrası coğrafyada Türk rengi tekrar çıkmaya başladı. Nitekim, Dugin “Rus jeopolitiği” kitabından Turan ve Türklüğü bölgede güçlenen düşman olarak tanımlar.21 Yüzyıl geçişlerin de sosyal genlerin etkinliği gerek dini gerekse milli kimlikte bir kez daha görülmektedir. 

Geçiş dönemlerinde milli kimliğe dönmek etnik milliyetçilik değildir. Bu doğal bir süreçtir. Bölgedeki Türk kimliği gitmediği için geri dönmesi söz konusu değildir. Buradaki temel sorun Türk üstün kimliğinin dönüşüdür. Stalin zamanında uygulanan politikalar sonucunda Türk üst kimliği yırtılmıştır. Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen alt kimlikleri üst kimlik olarak ortaya çıkarıldı. 


Orta Asya Türk Kimliğindeki Oynamalar Grafiği 

Ruslar, Türk üst kimliğini özellikle dil ve eğitim programlarıyla okullarda yıktılar. Önce entelektüel kesime öğretilen Rusça sonra tabana yaygınlaştırıldı. Bu işlem yapılırken Türkçe’nin entelektüel dili olmadığı, dağlı, bayağı bir dil olduğu fikri kitlelere verildi. XX. yüzyıl başlarında Arap alfabesini kullanan Türkler bu sayede dinle ve İslam dünyasıyla birlikte olurken bu tarihlerden itibaren Kiril alfabesine geçilerek dil birlikteliği yok edildi. Günümüzde bile Rusça kültür dili olarak bölgede kabul görmektedir. Avrupa’nın köylü toplumu olan Ruslar Asya’da şehirli kültürlü millet olarak lanse edildi. Nihayetinde 1989 sonrasında da “Türkçe konuşan devlet adamları toplantısında” Rusça konuşan siyasetçiler görmek anormal olmasa gerektir. Günümüzde dil, din ve millet olma süreci Türk topluluklarında başladı. Sefer Murat Türkmenbaşı kaleme aldığı “Ruhname”de şöyle der; 

“Atamız Oğuz han Türkmen Halkının nesilbaşı Türkmen halkının atası..”dır.22 

Bölgenin Türklüğe geçişini kısa vadede beklemek zordur. Bunun yanında Rusça’nın varlığının resmi ve gayr-i resmi devam ettiği gerçeğinden 
hareketle, küreselleşme çerçevesinde İngilizce de bölgede var olmaya çabalamaktadır. Tüm bunlara rağmen geçiş döneminde Türkçe’nin, Rusça ve 
İngilizce ile paralel olarak uzun vadede etkinliğinin artıracağı gözlenmektedir. Ayrıca Türk kimliğinin tekrar baskın kimlik olacağı ortadadır. 

   Küreselleşme gelecek Orta Asya toplumlarının tercih edeceği bir olgu olur mu sorusunun cevabını XIX. yüzyılın batılılaşmasında görmek mümkündür. Batılılaşma bölgede zorla tutunmuştur. Bu noktadan hareketle küreselleşmeyi hafife almamak lazımdır. XIX. yüzyılda İngilizlerin eliyle oryantalizm bağlamında geliştirilen tezler İngiliz sömürgeciliğini yaydı. Günümüzde de benzer tartışma devam etmektedir. Orta Asya’da küreselleşme Amerikan emperyalizmini yayan unsur olarak algılanmaktadır. ABD’nin bölgeye 1989 sonrası yavaş yavaş girme hamleleri, 11 Eylül 2001 tarihinde itibaren ise de Afganistan’ın işgaliyle belirgin olarak kendini göstermesi bu görüşü desteklemektedir. ABD’nin, Bush hükümetleri zamanında Asya’da var olacağını Afganistan işgalleriyle eş zamanlı olan Soros devrimleriyle belirginleştirmiştir. Ayrıca, Kırgızistan’da ve Özbekistan ’da elde edilen üslerle ABD, bölgede askeri hamleler yoluna devam edeceği sinyalini verdi. Daha sonra ABD üniversiteleri, misyonerler, medya ile küreselleşme çizgisi bölge tabanına inmeye çalıştı. Rusya’da Yeltsin ve Putin’in birinci iktidar dönemlerinde oluşan boşluk ABD tarafından doldurulmaya çalışıldı. Ama Putinli Rusya’nın bölgeyi kolay kolay bırakmayacağı da ortadadır.23 

  Nitekim bunun somut göstergesi Özbekistan’da oluşan ABD karşıtlığı ve en son olarak da Kırgızistan’daki ABD askeri üssünün meclis tarafından kapatılması, Orta Asya’ya Rusya’nın tekrar geri dönüşü olarak yorumlanabilir. Diğer taraftan, Obama yönetiminin Irak’tan asker çekişini takvime bağlamasına rağmen Afganistan’da tam tersine asker sayısının arttırması, Kırgızistan’da kaybettiği üssün yerine bölgede yeni arayışları Orta Asya’daki yarışta orta vadede ABD’nin sahneyi terk etmeyeceğini gösteriyor. Şu unutulmamalıdır: Küreselleşme ABD emperyalizmi şeklinde gelişirse, orta vadede etkinliğini yitirecektir. 

Kısa vadede küreselleşmenin etkisinin güçlü olacağı ortadadır. Uzun vadede ise XX. Yüzyılın da komünizmin yaptığı sürprizi yapması ihtimal dâhilindedir. 

SONUÇ 

Mekan dünyada değişmeyen unsurdur. Değişen, mekanların üstündeki renklerdir. Bazı renkler mekanların ana rengidir. Ana renkler mekanların 
taşlarında, ruhlarında vardır. Mekanlardaki ana renkleri anlamak tarihin görevidir. Tarihi stratejiyle buluşturduğunuzda mekana gelecek renkleri 
tahmin etmek kolaylaşacaktır. Orta Asya mekanına baktığımızda din olarak İslam, millet olarak da Türk rengi göze çarpar. Bu renkler bize bölgenin 
sosyal gen rengini işaret eder. Şunu bilmekteyiz ki nasıl gözümüzün rengi, saç rengimizi biz değil fiziki genlerimiz belirliyorsa sosyal genimiz de sosyal geleceğimizi belirler. Yüzyılların geçiş dönemlerindeki arayışlarda sonucu hep temel renkler belirlemiştir. Bunların yanında XX. yüzyılda SSCB örneğinde olduğu gibi dış unsur baskın olarak ortaya çıkabilir. Ama bu durumda kalıcı olabilir mi sorusunu sorduğumuzda yine SSCB örneğiyle cevap verdiğimizde hayırdır. Günümüzde, Rusya’nın bölgede varolma mücadelesinin altında yatan neden budur. Bunu tarihsel modelleme yöntemiyle sorguladığımızda, içselleştirilmeyen düşünceler bölgelerde uzun süre kalıcı olamaz. Silah ve para gücü geçici güçlerdir. Medeniyetler ve onları oluşturan din ve milletler güçlü aktörlerdir. Sonucu onlar belirler. Kısaca, geçmiş geleceği belirlediği için önemlidir. 

KAYNAKÇA 

Aslanova, Sevinç. Kutsal Sinodtan Rus Ortodoks Kilisesine. İstanbul: 2006. 
Aytmatov, Cengiz. Cengizhan’a Küsen Bulut. Çeviren Refik Özdek. İstanbul: 2007. 
Benningson, Alexandre A. ve S.Enders Wimbush. Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Komünizm. İstanbul: 1995. 
Brzezinski, Zbigniew. Büyük Çöküş. Çeviren Gül Keskil, Gülsev Pakkan. Ankara: 1994. 
Dugin, Aleksandr. Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım. Tercüme eden Vügar İmanov. İstanbul: 2003. 
Günay, Bekir. Avrupa’dan Asya’ya Sorunlu Türk Bölgeleri. İstanbul: 2005. 
Harmstone, Teresa Rakowska. “Ethnicity in the Soviet Union.” Annals of the American Academy of Political and Social Science, Ethnic Conflict in the 
World Today 433 (1977): 73-87. 
Hayit, Baymirza. Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi Türkistan Türklüğünün Milli Mücadelesi. İstanbul: 2006. 
Hooson, David J.M. “A new Soviet Heartland?” The Geographical Journal Vol 128 No 1 (1962): 19-29. 
İmanov, Vügar. Ali Merdan Topçubaşı (1865-1934). İstanbul: 2003. 
Jones, Stephen B.“Siyasi Dünya Görüşleri.” Çeviren Behiç Hazer. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cily 10 Sayı 4: 168-177. 
Karpat, Kemal H. Türkiye ve Orta Asya. Çeviren Hakan Gür. Ankara: 2003. 
Khairmukhanmedov, Nurbek. “Stalin Dönemindeki Siyasi Muhalifleri Tasfiye Uygulamaları ve Çalıştırma Kampları.” Bilig 41(Bahar 2007): 155-174. 
Mikail, Elnur Hasan. KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya. İstanbul: 2008. 
Onay, Yaşar. Batıya Direnen Devlet Rusya. İstanbul: 2007. 
Özsoy, İsmail. “Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihi ve Evrensel Dersler.” Bilig 39 (Güz 2006): 163-194. 
Pares, Bernard. “Religion in Russia.” Foreign Affairs Vol 21 Issue 4 (1943): 635-643. 
Sander, Oral. “Sovyet Birliği Komünist Partisinin Sosyal Kompozisyonu.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 21 Sayı 1: 193-207. 
Türkmenbaşy, Saparmyrat. Ruhnama. Aşgabat: 2001. 
Swietochowski, Tadeusz.“1920 öncesinde Rus Azerbaycanında Milli Kimliğin Yükselişi ve Edebi Dil Politikası.” Ankara Üniversitesi Dil 
Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 22 Sayı 34: 175-182. 
Swietochowski, Tadeusz. Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı 1905-1920. Çeviren Nuray Mert. Istanbul: 1988. 
Tellal, Erel. “Mirsaid Sultan Galiyev.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 56 Sayı 1: 105-133. 
Walters, Philip. “The Russian Orthodox Church and the Soviet State.” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 433(1986): 135-145. 
Yılmaz, S. Harun. Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve Bürokrasi. İstanbul: 2006.



DİPNOTLAR;

1 Stephen B. Jones, “Siyasi Dünya Görüşleri,” çev. Behiç Hazer Ankara Üniversitesi 
   Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 10 Sayı 4: 175. 
2 Ortodoks kilisesi hakkında bakınız, Sevinç Aslanova, Kutsal Sinodtan Rus Ortodoks Kilisesine (İstanbul: 2006). 
3 Bernard Pares, “Religion in Russia,” Foreign Affairs Vol 21 Issue 4 (1943): 637. 
4 Baymirza Hayit, Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi Türkistan Türklüğünün Milli Mücadelesi (İstanbul: 2006), 238. 
5 Tadeusz Swietochowski, “1920 öncesinde Rus Azerbaycanında Milli Kimliğin Yükselişi ve Edebi Dil Politikası,” 
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 22 Sayı 34: 178. 
6 Bakınız, Vügar İmanov, Ali Merdan Topçubaşı (1865-1934) (İstanbul: 2003). 
7 Tadeusz Swietochowski, Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı 1905-1920, çev. Nuray Mert (Istanbul: 1988), 177. 
8 Erel Tellal, “Mirsaid Sultan Galiyev,” Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 56 Sayı 1: 111; ayrıca bakınız, 
   Alexandre A. Benningson, S.Enders Wimbush, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Komünizm (İstanbul: 1995). 
9 Philip Walters, “The Russian Orthodox Church and the Soviet State,” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
   Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 483(1986): 140. 
10 Nurbek Khairmukhanmedov, “Stalin Dönemindeki Siyasi Muhalifleri Tasfiye Uygulamaları ve Çalıştırma Kampları,” Bilig 41(Bahar 2007): 163. 
11 David J.M. Hooson, “A new Soviet Heartland?” The Geographical Journal Vol 128 No 1 (1962): 25. 
12Teresa Rakowska, Harmstone, “Ethnicity in the Soviet Union,” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
    Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 433 (1977): 80. 
13 Oral Sander, “Sovyet Birliği Komünist Partisinin Sosyal Kompozisyonu,” Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 21Sayı 1: 205. 
14 Yaşar Onay, Batıya Direnen Devlet Rusya (İstanbul: 2007), 234. 
15 Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut, çev. Refık Özdek (İstanbul: 2007), 88. 
16 İsmail Özsoy, “Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihi ve Evrensel Dersler,” Bilig 39 (Güz 2006): 173. 
17 S.Harun Yılmaz, Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve Bürokrasi (İstanbul: 2006), 349. 
18 Zbigniew Brzezinski, Büyük Çöküş, çev. Gül Keskil, Gülsev Pakkan (Ankara: 1994), 281. 
19 Kemal H.Karpat, Türkiye ve Orta Asya, çev. Hakan Gür (Ankara: 2003), 276. 
20 Bekir Günay, Avrupa’dan Asya’ya Sorunlu Türk Bölgeleri (İstanbul: 2005), 29. 
21 Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım, ter. Vügar İmanov (İstanbul: 2003), 184. 
22 Saparmyrat Türkmenbaşy, Ruhnama (Aşgabat: 2001), 43. 
23 Elnur Hasan Mikail, KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya (İstanbul: 2008), 234. 



***

23 Ocak 2020 Perşembe

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 2

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 2



Naziler,Yahudi, Rudolph J. Rummel, soykırım, din, milli, ekonomi, Afrika, köle ticareti, Kızılderililer, Hiroşima, Atom Bombası, 


FRANSIZLAR 

Fransızlar , 1954 yılından başlayarak , sayılamayacak kadar  çok  sayıda  insanı  işkenceden  geçirdiler. 

İşkenceden geçirilenlerin bir çoğu , yapılan özel işkence uygulamaları  sırasında  öldü  yada  sakat  kaldı.

Öldürülenler arasında FLN’in en önemli ve efsane liderlerinden Ben M’hidi de  vardı.

1957 yılında , Fransızların 10. Paraşüt tümenine kumanda eden , General  Jacques Massu ve onun yardımcısı ve Cezayir’deki  Fransız istihbaratının başında bulunan General Paul Aussa – resses , Fransız gazetesi Le Monde ‘a verdikleri mülakatta ,  Cezayirdeki savaşta kayıp diye nitelenen 3,000 kişinin  esasında  idam  edildiklerini  anlattılar.

1957 yılında işkence ve bu tip öldürme olaylarının , Fransa’nın savaçtaki politikasının bir parçası olduğunu belirttiler.

Ayrıca  Aussares  kendi elleriyle ve özellikle katlettiği 24 FLN üyesine ilişkin gazeteye verdiği  cevapta “ hiçbir pişmanlık duymuyorum “ diyebildi.

Çünkü kendisini yargılamanın Fransa’yı ve savaşlarda yaptıklarını yargılamak  olduğunu ve böyle bir şeyin  , Fransız makamları tarafından yapılamayacağını  biliyordu.

Yani , generallerin  yaptıkları soykırımcı  motifi olan işkence   uygulaması ,  Fransa’nın onayıyla yapılmıştı.

Cezayir  ulusalcılarıyla savaşta , bugünkü Irkçı Ulusal Cephe  Partisinin lideri ve o zamanın gizli servis subaylarından Jean Marie Le Pen de Cezayirli sivillerin katledilmesi süreçlerinden   olan   işkence   seanslarında   bizzat   yer   aldı.


Fransa’nın günlük Le Monde gazetesinde dört işkence mağduruyla   yapılan   mülakatta , işkenceye  uğrayan Mohammed Abdellaoui , 1957 yılında , Le Pen ‘in  vücuduna  elektriği  bizzat verdiğini   ve   mahkumların   üzerine  oturarak  zevkle  çeşmeden su   içtiğini   belirtiyordu.

Konuyu derinlemesine araştıran Alistair Horne , Fransızların  savaş  sırasında  insanları yok etmek için yaptıkları  bu  sistemli işkence  uygulamasının “ savaş suçu “ sayılması   gerektiğini belirtiyordu. 

Fransızların  Cezayir’deki işkence uygulamalarına karşı tavır   alanlardan   ünlü filozof Jean – Paul Sartre ise , 1958 de işkencenin   sadece  Fransızlar  tarafından  uygulanan  bir  yöntem değil , aynı zamanda dünyada  ne  kadar  yaygın  olduğunu  şöyle açıklıyordu :

“ İşkence ne sivillere , ne askerlere ne de özel olarak Fransızlara  aittir , bu  öyle bir  şeydir ki  tüm  yerleşim bölgelerini saran  bir  veba  gibidir. “ diyordu

Fransızların Cezayirdeki işkencelerine ve onun insan üzerindeki dayanılmaz sonuçlarına karşı mücadele eden Martinique’li   psikiatrist   Franz   Fanon   gibi Alistair  Horne ‘da A Savage  War  of  Peace  , Algeria  1954 – 1962 ( 1977 , 1985 ) adlı  yapıtında , Sartre’nin  işkence  genelleştirmesine  karşı  somut  veriyle  yaklaşıyor  ve  işkencenin  Cezayir’de  Fransızlar tarafından yaygınlaştırıldığını ve kurumsallaştırıldığını belirtiyordu. 

Savaş karşıtı grupta yer alan , Fransa’nın ünlü savaş karşıtı  yazarlarından  Simone de Beauvoir ve Jules Roy ise , Fransa’nın Cezayir’deki uygulamalarının , Nazilerin iktidarı sırasında  başka  milletlere  yaptıklarından  hiçbir farkı olmadığını vurguluyorlardı.

1955 yılında , Wuillaume  tarafından  Cezayir’deki   işkence ile  ilgili yapılan araştırmanın raporunda , işkencenin “ en tehlikeli olan teröristleri en efektif biçimde nötralize etmem metotu “ olduğunu   belirtiyordu.
Savaş sırasında görevli Fransız asker ve subaylar ise , işkencenin ne kadar yaygın olduğunu ailelerine göderdikleri mektuplarda  da  anlatıyorlardı.

Cezayir’deki  Fransızların  yaptıkları  soykırımda  ölenlerin sayısı  1962  yılına  gelindiği  zaman  1,000,000’u  buldu.

Fransızlar , sistemli soykırım uygulamalarında coğrafi alanlarıda  yok  etmeyi  kurumsallaştırdılar  ve  bu anlamda  8,000 köyü  yok  ettiler.

Fransızlar bunu yaparken Cezayirli ulusalcılara ve sivil halka  karşı   ellerindeki  en  son  model  silahlarla  saldırıyorlardı.

Bunun  sonucu  Cezayirli  köylü  nüfusun  yarısı  Fransızların kullandıkları Napalm bombalarının etkisiyle yok edilen  evlerini  ve  verimsizleşen  topraklarını terk etmek zorunda   kaldılar.

Fransız  sömürgecileri  sadece  savaşın  en  son  yılı  olan 1962  yılında  15.000  Cezayirli  sivili  öldürdüler.  Bazı  göstergeler ise bu sayının çok daha yüksek olabileceğini düşündürmektedir.

Bir çok Cezayirli bağımsızlık savaşçısı ve sempatizanı Fransızlar  tarafından  yapılan  ağır  işkencelerde  katledildiler.

Fransızların  sistemli yıldırma taktiklerinden biri de 2,5 milyon  Cezayirli  sivili  toplama  kampları  şeklinde  kurdukları ve  Fransız  askeri  kontrolündeki  belli  bir  bölgeye  tehcir  etmek ve  tehcir  hayatı  yaşatmak  oldu.

3,000  Cezayirli  ise , izine  bir  daha rastlanmamak üzere yok  edildi.  Daha sonraki  yıllarda  Cezayir  hükümetinin  yaptığı  kurtuluş savaşında meydana gelen kayıpları arama çalışmalarında , Tunus yakınlarındaki Tebessa bölgesinde Fransızlar  tarafından  işkenceden  geçirilerek  öldürüldüğü  tespit   edilen ,  300 Cezayirli’nin  cesedi toplu mezarlara  gömülü olarak bulundu.

NORVEÇLİLER

“ Elimizdeki  belgelere  göre  inandırıcı  olan  şu  ki  ,  Norveç  toplumu  ne  kadar  Tater’i  kısırlaştırırsa  , o kadar kendi ırkını korumuş oluyordu. Toplumun bu arzularının pratikte gerçekleştirilmesi , resmi yetkililerin Tater’ları , hatta özellikle  çocuk  yaştaki Tater’ları kısırlaştırmasının da alt yapısını   oluşturuyordu.

Ari – ırk teorisyenlerine göre , Taterlar’ın çoğalması veya  ari – ırk’tan birisinin  Taterlarla  cinsel  ilişki  kurması ,  ari – ırk a  sahip  Nordik  toplum  üyelerinin  dejenerasyonu na  yol açması tehlikesini de beraberinde getiriyordu. 
Bu yüzden etnik Taterların , biyolojik olarak çoğalmasının önlenmesi gerekiyor du.

Norveçlilere göre , Taterlar aşağı ırktan geliyorlardı ve bunlara  karşı Nordik ırkın sosyal ve kültürel yapısının korunması   gerekiyordu.

1949 – 1970  ( 1934 – 1977 )  yılları  arasındaki ,  Svandiken çalışma  kampında bulunan kadınların % 37 – 40 ‘ı çalışma kampı  yönetimi tarafından ve resmi kurumların izniyle zorla kısırlaştırıldı.

Misjonen’un Papazı , Knut Myhre , Svandiken’deki uygulamanın gerekçesini 1963 tarihli Aktuell ‘ de şöyle açıklıyordu :

“ Biz  bilinçli  olarak  bir  topluluğun  kendine  has  içerik   ve biçiminin tamamen yok edilmesi için uğraşıyoruz. Bu bakımdan , her bireyi çok kuvvetli bağlarla bağlı olduğu ailesinden  koparıyoruz.  Biz  bu  ailelerinden  koparılan  bireylere  eski yaşam tarzlarına dönmemeleri için oturacak bir yer  ve  görevler  veriyoruz “ diyordu.


II. DÜNYA SAVAŞI BİTİMİNDE AMERİKALILARIN VE İNGİLİZLERİN ALMANLARA YAPTIKLARI DRESDEN SOYKIRIMI

Amerikalılar  ve  İngilizler  tarafından  yapılan  bombalama sırasında , Dresden’in  ağzına  kadar  sivil  ve  çaresiz  insanla dolu  olması  durumu  daha  da  vahimleştirmiş tir.

 Savaşın  bir  sonucu  olarak , bombalamadan  kısa  bir  süre önce şehirde oturan 630.000 kişiye doğu bölgesindeki savaştan kaçan   600.000   yeni  mülteci  eklenmişti.

Bombalamalardan  sonraki  karışıklıktan  dolayı  ve sokaklar yanmış insan cesetleriyle dolu olduğu için , şehrin yöneticileri  tarafından , şehre  gelen  insanların  kimliklerinin de tespit  edilmesi  imkansız  hale  gelmişti.

Bu  yüzden  ölen  sayısının  tam  olarak  ne olduğu , bugün de  tam  olarak  bilinememektedir.

Ama  tarihçilerin  araştırmaları , bize  çoğunluğu  kadın  ve çocuk  olan  135.000 – 200.000  sivilin , bu  üç  günlük Amerikan ve  İngiliz  bombardımanında  öldüğünü  göstermektedir. 

Bu tarihi olayla ilgili araştırma  yapan , tarihçiler tarafından,  Dresden’de  katledilen  Alman  sivillere  ilişkin verilen rakamlarla , Amerikalıların Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine attığı atom bombalarıyla katledilenlerin sayısı  olan  120.000  rakamının  yakınlığı , müttefiklerin Dresden’i   konvansiyonel  silahlarla  nasıl  bu yoğunlukta ve hangi amaçlarla bombaladıklarının belgesi olarak değerlendirilmektedir.

Hava  saldırılarıyla  verilebilecek en büyük zararı verme hedefiyle Amerikalılar ve İngilizler tarafından bombalanan Almanya’nın  Hamburg  ve  Dresden şehirleri bu yüzden tarihçiler  tarafından  Avrupa’nın  Hiroşima ve Nagazaki’si olarak   anılmaktadır. 

Times of London  yazarlarından Simon Jenkins  ,              

    14  Şubat  1995  tarihinde , The  Wall  Street  Journal  ‘da konuyla ilgili olarak yazdığı yazıda , Amerikalılar ve İngilizler tarafından yapılan , Dersden deki Alman sivillere ve Alman kültür  değerlerine  karşı  işlenen  bu  soykırım  sırasında , dresden  bölgesinde herhangi bir askeri birimin veya endüstri biriminin hedef alınmadığını , çünkü savaşın bittiğini belirtiyor ve Dresden deki Alman halkına ve kültür değerlerine karşı yapılan  bu  soykırım  uygulamasını  şöyle  tanımlıyor :

“ Bu saldırının amacı Ortaçağ’da insanları kılıçtan geçirmenin modern bir versiyonu gibi şehirleri her şeyleriyle birlikte  yakarak  yok  etmekti. “ diyordu.

Simon  Jenkins , ayrıca , İngiliz Başbakanı Churchill’in onayıyla bombalama emrini veren İngiliz komutan Arthur Harris’in verdiği bu emirden dolayı , İngilizlerin ve Amerikalıların , Nazilere  karşı  olmakla , Avrupa’nın  bir  kültür şaheseri  olan bu Alman şehrine karşı olmak arasında hiçbir ayrım  yapmadığını  belirtiyor  ve Hitler’in başkalarına yaptıklarıyla , İngiliz ve Amerikan askerlerinin Dresdene yaptıkları arasında benzerlikler kuruyordu.

Müttefik  kuvvetlerin  savaşta , savaştan  kaçanlarla  birlikte yaklaşık  1,2 milyon insanın bulunduğunu bildiği , kültürel yanıyla  ün  yapan  ve  hiçbir askeri stratejik öneme sahip olmayan bu tarihi Dresden şehrine karşı Amerikalıların ve İngilizlerin  sadece  öç almak  amacıyla  saldırdığını  ve  soykırım yaptığını , saldırının komutanı Arthur Harris kendi tanımlamasıyla   şöyle   ifade  ediyordu :

“ Bütün Almanya da ne var ne yoksa bombalamamaktan sa her şeyi  bombalamak çok daha iyidir. “

Arthur  Harris’in  savaşa  ilişkin  düşüncesinin  bu  retoriği , daha  önce  İngilizlerin  benzer bir şekilde , Avustralya’da  , Kuzey Amerika da , Güney Afrika daki sömürgelerinde yaptıklarıyla  benzeştiğinden  dolayı ,  İngilizlerin soykırımcı savaş  felsefesini  de  bir  anlamda  açığa  da  vuruyordu.

Jenkins , konuya ilişkin yorumunda , müttefiklerin yaptığı gibi , Dresden deki sivil halkı bilerek bombalayarak ve şehri tamamen  tahrip  ederek , Auschwitz  ya  da Balkanlarda Nazilerin yaptığı katliamlarla bunlar dengelenemez diyor ve Auschwitz  ve  Dresden  olayları  arasında  insanlığa  karşı yapılan bu iki sistemli ve planlı soykırım arasındaki benzerliğe dikkat  çekiyordu.

Alman  mültecilerin  demografisinde , Danimarka’ya  sığınan  250.000  Alman mültecinin üçte birini , 15 yaşından küçük  çocuklar  oluşturuyordu.

Bu  genç  insanlarda  büyükler  gibi  enterne  edildikleri  için Danimarka  halkı  ile  hiçbir  ilişki  kuramıyorlardı.

Danimarka makamları , 4 Şubat 1871 tarihli kanunun 7. Maddesinin 21. fıkrasına dayanarak “ mülteci kamplarında enterne  edilen  Alman  mültecilerle  her  türlü  ilişkiyi  kesinlikle yasaklamıştı. “

Yukarıda da belirtildiği gibi , Alman mültecilere karşı Danimarkalılar  öyle  sistemli  ve  öç  alma niyetli ve soykırımcı bir  zihniyetle  hareket  ediyorlardı  ki  Danimarka   yetkililerinin yazılı  talimatlarında  bile  bunlar  görülüyordu.

Danimarkalı yetkililerin yazılı talimat vererek bizzat yaptıkları  müdahaleler  sonucunda , hastaneler  Alman hastaları almadı  ve  tedavi  etmedi.

Yeni  doğan  ve  çok  küçük yaştaki çocuklar bile , bu insanlık  dışı  soykırımcı  mücadelenin  kurbanı  oluyordu.

Tarafsızlık  ilkesini  koruması  gereken  insanı yardım örgütü olan Danimarka Kızılhaç’ı bile , mültecilerle ilgili toplantılara  katılmanın  dışında , Alman  mültecilere , doktor , hemşire , ilaç  ve  ambulans   vermek  için  yardımda  bulunmayı reddediyordu.

 Hatta   Danimarka Tabipler  Odası bile , insani olmayan bu resmi  tutuma  destek veriyordu.

Canını  kurtarmak  için , Doğu  Prusya’daki  savaştan  kaçan , çoğu kadın , yaşlı ve çocuklardan oluşan bu 250,000 Alman mülteci , araştırmalara göre 

Danimarka  makamları tarafından  kendi  kamuoyuna  karşı , Danimarka’yı  istilaya  geliyorlarmış gibi  gösterildiler ve  yetkili  makamlar  böylelikle  mültecilere  karşı  yaptıkları  uygulamalarda  hem  kendi  ve  hem  de  uluslar  arası kamuoyu nezdinde  kendilerine  göre  bilinçli  bir biçimde gerekçe  hazırladılar.

ESKİMOLAR

Amerikan  hava  üssündeki  uçakların  gürültüsünden  , üsten  sızan  kimyevi  artıkların ,  bölge  suyuna karışmasından  ve çeşitli biçimde mevsimlere göre gelişen askeri motorize trafikten  dolayı , 

Eskimoların  en önemli yaşam kaynağı olan balıkların bulundukları  yataklarından  ve  her zaman gezindikleri yerlerden  ürkmesiyle / kaçmasıyla  birlikte , ekonomik  darbe yiyen  Eskimoların  bir  kısmı , farklı  aralıklarla  bölgeyi  zorunlu olarak  terk  etmek  zorunda  bırakıldı.

Danimarkalı  hukukçular  Jens Brösted ve Mads  Faegteborg  “ Thule  Avcı  Halk  ve  Askeri  Üs  “ adlı  kitaplarında belirttikleri  gibi  , Thule’den  tehcir  edilen  Eskimo  halkının , 

Danimarka resmi makamları tarafından kamuoyuna yansıtıldığı gibi kendi istekleriyle değil , Danimarka ve Amerikanın planlı bir stratejiyi hayata geçirerek tehdit ve zorlamalarıyla bölgeden kovulduğunu ve tehcir edildiklerini belgeledi. 

Danimarka , Östre  Landsret  bölge mahkemesi , tehcir edilen ailelerden arda kalan 30 ailenin tazminat başvurusu konusunda , 20 Ağustos 1999  tarihinde Eskimolar lehine bir karar  alıyordu.

Mahkeme  kararında , Eskimoların tehcir edildiğini , kültürel , sosyal ve ekonomik olarak Eskimo yaşam tarzının Amerikan üssünün yapımından  kaynaklanan tehcirle birlikte büyük  yara  aldığını  belirtiyor ,

 Aynı  zamanda  daha  önce  resmi  makamların  kamuoyuna belirttikleri gibi , Eskimoların bölgeyi gönüllü olarak terk etmedikleri   ve  Danimarka  sömürge  yönetimi  tarafından  tehcir  edildiklerini  ortaya  koyuyordu.

AVUSTRALYA YERLİLERİ

“ Biz  onların  ( yerlilerin ) topraklarını ( vatanını ) ellerinden  aldık , ekmeklerini  kestik , onları kanunlarımızın birer  kobayı  yaptık. Bunları  biz , bu  insanların  geleneklerini  ve  göreneklerini  hiçe  sayarak , onlara  düşmanca  kin  besleyerek yaptık , kendilerini savunmak istedikleri zamanda , onları katlettik. 

Ve  bütün  bunları  onların  efendisi  olduğumuzu  göstermek için  yaptık “ diye  belirtir ünlü İngiliz romancı Anthony  Trollope.

Ünlü doğa bilimcisi Charles Darwin tarafından üretilen , güçlünün  zayıfı  evrim  yoluyla  yenmesi / yutması  teorisine  atıfta  bulunan  ve  teoriyi  pratikte  uygulayan ve  kıtada  1788  den  itibaren hüküm süren sömürgeci İngiliz yönetimi , kendilerini üstün ırk olarak görmekte ve sömürgecilikten  önce  yüzyıllardır  kıtada  var  olan ; Totemik  bir  dine , karmaşık  bir sosyal yapıya , aşiret ve aile  ilişkilerine  sahip  olan , 31  dil  grubuna  ayrılan  ve  bu 31 dil  grubuna  bağlı  500  aşiret  dili  konuşan  Avustralya yerlilerini de siyah , zayıf ve en alt ırki kesim olarak tanımlamaktaydı.  

Hatta  sömürgecilerin , yerlileri , hayvani bir ırk olarak görmesi münasebetiyle  , yerlilere karşı her türlü aşağılama ve yok  etme  uygulamalarını , kendilerine  göre  yapılması  gereken bir  görev  olarak  sayıyorlardı.

Çünkü , Avustralya  İngiliz  sömürgecileri  için ,  bir “ terra  nullius “ (sahipsizler ülkesiydi ) 

Yani  İngilizler , kendilerinden  önce  binlerce  yıldır var olan  bu  topluluğun  haklarının  ve hukuklarının  bu  yeni  İngiliz sömürgesi  üzerinde  hiçbir  hakkı  olmadığını  iddia  ediyordu  ve yerlileri  insan olarak  saymıyordu.

Esasında , bu sömürgeci  anlayışla , kendi icat ettikleri ve sürekli kendilerine yonttukları “ terra nullius “ doktriniyle kendilerini  ahlaken  haklı  çıkarmak  istiyorlardı.

Bu  anlayış , İngilizlerin  huzur  içinde , yerlileri  insan olarak görmek istememelerinden ve yerlilere her türlü eziyeti yapmak  için  bahaneden  başka  bir  şey  değildi.

İngiliz  sömürgecilerin , “ terra nullius “ doktriniyle  hareket ettiklerinden  dolayı , bir  bakıma  kendi mantıklarına göre , kendi  haklı  adaletlerini  savunuyor , görünümündeydiler.

Bundan  da  hiçbir  huzursuzluk  ve  ahlaksızlık  duymadılar.

İngiliz sömürge  “ terra nullius “ doktrinine göre ;  Nasıl  hayvanların  yüzyıllardır  yaşadıkları  yerlerde  ,  nesiller boyunca  hakları  yoksa , İngilizler  tarafından  hayvan  ırkı seviyesinde  görülen  Avustralya  yerlilerinin de tabi ki aynı şekilde yaşadıkları topraklarda hiçbir hakkı olduğu söz edilemezdi.

Avustralya’yı fiilen işgal eden İngiliz sömürgeciler , dayanakları  sadece “ terra nullius “ doktrininden değil  aynı zamanda  doğa  bilimci  Darwin ‘in evrim teorisini ırkçı bir şekilde  kendilerine  göre  yorumlamaktan  da  alıyorlardı.

1890  yılında , Tasmanya  Kraliyet Topluluğu  ikinci  başkanı James Bernard Avustralya yerlilerine yapılan soykırımları , doğal bir gelişme olarak gösteren görüşünü şöyle dile  getiriyordu :

“ soykırım  prosesleri  esasında , kendiliğinden  oluşmaktadır. Evrim kanununa uygun olarak gelişmektedir “ demekteydi.

Tasmanya da , 1803 – 1834 yılları arasında yerlilere karşı sömürge yönetimi tarafından gerçekleştirilen topyekün saldırılarda birçok yerli kadın ve çocuk seri bir şeklide katledildiler.
Bu  saldırılar  sonucunda  ada da  4,000  olan  yerli  halkın nüfusu  beyaz  adamın  Tasmanya yı  işgalinden  15 yıl sonra 2,000  kişiye  düşürülmüştü.

1824  yılında  ise , bölge  sömürge yönetimi tarafından , adaya  yerleştirilen  yeni  beyaz  ( İngilizlere )  topluma , yerlilerin topraklarını  fiilen  ele geçirmeleri için , ada yerlilerinin görüldüğü  yerde  öldürülmesi  için  izin  çıkarıldı.

İngilizlerin Tasmanya’yı sömürgeleştirmeleri sırasında , yerlilerin  biyolojik  olarak  çoğalmalarını  önlemek ve yerlileri her  bakımdan  yıldırmak  için , sömürge  yönetimi  tarafından ada  da  ele geçirilen ve çeşitli  nedenlerle  esir  olarak  tutulan  yerli  erkeklerin  cinsel  organları  kesilerek  hadım  edildi.

Daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı , öldürülmekten kurtulan  yerliler , tüm  Tasmanya’da  1829  yılında  başlayan  ve iki  aylık bir süreyi kapsayan sömürge yönetiminin soykırım amaçlı  tehcir  politikası  gereği , 

Binlerce  yıl  yaşadıkları  Tasmanya’dan  geleneklerinden , ekonomilerinden , kültürlerinden  ve sosyal yaşantılarından kopartılarak Avustralya’nın çeşitli bölgelerine ve çok uzak adalara , çeşitli  eziyetlerle  ve  soykırım  amacıyla  tehcir edildiler.

Yerliler , tehcir edildikleri bu toplama kamplarını andıran enterne  bölgelerinde  zorunlu  olarak  ikamete  tabi  tutuldular.

Bu  insanlık dışı duruma karşı çıkan yerlilerden direnenler ise , sömürge  yönetimi  tarafından  seri  bir  şekilde  katledildiler.

 Başka bir soykırımcı yöntemde de ; yaklaşık 100,000 Avustralyalı yerli çocuğu , ailesinden zorla koparttı ve , beyaz ailelerin  yanında  iş  gücü  olarak  alıkoydu.
Ve kültürel olarak zorla asimile etmeye çalıştı.

Aynı   zamanda yerli kadınlar kendi rızaları olmaksızın zorla   kısırlaştırıldılar.
Sömürgeciler  tarafından , Avustralya da , sürekli  ve  rafine bir  şekilde  yapılan , 1970 lere kadar cereyan  eden  bu  çocuk kaçırma ve zorla  ailelerinden  koparma  yöntemi olan soykırımcı  tutum , 

Avustralya  tarafında  da  1949  yılında kabul edilen 1948 BM  soykırım  sözleşmesinin  II.maddesine  tamamen aykırı olması ,

 Büyük  Britanya  İmparatorluğunun ve ona bağlı Avustralya hükümetinin bu anlamda soykırım suçu işlediğini açıkça  ortaya  koydu.

Soykırımla  ilgili  tarihi  verilere  bakarsak , ünlü  soykırım araştırmacısı  ve  tarihçi  Ben  Kiernan’a  göre  kıtanın  İngilizler tarafından sömürgeleştirilmesinin başlangıç tarihi olan 1788 yılında , kıtada 750,000 siyah derili yerli ( aboriginal ) yaşamaktaydı.

1911  yılına gelindiği zamanda bu sayı 31,000 kişiye düşmüştü.

Çoğu 1789 , 1829 – 1831 yıllarında İngilizlerin yaydığı çiçek , tifo , dizanteri , tüberküloz , difteri , grip vs. gibi hastalıklardan ve sömürgecilerin yerlilerin Un  tayınlarına zehir katılmasından  dolayı  kırıldı.

Binlercesi ise sömürge güçleri tarafından vurularak öldürüldü.

Sömürgeci  beyazların  yerlileri  öldürmeleri o kadar  planlı ve  sistemli  yapılıyordu ki , çocuklar kaçırılıp  zorla bir işte çalıştırılıyorlardı , kadınlar  tayınlarına zehir katılarak  veya işkence yapılarak   öldürülüyorlardı  
ve erkekler ise vurularak öldürülüyorlardı.   

ALMANLARIN 1904 – 1907 YILLARINDA NAMİBYA DA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ HERERO SOYKIRIMI

Almanlar bir emperyalist devlet olarak , Avrupa kıtasında güçlü  olsalar da ,  ekonomik  ve siyasi ihtiyaç ve rakabetten dolayı , diğer  Avrupa  devletleri  gibi , 

1891  yılında , kendi  egemenlik  alanlarını  genişletmek , ham madde ve iş gücü ihtiyacını karşılamak , diğer Avrupa devletleri gibi deniz aşırı yerlere ulaşmak ve deniz ticaretini geliştirmek  için , Namibya’ya  yerleşmeye  başladılar.

Bu  sömürgeci stratejinin hayata geçirilmesi sırasında , devlet  politikalarına  uygun  olarak , Almanya’dan  getirilen , 1891  yılında  539 , 1896  yılında  2,025 , 1904 yılında ise 4,500 alman göçmen sömürge yönetimi tarafından geniş çiftlik olanakları  sağlanarak   bölgeye  yerleştirildiler.

1914  yılına  gelindiğinde  bu  rakam , 14,000 kişiye ulaştı.

Zamanın  sömürgeci  devletlerinin , klasik  olarak  her kıtada  gerçekleştirdikleri  göçler gibi , Almanlarda kendi ırkından insanları en verimli alanlara yerleştirerek , yeni yerleştikleri sömürge alanlarını bu uygulamayla Almanya’ya ilhak  ettiler.

1904 – 1907  yılları  arasında , Namibya’nın   yerli  halkının en  büyük  kesimini  temsil  eden  ve 80,000  nüfuslu  Hererolar ve 20,000  nüfusu  olan  Namalar 

Almanların kendilerine yaptıkları baskılara ve kendi bölgelerine pervasızca yerleşmelerine ve yüzyıllardır üzerinde özgürce yaşadıkları toprakların hiçbir bedel ödenmeden kullanmalarını kabul etmemelerinden ve  Almanların Herero kadınlarının  ırzına geçme , işkence yaparak eziyet etme ve öldürme  olaylarına  karşı  çıkmalarından  dolayı ,

 Alman sömürge yönetimi tarafından tehlikeli sayıldılar.

4,000  asker , 36  top ve 14  makinalı  tüfekle  Hereroları  yok etmek , kalanlarına boyun eğdirmek ve en son tahlilde yerlileri istedikleri gibi kullanmak için askeri bir harekat düzenlediler.

Harekatı düzenleyen General Lothar Hererolara karşı soykırımcı  harekata  ilişkin  Alman  hedefini  şöyle  açıklıyordu :

“ Almanların  egemen  olduğu  her yerde , silahlı veya silahsız sığır çobanı olan yada olmayanlarını ( yerli halk ) kesinlikle  vurun. Bundan  sonra  kadın  ve  çocuklarda  benim için ehemmiyetsizdir. Bunların hepsinin Almanların yatırım yaptıkları topraklardan zorla çıkarılmalarını istiyorum. Eğer olmazsa  hepsini  vurun  öldürün “ 

Askeri  harekatta , zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri her türlü askeri teknolojiyi kullanarak , Hereroların tamamını  fiziki  olarak  yok  etmek  için , topyekün  bir  saldırı yöntemi  kullandı  ve Hererolara  karşı , kadın , çocuk ve yaşlı  demeden  insanlık dışı  bir  soykırım  yöntemi  uyguladı.

Askeri harekat sırasında , Almanlar kedi endüstriyel stratejilerine  uygun  olarak ta , savaşta  ileride  esir  köle  iş   gücü olarak çalıştırılması amacıyla , 15,000 Hereroyu ve 2,000 Namayı  esir aldı  ve İngilizlerin  Güney Afrika sömürgesinde yaptıkları gibi , esir  alınanları  toplama  kamplarına  kapattı.

Almanlar yaptıkları harekatta öldürelemeyen ve yakalanamayan Hererolara karşıda büyük bir av harekatı başlattı.

Almanlar  tarafından esir alınanların 7,682 si daha sonra ağır  şartlara  ve  işkencelere dayanamayarak zindanlarda öldüler.

1911 Yılına gelindiğinde ise.,
                                                
80,000     Hererodan     yalnızca      15,130 kişi , 

20,000    Namadan    ise   ancak    9,781   kişi   hayatta kalabilmişti.

Almanların   Namibya’da   yaptıkları   soykırım , Fransızların   Cezayir’de , Vietnam’da , İngilizlerin , İspanyolların  ,  Portekizlerin  ve  Fransızların  Amerika  kıtasında  yaptıkları  çeşitli  soykırım  yöntemlerini    aratmıyordu.

Amaç  sömürgeciliğin  ve  sömürgeciliği  ırkçı  tabiatından dolayı  kendisine  ait  olmayan  her  toprağın  ve  herkesin  kayıtsız  şartsız  sömürgeleştirilmesiydi.


ALMANLARIN II. DÜNYA SAVAŞINDA ÇİNGENELERE ve YAHUDİLERE YAPTIĞI SOYKIRIMLAR

  Almanlar ,  1933 – 1945  yılları  içerisinde  ırkçı Race Hygiene  ideolojisi  çerçevesinde  yaratmak  istedikleri  mükemmel Alman hedefiyle , diğer milletlerden veya etnik gruplardan  olan  ve  ari  Alman  olmayan

21  milyon  insanı , toplu  olarak  kurşuna  dizerek , top yekün savaş şeklinde yaptıkları ve sivil , asker ayrımı yapmadıkları  saldırılarda , 

toplama  kamplarında yaptırılan özel insan fırınlarında toplu  şekilde  yakarak  ve öldürmek için özel olarak yaptıkları gaz  odalarında , insanları  toplu  şekilde  zehirleyerek  soykırıma  uğrattılar.

Almanlar , II. Dünya savaşı arifesinde  ve  içinde  yaptıkları soykırımlarda  , ari  ırk ideolojisini , Alman sağlık , sosyal ve kültür  politikalarına  yerleştirmek  için ,  özellikle , 

Aşağı ırktan olarak tanımladıkları  iki  grubu  hedef  olarak  seçtiler.

Almanlar tarafından , 1933  yılından  itibaren , özellikle , soykırıma  uğratılan  bu  grupları  tanımlarsak  bunlar ;

Avrupanın her yanında dağınık olarak yaşayan , Avrupalılardan  farklı  kültür  ve  geleneklere  sahip  çingeneler ve  din  bazından  tanımlanan   Yahudilerdi.

Çingenelere ve Yahudilere karşı , II. Dünya savaşında Almanlar tarafından yapılan soykırımlarda , eldeki verilere bakarsak ,  çingenelerden  500,000  ila  1,5 milyon  arasında  kişi , 

Yahudiler den ise Avrupa Yahudilerinin üçte ikisi olan 6 milyon  kişi  hayatını    kaybetti.
1936  yılında , Alman  bilim adamlarının  ari  ırk  yaratmak için  ürettikleri  teorilerin  ve  yaptıkları  teorik  araştırmaların , siyasi   ideolojiye  katkılarıyla , Almanya’da mevcut iktidar , hangi  oranda  olursa  olsun , çingene  kanı  taşıyan  herkesi suçlu olarak  gördü.

Bu  durum  insan  ırkının  terbiye  edilmesi ve siyasi iktidarın biyolojik Race Hygiene politikasına uygun olarak , Berlin deki Kaiser Wilheim enstitüsünden ve Tübingen üniversitesinden

 Başkanlığını  Psikiatr  Dr. Robert  Ritter  in  yaptığı ,  Eva   Justin  ve  Sophie  Erhart ın  oluşturduğu üç kişilik Almanya  Sağlık  Bakanlığına  bağlı “ Ari ırk ve Toplum Biyolojisi Araştırmaları “ ekibi tarafından , 30,000 çingene üzerinde yapılan kan ve iskelet tahlillerindeki genetik sınıflandırılmalar , 

Çingene  olarak tespit edilmeyenlerin “ NZ “ , yüzde yüz çingene  olarak tespit edilenlerin  “ Z “ olarak işaretlemesini doğurdu.

Almanya’da , 1933  yılında  çıkarılan bir kanunla , Alman ari  ırkının  korunması  için , çingenelerin  12 yaşından başlayarak , hızlı bir şekilde zorunlu olarak kısırlaştırılması ön görüldü.

Nazi  hükümeti  tarafından  yapılan  bu zorunlu kısırlaştırma , kampanyasında eldeki verilere göre , çingenelerin % 94 ü   kısırlaştırıldı.

Kısırlaştırma ameliyatların da bir çok çingene hayatını kaybetti.

Çingeneler üzerinde yürütülen bu resmi ideolojik ve biyolojik  soykırımcı  işlem , Alman  ari  ırk  ideologları tarafından , yıllardır  toplumu  empoze  edilmeye  çalışılan , 

üstün   ırk  yaratma ve  aşağı  ırktan arınma iddiasının fiili ve doğal  bir  şekilde  hayata  geçirilmesi  olarak  görüldü.
Almanlar 1934 – 1936 yılları arasında , çingeneler konusunda  önlem  alarak  ,  Alman  üstün ırkı için sosyal olmayan , uyuşuk , tehlikeli ve zararlı insanlar olarak gördükleri bu  insanları ;  Köln , Frankfurt , Höherweg , Berlin – Marzahn ve Düsseldorf ta  özel  olarak  yapılan  enterne  kamplarına    tehcir ettiler.

Çingeneler , 1940 yılından  itibaren  toplu katliamların  çok yoğun bir şekilde yapılması için , deneylerde kullanılmaya başladılar.

Almanlar , Alman  soykırım  teknolojisinin  geliştirilmesi  için  yapılan  kimyasal ve biyolojik deneylerle ilgili olarak , ilk defa , gaz la ( Zyklon – B ) toplu şekilde insanları öldürme deneyimini  elde  etmek  için , 

1940  yılında ,  Buchenwald  daki  toplama  kampında  kobay olarak  seçilen  250  çingene  çocuğu  üzerinde  zehirli  gaz   denedi.

II.   Dünya  Savaşına  ve  İsrail  devletinin  kuruluşuna  kadar belli bir siyasi coğrafi alanda  yoğunlaşamayan Yahudilerde , çingenelerle  kıyaslandığı  zaman , Avrupa da küçük  azınlıklar  olarak  ve  çeşitli  coğrafi alanlarda yaşıyorlardı.

Yahudilerin , çingenelerden  en  önemli  farkı  ise ,  Yahudiler çingeneler  gibi göçer olmaktan çok , şehirlerde , kasabalarda  ve  köylerde  yerleşik  bir şekilde yaşayan , siyaseti ve  ticareti  bilen  ve  ileri  derecede  eğitimli  bir dini toplum olup  ibadete  dayalı  merkezlerde , organik bağı kuvvetli bir örgütlenme  içerisinde  yaşıyorlardı.

Nazilere  göre , Yahudilere  ilişkin  sorun  esasında evrenseldi  ve  dünyada  bulunan  17 milyon  Yahudinin    dünyaya  egemenliğini  diğer  milletlerin  kabul etmesi olanaksızdı.

   Bu  yüzden Naziler , Yahudilere  ilişkin  aldıkları  siyasi kararlar  doğrultusunda  ,  iktidar  olanaklarını  da  iyi  bir şekilde  kullanarak  Yahudilere  karşı , Almanya’da  her  alanda sistemli  bir  şekilde  ve  yoğun  olarak  etnik  temizliğe  giriştiler.

1933  yılında  Nazilerin  iktidara  gelmesiyle  birlikte , Nazi özel  gücü  olan  SS’ler  ilk  başlarda , Yahudilerin  bulundukları apartmanlara  girerek , Yahudilerin  elit  kesimini  tutuklamaya ve   işkence  etmeye  başladılar.

1 Nisan 1933 tarihinde ise , Naziler Yahudilerin dükkanlarından  alışveriş  yapılmamasının  ve  Yahudi  mallarının  boykot  edilmesinin  propagandasına  başladılar.

7 Nisan 1933 de ise  , Profesyonel Toplum Servisinin oluşturulmasıyla birlikte , Almanlar ari ırk tan olmayanlara karşı hızlı bir ayrımcılık kampanyası başlattılar.

4 Ekim 1933 te çıkarılan kanunla , Yahudiler tüm gazetelerden çıkarıldılar ve aynı kanun da yer alan ek bir maddeyle  de Yahudilerin   kendi  dini   inançlarına  göre    kurban   kesmeleri   yasaklandı.

14   Haziran da ise , başka   ülkelerden Almanya’ya yerleşmiş ve Alman vatandaşlığını almış Yahudilerin , Alman vatandaşlığı   iptal   edildi.

1935 yılında ise , Naziler ve Yahudi Düşmanları tarafından , Berlin’de tüm Yahudi dükkanlarına sistemli saldırılar düzenlendi.

14  Kasım  da  çıkarılan  Nürnberg  Kanunuyla , Almanya da , kimlerin Yahudi asıllı ve kimlerin ise karışık ( Yahudi ve Germen karışımı ) bir  aileden  geldiği  yapılan kan  analizlerine  göre belirlendi ve vatandaşlık hakları  kısıtlandı.

28 Mayıs  1938 tarihinde ise  , Nazi iktidarı tarafından çıkarılan yeni bir kanunla , Yahudilerin hiçbir şekilde mülk edinemeyeceği , 

Yahudi  avukatın  ari bir  Almana müdahil olamayacağı vb. gibi profesyonel   hayata  ilişkin  ırkçı  kararlar  alındı.  

Haziran  1941 – Ocak 1942 tarihleri arasında ise Litvanya’da  Alman  Einsatz  Komandoları  ( özel infaz ekipleri ) tarafından  yapılan  operasyonlarda  , yerli  halkın yardımıyla 135,000 Yahudi soykırıma uğratıldı.

Daha sonra işgal edilen Sovyet topraklarında yapılan katliamlar , Almanlar   tarafından  dozu  arttırılarak  sürdürüldü.

1941 yılında Almanya’dan , Riga , Minsk ve Kovno’ya gönderilen Alman Yahudileri , bu şehirlerdeki toplama kamplarında , profesyonel Yahudi  infaz  ekipleri  tarafından , kurşuna  diziliyordu.

Yahudiler açısından bu süreç , bütün  Avrupa  kıtasına yayılarak  devam  etti.

Avrupa’daki  Yahudilerin  belli  merkezlere , kontrol ve daha  sonra da toplu katliam için tehciri yaygınlaştırıldı.

Tehcir edilen Yahudilere ilişkin veriler ise şöyleydi ; 

Hollanda dan 107,000          ,                     Belçika dan 28,000 , 
Fransa dan 42,000                ,                     Danimarka dan  770  , 
İtalya dan 5,000                    ,                     Romanya dan binlerce , 
Bulgaristan 20,000               ,                     Yunanistan 45,000 , 
Macaristan 430,000              ,                     Slovakya dan 50,000 , 
Norveç ten  1,500                  ,                    Hırvatistan dan 5,000 

Yahudi toplama kamplarına soykırım amacıyla tehcir edildi.   


YUNANLILARIN BATI TRAKYA’da TÜRKLERE KARŞI ASİMİLASYON YOLUYLA YAPTIKLARI ETNİK ve KÜLTÜREL SOYKIRIMLAR.,

Yunanlıların Türk Etnik azınlığı üzerinde yarattıkları sistemli  ayrımcı , ırkçı , psikolojik ve  etnik  terör ortamı ve güvenlik kaygısı , Batı Trakya Türklerini  doğrudan ve dolaylı olarak zaman zaman zorunlu   olarak   göçe   zorladı.

Ve Yunanistan ın Türklere karşı  sürekli  şekilde   yaptığı bu  kollektif   etnik  hak   ihlallerinden  ve   bireysel  insan  hakları ihlallerinden  dolayı , 1923  yılından bu tarafa  yaklaşık 400,000 Türkün , Türkiye’ye veya başka ülkelere geçmesine sebep oldu.

Bu nedenlerden dolayı, Batı Trakya Türklerinin nüfusunda %36 düzeyinde , önemli oranda bir azalma meydana geldi.

Bugünkü şartlarda Türklere karşı Yunanistan tarafından alınan  tüm  olumsuz tavırlara rağmen , hala Batı Trakya da 130 – 150,000 arasında Türkün yaşadığı  tahmin edilmektedir.

Yunan  hükümetinin  Batı  Trakya daki  kollektif  Türk Etnik kimliğini ve  kültürel  değerlerini tanımamasını ve Türkleri Yunanlı Müslüman olarak görmesini , 

kendi   açısından , 1923  yılında   yapılan Lozan anlaşmasında Türklere verilen hakları , kendisine göre yorumlayan , 

Başbakan  Konstantin  Mitsotakis , Washington’da , 18 Haziran  1990  tarihinde  bir  gazeteciye  verdiği  demeçte         real   olarak Yunanistan daki etnik azınlık durumundaki Türklerin   durumunu   şöyle   tanımlıyordu :

“ Yunanistan da Türk yok. Batı Trakya’da sadece Müslüman   Yunanlılar   var “ diyordu.

Ve  böylelikle  Mitsotakis , Yunanistanın  Batı  Trakyalı Türklere   karşı   olan , bu   etnik   soykırımcı   anlayışını ,   uluslar arası   arenada   tescil   ve   lanse   ediyordu.

Aynı zamanda Türk etnik sözcüğünü  derslerde kullanan , Türk öğretmenlerin  eğitim  olanakları kısıtlandı ya da bu öğretmenler  görevlerinden ceza verilir  gibi alındı.

Ayrıca , Türk etnik azınlığını kontrol ve asimilasyon politikaları çerçevesinde 1968 yılında oluşturulan Selanik’teki Pedagoji Akademisine ( EPATH ) Türk    kökenli öğretmenlerin başvuruları da reddedildi.

Yunanistan   AB   üyesi   olarak ,   AB   kural ve prensiplerine ters   düşerek ( Kopenhag Siyasi Kriterleri ) etnik   ve ayrımcı bir çerçevede , etnik Türk  azınlığının siyasi   temsiline   karşı   düşmanca   bir   tutum   alıyor , 

AB  ye üye olma şartlarının en önemli öğelerinden biri olan Kopenhag Kriterlerinin ana hatlarıyla yaptıklarını tanımıyor   ve  AB  kanun  ve  kurallarına  karşı  fiilen muhalefet   ediyordu.

1980  den  itibaren , Yunan  makamları , Türklerle   ilişkili yazılı   basına   da , nihai   hedefi   etnik   ve   kültürel   soykırım olan ve Türklere  sistemli  asimilasyon   amacını   güden   aynı ırkçı   terörü   uygulamaktan   çekinmediler.

Aylık   dergi  Akın , haftalık   gazete Yankı , Öğüt ve Güven’in   yöneticileri defalarca Yunan bölge yöneticisi Nomark’ın   baskısıyla   karşılaştı 

Dergilerin ve gazetelerin dağıtımları yasaklandı , tehdit edildi  ve  bazıları   yüklü  bir  şekilde  para  ve  hapis   cezalarına çarptırıldı.

Yunanlıların , Türkleri  hedef  alan  aynı  etnik  asimilasyon politikası , Türklere  ait   kültürel   değerleri  de  içine  alıyordu.

Batı Trakya Türk etnik azınlığının , kültürel amaçlı girişimlerinde , birer kültürel  yapıt  olan  Osmanlı  Döneminden kalan  eski  camilerin  tamiri  yada 

Osmanlı döneminden kalma kültürel motifleri olan özel konutların   tamiri  ve  bir  kısmının  yapımı , resmi        makamlar   tarafından    özel    izne   tabi  tutularak , bu   kültürel    değerlerin   tamirinin   yapılmaması   için ,izin  vermesi gereken Yunan resmi makamları , bilinçli olarak bu izni vermeyerek Türk kültür değerlerinin yıkılmamasını   özellikle   engelliyordu. 

Aynı   zamanda   bir   yandan   da   kültürel   temizlik amacıyla , Batı Trakya’ daki   Osmanlı   Türklerinden   kalan tarihi   ve   kültürel   değeri   olan   önemli   yapıtlar , 

Bilinçli   olarak , devlet   tarafından siyasi destekli Yunanlılar   tarafından yıkılıyor , bu durum Batı Trakya’daki Türk  kültürünün soykırımına , kısmen  yada  tamamen  sebep oluyordu.

***