soykırım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
soykırım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs 2020 Pazar

SİLAHLI ÇATIŞMALAR HUKUKUNUN UYGULANMASINDA AD HOC MAHKEMELERİN ROLÜ BÖLÜM 2

SİLAHLI ÇATIŞMALAR HUKUKUNUN UYGULANMASINDA  AD HOC MAHKEMELERİN ROLÜ BÖLÜM 2



   Soykırım suçunun unsurları ile ilgili olarak Ruanda Mahkemesi’nin Kambanda kararı önemli bir dava olarak incelenebilir. Dava konusu olayda, dönemin devlet başkanı Kambanda, soykırımdan kurtulan çocukları hastanede bulundukları sürece korumakla görevlendirilmişti. Fakat bu görevini yerine getirmeme fiilini kasıtlı olarak işlediğinin kendisi tarafından ikrarı da dikkate alınarak, ihmal suretiyle icra teşkil eden bir suç olarak soykırım suçunu işlediği tespit edilmiştir. Burada, Kambanda’nın çocukların güvenliğini sağlama hususundaki görevini yerine getirmediğini kendisinin de tasdik etmiş olması, Mahkeme’nin faildeki spesifik soykırım kastının teşekkül ettiği tespitini yapmasını da kolaylaştırmış tır.30

Ruanda Mahkemesi Kambanda Davası’nda, 1 Mayıs 1998 tarihinde Kambanda’nın iddianamede soykırım suçundan insanlığa karşı işlenen suçlara kadar altı değişik suçlama karşısında, Mahkeme huzurunda suçluluğunu kabul etmiş ve bunun sonucunda da 4 Eylül 1998 tarihinde söz konusu suçlardan dolayı, Kambanda’yı tek bir müeyyideyle ömür boyu hapis cezasıyla cezalandırmaya karar vermiştir. Mahkeme’nin görüşüne göre, 1949 tarihli
Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak 3. maddesinde düzenlenen suçlar, soykırım ya da insanlığa karşı işlenen suçlarla kıyaslandığında çok hafif suçlardır. Bununla birlikte Mahkeme, ağırlık bakımından soykırım suçları ile insanlığa karşı işlenen suçlar arasında bir hiyerarşinin kurulmasının da zorluğuna dikkat çekmiştir. Mahkeme, insanlığa karşı işlenen suçların diğer suçlardan daha ağır olmasının sebebini, bu suçların insanlığa karşı işlenilmiş olmasından kaynaklandığını hükme bağlarken, soykırım suçunun ağırlatıcı nedeninin de bu suçun bir ulusun etnik, ırki veya dini bir grubun kısmen veya tamamen yok edilmesi şeklinde var olan özel kasttan doğduğuna işaret etmiştir. Bu nedenle de Mahkeme, soykırım suçunun “suçların suçu” olarak adlandırılabileceğini ve bunun uygulanacak müeyyide tespit edilirken dikkate alınması gerektiğini ifade etmiştir. 
Yine aynı Mahkeme, insanlığa karşı işlenen suçların da soykırım suçlarıyla benzer ağırlığa sahip olduğunu ve dolayısıyla da soykırım suçundan daha az cezayı gerektirmeyeceğini hükme bağlamıştır.31

Soykırım suçu açısından geçerli olan kastın, ulusal, dini, ırka dayalı veya etnik bir grubu, tamamen ya da kısmen yok etmeye yönelik bir kast teşkil etmesi gerektiği görülmektedir.

Akayesu kararında Ruanda Mahkemesi, soykırım suçu açısından burada bulunması gerekli olan özel kastın, bir fiilin soykırım niteliğine bürünebilmesi için anahtar rol oynadığını belirtmiştir. Burada, failin suç işleme iradesi ile gerçekleşen fiziki netice arasında, soykırıma dayalı özel kastı içeren psikolojik bir bağlantının bulunması gerektiği ifade edilmiştir. Ruanda Mahkemesi, bu kararda bilme şartının dolaylı yönüne de işaret etmiştir. Failin gerçekleştirdiği fiillerin neticesinin, grubu tamamen ya da kısmen yok edebilecek bir fiil olduğunu bildiği ya da bilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Mahkeme’ye göre fail, kendi yaptığı hareketin neticesini de bilmesi gerekmektedir. Akayesu’nun, soykırım fiillerini teşkil eden eylemler için teşvik edici konuşmalar yapması, örneğin kendisinin başkanı olduğu grubun üyelerine, Tutsi kadınlarının çoğu zaman sonu öldürme
ile biten tecavüz mağduru olmalarına seyirci kalması soykırım kastını ispatlayan önemli göstergelerdendir. Ruanda Mahkemesi, Kayishema ve Ruzindana kararlarında bu konuyu biraz daha açıklığa kavuşturmuştur. Bu kararlarda, spesifik bir planın varlığının soykırım açısından bir unsur olarak şart koşulmamış olmasına rağmen, bir plan ya da organizasyon olmadan, soykırım teşkil eden eylemleri yerine getirmenin imkansız olduğundan bahsetmiştir. Kastın, soykırım teşkil eden fiillerden önce de var olmasının lüzumuna işaret edilmesine rağmen, bireysel fiilin taammütle işlenmiş olmasının gerekli olmadığı belirtilmiştir. Kastın göstergesi faktörler olarak Akayesu kararındaki hususlara ilaveten, Kayishema ve Ruzindana kararlarında, gruptaki kurbanların sayısına, onlara karşı
kullanılmış olan alçaltıcı ifadelerin mevcudiyetine, kullanılan silahlara, yaralama
olaylarının çokluğuna, tüm bu olayların planlanmasındaki sistematik öldürme fiillerindeki metotların benzer şekilde tatbik edilmiş olmasına dikkat çekmiştir.32

1.3. Savaş Suçları

Tarihsel süreç içerisinde uluslararası suçlar arasında, gerek suç ve cezaların yasallığı ve gerekse yargılama yetkisi bakımından en sağlam temele sahip olan suç kategorisi, savaş suçları olarak adlandırılan “savaş hukukunun ihlalleri” olmuştur.33 Savaş suçlarının ilk kez kapsamlı bir kanun halinde toplanması, Amerikan İç Savaşı sırasında Başkan Lincoln tarafından 1863’de çıkarılan Lieber Kuralları ile gerçekleştirilmiştir. Savaş suçlarıyla ilgili olarak o tarihten bu yana 1907 tarihli IV No’lu Lahey Sözleşmesi ve onun yönetmelikleri, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve onların 1977 tarihli I ve II sayılı Protokolleri de dâhil olmak üzere pek çok uluslararası insancıl hukuk sözleşmesi hazırlanmıştır.34
Savaş suçlularının yargılanması ve cezalandırılması, hem hukukun üstünlüğü, hem de savaş hukukunun geçerliliği ve gelişmesi açısından önemlidir. Savaş suçu işlenmesini planlayan, kışkırtan, emreden, işleyen veya planlanmasına, hazırlanmasına ya da gerçekleştirilmesine herhangi bir şekilde yardım ve yataklık eden bir kimse, o suç için bireysel olarak sorumludur. Böylece hem kendisi suç teşkil eden davranışı gerçekleştiren fail, hem de o davranışa fiziksel olarak katılmayan, ancak emir veren veya azmettiren ya da tahrik eden üstler de bireysel olarak sorumlu tutulmuşlardır.35 Savaş suçu teşkil eden fiiller icrai olarak işlenebileceği gibi ihmali olarak da işlenebilmektedir. Maddi unsurla
ilgili olarak genellemelere gitmek yerine, her savaş suçu teşkil eden fiillerin ayrı ayrı ele alınarak unsurlarının tespit edilmesi gerekmektedir. Bu suçların uluslararası nitelik taşıyan silahlı çatışmalar açısından kabul edilmiş türleriyle, uluslararası nitelik taşımayan silahlı çatışmalarda işlenen savaş suçu fiillerinin ayrı ayrı incelenmesi gerekmektedir.36

Uluslararası ceza hukukunda, savaş suçları iki temel kategoriye ayrılmıştır: “1949 Tarihli Cenevre Sözleşmeleri’nin Ağır İhlalleri” ve “Savaş Hukuku ve Örf-Adet Hukuku

Kurallarının İhlali”dir. Her iki kategori de temel olarak uluslararası silahlı çatışmaların düzenlenmesi ile ilgilidir. Cenevre Sözleşmeleri’nde ağır ihlaller olarak adlandırılan fiillerin savaş suçu olarak adlandırılmadığı, bir başka deyişle, savaş suçları teriminin kullanılmadığı görülür. Ancak, sözleşmelerin ilgili maddeleri incelendiğinde, söz konusu eylemlerin aslında birer savaş
suçu oluşturduğu açıktır.37 Cenevre Sözleşmeleri’nin ağır ihlali nitelikleriyle uluslararası silahlı çatışmalarda savaş suçu oluşturan fiillerin; 
i) kasten öldürme, 
ii) işkence ve insanlık dışı muamele, 
iii) biyolojik ve tıbbi denek olarak kullanma, 
iv) kasten büyük acılara neden olma ya da vücut bütünlüğüne ya da sağlığa ağır saldırı, 
v) askeri gereklilik olmadan malların meşru olmayan bir biçimde ve keyfi olarak yok edilmesi ya da sahiplenilmesi, 
vi) rehine alınması, 
vii) savaş tutsağının ya da koruma altındaki kişilerin düşman devlet silahlı kuvvetlerinde hizmete zorlanması, 
viii) hukuka aykırı biçimde sürgün ya da nakil, 
ix) hukuka aykırı tutuklama, 
x) koruma altındaki kişilerin tarafsız ve yasal bir biçimde yargılanması hakkından yoksun edilmesi38 gibi eylemler olduğu görülmektedir. 

Sözleşmeler, savaş hukuku ve teamüllerinin bir parçasını oluştururken,
sözleşmelerin çiğnenmesi savaş suçlarını oluşturmakta, sözleşmelerin ağır ihlalleri bireylerin cezai sorumluluğunu gerektirmektedir.39

Savaş suçlarının ikinci kategorisi ise, savaş yasaları ve örf-adet hukuku kuralları ile ilgili ihlallerdir. Savaş suçları, aslında savaş yasa ve teamüllerinden oluşan savaş hukukunun ihlalleridir. Bu kapsamda; savaş usullerine ilişkin olan ve silahlı kuvvetler tarafından uyulması gereken kuralların ihlalleri, düşman silahlı kuvvetlerine mensup olsun veya olmasın, bireyler tarafından işlenen her türlü silahlı düşmanca hareketler, casusluk ve savaş ihanetleri ve her türlü yağma fiilleri savaş suçu olarak kabul edilip cezalandırılmıştır.40

2. Bireysel Cezai Sorumluluk İlkesi

Uluslararası hukukta devletlerin sorumluluğunun yanı sıra, bireylerin de ceza
sorumluluğuna tabi tutulabilmeleri ve işlemiş oldukları uluslararası suçlardan dolayı ulusal veya uluslararası yargı organlarında cezalandırılmalarının sağlanması uluslararası ceza hukukunun en temel amaçlarından birisi olmakla birlikte, bireysel ceza sorumluluğunun uluslararası alanda uygulanması oldukça yenidir. Bunun en başta gelen sebebi, devletlerin kendi vatandaşlarını uluslararası suçlar sebebiyle ulusal mahkemelerde yargılamak istememeleridir. Böyle bir durum, uluslararası hukukta bireysel ceza sorumluluğunun sağlanması açısından uluslararası suçları işleyen kişilerin cezasız kalmasını önleyeceği gibi, çatışma sonrası dönemde barışın geri getirilmesine de hizmet edecektir.41


Bireysel cezai sorumluluk ilkesi, esasen suçu oluşturan öğelerin oluşumuna neden olabilecek girişimleri önlemeyi amaçlamaktadır. Bu sorumluluk ilkesi, Yugoslavya Mahkemesi Statüsü’nün 7. maddesinde belirtilen “bir suçu planlayan, hazırlanmasına veya uygulanmasına yardım eden ve destekleyen kişi” ifadesinde yerini bulmuştur. Bu durum, Nuremberg Mahkemesi’nin suçu işleyen kişi, ona emir veren kişi ve ona yardım eden kişinin işlenen suçtan dolayı sorumluluğuna ilişkin kararına da uygunluk göstermiştir. Bu durumda, “resmi makam”, “üst’ün emri”, “emir sorumluluğu”na ilişkin bireysel cezai sorumluluğun amacı, doğrudan veya dolaylı olarak uluslararası suçların oluşumuna katkıda bulunan emir zincirindeki tüm kişilerin cezai sorumluluğunu güvence
altına almaktır. Bu durum, suç eylemlerine kaynaklık eden hükümetin resmi görevlilerini bu politikayı uygulaması için yardımcılarına emir veren üst düzey yöneticileri ve alt görevlileri kapsamaktadır.42

Sonuç Yerine: Ad Hoc Ceza Mahkemelerinin İnsancıl Hukuka Katkıları
Ad hoc nitelikteki uluslararası ceza mahkemelerinin uygulamaları, savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı suçlar gibi uluslararası suçların sınıflandırılması ve bu tür suçların bireysel ceza sorumluluğunun uygulanabilmesi açısından önemli derecede rol oynamıştır.

Şöyle ki, ad hoc mahkemeler uluslararası hukukta ilk defa soykırım suçu, insanlığa karşı işlenen suçlar ve savaş suçlarının içeriğini esaslı bir şekilde açıklamış, yorumlamış ve pratikte uygulamıştır. Ruanda Mahkemesi’nin Akayesu, Kayishema, Ruzindana, Rutaganda ve Kambanda Davaları ve Yugoslavya Mahkemesi tarafından karara bağlanan Tadic, Blaskic, Celebici Camp, Furundziya ve Krstic Davaları, uluslararası toplum tarafından kınanmış suçların unsurlarına ve şartlarına kılavuzluk etmeyi sağlayarak, silahlı çatışmalar hukukuna katkılarını sunmuştur. Nuremberg ve Tokyo Mahkemeleri ise, Ruanda ve Yugoslavya Mahkemeleri’ne nazaran önemli derecede eleştiriler almıştır. Eleştiriler çoğunlukla mahkemelerin tarafsızlığı ve seçici adaleti ile ilgilidir.43 Mahkemelerde yalnızca İkinci Dünya Savaşı’nda galip gelen devletlerin atadığı hakimler görev almış, mağlup veya tarafsız devletlerden görev alan hakim olmamıştır. Özellikle Tokyo Mahkemesi’nde, değişik kültürlerden gelen hakimler
kendi hukuk anlayışlarıyla başka bir kültüre mensup insanları yargılamışlardır. Bu eleştiriler altında dahi olsa, Nuremberg ve Tokyo Mahkemeleri görevlerini tamamlayarak varlıklarını sona erdirmişlerdir. Olumlu veya olumsuz etkileriyle bu mahkemelerin uluslararası ceza yargılamaları tarihinde yine de önemli bir basamak oluşturdukları genel kabul gören bir görüştür.44

Sonuç olarak diyebiliriz ki, ad hoc mahkemeler, genel olarak uluslararası hukuk, özelde ise uluslararası ceza hukuku prensiplerinin oluşumuna önemli katkılarda bulunmuştur. Soykırım suçu, savaş suçları ve insanlığa karşı suçları tanımlaması, detaylı bir biçimde ve esaslı olarak kategorize edilmesi açısından inceleme alanı yaratmışlardır. Bireysel cezai sorumluluğun uygulanabilmesi açısından çok önemli yargılamalar icra eden bu mahkemeler, evrensel nitelikli sürekli bir Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurulmasına, usul hukuku kurallarının oluşmasına, en ağır nitelikteki uluslararası suçları işleyen kişileri
yargılamasına ve onları cezalandırmasına yardımcı olmuştur. Ayrıca, gelecekte bu tür suçları işleyecek kişileri caydırma konusunda hukuksal boşlukları kapatarak, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde gereken hassasiyetin oluşmasını sağlamışlardır.

Kaynakça

Aksar, Yusuf, Evrensel Yargı Kuruluşları, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2007.

Aksar, Yusuf, “The Iraqi Special Tribunal: Nuremberg of the Twenty First Century?”, Turkish Review of Middle East Studies, 2005, ss. 7-33.

Aksar, Yusuf, “Uluslararası Suçlar, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Yeni Türk Ceza Kanunu”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 1, No 1, Ankara, 2005, ss. 43- 56.

Aksar, Yusuf, Implementing International Humanitarian Law: From the Ad Hoc
Tribunals to a Permanent International Criminal Court, Routledge, 2004.
Aksar, Yusuf, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Ceza Usul Hukuku,
Seçkin Yayınevi, Ankara, 2003.

Alibaba, Arzu, “Uluslararası Ceza Mahkemesinin Kuruluşu”, Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 49, Sayı 1, 2000, ss. 181-207.

Alpkaya, Gökçen, Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi, Turhan
Kitabevi, Ankara, 2002.

Aslan, Yasin, Teoride ve Uygulamada Savaş Suçları, Bilge Yayınevi, Ankara, 2006.

Azarkan, Ezeli, Nuremberg’ten La Haye’ye: Uluslararası Ceza Mahkemeleri, Beta
Yayınevi, Kırklareli, 2003.

Başak, Cengiz, Uluslararası Ceza Mahkemeleri ve Uluslararası Suçlar, 1.Bası, Turhan Kitabevi, Ankara, 2003.

Çelik, Cemil, Birleşmiş Milletler Yargısı ve Ruanda Mahkemesi, Kamu Hukuku
Arşivi, 2006.

Çınar, Fatih, Uluslararası Ceza Mahkemelerinin Gelişimi Işığında Uluslararası Ceza Divanı, Kazancı Hukuk Yayınevi, İstanbul, 2004.

Demirağ, Fahrettin, “Uluslararası Ceza Divanı, Savaş Suçları - Saldırı Suçu,
Mevzuatımıza Göre Savaş Hali”, Uluslararası Ceza Divanı, Feridun Yenisey (Ed.),
Arıkan Yayınevi, İstanbul, 2007, ss. 89-122.

Ekşi, Canan Ateş, Uluslararası Ceza Mahkemesinin İnsanlığa Karşı Suçlar
Üzerindeki Yargı Yetkisi, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2004.

Eser, Albin, “Uluslararası Ceza Mahkemesinin Kurulması: Roma Statüsü’nün OrtayaÇıkışı ve Temel Özellikleri”, Feridun Yenisey (Ed.), Uluslararası Ceza Divanı, Arıkan Yayınevi, İstanbul, 2007, ss. 3-35.

Jescheck, Hans-Heinrich, “The General Principles of International Criminal Law Set Out in Nuremberg as Mirrored in the International Criminal Court Statue”, Journal of International Criminal Justice, Vol. 2, 2004, ss. 38-55.

Önder, Orhan, BM Ruanda İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi, Bilge Yayınevi,
Ankara, 2006.

Önok, Murat, Tarihi Perspektifiyle Uluslararası Ceza Divanı, Turhan Kitabevi,
Ankara, 2003.

Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk, Gözden Geçirilmiş 5. Bası, Turhan Kitabevi, Ankara, 2007.

Şen, Ersan, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2009.

Tezcan, Durmuş, Uluslararası Suçlar ve Uluslararası Ceza Divanı, Hukuk Kurultayı, Cilt 1, Ankara Barosu Yayınları, Ankara, 2000.

Wanhong, Zhang, “From Nuremberg to Tokyo: Some Reflections on the Tokyo Trial (on the Sixtieth Anniversary of the Nuremberg Trials)”, Cardozo Law Review, Vol. 27, No. 4, 2006, ss. 1673-1682.

DİPNOTLAR;

1 Yusuf Aksar, “The Iraqi Special Tribunal: Nuremberg of the Twenty First Century?”, Turkish Review of Middle East Studies, 2005, s. 9.
2 Durmuş Tezcan, Uluslararası Suçlar ve Uluslararası Ceza Divanı, Hukuk Kurultayı, Cilt 1, Ankara Barosu Yayınları, Ankara, 2000, s. 274. Özellikle savaş suçlarını işleyen kişileri yargılamasından dolayı önemli görevler üstlenen Nuremberg Mahkemesi’ne ağır eleştiriler gelmiştir. Mahkeme’ye yöneltilen en
önemli eleştirilerden birisi, uluslararası bir ceza mahkemesinden çok bir işgal mahkemesi gibi görev yapmasıdır. Detaylı bilgi için bkz. Hans-Heinrich Jescheck, “The General Principles of International Criminal Law Set Out in Nuremberg as Mirrored in the International Criminal Court Statue”, Journal of International Criminal Justice, Vol. 2, 2004, s. 39.
3 Zhang Wanhong, “From Nuremberg to Tokyo: Some Reflections on the Tokyo Trial (On the Sixtieth Anniversary of the Nuremberg Trials)”, Cardozo Law Review, Vol. 27, No. 4, 2006, s. 1675. Tokyo Mahkemesi, öncekinden farklı olarak bir antlaşmayla değil, Müttefik Kuvvetleri Komutanı General Mac
Arthur tarafından yayınlanan bir bildiriyle kurulmuştur. Detaylı bilgi bkz. Fatih Çınar, Uluslararası Ceza Mahkemelerinin Gelişimi Işığında Uluslararası Ceza Divanı, Kazancı Hukuk Yayınevi, İstanbul, 2004, s. 16.
4 Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü için bkz. Gökçen Alpkaya, Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi, Turhan Kitabevi, Ankara, 2002.
5 Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü için bkz. Orhan Önder, BM Ruanda İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi, Bilge Yayınevi, Ankara, 2006.
6 Cemil Çelik, Birleşmiş Milletler Yargısı ve Ruanda Mahkemesi, Kamu Hukuku Arşivi, 2006, s. 30.
7 Arzu Alibaba, “Uluslararası Ceza Mahkemesinin Kuruluşu”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 49, Sayı 1, 2000, s. 190; Ersan Şen, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2009, s. 27.
8 Yusuf Aksar, Evrensel Yargı Kuruluşları, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2007, s. 134.
9 İnsanlığa karşı işlenen suç kavramının uygulanan uluslararası hukukta ilk kabulü 1945 tarihli Londra Antlaşması’nın eki Nuremberg Mahkemesi Statüsü’nün 6/c maddesi ile gerçekleşmiştir. Anılan maddeye göre, insanlığa karşı işlenen suç; “savaş öncesi ve savaş sırasında sivil halkın kasıtlı öldürülmesi, toplu yok edilmesi, köle olarak kullanılması, sürülmesi ya da öteki insanlık dışı muamelelere tabi tutulması ya da barışa karşı suç ya da savaş suçu ile ilgili olarak siyasal, ırkçı ya da dinsel zulümler uygulanması” fiillerini
içermektedir. Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Gözden Geçirilmiş 5. Bası, Turhan Kitabevi, Ankara, 2007, s. 650.
10 Canan Ateş Ekşi, Uluslararası Ceza Mahkemesinin İnsanlığa Karşı Suçlar Üzerindeki Yargı Yetkisi, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2004, s. 85.
11 Ezeli Azarkan, Nuremberg’ten La Haye’ye Uluslararası Ceza Mahkemeleri, Beta Yayınevi, Kırklareli, 2003, ss. 152-153.
12 Yugoslavya Mahkemesi, insanlığa karşı işlenen suçları daha somut bir çerçeve altına almış ve soykırım suçuna özel bir önem vererek, Nuremberg Mahkemesin de savaş suçu kapsamında sayılan tecavüz suçunu insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında ele almıştır. Gerek Nuremberg Mahkemesi’nde, gerekse Yugoslavya Mahkemesi’nde yargılanan bireyler, en çok insanlığa karşı suçlardan dolayı suçlanmışlardır. Detaylı bilgi için bkz. Azarkan, a.g.e., s. 207.
13 Yasin Aslan, Teoride ve Uygulamada Savaş Suçları, Bilge Yayınevi, Ankara, 2006, ss. 104-105.
14 Yugoslavya Mahkemesi, Celebici Camp Davası’nda tecavüz suçunu, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri’nin ağır ihlallerini düzenleyen maddelerinde açıkça tecavüz suçu olarak düzenlenmemiş olmasına rağmen, işkence suçu olarak kabul etmiştir. Yine aynı Mahkeme, Furundziya Davası’nda tecavüz suçunu, insan onurunu aşağılayıcı bir fiil ve işkence olarak, dolayısıyla da savaş hukukunun ihlali olarak kabul etmiştir. Yusuf Aksar, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Ceza Usul Hukuku, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2003, ss. 51-52.
15 Cengiz Başak, Uluslararası Ceza Mahkemeleri ve Uluslararası Suçlar, 1.Bası, Turhan Kitabevi,
Ankara, 2003, ss. 122, 139, 148-149.
16 Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü, mad. 3.
17 Başak, a.g.e., s. 131.
18 Ekşi, a.g.e., ss. 110-115.
19 Yugoslavya Mahkemesi, Tadic Davası’nda sistematik saldırının “bir model veya düzenli bir parçanın” varlığını gerektirdiğini kabul etmiştir. Ruanda Mahkemesi ise, Akayesu Davası’nda sistematik saldırıyı “kayda değer kamu veya özel kaynaklarını içeren ortak bir politikaya dayanan tamamıyla organize olmuş
ve düzenli bir modelin takip edilmesi” olarak tanımlamıştır. Bu tanım ile Tadic kararında geliştirilen tanıma “saldırının tamamıyla organize olması” ve “kayda değer kaynakları içermesi” ilaveleri getirilmiştir. Ekşi, a.g.e., s. 115.
20 Mahkeme, bu kriterleri başta Tadic ve Akayesu kararları ve Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun Taslak Yasaları olmak üzere çeşitli kaynaklardan elde ederek geliştirmiştir. Ekşi, a.g.e., ss. 117-118.
21 Bir veya daha fazla kişinin öldürülmesi veya ölümüne yol açmak.
22 İşkence, ırza geçme, cinsel şiddet veya insanlık dışı ya da küçük düşürücü muamele de dâhil olmak ve bunlarla sınırlı olmamak üzere, bir veya daha fazla kişiye ciddi bedensel veya ruhsal zararlar veren davranışlarda bulunmak.
23 Büyük önem taşıyan gıda ve tıbbi bakım gibi imkânlardan kasten yoksun bırakmak veya evlerden sistematik kovulma da dâhil olmak üzere, grubun kısmen veya tamamen fiziksel yıkımına yol açacağı hesaplanan yaşam şartlarına bir ya da daha fazla kimseyi tabi tutmak.
24 Bu amaca yönelik tedbirlerin bir veya daha fazla kişiye uygulamak.
25 On sekiz yaşın altında olan ve failin bu durum bildiği veya bilmesi gerektiği bir veya daha çok kimseyi bir gruptan diğerine zorla nakletmek. Detaylı bilgi için bkz. Aslan, a.g.e., ss. 112-113.
26 Aslan, a.g.e., s. 115.
27 Soykırım Sözleşmesi’ne göre cezalandırılacak eylemler şunlardır: 
i) soykırım, 
ii) soykırıma iştirak etmek,
iii) soykırımda bulunulmasını doğrudan ve aleni surette kışkırtmak, 
iv) soykırımda bulunmaya teşebbüs etmek, 
v) soykırım bulunulması için işbirliği yapmak. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yusuf Aksar, Implementing International Humanitarian Law: From the Ad Hoc Tribunals to a Permanent International Criminal Court, Routledge, 2004, s. 203.
28 Aslan, a.g.e., s. 112-114.
29 Yusuf Aksar, “Uluslararası Suçlar, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Yeni Türk Ceza Kanunu”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 1, No 1, s. 47.
30 Başak, a.g.e., ss. 102-103.
31 Kambanda Davası’nın en önemli noktası, Ruanda Mahkemesi tarafından devlet yönetiminde üst düzey görevi bulunan kişilerin uluslararası suçlardan dolayı bu görevlerini ileri sürerek sorumluluktan kurtulamamaları nın, hatta söz konusu görevlerinin hafifletici neden olarak da dikkate alınamamasının
uluslararası nitelikli cezai yargılama yetkisine sahip olan bir organ tarafından tekrar tescil edilmesidir. Diğer yandan, üst düzey devlet yönetiminde görev almanın, işlenen suçlardan dolayı kişilerin oynadıkları role göre, ağırlatıcı bir neden olacağı da açıkça hükme bağlanmıştır. Ruanda Mahkemesi aynı görüşlerini, Akayesu Davası’nda da tekrarlamıştır. Ruanda Mahkemesi’nin Kambanda Davası’nda benimsemiş olduğu soykırım suçunun “suçların suçu” olması ve buna rağmen insanlığa işlenen suçlarla kıyaslandığına uygulanacak müeyyide bakımından bu grup suçların da daha az ağır kabul edilemeyeceği gerekçesiyle farklı olmayacağı uygulaması, bu Mahkeme’nin diğer davalarında örnek olarak kabul edilmiş ve uygulamaya yer verilmiştir. Bu anlamda, Ruanda Mahkemesi kararlarına örnek olarak, Akayesu, Kayishema, Ruzindana ve
Rutaganda davaları gösterilebilir. Detaylı bilgi için bkz. Aksar, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Ceza Usul Hukuku, a.g.e., ss. 175-180.
32 Başak, a.g.e., s. 85-94.
33 Savaş hukuku kuralları incelendiğinde, bunların üç temel ilkeye dayandığı görülmektedir. Bu ilkeler
sırasıyla “askeri gereklilik”, “gereksiz acı ve ıstırabın önlenmesi” ve “orantı” ilkeleridir. Ayrıca bkz.
Aslan, a.g.e., ss. 129 ve 134.
34 Fahrettin Demirağ, “Uluslararası Ceza Divanı, Savaş Suçları - Saldırı Suçu, Mevzuatımıza Göre Savaş
Hali”, Uluslararası Ceza Divanı, Feridun Yenisey (Ed.), Arıkan Yayınevi, İstanbul, 2007, s. 96.
35 Aslan, a.g.e., s. 173.
36 Başak, a.g.e., s. 182.
37 Aksar, Evrensel Yargı Kuruluşları, a.g.e., s. 145.
38 Pazarcı, a.g.e., s. 653
39 Azarkan, a.g.e., s. 147.
40 Aslan, a.g.e., s. 66.
41 Aksar, Evrensel Yargı Kuruluşları, a.g.e., s. 132.
42 Bu amaç, ceza hukukunun genel ilkelerinden olan suçun oluşumuna farklı şekillerde katılan veya suçun işlenmesine yardımcı olan kişilerin suçun işlenmesinden doğan bireysel sorumluluğu ile uyum halindedir.
Azarkan, a.g.e., s. 171.
43 Albin Eser, “Uluslararası Ceza Mahkemesinin Kurulması: Roma Statüsü’nün Ortaya Çıkışı ve Temel Özellikleri”, Uluslararası Ceza Divanı, Feridun Yenisey (Ed.), Arıkan Yayınevi, İstanbul, 2007, s. 7.
44 Alibaba, a.g.e., s. 185.


***


SİLAHLI ÇATIŞMALAR HUKUKUNUN UYGULANMASINDA AD HOC MAHKEMELERİN ROLÜ BÖLÜM 1

SİLAHLI ÇATIŞMALAR HUKUKUNUN UYGULANMASINDA  AD HOC MAHKEMELERİN ROLÜ BÖLÜM 1


Arda Özkan *
Araştırma Görevlisi, Giresun Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, 
(e-posta: ardaozkan83@hotmail.com).


Özet

İnsanlığa karşı işlenen suçlar, soykırım ve savaş suçları işleyen bireyleri cezalandırmak amacıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Nuremberg ve Tokyo Uluslararası Askeri Mahkemeleri ile Soğuk Savaş sonrası dönemde kurulan Eski Yugoslavya ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemeleri, genel olarak uluslararası hukuk, özelde ise uluslararası ceza hukuku prensiplerinin oluşumuna önemli katkılarda bulunarak, söz konusu suçların detaylı ve esaslı bir biçimde kategorize edilmesi açısından inceleme alanı yaratmışlardır. Uluslararası insancıl hukukta uygulama alanı bulan ve uluslararası toplum tarafından kınanmış en ciddi suçları işleyen bireyleri yargılamak için kurulan ad hoc mahkemelerin işlevsel rolünün ele alınacağı bu çalışma; bireysel cezai sorumluluk ilkesi
çerçevesinde uluslararası suçları işleyen kişilerin hangi davalarda ve ne şekilde
yargılandığını ortaya koymayı hedeflemektedir. Bu kapsamda, Nuremberg ile Tokyo ve Eski Yugoslavya ile Ruanda Mahkemeleri gibi uluslararası nitelikteki yargı kuruluşlarının uygulamalarının silahlı çatışmalar hukukuna katkıları incelenmiştir.


Giriş

Ad hoc nitelikteki uluslararası ceza mahkemelerinin uygulamaları, özellikle savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı suçlar gibi uluslararası suçların sınıflandırılması ve bu tür suçların bireysel ceza sorumluluğunun uygulanabilmesi açısından önemli bir rol oynamıştır.1 Ad hoc mahkemeler aracılığıyla uluslararası hukukta ilk defa insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve soykırım suçlarının içeriğinin tespit edilmesi, her bir suçun ayrı, bağımsız ve sistematik olarak sınıflandırılması ve bir suç kategorisi içerisinde belirlenmesi gerçekleşmiştir. Bireysel cezai sorumluluğunun uygulanabilmesi açısından çok önemi haiz bu mahkemeler, uluslararası insancıl hukuk prensiplerinin oluşturulmasına da zemin hazırlamıştır.

Silahlı çatışmalar hukukunun uygulanmasında önemli rol oynayan bu mahkemelerden birincisi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Alman savaş suçlularını yargılamak üzere kurulan Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesi’dir. Statüsü’nün 6. maddesinde düzenlendiği gibi, Nuremberg Mahkemesi’nin yargı yetkisine giren suçlar; barışa karşı suçlar, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlardır. Mahkeme, 24 üst düzey Nazi yetkilisini yargılamış, bunların 11’i hakkında ölüm, 3’ü hakkında müebbet, 7’si hakkında ağır hapis ve 3’ü hakkında beraat kararı vermiştir.2

İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan bir diğer mahkeme Tokyo Uluslararası Askeri Mahkemesi’dir. Japon savaş suçlularını yargılamak amacıyla kurulan bu mahkeme, Nuremberg Mahkemesi örnek alınarak kurulmuştur. Bu yüzden her iki mahkemenin statüleri, suçların tanımlarındaki bazı küçük değişiklikler haricinde aynıdır. Tokyo Mahkemesi’nin yargı yetkisine giren suçlar; barışa karşı suçlar, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar olarak tanımlanmıştır. 

Tokyo Mahkemesi’nde 1928 ile 1945 yılları arasında Japon hükümetinde önemli yerlerde görev yapmış 28 Japon vatandaşı yargılanmış, 7’si ölüm, 16’sı müebbet, geri kalanları ise hapis cezasına çarptırılmıştır.3

Soğuk Savaş sonrası dönemde ise yaşanan aşırı milliyetçilik eylemleri özellikle Balkan coğrafyasında etkisini yoğun bir biçimde göstermiştir. Eski Yugoslavya topraklarında yaşanan etnik milliyetçi politikalar yüzünden ülke bölünmüş, dağılma sürecinde yaşanan çatışmalarda yüz binlerce kişi ölmüştür. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 808 sayılı kararla Birleşmiş Milletler Şartı’nın 7. Bölümüne dayanarak, eski Yugoslavya toprakları üzerinde işlenen ağır insancıl hukuk ihlallerini gerçekleştiren bireyleri yargılamak üzere bir mahkemenin kurulmasına karar vermiştir. Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetki alanına giren suçlar; 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nin ağır ihlalleri, savaş hukuku ve örf-adet hukuku kurallarının ihlali, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlardır.4

BM Güvenlik Konseyi tarafından Soğuk Savaş sonrası dönemde kurulan bir başka ceza mahkemesi de Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’dir.5 Ruanda’da Hutular ile Tutsiler arasındaki anlaşmazlıklar, 1994 yılında çatışmaya dönüşmüş, Hutular 5 ay gibi kısa bir sürede beş yüz binden fazla Tutsi’yi katletmiştir.6 BM, çatışmaların sona ermesinden sonra Güvenlik Konseyi’nin 955 sayılı kararıyla 1994’te mahkemeyi kurmuştur. Ruanda Mahkemesi, Yugoslavya Mahkemesi’ni model alarak kurulduğundan yapı itibariyle oldukça benzemektedir. Her iki mahkemenin savcılığını aynı kişinin üstlenmesi benzerliği gözler önüne sermektedir.7

Bireylerin uluslararası nitelikli cezai yargılama yetkisine sahip bir organ tarafından sorumluluklarının tescil edilmesi ve insancıl hukuku ihlal eden bireylerin yargılanmalarını sağlamak açısından ad hoc mahkemelerin insanlık tarihinde çok önemli bir yere sahip oldukları açıktır.8 İnsanlığa karşı işlenen suçlar, soykırım ve savaş suçları işleyen bireyleri cezalandırmak amacıyla kurulan Nuremberg ve Tokyo Mahkemeleri ile Yugoslavya ve Ruanda Mahkemeleri, uluslararası ceza hukuku prensiplerinin oluşumuna önemli
katkılarda bulunmuştur. Bireysel cezai sorumluluğun uygulanabilmesi açısından çok önemli yargılamalar icra eden bu mahkemeler, daimi bir Uluslararası Ceza
Mahkemesi’nin kurulmasına, usul hukuku kurallarının oluşmasına, en ağır uluslararası suçları işleyen kişileri yargılamasına ve onları cezalandırmasına da yardımcı olmuştur.

1. Uluslararası Suçlar Üzerinde Ad Hoc Mahkemelerin Uygulamaları

1.1. İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar

İnsanlığa karşı işlenen suçların cezalandırılması koşulları, günümüze kadar bu suçlarla ilgili özel bir anlaşma yapılamadığı için büyük ölçüde gerçek kişileri yargılamak üzere oluşturulan ad hoc uluslararası mahkemelerin statülerinde yer alan tanım niteliğindeki hükümlerden ortaya çıkan unsurlar ile belirlenmiştir. İnsanlığa karşı suçların tanımlanması, Nuremberg Mahkemesi Statüsü9 ile başlamıştır. Daha sonra çatışmaların ve suçların niteliğinde meydana gelen değişmeler ve genel olarak uluslararası hukuktaki gelişmeler dikkate alınarak, söz konusu tanım diğer uluslararası belgelerde birtakım değişikliğe uğramıştır. Çeşitli uluslararası belgelerde getirilen tanımlar arasında farklılıklar olmasına rağmen, birtakım insanlık dışı fiillerin herhangi bir nüfusa karşı yöneltilmiş yaygın veya sistematik bir saldırının parçası olarak işlenilmesi, insanlığa karşı
işlenen suçların cezalandırılabilmesinin unsurları olarak ortaya çıkmıştır. 

Bu unsurlar, insanlığa karşı işlenen suçları adi suçlardan ayırt edebilmek için getirilmiş unsurlardır.10
Nuremberg ve Tokyo Mahkemeleri Statüleri’nde insanlığa karşı işlenen suçlar iki
kategoride ele alınmıştır. Bunlardan birincisi, sivil nüfusa yönelik olarak suç teşkil eden eylemler; ikincisi ise, siyasal, ırkçı ve dinsel sebeplerden dolayı işlenen fiillerdir. Nuremberg Mahkemesi yargılamalarında, insanlığa karşı işlenen suçları diğer suçlardan ayıran bazı özellikler belirtilmiştir. Buna göre insanlığa karşı suçlar; doğrudan insan varlığına karşı işlenen, insanları yaşam koşulları ve sağlıkları için gerekli mallardan yoksun bırakan suçlardır. Öte yandan insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş ile bağlantısının bulunmasından dolayı savaş öncesi dönemde de meydana gelen suçlardır. Ayrıca, bu suçları işleyen kişiler, vatandaşı oldukları devletteki yasal konumlarından dolayı cezalardan muaf tutulamazlar.11

Yugoslavya Mahkemesi Statüsü’nde,12 ister iç silahlı çatışma niteliğinde olsun, isterse uluslararası nitelikte olsun, silahlı çatışmalar sırasında herhangi bir sivil halka karşı işlenen; kasten adam öldürme, topluca yok etme, köle etme, sürgün, hapsetme, işkence yapma, ırza geçme, siyasal, ırkçı ve dinsel sebeplerle zulmetme ve diğer insanlık dışı muameleler insanlığa karşı işlenen suçların maddi unsuru olarak kabul edilmiştir. Öte yandan, Ruanda Mahkemesi Statüsü’nde ise insanlığa karşı işlenen suçlar, Yugoslavya

Mahkemesi Statüsü’nde sayılan eylemler gibi sayılmıştır. Ancak burada insanlığa karşı suçlar bakımından silahlı bir çatışmanın varlığı ön şart olarak koşulmamış tır. Bu sebeple, Yugoslavya Mahkemesi Statüsü’nün aksine, barış zamanında işlenen fiiller bakımından da insanlığa karşı işlenen suç söz konusu olabilmekte dir.13

Uluslararası ceza hukukunda “insanlık dışı muamele” terimi ilk olarak Yugoslavya
Mahkemesi tarafından Celebici Camp Davası’nda tanımlanmıştır. Mahkeme’ye göre; “insan onuruna ciddi bir saldırı oluşturan, zihinsel veya fiziksel ızdırap veya yaralamaya neden olan suçlar, objektif bir şekilde değerlendirildiğinde, kasten veya ihmal şeklinde işlenen fiiller” insanlık dışı muamele olarak kabul edilmiştir. Ayrıca, bir fiilin insanlık dışı muamele olarak kabul edilebilmesi için, işkence suçunun unsurlarından olan bir cezalandırma amacıyla bilgi veya itiraf elde etmek için veya bir kamu görevlisi veya bu sıfatla hareket eden bir kimse tarafından işlenmesine de gerek yoktur.14

Diğer taraftan, Yugoslavya Mahkemesi Statüsü, insanlığa karşı işlenen suç fiilinde bir silahlı çatışmanın varlığını da aramaktadır. Mahkeme, Tadic kararının temyizinde, uluslararası örf-adet hukukunun, insanlığa karşı işlenen suç hususunda silahlı bir mücadelenin varlığını aramadığı tespitini yapmıştır. 

Bu yönüyle, Yugoslavya Mahkemesi, insanlığa karşı suçları kendi Statüsü’nün uluslararası örf-adet hukukunun gerektirdiğinden daha dar yorumladığını tespit etmiştir. Bununla birlikte yine de Yugoslavya Mahkemesi Statüsü’ne uygun olarak, insanlığa karşı işlenen suç için, fiille silahlı çatışma arasında genel olarak suçun işlendiği yer ve zaman kapsamında bir bağlantının mevcut olması şartı
aranmıştır. Yugoslavya Mahkemesi, Foca kararında, insanlığa karşı işlenen suçlardan biri olan köleleştirme suçunun unsurları olarak, maddi unsurun bir kişi üzerinde mülkiyet hakkına dayalı yetkilerden birini veya tamamını kullanmak; manevi unsur olarak da, kasti olarak bu yetkiyi kullanmak olduğunu ifade etmiştir. Bu kararda, denetim ve şahıs üzerinde mülkiyetin kullanımının göstergeleri; şahsın özerkliğini, seçme özgürlüğünü ve seyahat özgürlüğünü çoğu zaman failin menfaatine olarak sınırlandırma ya da kısıtlamalar, köleliğin belirtileri olarak sayılmıştır. Yugoslavya Mahkemesi Kunarac kararında ise, daha önceki içtihatlarından ayrılmış, işkencenin resmi bir devlet görevlisi tarafından yerine getirilmiş olması şartını aramamıştır.15
İnsanlığa karşı işlenen suçun herhangi bir sivil nüfusa karşı yöneltilmiş “yaygın veya sistematik bir saldırının parçasını oluşturması” unsurunun ilk defa açıkça ifade edildiği uluslararası belge ise, Ruanda Mahkemesi Statüsü’dür. 

Mahkeme’ye göre, insanlığa karşı işlenen bir suçun oluşabilmesi için “ilgili eylemin sivil nüfusa karşı yöneltilmiş yaygın veya sistematik bir saldırının parçası olarak işlenmiş olması” ve “failin, eyleminin sivil nüfusa karşı yöneltilmiş yaygın veya sistematik bir saldırının parçasını oluşturduğunu bilmesi veya parçasını oluşturmasına niyet etmiş olması” gerekmektedir.16

Yugoslavya Mahkemesi Statüsü mad. 5’te bu yönde bir açıklama bulunmasa da,
Yugoslavya Mahkemesi Yargılama Dairesi, önce Tadic Davası’nda, ardından da Blaskic Davası’nda Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun 1996 tarihli Taslak Yasası’nda insanlığa karşı işlenen suçların sistematik bir biçimde veya büyük bir ölçekte işlenmesi koşuluna bağlandığına da atıfla, bu suçların hedefinin nüfus olmak zorunda olması gerekliliğinin, yaygın veya sistematik bir saldırı gerekliliğini ortaya çıkardığını kabul etmiştir. Ruanda Mahkemesi ise, yaygın veya sistematik saldırıyı, “sık sık tatbik edilmiş, geniş kapsamlı fiiller olarak birçok mağdura yönelik ciddi bir şekilde gerçekleştirilmiş olması gerektiği”
şeklinde tanımlamıştır. Mahkeme, sistematik kavramının ise, kamu ve özel kaynakların kullanılmasını içeren genel bir politika gözetilerek, organize ve düzenli bir şekilde birbirini takip etmesi anlamına geldiğini ifade etmiştir.17
Ruanda Mahkemesi, saldırı kavramını ilk kez Akayesu Davası’nda açık bir biçimde tanımlamıştır. Mahkeme, failin fiilinin yaygın veya sistematik bir saldırının parçası olarak işlenmiş olması gerekliliğini vurguladıktan sonra, Yugoslavya Mahkemesi Statüsü’nün aksine saldırı ile silahlı çatışma arasında bağlantı kurulmasına gerek olmadığını, saldırının “adam öldürme, imha, köleleştirme” gibi Ruanda Mahkemesi Statüsü madde 3’te sayılan türde hukuka aykırı bir fiil olarak tanımlanabileceğini kabul etmiştir. Ruanda Mahkemesi
Kayishema Davası’nda saldırının “sayılan suçları içeren bir olay” olduğunu belirtmek suretiyle saldırının sadece adam öldürme gibi aynı suçların çokluğundan değil, Statü’de sayılan adam öldürme, ırza geçme ve sürgün gibi farklı suçların birikiminden de oluşabileceğini kabul etmiştir.18

Yugoslavya Mahkemesi Statüsü’nde yaygın ve sistematik saldırının bir parçası olarak işlenme açıkça öngörülmemiş olmasına rağmen, Mahkeme kararlarında bu gereklilik yine de kabul edilmiştir. Yugoslavya Mahkemesi, Tadic Davası’nda yaygın saldırıyı tanımlarken, mağdurların sayısına atıf yapmıştır. Kunarac Davası’nda ise, benzer bir biçimde “yaygın kavramının saldırının büyük ölçekli yapısı ve mağdurların sayısı anlamına geldiğini” belirtmiştir. Ruanda Mahkemesi tarafından Akayesu Davası’nda yaygın saldırı daha kapsamlı bir biçimde tanımlanmıştır. Buna göre yaygın saldırı, “önemli ciddiyet ile kolektif olarak yürütülen ve mağdurların çokluğuna karşı yöneltilen ağır, sık sık meydana gelen ve büyük ölçekli eylemler”dir. Ruanda Mahkemesi, Kayishema Davası’nda da “yaygın saldırının mağdurların çokluğuna karşı yöneltilmiş olmak zorunda olduğu” açıklamasında bulunmuştur. Gerek Yugoslavya, gerekse Ruanda
Mahkemesi, yaygın saldırının mağdurların çokluğuna işaret ettiğini kabul ederken, Yugoslavya Mahkemesi Blaskic Davası’nda “mağdurların çokluğu bir dizi insanlık dışı fiilin neticesinde ortaya çıkabileceği gibi, olağanüstü önemdeki tek bir insanlık dışı fiilin neticesinde de ortaya çıkabilecektir” görüşünü de belirtmiştir.19

Yugoslavya Mahkemesi, Blaskic Davası’nda bir saldırının sistematik olarak
nitelendirilebilmesi için dört kriter geliştirmiştir. Bu kriterler; politik bir hedefin,
saldırının izlediği bir planın veya bir topluluğu yok etme, ona zulmetme ya da onu zayıflatma ideolojisinin varlığı; suç oluşturan fiilin bir grup sivile karşı çok büyük bir ölçekte işlenmesi veya birbirine bağlı insanlık dışı fiillerin tekrarlanarak ve devam ederek işlenmesi; askeri veya diğerleri olsun, kayda değer kamu ve özel kaynakların hazırlanması ve kullanılması; düzenli planın tanımlanmasına ve oluşturulmasına yüksek seviyede politik veya askeri yetkililerin karışmasıdır.20

1.2. Soykırım Suçu

Soykırım, insan gruplarının yok edilmesine dayanan bir fiil olarak insanoğlunun varlığını tehdit eden bir suçtur. Soykırım suçu; “ulusal, etnik, ırki veya dini bir grubu, kısmen veya tamamen yok etmek amacıyla” işlenmesidir. Bu fiiller şunlardır: 

i) Grup üyelerini öldürmek, 21 

ii) Grup üyelerine ağır bedensel veya zihinsel zarar vermek,22 

iii) Grubu fiziksel olarak tamamen veya kısmen yok etmeye yönelik yaşam koşulları altına kasten koymak,23 

iv) Grup içerisinde doğumları engellemeye yönelik önlemler dayatmak,24 

v) Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba nakletmek.25

Soykırım aslında, yapılmış bir plan doğrultusunda ulusal, ırksal, etnik veya dinsel bir grubun yaşantısının temel unsurlarını ortadan kaldırmak amacıyla, özel olarak hedef alınan bu grubun kültür, dil, ulusal duygu, din ve ekonomik hayat gibi sosyal kurumlarını dağıtmak ve kişisel güvenliği, özgürlüğü, sağlığı, grubu ve grup mensuplarının hayatlarını yıkmayı bilme ve isteme iradesidir. Ancak bu suçun oluşması için genel kasıt yeterli olmamakta, özel kastın varlığı da gerekmektedir. Soykırımın özel kastı, failin söz konusu dört gruptan (ulusal, ırksal, etnik ve dinsel) belli bir grubun üyelerini yok ettiğini bilmesi
ve istemesi iradesidir.26 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesiyle birlikte, devletlerin çoğunluğunun taraf olduğu bu sözleşmenin soykırımı yasaklayan hükümlerinin uluslararası örf-adet hukuku kuralları haline geldiği, hatta aksine sözleşme dahi yapılamayan jus cogens (buyruk kuralları) niteliğinde olduğu kabul edilmektedir.27

Soykırım, Nuremberg ve Tokyo Mahkemeleri Statüleri’nde açıkça yer alan bir suç
değildir. Soykırımdan dolayı ilk iddianame Yugoslavya Mahkemesi’nde kabul edilmiş, ilk yargılama ve cezalandırma ise yine bir ad hoc mahkeme olan Ruanda Mahkemesi tarafından yapılmıştır. Bu anlamda, Ruanda Mahkemesi’nin Akayesu Davası uluslararası düzeyde soykırım suçu dolayısıyla bireylerin cezai sorumluluğunu tesis eden ilk karar olması nedeniyle tarihi bir anlam ve öneme sahiptir. Yugoslavya Mahkemesi Statüsü ise, soykırım suçunu kabul ederken, Soykırım Sözleşmesi’nin ilgili maddelerini aynen tekrarlamıştır. Evrensel bir yargı kuruluşu olarak görev yapan Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü de, Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesini aynen aldığı gibi, soykırım ile olarak ayrıntılı düzenlemeler getirip hukuktaki tüm boşlukları kapatmıştır.28 

Bu anlamda tarihte ilk defa gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde bireylerin soykırım suçu dolayısıyla sorumlu tutuldukları ve gerekli müeyyideye çarptırıldıkları gözlemlenmektedir.29

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

23 Ocak 2020 Perşembe

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 2

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 2



Naziler,Yahudi, Rudolph J. Rummel, soykırım, din, milli, ekonomi, Afrika, köle ticareti, Kızılderililer, Hiroşima, Atom Bombası, 


FRANSIZLAR 

Fransızlar , 1954 yılından başlayarak , sayılamayacak kadar  çok  sayıda  insanı  işkenceden  geçirdiler. 

İşkenceden geçirilenlerin bir çoğu , yapılan özel işkence uygulamaları  sırasında  öldü  yada  sakat  kaldı.

Öldürülenler arasında FLN’in en önemli ve efsane liderlerinden Ben M’hidi de  vardı.

1957 yılında , Fransızların 10. Paraşüt tümenine kumanda eden , General  Jacques Massu ve onun yardımcısı ve Cezayir’deki  Fransız istihbaratının başında bulunan General Paul Aussa – resses , Fransız gazetesi Le Monde ‘a verdikleri mülakatta ,  Cezayirdeki savaşta kayıp diye nitelenen 3,000 kişinin  esasında  idam  edildiklerini  anlattılar.

1957 yılında işkence ve bu tip öldürme olaylarının , Fransa’nın savaçtaki politikasının bir parçası olduğunu belirttiler.

Ayrıca  Aussares  kendi elleriyle ve özellikle katlettiği 24 FLN üyesine ilişkin gazeteye verdiği  cevapta “ hiçbir pişmanlık duymuyorum “ diyebildi.

Çünkü kendisini yargılamanın Fransa’yı ve savaşlarda yaptıklarını yargılamak  olduğunu ve böyle bir şeyin  , Fransız makamları tarafından yapılamayacağını  biliyordu.

Yani , generallerin  yaptıkları soykırımcı  motifi olan işkence   uygulaması ,  Fransa’nın onayıyla yapılmıştı.

Cezayir  ulusalcılarıyla savaşta , bugünkü Irkçı Ulusal Cephe  Partisinin lideri ve o zamanın gizli servis subaylarından Jean Marie Le Pen de Cezayirli sivillerin katledilmesi süreçlerinden   olan   işkence   seanslarında   bizzat   yer   aldı.


Fransa’nın günlük Le Monde gazetesinde dört işkence mağduruyla   yapılan   mülakatta , işkenceye  uğrayan Mohammed Abdellaoui , 1957 yılında , Le Pen ‘in  vücuduna  elektriği  bizzat verdiğini   ve   mahkumların   üzerine  oturarak  zevkle  çeşmeden su   içtiğini   belirtiyordu.

Konuyu derinlemesine araştıran Alistair Horne , Fransızların  savaş  sırasında  insanları yok etmek için yaptıkları  bu  sistemli işkence  uygulamasının “ savaş suçu “ sayılması   gerektiğini belirtiyordu. 

Fransızların  Cezayir’deki işkence uygulamalarına karşı tavır   alanlardan   ünlü filozof Jean – Paul Sartre ise , 1958 de işkencenin   sadece  Fransızlar  tarafından  uygulanan  bir  yöntem değil , aynı zamanda dünyada  ne  kadar  yaygın  olduğunu  şöyle açıklıyordu :

“ İşkence ne sivillere , ne askerlere ne de özel olarak Fransızlara  aittir , bu  öyle bir  şeydir ki  tüm  yerleşim bölgelerini saran  bir  veba  gibidir. “ diyordu

Fransızların Cezayirdeki işkencelerine ve onun insan üzerindeki dayanılmaz sonuçlarına karşı mücadele eden Martinique’li   psikiatrist   Franz   Fanon   gibi Alistair  Horne ‘da A Savage  War  of  Peace  , Algeria  1954 – 1962 ( 1977 , 1985 ) adlı  yapıtında , Sartre’nin  işkence  genelleştirmesine  karşı  somut  veriyle  yaklaşıyor  ve  işkencenin  Cezayir’de  Fransızlar tarafından yaygınlaştırıldığını ve kurumsallaştırıldığını belirtiyordu. 

Savaş karşıtı grupta yer alan , Fransa’nın ünlü savaş karşıtı  yazarlarından  Simone de Beauvoir ve Jules Roy ise , Fransa’nın Cezayir’deki uygulamalarının , Nazilerin iktidarı sırasında  başka  milletlere  yaptıklarından  hiçbir farkı olmadığını vurguluyorlardı.

1955 yılında , Wuillaume  tarafından  Cezayir’deki   işkence ile  ilgili yapılan araştırmanın raporunda , işkencenin “ en tehlikeli olan teröristleri en efektif biçimde nötralize etmem metotu “ olduğunu   belirtiyordu.
Savaş sırasında görevli Fransız asker ve subaylar ise , işkencenin ne kadar yaygın olduğunu ailelerine göderdikleri mektuplarda  da  anlatıyorlardı.

Cezayir’deki  Fransızların  yaptıkları  soykırımda  ölenlerin sayısı  1962  yılına  gelindiği  zaman  1,000,000’u  buldu.

Fransızlar , sistemli soykırım uygulamalarında coğrafi alanlarıda  yok  etmeyi  kurumsallaştırdılar  ve  bu anlamda  8,000 köyü  yok  ettiler.

Fransızlar bunu yaparken Cezayirli ulusalcılara ve sivil halka  karşı   ellerindeki  en  son  model  silahlarla  saldırıyorlardı.

Bunun  sonucu  Cezayirli  köylü  nüfusun  yarısı  Fransızların kullandıkları Napalm bombalarının etkisiyle yok edilen  evlerini  ve  verimsizleşen  topraklarını terk etmek zorunda   kaldılar.

Fransız  sömürgecileri  sadece  savaşın  en  son  yılı  olan 1962  yılında  15.000  Cezayirli  sivili  öldürdüler.  Bazı  göstergeler ise bu sayının çok daha yüksek olabileceğini düşündürmektedir.

Bir çok Cezayirli bağımsızlık savaşçısı ve sempatizanı Fransızlar  tarafından  yapılan  ağır  işkencelerde  katledildiler.

Fransızların  sistemli yıldırma taktiklerinden biri de 2,5 milyon  Cezayirli  sivili  toplama  kampları  şeklinde  kurdukları ve  Fransız  askeri  kontrolündeki  belli  bir  bölgeye  tehcir  etmek ve  tehcir  hayatı  yaşatmak  oldu.

3,000  Cezayirli  ise , izine  bir  daha rastlanmamak üzere yok  edildi.  Daha sonraki  yıllarda  Cezayir  hükümetinin  yaptığı  kurtuluş savaşında meydana gelen kayıpları arama çalışmalarında , Tunus yakınlarındaki Tebessa bölgesinde Fransızlar  tarafından  işkenceden  geçirilerek  öldürüldüğü  tespit   edilen ,  300 Cezayirli’nin  cesedi toplu mezarlara  gömülü olarak bulundu.

NORVEÇLİLER

“ Elimizdeki  belgelere  göre  inandırıcı  olan  şu  ki  ,  Norveç  toplumu  ne  kadar  Tater’i  kısırlaştırırsa  , o kadar kendi ırkını korumuş oluyordu. Toplumun bu arzularının pratikte gerçekleştirilmesi , resmi yetkililerin Tater’ları , hatta özellikle  çocuk  yaştaki Tater’ları kısırlaştırmasının da alt yapısını   oluşturuyordu.

Ari – ırk teorisyenlerine göre , Taterlar’ın çoğalması veya  ari – ırk’tan birisinin  Taterlarla  cinsel  ilişki  kurması ,  ari – ırk a  sahip  Nordik  toplum  üyelerinin  dejenerasyonu na  yol açması tehlikesini de beraberinde getiriyordu. 
Bu yüzden etnik Taterların , biyolojik olarak çoğalmasının önlenmesi gerekiyor du.

Norveçlilere göre , Taterlar aşağı ırktan geliyorlardı ve bunlara  karşı Nordik ırkın sosyal ve kültürel yapısının korunması   gerekiyordu.

1949 – 1970  ( 1934 – 1977 )  yılları  arasındaki ,  Svandiken çalışma  kampında bulunan kadınların % 37 – 40 ‘ı çalışma kampı  yönetimi tarafından ve resmi kurumların izniyle zorla kısırlaştırıldı.

Misjonen’un Papazı , Knut Myhre , Svandiken’deki uygulamanın gerekçesini 1963 tarihli Aktuell ‘ de şöyle açıklıyordu :

“ Biz  bilinçli  olarak  bir  topluluğun  kendine  has  içerik   ve biçiminin tamamen yok edilmesi için uğraşıyoruz. Bu bakımdan , her bireyi çok kuvvetli bağlarla bağlı olduğu ailesinden  koparıyoruz.  Biz  bu  ailelerinden  koparılan  bireylere  eski yaşam tarzlarına dönmemeleri için oturacak bir yer  ve  görevler  veriyoruz “ diyordu.


II. DÜNYA SAVAŞI BİTİMİNDE AMERİKALILARIN VE İNGİLİZLERİN ALMANLARA YAPTIKLARI DRESDEN SOYKIRIMI

Amerikalılar  ve  İngilizler  tarafından  yapılan  bombalama sırasında , Dresden’in  ağzına  kadar  sivil  ve  çaresiz  insanla dolu  olması  durumu  daha  da  vahimleştirmiş tir.

 Savaşın  bir  sonucu  olarak , bombalamadan  kısa  bir  süre önce şehirde oturan 630.000 kişiye doğu bölgesindeki savaştan kaçan   600.000   yeni  mülteci  eklenmişti.

Bombalamalardan  sonraki  karışıklıktan  dolayı  ve sokaklar yanmış insan cesetleriyle dolu olduğu için , şehrin yöneticileri  tarafından , şehre  gelen  insanların  kimliklerinin de tespit  edilmesi  imkansız  hale  gelmişti.

Bu  yüzden  ölen  sayısının  tam  olarak  ne olduğu , bugün de  tam  olarak  bilinememektedir.

Ama  tarihçilerin  araştırmaları , bize  çoğunluğu  kadın  ve çocuk  olan  135.000 – 200.000  sivilin , bu  üç  günlük Amerikan ve  İngiliz  bombardımanında  öldüğünü  göstermektedir. 

Bu tarihi olayla ilgili araştırma  yapan , tarihçiler tarafından,  Dresden’de  katledilen  Alman  sivillere  ilişkin verilen rakamlarla , Amerikalıların Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine attığı atom bombalarıyla katledilenlerin sayısı  olan  120.000  rakamının  yakınlığı , müttefiklerin Dresden’i   konvansiyonel  silahlarla  nasıl  bu yoğunlukta ve hangi amaçlarla bombaladıklarının belgesi olarak değerlendirilmektedir.

Hava  saldırılarıyla  verilebilecek en büyük zararı verme hedefiyle Amerikalılar ve İngilizler tarafından bombalanan Almanya’nın  Hamburg  ve  Dresden şehirleri bu yüzden tarihçiler  tarafından  Avrupa’nın  Hiroşima ve Nagazaki’si olarak   anılmaktadır. 

Times of London  yazarlarından Simon Jenkins  ,              

    14  Şubat  1995  tarihinde , The  Wall  Street  Journal  ‘da konuyla ilgili olarak yazdığı yazıda , Amerikalılar ve İngilizler tarafından yapılan , Dersden deki Alman sivillere ve Alman kültür  değerlerine  karşı  işlenen  bu  soykırım  sırasında , dresden  bölgesinde herhangi bir askeri birimin veya endüstri biriminin hedef alınmadığını , çünkü savaşın bittiğini belirtiyor ve Dresden deki Alman halkına ve kültür değerlerine karşı yapılan  bu  soykırım  uygulamasını  şöyle  tanımlıyor :

“ Bu saldırının amacı Ortaçağ’da insanları kılıçtan geçirmenin modern bir versiyonu gibi şehirleri her şeyleriyle birlikte  yakarak  yok  etmekti. “ diyordu.

Simon  Jenkins , ayrıca , İngiliz Başbakanı Churchill’in onayıyla bombalama emrini veren İngiliz komutan Arthur Harris’in verdiği bu emirden dolayı , İngilizlerin ve Amerikalıların , Nazilere  karşı  olmakla , Avrupa’nın  bir  kültür şaheseri  olan bu Alman şehrine karşı olmak arasında hiçbir ayrım  yapmadığını  belirtiyor  ve Hitler’in başkalarına yaptıklarıyla , İngiliz ve Amerikan askerlerinin Dresdene yaptıkları arasında benzerlikler kuruyordu.

Müttefik  kuvvetlerin  savaşta , savaştan  kaçanlarla  birlikte yaklaşık  1,2 milyon insanın bulunduğunu bildiği , kültürel yanıyla  ün  yapan  ve  hiçbir askeri stratejik öneme sahip olmayan bu tarihi Dresden şehrine karşı Amerikalıların ve İngilizlerin  sadece  öç almak  amacıyla  saldırdığını  ve  soykırım yaptığını , saldırının komutanı Arthur Harris kendi tanımlamasıyla   şöyle   ifade  ediyordu :

“ Bütün Almanya da ne var ne yoksa bombalamamaktan sa her şeyi  bombalamak çok daha iyidir. “

Arthur  Harris’in  savaşa  ilişkin  düşüncesinin  bu  retoriği , daha  önce  İngilizlerin  benzer bir şekilde , Avustralya’da  , Kuzey Amerika da , Güney Afrika daki sömürgelerinde yaptıklarıyla  benzeştiğinden  dolayı ,  İngilizlerin soykırımcı savaş  felsefesini  de  bir  anlamda  açığa  da  vuruyordu.

Jenkins , konuya ilişkin yorumunda , müttefiklerin yaptığı gibi , Dresden deki sivil halkı bilerek bombalayarak ve şehri tamamen  tahrip  ederek , Auschwitz  ya  da Balkanlarda Nazilerin yaptığı katliamlarla bunlar dengelenemez diyor ve Auschwitz  ve  Dresden  olayları  arasında  insanlığa  karşı yapılan bu iki sistemli ve planlı soykırım arasındaki benzerliğe dikkat  çekiyordu.

Alman  mültecilerin  demografisinde , Danimarka’ya  sığınan  250.000  Alman mültecinin üçte birini , 15 yaşından küçük  çocuklar  oluşturuyordu.

Bu  genç  insanlarda  büyükler  gibi  enterne  edildikleri  için Danimarka  halkı  ile  hiçbir  ilişki  kuramıyorlardı.

Danimarka makamları , 4 Şubat 1871 tarihli kanunun 7. Maddesinin 21. fıkrasına dayanarak “ mülteci kamplarında enterne  edilen  Alman  mültecilerle  her  türlü  ilişkiyi  kesinlikle yasaklamıştı. “

Yukarıda da belirtildiği gibi , Alman mültecilere karşı Danimarkalılar  öyle  sistemli  ve  öç  alma niyetli ve soykırımcı bir  zihniyetle  hareket  ediyorlardı  ki  Danimarka   yetkililerinin yazılı  talimatlarında  bile  bunlar  görülüyordu.

Danimarkalı yetkililerin yazılı talimat vererek bizzat yaptıkları  müdahaleler  sonucunda , hastaneler  Alman hastaları almadı  ve  tedavi  etmedi.

Yeni  doğan  ve  çok  küçük yaştaki çocuklar bile , bu insanlık  dışı  soykırımcı  mücadelenin  kurbanı  oluyordu.

Tarafsızlık  ilkesini  koruması  gereken  insanı yardım örgütü olan Danimarka Kızılhaç’ı bile , mültecilerle ilgili toplantılara  katılmanın  dışında , Alman  mültecilere , doktor , hemşire , ilaç  ve  ambulans   vermek  için  yardımda  bulunmayı reddediyordu.

 Hatta   Danimarka Tabipler  Odası bile , insani olmayan bu resmi  tutuma  destek veriyordu.

Canını  kurtarmak  için , Doğu  Prusya’daki  savaştan  kaçan , çoğu kadın , yaşlı ve çocuklardan oluşan bu 250,000 Alman mülteci , araştırmalara göre 

Danimarka  makamları tarafından  kendi  kamuoyuna  karşı , Danimarka’yı  istilaya  geliyorlarmış gibi  gösterildiler ve  yetkili  makamlar  böylelikle  mültecilere  karşı  yaptıkları  uygulamalarda  hem  kendi  ve  hem  de  uluslar  arası kamuoyu nezdinde  kendilerine  göre  bilinçli  bir biçimde gerekçe  hazırladılar.

ESKİMOLAR

Amerikan  hava  üssündeki  uçakların  gürültüsünden  , üsten  sızan  kimyevi  artıkların ,  bölge  suyuna karışmasından  ve çeşitli biçimde mevsimlere göre gelişen askeri motorize trafikten  dolayı , 

Eskimoların  en önemli yaşam kaynağı olan balıkların bulundukları  yataklarından  ve  her zaman gezindikleri yerlerden  ürkmesiyle / kaçmasıyla  birlikte , ekonomik  darbe yiyen  Eskimoların  bir  kısmı , farklı  aralıklarla  bölgeyi  zorunlu olarak  terk  etmek  zorunda  bırakıldı.

Danimarkalı  hukukçular  Jens Brösted ve Mads  Faegteborg  “ Thule  Avcı  Halk  ve  Askeri  Üs  “ adlı  kitaplarında belirttikleri  gibi  , Thule’den  tehcir  edilen  Eskimo  halkının , 

Danimarka resmi makamları tarafından kamuoyuna yansıtıldığı gibi kendi istekleriyle değil , Danimarka ve Amerikanın planlı bir stratejiyi hayata geçirerek tehdit ve zorlamalarıyla bölgeden kovulduğunu ve tehcir edildiklerini belgeledi. 

Danimarka , Östre  Landsret  bölge mahkemesi , tehcir edilen ailelerden arda kalan 30 ailenin tazminat başvurusu konusunda , 20 Ağustos 1999  tarihinde Eskimolar lehine bir karar  alıyordu.

Mahkeme  kararında , Eskimoların tehcir edildiğini , kültürel , sosyal ve ekonomik olarak Eskimo yaşam tarzının Amerikan üssünün yapımından  kaynaklanan tehcirle birlikte büyük  yara  aldığını  belirtiyor ,

 Aynı  zamanda  daha  önce  resmi  makamların  kamuoyuna belirttikleri gibi , Eskimoların bölgeyi gönüllü olarak terk etmedikleri   ve  Danimarka  sömürge  yönetimi  tarafından  tehcir  edildiklerini  ortaya  koyuyordu.

AVUSTRALYA YERLİLERİ

“ Biz  onların  ( yerlilerin ) topraklarını ( vatanını ) ellerinden  aldık , ekmeklerini  kestik , onları kanunlarımızın birer  kobayı  yaptık. Bunları  biz , bu  insanların  geleneklerini  ve  göreneklerini  hiçe  sayarak , onlara  düşmanca  kin  besleyerek yaptık , kendilerini savunmak istedikleri zamanda , onları katlettik. 

Ve  bütün  bunları  onların  efendisi  olduğumuzu  göstermek için  yaptık “ diye  belirtir ünlü İngiliz romancı Anthony  Trollope.

Ünlü doğa bilimcisi Charles Darwin tarafından üretilen , güçlünün  zayıfı  evrim  yoluyla  yenmesi / yutması  teorisine  atıfta  bulunan  ve  teoriyi  pratikte  uygulayan ve  kıtada  1788  den  itibaren hüküm süren sömürgeci İngiliz yönetimi , kendilerini üstün ırk olarak görmekte ve sömürgecilikten  önce  yüzyıllardır  kıtada  var  olan ; Totemik  bir  dine , karmaşık  bir sosyal yapıya , aşiret ve aile  ilişkilerine  sahip  olan , 31  dil  grubuna  ayrılan  ve  bu 31 dil  grubuna  bağlı  500  aşiret  dili  konuşan  Avustralya yerlilerini de siyah , zayıf ve en alt ırki kesim olarak tanımlamaktaydı.  

Hatta  sömürgecilerin , yerlileri , hayvani bir ırk olarak görmesi münasebetiyle  , yerlilere karşı her türlü aşağılama ve yok  etme  uygulamalarını , kendilerine  göre  yapılması  gereken bir  görev  olarak  sayıyorlardı.

Çünkü , Avustralya  İngiliz  sömürgecileri  için ,  bir “ terra  nullius “ (sahipsizler ülkesiydi ) 

Yani  İngilizler , kendilerinden  önce  binlerce  yıldır var olan  bu  topluluğun  haklarının  ve hukuklarının  bu  yeni  İngiliz sömürgesi  üzerinde  hiçbir  hakkı  olmadığını  iddia  ediyordu  ve yerlileri  insan olarak  saymıyordu.

Esasında , bu sömürgeci  anlayışla , kendi icat ettikleri ve sürekli kendilerine yonttukları “ terra nullius “ doktriniyle kendilerini  ahlaken  haklı  çıkarmak  istiyorlardı.

Bu  anlayış , İngilizlerin  huzur  içinde , yerlileri  insan olarak görmek istememelerinden ve yerlilere her türlü eziyeti yapmak  için  bahaneden  başka  bir  şey  değildi.

İngiliz  sömürgecilerin , “ terra nullius “ doktriniyle  hareket ettiklerinden  dolayı , bir  bakıma  kendi mantıklarına göre , kendi  haklı  adaletlerini  savunuyor , görünümündeydiler.

Bundan  da  hiçbir  huzursuzluk  ve  ahlaksızlık  duymadılar.

İngiliz sömürge  “ terra nullius “ doktrinine göre ;  Nasıl  hayvanların  yüzyıllardır  yaşadıkları  yerlerde  ,  nesiller boyunca  hakları  yoksa , İngilizler  tarafından  hayvan  ırkı seviyesinde  görülen  Avustralya  yerlilerinin de tabi ki aynı şekilde yaşadıkları topraklarda hiçbir hakkı olduğu söz edilemezdi.

Avustralya’yı fiilen işgal eden İngiliz sömürgeciler , dayanakları  sadece “ terra nullius “ doktrininden değil  aynı zamanda  doğa  bilimci  Darwin ‘in evrim teorisini ırkçı bir şekilde  kendilerine  göre  yorumlamaktan  da  alıyorlardı.

1890  yılında , Tasmanya  Kraliyet Topluluğu  ikinci  başkanı James Bernard Avustralya yerlilerine yapılan soykırımları , doğal bir gelişme olarak gösteren görüşünü şöyle dile  getiriyordu :

“ soykırım  prosesleri  esasında , kendiliğinden  oluşmaktadır. Evrim kanununa uygun olarak gelişmektedir “ demekteydi.

Tasmanya da , 1803 – 1834 yılları arasında yerlilere karşı sömürge yönetimi tarafından gerçekleştirilen topyekün saldırılarda birçok yerli kadın ve çocuk seri bir şeklide katledildiler.
Bu  saldırılar  sonucunda  ada da  4,000  olan  yerli  halkın nüfusu  beyaz  adamın  Tasmanya yı  işgalinden  15 yıl sonra 2,000  kişiye  düşürülmüştü.

1824  yılında  ise , bölge  sömürge yönetimi tarafından , adaya  yerleştirilen  yeni  beyaz  ( İngilizlere )  topluma , yerlilerin topraklarını  fiilen  ele geçirmeleri için , ada yerlilerinin görüldüğü  yerde  öldürülmesi  için  izin  çıkarıldı.

İngilizlerin Tasmanya’yı sömürgeleştirmeleri sırasında , yerlilerin  biyolojik  olarak  çoğalmalarını  önlemek ve yerlileri her  bakımdan  yıldırmak  için , sömürge  yönetimi  tarafından ada  da  ele geçirilen ve çeşitli  nedenlerle  esir  olarak  tutulan  yerli  erkeklerin  cinsel  organları  kesilerek  hadım  edildi.

Daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı , öldürülmekten kurtulan  yerliler , tüm  Tasmanya’da  1829  yılında  başlayan  ve iki  aylık bir süreyi kapsayan sömürge yönetiminin soykırım amaçlı  tehcir  politikası  gereği , 

Binlerce  yıl  yaşadıkları  Tasmanya’dan  geleneklerinden , ekonomilerinden , kültürlerinden  ve sosyal yaşantılarından kopartılarak Avustralya’nın çeşitli bölgelerine ve çok uzak adalara , çeşitli  eziyetlerle  ve  soykırım  amacıyla  tehcir edildiler.

Yerliler , tehcir edildikleri bu toplama kamplarını andıran enterne  bölgelerinde  zorunlu  olarak  ikamete  tabi  tutuldular.

Bu  insanlık dışı duruma karşı çıkan yerlilerden direnenler ise , sömürge  yönetimi  tarafından  seri  bir  şekilde  katledildiler.

 Başka bir soykırımcı yöntemde de ; yaklaşık 100,000 Avustralyalı yerli çocuğu , ailesinden zorla koparttı ve , beyaz ailelerin  yanında  iş  gücü  olarak  alıkoydu.
Ve kültürel olarak zorla asimile etmeye çalıştı.

Aynı   zamanda yerli kadınlar kendi rızaları olmaksızın zorla   kısırlaştırıldılar.
Sömürgeciler  tarafından , Avustralya da , sürekli  ve  rafine bir  şekilde  yapılan , 1970 lere kadar cereyan  eden  bu  çocuk kaçırma ve zorla  ailelerinden  koparma  yöntemi olan soykırımcı  tutum , 

Avustralya  tarafında  da  1949  yılında kabul edilen 1948 BM  soykırım  sözleşmesinin  II.maddesine  tamamen aykırı olması ,

 Büyük  Britanya  İmparatorluğunun ve ona bağlı Avustralya hükümetinin bu anlamda soykırım suçu işlediğini açıkça  ortaya  koydu.

Soykırımla  ilgili  tarihi  verilere  bakarsak , ünlü  soykırım araştırmacısı  ve  tarihçi  Ben  Kiernan’a  göre  kıtanın  İngilizler tarafından sömürgeleştirilmesinin başlangıç tarihi olan 1788 yılında , kıtada 750,000 siyah derili yerli ( aboriginal ) yaşamaktaydı.

1911  yılına gelindiği zamanda bu sayı 31,000 kişiye düşmüştü.

Çoğu 1789 , 1829 – 1831 yıllarında İngilizlerin yaydığı çiçek , tifo , dizanteri , tüberküloz , difteri , grip vs. gibi hastalıklardan ve sömürgecilerin yerlilerin Un  tayınlarına zehir katılmasından  dolayı  kırıldı.

Binlercesi ise sömürge güçleri tarafından vurularak öldürüldü.

Sömürgeci  beyazların  yerlileri  öldürmeleri o kadar  planlı ve  sistemli  yapılıyordu ki , çocuklar kaçırılıp  zorla bir işte çalıştırılıyorlardı , kadınlar  tayınlarına zehir katılarak  veya işkence yapılarak   öldürülüyorlardı  
ve erkekler ise vurularak öldürülüyorlardı.   

ALMANLARIN 1904 – 1907 YILLARINDA NAMİBYA DA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ HERERO SOYKIRIMI

Almanlar bir emperyalist devlet olarak , Avrupa kıtasında güçlü  olsalar da ,  ekonomik  ve siyasi ihtiyaç ve rakabetten dolayı , diğer  Avrupa  devletleri  gibi , 

1891  yılında , kendi  egemenlik  alanlarını  genişletmek , ham madde ve iş gücü ihtiyacını karşılamak , diğer Avrupa devletleri gibi deniz aşırı yerlere ulaşmak ve deniz ticaretini geliştirmek  için , Namibya’ya  yerleşmeye  başladılar.

Bu  sömürgeci stratejinin hayata geçirilmesi sırasında , devlet  politikalarına  uygun  olarak , Almanya’dan  getirilen , 1891  yılında  539 , 1896  yılında  2,025 , 1904 yılında ise 4,500 alman göçmen sömürge yönetimi tarafından geniş çiftlik olanakları  sağlanarak   bölgeye  yerleştirildiler.

1914  yılına  gelindiğinde  bu  rakam , 14,000 kişiye ulaştı.

Zamanın  sömürgeci  devletlerinin , klasik  olarak  her kıtada  gerçekleştirdikleri  göçler gibi , Almanlarda kendi ırkından insanları en verimli alanlara yerleştirerek , yeni yerleştikleri sömürge alanlarını bu uygulamayla Almanya’ya ilhak  ettiler.

1904 – 1907  yılları  arasında , Namibya’nın   yerli  halkının en  büyük  kesimini  temsil  eden  ve 80,000  nüfuslu  Hererolar ve 20,000  nüfusu  olan  Namalar 

Almanların kendilerine yaptıkları baskılara ve kendi bölgelerine pervasızca yerleşmelerine ve yüzyıllardır üzerinde özgürce yaşadıkları toprakların hiçbir bedel ödenmeden kullanmalarını kabul etmemelerinden ve  Almanların Herero kadınlarının  ırzına geçme , işkence yaparak eziyet etme ve öldürme  olaylarına  karşı  çıkmalarından  dolayı ,

 Alman sömürge yönetimi tarafından tehlikeli sayıldılar.

4,000  asker , 36  top ve 14  makinalı  tüfekle  Hereroları  yok etmek , kalanlarına boyun eğdirmek ve en son tahlilde yerlileri istedikleri gibi kullanmak için askeri bir harekat düzenlediler.

Harekatı düzenleyen General Lothar Hererolara karşı soykırımcı  harekata  ilişkin  Alman  hedefini  şöyle  açıklıyordu :

“ Almanların  egemen  olduğu  her yerde , silahlı veya silahsız sığır çobanı olan yada olmayanlarını ( yerli halk ) kesinlikle  vurun. Bundan  sonra  kadın  ve  çocuklarda  benim için ehemmiyetsizdir. Bunların hepsinin Almanların yatırım yaptıkları topraklardan zorla çıkarılmalarını istiyorum. Eğer olmazsa  hepsini  vurun  öldürün “ 

Askeri  harekatta , zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri her türlü askeri teknolojiyi kullanarak , Hereroların tamamını  fiziki  olarak  yok  etmek  için , topyekün  bir  saldırı yöntemi  kullandı  ve Hererolara  karşı , kadın , çocuk ve yaşlı  demeden  insanlık dışı  bir  soykırım  yöntemi  uyguladı.

Askeri harekat sırasında , Almanlar kedi endüstriyel stratejilerine  uygun  olarak ta , savaşta  ileride  esir  köle  iş   gücü olarak çalıştırılması amacıyla , 15,000 Hereroyu ve 2,000 Namayı  esir aldı  ve İngilizlerin  Güney Afrika sömürgesinde yaptıkları gibi , esir  alınanları  toplama  kamplarına  kapattı.

Almanlar yaptıkları harekatta öldürelemeyen ve yakalanamayan Hererolara karşıda büyük bir av harekatı başlattı.

Almanlar  tarafından esir alınanların 7,682 si daha sonra ağır  şartlara  ve  işkencelere dayanamayarak zindanlarda öldüler.

1911 Yılına gelindiğinde ise.,
                                                
80,000     Hererodan     yalnızca      15,130 kişi , 

20,000    Namadan    ise   ancak    9,781   kişi   hayatta kalabilmişti.

Almanların   Namibya’da   yaptıkları   soykırım , Fransızların   Cezayir’de , Vietnam’da , İngilizlerin , İspanyolların  ,  Portekizlerin  ve  Fransızların  Amerika  kıtasında  yaptıkları  çeşitli  soykırım  yöntemlerini    aratmıyordu.

Amaç  sömürgeciliğin  ve  sömürgeciliği  ırkçı  tabiatından dolayı  kendisine  ait  olmayan  her  toprağın  ve  herkesin  kayıtsız  şartsız  sömürgeleştirilmesiydi.


ALMANLARIN II. DÜNYA SAVAŞINDA ÇİNGENELERE ve YAHUDİLERE YAPTIĞI SOYKIRIMLAR

  Almanlar ,  1933 – 1945  yılları  içerisinde  ırkçı Race Hygiene  ideolojisi  çerçevesinde  yaratmak  istedikleri  mükemmel Alman hedefiyle , diğer milletlerden veya etnik gruplardan  olan  ve  ari  Alman  olmayan

21  milyon  insanı , toplu  olarak  kurşuna  dizerek , top yekün savaş şeklinde yaptıkları ve sivil , asker ayrımı yapmadıkları  saldırılarda , 

toplama  kamplarında yaptırılan özel insan fırınlarında toplu  şekilde  yakarak  ve öldürmek için özel olarak yaptıkları gaz  odalarında , insanları  toplu  şekilde  zehirleyerek  soykırıma  uğrattılar.

Almanlar , II. Dünya savaşı arifesinde  ve  içinde  yaptıkları soykırımlarda  , ari  ırk ideolojisini , Alman sağlık , sosyal ve kültür  politikalarına  yerleştirmek  için ,  özellikle , 

Aşağı ırktan olarak tanımladıkları  iki  grubu  hedef  olarak  seçtiler.

Almanlar tarafından , 1933  yılından  itibaren , özellikle , soykırıma  uğratılan  bu  grupları  tanımlarsak  bunlar ;

Avrupanın her yanında dağınık olarak yaşayan , Avrupalılardan  farklı  kültür  ve  geleneklere  sahip  çingeneler ve  din  bazından  tanımlanan   Yahudilerdi.

Çingenelere ve Yahudilere karşı , II. Dünya savaşında Almanlar tarafından yapılan soykırımlarda , eldeki verilere bakarsak ,  çingenelerden  500,000  ila  1,5 milyon  arasında  kişi , 

Yahudiler den ise Avrupa Yahudilerinin üçte ikisi olan 6 milyon  kişi  hayatını    kaybetti.
1936  yılında , Alman  bilim adamlarının  ari  ırk  yaratmak için  ürettikleri  teorilerin  ve  yaptıkları  teorik  araştırmaların , siyasi   ideolojiye  katkılarıyla , Almanya’da mevcut iktidar , hangi  oranda  olursa  olsun , çingene  kanı  taşıyan  herkesi suçlu olarak  gördü.

Bu  durum  insan  ırkının  terbiye  edilmesi ve siyasi iktidarın biyolojik Race Hygiene politikasına uygun olarak , Berlin deki Kaiser Wilheim enstitüsünden ve Tübingen üniversitesinden

 Başkanlığını  Psikiatr  Dr. Robert  Ritter  in  yaptığı ,  Eva   Justin  ve  Sophie  Erhart ın  oluşturduğu üç kişilik Almanya  Sağlık  Bakanlığına  bağlı “ Ari ırk ve Toplum Biyolojisi Araştırmaları “ ekibi tarafından , 30,000 çingene üzerinde yapılan kan ve iskelet tahlillerindeki genetik sınıflandırılmalar , 

Çingene  olarak tespit edilmeyenlerin “ NZ “ , yüzde yüz çingene  olarak tespit edilenlerin  “ Z “ olarak işaretlemesini doğurdu.

Almanya’da , 1933  yılında  çıkarılan bir kanunla , Alman ari  ırkının  korunması  için , çingenelerin  12 yaşından başlayarak , hızlı bir şekilde zorunlu olarak kısırlaştırılması ön görüldü.

Nazi  hükümeti  tarafından  yapılan  bu zorunlu kısırlaştırma , kampanyasında eldeki verilere göre , çingenelerin % 94 ü   kısırlaştırıldı.

Kısırlaştırma ameliyatların da bir çok çingene hayatını kaybetti.

Çingeneler üzerinde yürütülen bu resmi ideolojik ve biyolojik  soykırımcı  işlem , Alman  ari  ırk  ideologları tarafından , yıllardır  toplumu  empoze  edilmeye  çalışılan , 

üstün   ırk  yaratma ve  aşağı  ırktan arınma iddiasının fiili ve doğal  bir  şekilde  hayata  geçirilmesi  olarak  görüldü.
Almanlar 1934 – 1936 yılları arasında , çingeneler konusunda  önlem  alarak  ,  Alman  üstün ırkı için sosyal olmayan , uyuşuk , tehlikeli ve zararlı insanlar olarak gördükleri bu  insanları ;  Köln , Frankfurt , Höherweg , Berlin – Marzahn ve Düsseldorf ta  özel  olarak  yapılan  enterne  kamplarına    tehcir ettiler.

Çingeneler , 1940 yılından  itibaren  toplu katliamların  çok yoğun bir şekilde yapılması için , deneylerde kullanılmaya başladılar.

Almanlar , Alman  soykırım  teknolojisinin  geliştirilmesi  için  yapılan  kimyasal ve biyolojik deneylerle ilgili olarak , ilk defa , gaz la ( Zyklon – B ) toplu şekilde insanları öldürme deneyimini  elde  etmek  için , 

1940  yılında ,  Buchenwald  daki  toplama  kampında  kobay olarak  seçilen  250  çingene  çocuğu  üzerinde  zehirli  gaz   denedi.

II.   Dünya  Savaşına  ve  İsrail  devletinin  kuruluşuna  kadar belli bir siyasi coğrafi alanda  yoğunlaşamayan Yahudilerde , çingenelerle  kıyaslandığı  zaman , Avrupa da küçük  azınlıklar  olarak  ve  çeşitli  coğrafi alanlarda yaşıyorlardı.

Yahudilerin , çingenelerden  en  önemli  farkı  ise ,  Yahudiler çingeneler  gibi göçer olmaktan çok , şehirlerde , kasabalarda  ve  köylerde  yerleşik  bir şekilde yaşayan , siyaseti ve  ticareti  bilen  ve  ileri  derecede  eğitimli  bir dini toplum olup  ibadete  dayalı  merkezlerde , organik bağı kuvvetli bir örgütlenme  içerisinde  yaşıyorlardı.

Nazilere  göre , Yahudilere  ilişkin  sorun  esasında evrenseldi  ve  dünyada  bulunan  17 milyon  Yahudinin    dünyaya  egemenliğini  diğer  milletlerin  kabul etmesi olanaksızdı.

   Bu  yüzden Naziler , Yahudilere  ilişkin  aldıkları  siyasi kararlar  doğrultusunda  ,  iktidar  olanaklarını  da  iyi  bir şekilde  kullanarak  Yahudilere  karşı , Almanya’da  her  alanda sistemli  bir  şekilde  ve  yoğun  olarak  etnik  temizliğe  giriştiler.

1933  yılında  Nazilerin  iktidara  gelmesiyle  birlikte , Nazi özel  gücü  olan  SS’ler  ilk  başlarda , Yahudilerin  bulundukları apartmanlara  girerek , Yahudilerin  elit  kesimini  tutuklamaya ve   işkence  etmeye  başladılar.

1 Nisan 1933 tarihinde ise , Naziler Yahudilerin dükkanlarından  alışveriş  yapılmamasının  ve  Yahudi  mallarının  boykot  edilmesinin  propagandasına  başladılar.

7 Nisan 1933 de ise  , Profesyonel Toplum Servisinin oluşturulmasıyla birlikte , Almanlar ari ırk tan olmayanlara karşı hızlı bir ayrımcılık kampanyası başlattılar.

4 Ekim 1933 te çıkarılan kanunla , Yahudiler tüm gazetelerden çıkarıldılar ve aynı kanun da yer alan ek bir maddeyle  de Yahudilerin   kendi  dini   inançlarına  göre    kurban   kesmeleri   yasaklandı.

14   Haziran da ise , başka   ülkelerden Almanya’ya yerleşmiş ve Alman vatandaşlığını almış Yahudilerin , Alman vatandaşlığı   iptal   edildi.

1935 yılında ise , Naziler ve Yahudi Düşmanları tarafından , Berlin’de tüm Yahudi dükkanlarına sistemli saldırılar düzenlendi.

14  Kasım  da  çıkarılan  Nürnberg  Kanunuyla , Almanya da , kimlerin Yahudi asıllı ve kimlerin ise karışık ( Yahudi ve Germen karışımı ) bir  aileden  geldiği  yapılan kan  analizlerine  göre belirlendi ve vatandaşlık hakları  kısıtlandı.

28 Mayıs  1938 tarihinde ise  , Nazi iktidarı tarafından çıkarılan yeni bir kanunla , Yahudilerin hiçbir şekilde mülk edinemeyeceği , 

Yahudi  avukatın  ari bir  Almana müdahil olamayacağı vb. gibi profesyonel   hayata  ilişkin  ırkçı  kararlar  alındı.  

Haziran  1941 – Ocak 1942 tarihleri arasında ise Litvanya’da  Alman  Einsatz  Komandoları  ( özel infaz ekipleri ) tarafından  yapılan  operasyonlarda  , yerli  halkın yardımıyla 135,000 Yahudi soykırıma uğratıldı.

Daha sonra işgal edilen Sovyet topraklarında yapılan katliamlar , Almanlar   tarafından  dozu  arttırılarak  sürdürüldü.

1941 yılında Almanya’dan , Riga , Minsk ve Kovno’ya gönderilen Alman Yahudileri , bu şehirlerdeki toplama kamplarında , profesyonel Yahudi  infaz  ekipleri  tarafından , kurşuna  diziliyordu.

Yahudiler açısından bu süreç , bütün  Avrupa  kıtasına yayılarak  devam  etti.

Avrupa’daki  Yahudilerin  belli  merkezlere , kontrol ve daha  sonra da toplu katliam için tehciri yaygınlaştırıldı.

Tehcir edilen Yahudilere ilişkin veriler ise şöyleydi ; 

Hollanda dan 107,000          ,                     Belçika dan 28,000 , 
Fransa dan 42,000                ,                     Danimarka dan  770  , 
İtalya dan 5,000                    ,                     Romanya dan binlerce , 
Bulgaristan 20,000               ,                     Yunanistan 45,000 , 
Macaristan 430,000              ,                     Slovakya dan 50,000 , 
Norveç ten  1,500                  ,                    Hırvatistan dan 5,000 

Yahudi toplama kamplarına soykırım amacıyla tehcir edildi.   


YUNANLILARIN BATI TRAKYA’da TÜRKLERE KARŞI ASİMİLASYON YOLUYLA YAPTIKLARI ETNİK ve KÜLTÜREL SOYKIRIMLAR.,

Yunanlıların Türk Etnik azınlığı üzerinde yarattıkları sistemli  ayrımcı , ırkçı , psikolojik ve  etnik  terör ortamı ve güvenlik kaygısı , Batı Trakya Türklerini  doğrudan ve dolaylı olarak zaman zaman zorunlu   olarak   göçe   zorladı.

Ve Yunanistan ın Türklere karşı  sürekli  şekilde   yaptığı bu  kollektif   etnik  hak   ihlallerinden  ve   bireysel  insan  hakları ihlallerinden  dolayı , 1923  yılından bu tarafa  yaklaşık 400,000 Türkün , Türkiye’ye veya başka ülkelere geçmesine sebep oldu.

Bu nedenlerden dolayı, Batı Trakya Türklerinin nüfusunda %36 düzeyinde , önemli oranda bir azalma meydana geldi.

Bugünkü şartlarda Türklere karşı Yunanistan tarafından alınan  tüm  olumsuz tavırlara rağmen , hala Batı Trakya da 130 – 150,000 arasında Türkün yaşadığı  tahmin edilmektedir.

Yunan  hükümetinin  Batı  Trakya daki  kollektif  Türk Etnik kimliğini ve  kültürel  değerlerini tanımamasını ve Türkleri Yunanlı Müslüman olarak görmesini , 

kendi   açısından , 1923  yılında   yapılan Lozan anlaşmasında Türklere verilen hakları , kendisine göre yorumlayan , 

Başbakan  Konstantin  Mitsotakis , Washington’da , 18 Haziran  1990  tarihinde  bir  gazeteciye  verdiği  demeçte         real   olarak Yunanistan daki etnik azınlık durumundaki Türklerin   durumunu   şöyle   tanımlıyordu :

“ Yunanistan da Türk yok. Batı Trakya’da sadece Müslüman   Yunanlılar   var “ diyordu.

Ve  böylelikle  Mitsotakis , Yunanistanın  Batı  Trakyalı Türklere   karşı   olan , bu   etnik   soykırımcı   anlayışını ,   uluslar arası   arenada   tescil   ve   lanse   ediyordu.

Aynı zamanda Türk etnik sözcüğünü  derslerde kullanan , Türk öğretmenlerin  eğitim  olanakları kısıtlandı ya da bu öğretmenler  görevlerinden ceza verilir  gibi alındı.

Ayrıca , Türk etnik azınlığını kontrol ve asimilasyon politikaları çerçevesinde 1968 yılında oluşturulan Selanik’teki Pedagoji Akademisine ( EPATH ) Türk    kökenli öğretmenlerin başvuruları da reddedildi.

Yunanistan   AB   üyesi   olarak ,   AB   kural ve prensiplerine ters   düşerek ( Kopenhag Siyasi Kriterleri ) etnik   ve ayrımcı bir çerçevede , etnik Türk  azınlığının siyasi   temsiline   karşı   düşmanca   bir   tutum   alıyor , 

AB  ye üye olma şartlarının en önemli öğelerinden biri olan Kopenhag Kriterlerinin ana hatlarıyla yaptıklarını tanımıyor   ve  AB  kanun  ve  kurallarına  karşı  fiilen muhalefet   ediyordu.

1980  den  itibaren , Yunan  makamları , Türklerle   ilişkili yazılı   basına   da , nihai   hedefi   etnik   ve   kültürel   soykırım olan ve Türklere  sistemli  asimilasyon   amacını   güden   aynı ırkçı   terörü   uygulamaktan   çekinmediler.

Aylık   dergi  Akın , haftalık   gazete Yankı , Öğüt ve Güven’in   yöneticileri defalarca Yunan bölge yöneticisi Nomark’ın   baskısıyla   karşılaştı 

Dergilerin ve gazetelerin dağıtımları yasaklandı , tehdit edildi  ve  bazıları   yüklü  bir  şekilde  para  ve  hapis   cezalarına çarptırıldı.

Yunanlıların , Türkleri  hedef  alan  aynı  etnik  asimilasyon politikası , Türklere  ait   kültürel   değerleri  de  içine  alıyordu.

Batı Trakya Türk etnik azınlığının , kültürel amaçlı girişimlerinde , birer kültürel  yapıt  olan  Osmanlı  Döneminden kalan  eski  camilerin  tamiri  yada 

Osmanlı döneminden kalma kültürel motifleri olan özel konutların   tamiri  ve  bir  kısmının  yapımı , resmi        makamlar   tarafından    özel    izne   tabi  tutularak , bu   kültürel    değerlerin   tamirinin   yapılmaması   için ,izin  vermesi gereken Yunan resmi makamları , bilinçli olarak bu izni vermeyerek Türk kültür değerlerinin yıkılmamasını   özellikle   engelliyordu. 

Aynı   zamanda   bir   yandan   da   kültürel   temizlik amacıyla , Batı Trakya’ daki   Osmanlı   Türklerinden   kalan tarihi   ve   kültürel   değeri   olan   önemli   yapıtlar , 

Bilinçli   olarak , devlet   tarafından siyasi destekli Yunanlılar   tarafından yıkılıyor , bu durum Batı Trakya’daki Türk  kültürünün soykırımına , kısmen  yada  tamamen  sebep oluyordu.

***