23 Ocak 2020 Perşembe

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 2

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 2



Naziler,Yahudi, Rudolph J. Rummel, soykırım, din, milli, ekonomi, Afrika, köle ticareti, Kızılderililer, Hiroşima, Atom Bombası, 


FRANSIZLAR 

Fransızlar , 1954 yılından başlayarak , sayılamayacak kadar  çok  sayıda  insanı  işkenceden  geçirdiler. 

İşkenceden geçirilenlerin bir çoğu , yapılan özel işkence uygulamaları  sırasında  öldü  yada  sakat  kaldı.

Öldürülenler arasında FLN’in en önemli ve efsane liderlerinden Ben M’hidi de  vardı.

1957 yılında , Fransızların 10. Paraşüt tümenine kumanda eden , General  Jacques Massu ve onun yardımcısı ve Cezayir’deki  Fransız istihbaratının başında bulunan General Paul Aussa – resses , Fransız gazetesi Le Monde ‘a verdikleri mülakatta ,  Cezayirdeki savaşta kayıp diye nitelenen 3,000 kişinin  esasında  idam  edildiklerini  anlattılar.

1957 yılında işkence ve bu tip öldürme olaylarının , Fransa’nın savaçtaki politikasının bir parçası olduğunu belirttiler.

Ayrıca  Aussares  kendi elleriyle ve özellikle katlettiği 24 FLN üyesine ilişkin gazeteye verdiği  cevapta “ hiçbir pişmanlık duymuyorum “ diyebildi.

Çünkü kendisini yargılamanın Fransa’yı ve savaşlarda yaptıklarını yargılamak  olduğunu ve böyle bir şeyin  , Fransız makamları tarafından yapılamayacağını  biliyordu.

Yani , generallerin  yaptıkları soykırımcı  motifi olan işkence   uygulaması ,  Fransa’nın onayıyla yapılmıştı.

Cezayir  ulusalcılarıyla savaşta , bugünkü Irkçı Ulusal Cephe  Partisinin lideri ve o zamanın gizli servis subaylarından Jean Marie Le Pen de Cezayirli sivillerin katledilmesi süreçlerinden   olan   işkence   seanslarında   bizzat   yer   aldı.


Fransa’nın günlük Le Monde gazetesinde dört işkence mağduruyla   yapılan   mülakatta , işkenceye  uğrayan Mohammed Abdellaoui , 1957 yılında , Le Pen ‘in  vücuduna  elektriği  bizzat verdiğini   ve   mahkumların   üzerine  oturarak  zevkle  çeşmeden su   içtiğini   belirtiyordu.

Konuyu derinlemesine araştıran Alistair Horne , Fransızların  savaş  sırasında  insanları yok etmek için yaptıkları  bu  sistemli işkence  uygulamasının “ savaş suçu “ sayılması   gerektiğini belirtiyordu. 

Fransızların  Cezayir’deki işkence uygulamalarına karşı tavır   alanlardan   ünlü filozof Jean – Paul Sartre ise , 1958 de işkencenin   sadece  Fransızlar  tarafından  uygulanan  bir  yöntem değil , aynı zamanda dünyada  ne  kadar  yaygın  olduğunu  şöyle açıklıyordu :

“ İşkence ne sivillere , ne askerlere ne de özel olarak Fransızlara  aittir , bu  öyle bir  şeydir ki  tüm  yerleşim bölgelerini saran  bir  veba  gibidir. “ diyordu

Fransızların Cezayirdeki işkencelerine ve onun insan üzerindeki dayanılmaz sonuçlarına karşı mücadele eden Martinique’li   psikiatrist   Franz   Fanon   gibi Alistair  Horne ‘da A Savage  War  of  Peace  , Algeria  1954 – 1962 ( 1977 , 1985 ) adlı  yapıtında , Sartre’nin  işkence  genelleştirmesine  karşı  somut  veriyle  yaklaşıyor  ve  işkencenin  Cezayir’de  Fransızlar tarafından yaygınlaştırıldığını ve kurumsallaştırıldığını belirtiyordu. 

Savaş karşıtı grupta yer alan , Fransa’nın ünlü savaş karşıtı  yazarlarından  Simone de Beauvoir ve Jules Roy ise , Fransa’nın Cezayir’deki uygulamalarının , Nazilerin iktidarı sırasında  başka  milletlere  yaptıklarından  hiçbir farkı olmadığını vurguluyorlardı.

1955 yılında , Wuillaume  tarafından  Cezayir’deki   işkence ile  ilgili yapılan araştırmanın raporunda , işkencenin “ en tehlikeli olan teröristleri en efektif biçimde nötralize etmem metotu “ olduğunu   belirtiyordu.
Savaş sırasında görevli Fransız asker ve subaylar ise , işkencenin ne kadar yaygın olduğunu ailelerine göderdikleri mektuplarda  da  anlatıyorlardı.

Cezayir’deki  Fransızların  yaptıkları  soykırımda  ölenlerin sayısı  1962  yılına  gelindiği  zaman  1,000,000’u  buldu.

Fransızlar , sistemli soykırım uygulamalarında coğrafi alanlarıda  yok  etmeyi  kurumsallaştırdılar  ve  bu anlamda  8,000 köyü  yok  ettiler.

Fransızlar bunu yaparken Cezayirli ulusalcılara ve sivil halka  karşı   ellerindeki  en  son  model  silahlarla  saldırıyorlardı.

Bunun  sonucu  Cezayirli  köylü  nüfusun  yarısı  Fransızların kullandıkları Napalm bombalarının etkisiyle yok edilen  evlerini  ve  verimsizleşen  topraklarını terk etmek zorunda   kaldılar.

Fransız  sömürgecileri  sadece  savaşın  en  son  yılı  olan 1962  yılında  15.000  Cezayirli  sivili  öldürdüler.  Bazı  göstergeler ise bu sayının çok daha yüksek olabileceğini düşündürmektedir.

Bir çok Cezayirli bağımsızlık savaşçısı ve sempatizanı Fransızlar  tarafından  yapılan  ağır  işkencelerde  katledildiler.

Fransızların  sistemli yıldırma taktiklerinden biri de 2,5 milyon  Cezayirli  sivili  toplama  kampları  şeklinde  kurdukları ve  Fransız  askeri  kontrolündeki  belli  bir  bölgeye  tehcir  etmek ve  tehcir  hayatı  yaşatmak  oldu.

3,000  Cezayirli  ise , izine  bir  daha rastlanmamak üzere yok  edildi.  Daha sonraki  yıllarda  Cezayir  hükümetinin  yaptığı  kurtuluş savaşında meydana gelen kayıpları arama çalışmalarında , Tunus yakınlarındaki Tebessa bölgesinde Fransızlar  tarafından  işkenceden  geçirilerek  öldürüldüğü  tespit   edilen ,  300 Cezayirli’nin  cesedi toplu mezarlara  gömülü olarak bulundu.

NORVEÇLİLER

“ Elimizdeki  belgelere  göre  inandırıcı  olan  şu  ki  ,  Norveç  toplumu  ne  kadar  Tater’i  kısırlaştırırsa  , o kadar kendi ırkını korumuş oluyordu. Toplumun bu arzularının pratikte gerçekleştirilmesi , resmi yetkililerin Tater’ları , hatta özellikle  çocuk  yaştaki Tater’ları kısırlaştırmasının da alt yapısını   oluşturuyordu.

Ari – ırk teorisyenlerine göre , Taterlar’ın çoğalması veya  ari – ırk’tan birisinin  Taterlarla  cinsel  ilişki  kurması ,  ari – ırk a  sahip  Nordik  toplum  üyelerinin  dejenerasyonu na  yol açması tehlikesini de beraberinde getiriyordu. 
Bu yüzden etnik Taterların , biyolojik olarak çoğalmasının önlenmesi gerekiyor du.

Norveçlilere göre , Taterlar aşağı ırktan geliyorlardı ve bunlara  karşı Nordik ırkın sosyal ve kültürel yapısının korunması   gerekiyordu.

1949 – 1970  ( 1934 – 1977 )  yılları  arasındaki ,  Svandiken çalışma  kampında bulunan kadınların % 37 – 40 ‘ı çalışma kampı  yönetimi tarafından ve resmi kurumların izniyle zorla kısırlaştırıldı.

Misjonen’un Papazı , Knut Myhre , Svandiken’deki uygulamanın gerekçesini 1963 tarihli Aktuell ‘ de şöyle açıklıyordu :

“ Biz  bilinçli  olarak  bir  topluluğun  kendine  has  içerik   ve biçiminin tamamen yok edilmesi için uğraşıyoruz. Bu bakımdan , her bireyi çok kuvvetli bağlarla bağlı olduğu ailesinden  koparıyoruz.  Biz  bu  ailelerinden  koparılan  bireylere  eski yaşam tarzlarına dönmemeleri için oturacak bir yer  ve  görevler  veriyoruz “ diyordu.


II. DÜNYA SAVAŞI BİTİMİNDE AMERİKALILARIN VE İNGİLİZLERİN ALMANLARA YAPTIKLARI DRESDEN SOYKIRIMI

Amerikalılar  ve  İngilizler  tarafından  yapılan  bombalama sırasında , Dresden’in  ağzına  kadar  sivil  ve  çaresiz  insanla dolu  olması  durumu  daha  da  vahimleştirmiş tir.

 Savaşın  bir  sonucu  olarak , bombalamadan  kısa  bir  süre önce şehirde oturan 630.000 kişiye doğu bölgesindeki savaştan kaçan   600.000   yeni  mülteci  eklenmişti.

Bombalamalardan  sonraki  karışıklıktan  dolayı  ve sokaklar yanmış insan cesetleriyle dolu olduğu için , şehrin yöneticileri  tarafından , şehre  gelen  insanların  kimliklerinin de tespit  edilmesi  imkansız  hale  gelmişti.

Bu  yüzden  ölen  sayısının  tam  olarak  ne olduğu , bugün de  tam  olarak  bilinememektedir.

Ama  tarihçilerin  araştırmaları , bize  çoğunluğu  kadın  ve çocuk  olan  135.000 – 200.000  sivilin , bu  üç  günlük Amerikan ve  İngiliz  bombardımanında  öldüğünü  göstermektedir. 

Bu tarihi olayla ilgili araştırma  yapan , tarihçiler tarafından,  Dresden’de  katledilen  Alman  sivillere  ilişkin verilen rakamlarla , Amerikalıların Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine attığı atom bombalarıyla katledilenlerin sayısı  olan  120.000  rakamının  yakınlığı , müttefiklerin Dresden’i   konvansiyonel  silahlarla  nasıl  bu yoğunlukta ve hangi amaçlarla bombaladıklarının belgesi olarak değerlendirilmektedir.

Hava  saldırılarıyla  verilebilecek en büyük zararı verme hedefiyle Amerikalılar ve İngilizler tarafından bombalanan Almanya’nın  Hamburg  ve  Dresden şehirleri bu yüzden tarihçiler  tarafından  Avrupa’nın  Hiroşima ve Nagazaki’si olarak   anılmaktadır. 

Times of London  yazarlarından Simon Jenkins  ,              

    14  Şubat  1995  tarihinde , The  Wall  Street  Journal  ‘da konuyla ilgili olarak yazdığı yazıda , Amerikalılar ve İngilizler tarafından yapılan , Dersden deki Alman sivillere ve Alman kültür  değerlerine  karşı  işlenen  bu  soykırım  sırasında , dresden  bölgesinde herhangi bir askeri birimin veya endüstri biriminin hedef alınmadığını , çünkü savaşın bittiğini belirtiyor ve Dresden deki Alman halkına ve kültür değerlerine karşı yapılan  bu  soykırım  uygulamasını  şöyle  tanımlıyor :

“ Bu saldırının amacı Ortaçağ’da insanları kılıçtan geçirmenin modern bir versiyonu gibi şehirleri her şeyleriyle birlikte  yakarak  yok  etmekti. “ diyordu.

Simon  Jenkins , ayrıca , İngiliz Başbakanı Churchill’in onayıyla bombalama emrini veren İngiliz komutan Arthur Harris’in verdiği bu emirden dolayı , İngilizlerin ve Amerikalıların , Nazilere  karşı  olmakla , Avrupa’nın  bir  kültür şaheseri  olan bu Alman şehrine karşı olmak arasında hiçbir ayrım  yapmadığını  belirtiyor  ve Hitler’in başkalarına yaptıklarıyla , İngiliz ve Amerikan askerlerinin Dresdene yaptıkları arasında benzerlikler kuruyordu.

Müttefik  kuvvetlerin  savaşta , savaştan  kaçanlarla  birlikte yaklaşık  1,2 milyon insanın bulunduğunu bildiği , kültürel yanıyla  ün  yapan  ve  hiçbir askeri stratejik öneme sahip olmayan bu tarihi Dresden şehrine karşı Amerikalıların ve İngilizlerin  sadece  öç almak  amacıyla  saldırdığını  ve  soykırım yaptığını , saldırının komutanı Arthur Harris kendi tanımlamasıyla   şöyle   ifade  ediyordu :

“ Bütün Almanya da ne var ne yoksa bombalamamaktan sa her şeyi  bombalamak çok daha iyidir. “

Arthur  Harris’in  savaşa  ilişkin  düşüncesinin  bu  retoriği , daha  önce  İngilizlerin  benzer bir şekilde , Avustralya’da  , Kuzey Amerika da , Güney Afrika daki sömürgelerinde yaptıklarıyla  benzeştiğinden  dolayı ,  İngilizlerin soykırımcı savaş  felsefesini  de  bir  anlamda  açığa  da  vuruyordu.

Jenkins , konuya ilişkin yorumunda , müttefiklerin yaptığı gibi , Dresden deki sivil halkı bilerek bombalayarak ve şehri tamamen  tahrip  ederek , Auschwitz  ya  da Balkanlarda Nazilerin yaptığı katliamlarla bunlar dengelenemez diyor ve Auschwitz  ve  Dresden  olayları  arasında  insanlığa  karşı yapılan bu iki sistemli ve planlı soykırım arasındaki benzerliğe dikkat  çekiyordu.

Alman  mültecilerin  demografisinde , Danimarka’ya  sığınan  250.000  Alman mültecinin üçte birini , 15 yaşından küçük  çocuklar  oluşturuyordu.

Bu  genç  insanlarda  büyükler  gibi  enterne  edildikleri  için Danimarka  halkı  ile  hiçbir  ilişki  kuramıyorlardı.

Danimarka makamları , 4 Şubat 1871 tarihli kanunun 7. Maddesinin 21. fıkrasına dayanarak “ mülteci kamplarında enterne  edilen  Alman  mültecilerle  her  türlü  ilişkiyi  kesinlikle yasaklamıştı. “

Yukarıda da belirtildiği gibi , Alman mültecilere karşı Danimarkalılar  öyle  sistemli  ve  öç  alma niyetli ve soykırımcı bir  zihniyetle  hareket  ediyorlardı  ki  Danimarka   yetkililerinin yazılı  talimatlarında  bile  bunlar  görülüyordu.

Danimarkalı yetkililerin yazılı talimat vererek bizzat yaptıkları  müdahaleler  sonucunda , hastaneler  Alman hastaları almadı  ve  tedavi  etmedi.

Yeni  doğan  ve  çok  küçük yaştaki çocuklar bile , bu insanlık  dışı  soykırımcı  mücadelenin  kurbanı  oluyordu.

Tarafsızlık  ilkesini  koruması  gereken  insanı yardım örgütü olan Danimarka Kızılhaç’ı bile , mültecilerle ilgili toplantılara  katılmanın  dışında , Alman  mültecilere , doktor , hemşire , ilaç  ve  ambulans   vermek  için  yardımda  bulunmayı reddediyordu.

 Hatta   Danimarka Tabipler  Odası bile , insani olmayan bu resmi  tutuma  destek veriyordu.

Canını  kurtarmak  için , Doğu  Prusya’daki  savaştan  kaçan , çoğu kadın , yaşlı ve çocuklardan oluşan bu 250,000 Alman mülteci , araştırmalara göre 

Danimarka  makamları tarafından  kendi  kamuoyuna  karşı , Danimarka’yı  istilaya  geliyorlarmış gibi  gösterildiler ve  yetkili  makamlar  böylelikle  mültecilere  karşı  yaptıkları  uygulamalarda  hem  kendi  ve  hem  de  uluslar  arası kamuoyu nezdinde  kendilerine  göre  bilinçli  bir biçimde gerekçe  hazırladılar.

ESKİMOLAR

Amerikan  hava  üssündeki  uçakların  gürültüsünden  , üsten  sızan  kimyevi  artıkların ,  bölge  suyuna karışmasından  ve çeşitli biçimde mevsimlere göre gelişen askeri motorize trafikten  dolayı , 

Eskimoların  en önemli yaşam kaynağı olan balıkların bulundukları  yataklarından  ve  her zaman gezindikleri yerlerden  ürkmesiyle / kaçmasıyla  birlikte , ekonomik  darbe yiyen  Eskimoların  bir  kısmı , farklı  aralıklarla  bölgeyi  zorunlu olarak  terk  etmek  zorunda  bırakıldı.

Danimarkalı  hukukçular  Jens Brösted ve Mads  Faegteborg  “ Thule  Avcı  Halk  ve  Askeri  Üs  “ adlı  kitaplarında belirttikleri  gibi  , Thule’den  tehcir  edilen  Eskimo  halkının , 

Danimarka resmi makamları tarafından kamuoyuna yansıtıldığı gibi kendi istekleriyle değil , Danimarka ve Amerikanın planlı bir stratejiyi hayata geçirerek tehdit ve zorlamalarıyla bölgeden kovulduğunu ve tehcir edildiklerini belgeledi. 

Danimarka , Östre  Landsret  bölge mahkemesi , tehcir edilen ailelerden arda kalan 30 ailenin tazminat başvurusu konusunda , 20 Ağustos 1999  tarihinde Eskimolar lehine bir karar  alıyordu.

Mahkeme  kararında , Eskimoların tehcir edildiğini , kültürel , sosyal ve ekonomik olarak Eskimo yaşam tarzının Amerikan üssünün yapımından  kaynaklanan tehcirle birlikte büyük  yara  aldığını  belirtiyor ,

 Aynı  zamanda  daha  önce  resmi  makamların  kamuoyuna belirttikleri gibi , Eskimoların bölgeyi gönüllü olarak terk etmedikleri   ve  Danimarka  sömürge  yönetimi  tarafından  tehcir  edildiklerini  ortaya  koyuyordu.

AVUSTRALYA YERLİLERİ

“ Biz  onların  ( yerlilerin ) topraklarını ( vatanını ) ellerinden  aldık , ekmeklerini  kestik , onları kanunlarımızın birer  kobayı  yaptık. Bunları  biz , bu  insanların  geleneklerini  ve  göreneklerini  hiçe  sayarak , onlara  düşmanca  kin  besleyerek yaptık , kendilerini savunmak istedikleri zamanda , onları katlettik. 

Ve  bütün  bunları  onların  efendisi  olduğumuzu  göstermek için  yaptık “ diye  belirtir ünlü İngiliz romancı Anthony  Trollope.

Ünlü doğa bilimcisi Charles Darwin tarafından üretilen , güçlünün  zayıfı  evrim  yoluyla  yenmesi / yutması  teorisine  atıfta  bulunan  ve  teoriyi  pratikte  uygulayan ve  kıtada  1788  den  itibaren hüküm süren sömürgeci İngiliz yönetimi , kendilerini üstün ırk olarak görmekte ve sömürgecilikten  önce  yüzyıllardır  kıtada  var  olan ; Totemik  bir  dine , karmaşık  bir sosyal yapıya , aşiret ve aile  ilişkilerine  sahip  olan , 31  dil  grubuna  ayrılan  ve  bu 31 dil  grubuna  bağlı  500  aşiret  dili  konuşan  Avustralya yerlilerini de siyah , zayıf ve en alt ırki kesim olarak tanımlamaktaydı.  

Hatta  sömürgecilerin , yerlileri , hayvani bir ırk olarak görmesi münasebetiyle  , yerlilere karşı her türlü aşağılama ve yok  etme  uygulamalarını , kendilerine  göre  yapılması  gereken bir  görev  olarak  sayıyorlardı.

Çünkü , Avustralya  İngiliz  sömürgecileri  için ,  bir “ terra  nullius “ (sahipsizler ülkesiydi ) 

Yani  İngilizler , kendilerinden  önce  binlerce  yıldır var olan  bu  topluluğun  haklarının  ve hukuklarının  bu  yeni  İngiliz sömürgesi  üzerinde  hiçbir  hakkı  olmadığını  iddia  ediyordu  ve yerlileri  insan olarak  saymıyordu.

Esasında , bu sömürgeci  anlayışla , kendi icat ettikleri ve sürekli kendilerine yonttukları “ terra nullius “ doktriniyle kendilerini  ahlaken  haklı  çıkarmak  istiyorlardı.

Bu  anlayış , İngilizlerin  huzur  içinde , yerlileri  insan olarak görmek istememelerinden ve yerlilere her türlü eziyeti yapmak  için  bahaneden  başka  bir  şey  değildi.

İngiliz  sömürgecilerin , “ terra nullius “ doktriniyle  hareket ettiklerinden  dolayı , bir  bakıma  kendi mantıklarına göre , kendi  haklı  adaletlerini  savunuyor , görünümündeydiler.

Bundan  da  hiçbir  huzursuzluk  ve  ahlaksızlık  duymadılar.

İngiliz sömürge  “ terra nullius “ doktrinine göre ;  Nasıl  hayvanların  yüzyıllardır  yaşadıkları  yerlerde  ,  nesiller boyunca  hakları  yoksa , İngilizler  tarafından  hayvan  ırkı seviyesinde  görülen  Avustralya  yerlilerinin de tabi ki aynı şekilde yaşadıkları topraklarda hiçbir hakkı olduğu söz edilemezdi.

Avustralya’yı fiilen işgal eden İngiliz sömürgeciler , dayanakları  sadece “ terra nullius “ doktrininden değil  aynı zamanda  doğa  bilimci  Darwin ‘in evrim teorisini ırkçı bir şekilde  kendilerine  göre  yorumlamaktan  da  alıyorlardı.

1890  yılında , Tasmanya  Kraliyet Topluluğu  ikinci  başkanı James Bernard Avustralya yerlilerine yapılan soykırımları , doğal bir gelişme olarak gösteren görüşünü şöyle dile  getiriyordu :

“ soykırım  prosesleri  esasında , kendiliğinden  oluşmaktadır. Evrim kanununa uygun olarak gelişmektedir “ demekteydi.

Tasmanya da , 1803 – 1834 yılları arasında yerlilere karşı sömürge yönetimi tarafından gerçekleştirilen topyekün saldırılarda birçok yerli kadın ve çocuk seri bir şeklide katledildiler.
Bu  saldırılar  sonucunda  ada da  4,000  olan  yerli  halkın nüfusu  beyaz  adamın  Tasmanya yı  işgalinden  15 yıl sonra 2,000  kişiye  düşürülmüştü.

1824  yılında  ise , bölge  sömürge yönetimi tarafından , adaya  yerleştirilen  yeni  beyaz  ( İngilizlere )  topluma , yerlilerin topraklarını  fiilen  ele geçirmeleri için , ada yerlilerinin görüldüğü  yerde  öldürülmesi  için  izin  çıkarıldı.

İngilizlerin Tasmanya’yı sömürgeleştirmeleri sırasında , yerlilerin  biyolojik  olarak  çoğalmalarını  önlemek ve yerlileri her  bakımdan  yıldırmak  için , sömürge  yönetimi  tarafından ada  da  ele geçirilen ve çeşitli  nedenlerle  esir  olarak  tutulan  yerli  erkeklerin  cinsel  organları  kesilerek  hadım  edildi.

Daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı , öldürülmekten kurtulan  yerliler , tüm  Tasmanya’da  1829  yılında  başlayan  ve iki  aylık bir süreyi kapsayan sömürge yönetiminin soykırım amaçlı  tehcir  politikası  gereği , 

Binlerce  yıl  yaşadıkları  Tasmanya’dan  geleneklerinden , ekonomilerinden , kültürlerinden  ve sosyal yaşantılarından kopartılarak Avustralya’nın çeşitli bölgelerine ve çok uzak adalara , çeşitli  eziyetlerle  ve  soykırım  amacıyla  tehcir edildiler.

Yerliler , tehcir edildikleri bu toplama kamplarını andıran enterne  bölgelerinde  zorunlu  olarak  ikamete  tabi  tutuldular.

Bu  insanlık dışı duruma karşı çıkan yerlilerden direnenler ise , sömürge  yönetimi  tarafından  seri  bir  şekilde  katledildiler.

 Başka bir soykırımcı yöntemde de ; yaklaşık 100,000 Avustralyalı yerli çocuğu , ailesinden zorla koparttı ve , beyaz ailelerin  yanında  iş  gücü  olarak  alıkoydu.
Ve kültürel olarak zorla asimile etmeye çalıştı.

Aynı   zamanda yerli kadınlar kendi rızaları olmaksızın zorla   kısırlaştırıldılar.
Sömürgeciler  tarafından , Avustralya da , sürekli  ve  rafine bir  şekilde  yapılan , 1970 lere kadar cereyan  eden  bu  çocuk kaçırma ve zorla  ailelerinden  koparma  yöntemi olan soykırımcı  tutum , 

Avustralya  tarafında  da  1949  yılında kabul edilen 1948 BM  soykırım  sözleşmesinin  II.maddesine  tamamen aykırı olması ,

 Büyük  Britanya  İmparatorluğunun ve ona bağlı Avustralya hükümetinin bu anlamda soykırım suçu işlediğini açıkça  ortaya  koydu.

Soykırımla  ilgili  tarihi  verilere  bakarsak , ünlü  soykırım araştırmacısı  ve  tarihçi  Ben  Kiernan’a  göre  kıtanın  İngilizler tarafından sömürgeleştirilmesinin başlangıç tarihi olan 1788 yılında , kıtada 750,000 siyah derili yerli ( aboriginal ) yaşamaktaydı.

1911  yılına gelindiği zamanda bu sayı 31,000 kişiye düşmüştü.

Çoğu 1789 , 1829 – 1831 yıllarında İngilizlerin yaydığı çiçek , tifo , dizanteri , tüberküloz , difteri , grip vs. gibi hastalıklardan ve sömürgecilerin yerlilerin Un  tayınlarına zehir katılmasından  dolayı  kırıldı.

Binlercesi ise sömürge güçleri tarafından vurularak öldürüldü.

Sömürgeci  beyazların  yerlileri  öldürmeleri o kadar  planlı ve  sistemli  yapılıyordu ki , çocuklar kaçırılıp  zorla bir işte çalıştırılıyorlardı , kadınlar  tayınlarına zehir katılarak  veya işkence yapılarak   öldürülüyorlardı  
ve erkekler ise vurularak öldürülüyorlardı.   

ALMANLARIN 1904 – 1907 YILLARINDA NAMİBYA DA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ HERERO SOYKIRIMI

Almanlar bir emperyalist devlet olarak , Avrupa kıtasında güçlü  olsalar da ,  ekonomik  ve siyasi ihtiyaç ve rakabetten dolayı , diğer  Avrupa  devletleri  gibi , 

1891  yılında , kendi  egemenlik  alanlarını  genişletmek , ham madde ve iş gücü ihtiyacını karşılamak , diğer Avrupa devletleri gibi deniz aşırı yerlere ulaşmak ve deniz ticaretini geliştirmek  için , Namibya’ya  yerleşmeye  başladılar.

Bu  sömürgeci stratejinin hayata geçirilmesi sırasında , devlet  politikalarına  uygun  olarak , Almanya’dan  getirilen , 1891  yılında  539 , 1896  yılında  2,025 , 1904 yılında ise 4,500 alman göçmen sömürge yönetimi tarafından geniş çiftlik olanakları  sağlanarak   bölgeye  yerleştirildiler.

1914  yılına  gelindiğinde  bu  rakam , 14,000 kişiye ulaştı.

Zamanın  sömürgeci  devletlerinin , klasik  olarak  her kıtada  gerçekleştirdikleri  göçler gibi , Almanlarda kendi ırkından insanları en verimli alanlara yerleştirerek , yeni yerleştikleri sömürge alanlarını bu uygulamayla Almanya’ya ilhak  ettiler.

1904 – 1907  yılları  arasında , Namibya’nın   yerli  halkının en  büyük  kesimini  temsil  eden  ve 80,000  nüfuslu  Hererolar ve 20,000  nüfusu  olan  Namalar 

Almanların kendilerine yaptıkları baskılara ve kendi bölgelerine pervasızca yerleşmelerine ve yüzyıllardır üzerinde özgürce yaşadıkları toprakların hiçbir bedel ödenmeden kullanmalarını kabul etmemelerinden ve  Almanların Herero kadınlarının  ırzına geçme , işkence yaparak eziyet etme ve öldürme  olaylarına  karşı  çıkmalarından  dolayı ,

 Alman sömürge yönetimi tarafından tehlikeli sayıldılar.

4,000  asker , 36  top ve 14  makinalı  tüfekle  Hereroları  yok etmek , kalanlarına boyun eğdirmek ve en son tahlilde yerlileri istedikleri gibi kullanmak için askeri bir harekat düzenlediler.

Harekatı düzenleyen General Lothar Hererolara karşı soykırımcı  harekata  ilişkin  Alman  hedefini  şöyle  açıklıyordu :

“ Almanların  egemen  olduğu  her yerde , silahlı veya silahsız sığır çobanı olan yada olmayanlarını ( yerli halk ) kesinlikle  vurun. Bundan  sonra  kadın  ve  çocuklarda  benim için ehemmiyetsizdir. Bunların hepsinin Almanların yatırım yaptıkları topraklardan zorla çıkarılmalarını istiyorum. Eğer olmazsa  hepsini  vurun  öldürün “ 

Askeri  harekatta , zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri her türlü askeri teknolojiyi kullanarak , Hereroların tamamını  fiziki  olarak  yok  etmek  için , topyekün  bir  saldırı yöntemi  kullandı  ve Hererolara  karşı , kadın , çocuk ve yaşlı  demeden  insanlık dışı  bir  soykırım  yöntemi  uyguladı.

Askeri harekat sırasında , Almanlar kedi endüstriyel stratejilerine  uygun  olarak ta , savaşta  ileride  esir  köle  iş   gücü olarak çalıştırılması amacıyla , 15,000 Hereroyu ve 2,000 Namayı  esir aldı  ve İngilizlerin  Güney Afrika sömürgesinde yaptıkları gibi , esir  alınanları  toplama  kamplarına  kapattı.

Almanlar yaptıkları harekatta öldürelemeyen ve yakalanamayan Hererolara karşıda büyük bir av harekatı başlattı.

Almanlar  tarafından esir alınanların 7,682 si daha sonra ağır  şartlara  ve  işkencelere dayanamayarak zindanlarda öldüler.

1911 Yılına gelindiğinde ise.,
                                                
80,000     Hererodan     yalnızca      15,130 kişi , 

20,000    Namadan    ise   ancak    9,781   kişi   hayatta kalabilmişti.

Almanların   Namibya’da   yaptıkları   soykırım , Fransızların   Cezayir’de , Vietnam’da , İngilizlerin , İspanyolların  ,  Portekizlerin  ve  Fransızların  Amerika  kıtasında  yaptıkları  çeşitli  soykırım  yöntemlerini    aratmıyordu.

Amaç  sömürgeciliğin  ve  sömürgeciliği  ırkçı  tabiatından dolayı  kendisine  ait  olmayan  her  toprağın  ve  herkesin  kayıtsız  şartsız  sömürgeleştirilmesiydi.


ALMANLARIN II. DÜNYA SAVAŞINDA ÇİNGENELERE ve YAHUDİLERE YAPTIĞI SOYKIRIMLAR

  Almanlar ,  1933 – 1945  yılları  içerisinde  ırkçı Race Hygiene  ideolojisi  çerçevesinde  yaratmak  istedikleri  mükemmel Alman hedefiyle , diğer milletlerden veya etnik gruplardan  olan  ve  ari  Alman  olmayan

21  milyon  insanı , toplu  olarak  kurşuna  dizerek , top yekün savaş şeklinde yaptıkları ve sivil , asker ayrımı yapmadıkları  saldırılarda , 

toplama  kamplarında yaptırılan özel insan fırınlarında toplu  şekilde  yakarak  ve öldürmek için özel olarak yaptıkları gaz  odalarında , insanları  toplu  şekilde  zehirleyerek  soykırıma  uğrattılar.

Almanlar , II. Dünya savaşı arifesinde  ve  içinde  yaptıkları soykırımlarda  , ari  ırk ideolojisini , Alman sağlık , sosyal ve kültür  politikalarına  yerleştirmek  için ,  özellikle , 

Aşağı ırktan olarak tanımladıkları  iki  grubu  hedef  olarak  seçtiler.

Almanlar tarafından , 1933  yılından  itibaren , özellikle , soykırıma  uğratılan  bu  grupları  tanımlarsak  bunlar ;

Avrupanın her yanında dağınık olarak yaşayan , Avrupalılardan  farklı  kültür  ve  geleneklere  sahip  çingeneler ve  din  bazından  tanımlanan   Yahudilerdi.

Çingenelere ve Yahudilere karşı , II. Dünya savaşında Almanlar tarafından yapılan soykırımlarda , eldeki verilere bakarsak ,  çingenelerden  500,000  ila  1,5 milyon  arasında  kişi , 

Yahudiler den ise Avrupa Yahudilerinin üçte ikisi olan 6 milyon  kişi  hayatını    kaybetti.
1936  yılında , Alman  bilim adamlarının  ari  ırk  yaratmak için  ürettikleri  teorilerin  ve  yaptıkları  teorik  araştırmaların , siyasi   ideolojiye  katkılarıyla , Almanya’da mevcut iktidar , hangi  oranda  olursa  olsun , çingene  kanı  taşıyan  herkesi suçlu olarak  gördü.

Bu  durum  insan  ırkının  terbiye  edilmesi ve siyasi iktidarın biyolojik Race Hygiene politikasına uygun olarak , Berlin deki Kaiser Wilheim enstitüsünden ve Tübingen üniversitesinden

 Başkanlığını  Psikiatr  Dr. Robert  Ritter  in  yaptığı ,  Eva   Justin  ve  Sophie  Erhart ın  oluşturduğu üç kişilik Almanya  Sağlık  Bakanlığına  bağlı “ Ari ırk ve Toplum Biyolojisi Araştırmaları “ ekibi tarafından , 30,000 çingene üzerinde yapılan kan ve iskelet tahlillerindeki genetik sınıflandırılmalar , 

Çingene  olarak tespit edilmeyenlerin “ NZ “ , yüzde yüz çingene  olarak tespit edilenlerin  “ Z “ olarak işaretlemesini doğurdu.

Almanya’da , 1933  yılında  çıkarılan bir kanunla , Alman ari  ırkının  korunması  için , çingenelerin  12 yaşından başlayarak , hızlı bir şekilde zorunlu olarak kısırlaştırılması ön görüldü.

Nazi  hükümeti  tarafından  yapılan  bu zorunlu kısırlaştırma , kampanyasında eldeki verilere göre , çingenelerin % 94 ü   kısırlaştırıldı.

Kısırlaştırma ameliyatların da bir çok çingene hayatını kaybetti.

Çingeneler üzerinde yürütülen bu resmi ideolojik ve biyolojik  soykırımcı  işlem , Alman  ari  ırk  ideologları tarafından , yıllardır  toplumu  empoze  edilmeye  çalışılan , 

üstün   ırk  yaratma ve  aşağı  ırktan arınma iddiasının fiili ve doğal  bir  şekilde  hayata  geçirilmesi  olarak  görüldü.
Almanlar 1934 – 1936 yılları arasında , çingeneler konusunda  önlem  alarak  ,  Alman  üstün ırkı için sosyal olmayan , uyuşuk , tehlikeli ve zararlı insanlar olarak gördükleri bu  insanları ;  Köln , Frankfurt , Höherweg , Berlin – Marzahn ve Düsseldorf ta  özel  olarak  yapılan  enterne  kamplarına    tehcir ettiler.

Çingeneler , 1940 yılından  itibaren  toplu katliamların  çok yoğun bir şekilde yapılması için , deneylerde kullanılmaya başladılar.

Almanlar , Alman  soykırım  teknolojisinin  geliştirilmesi  için  yapılan  kimyasal ve biyolojik deneylerle ilgili olarak , ilk defa , gaz la ( Zyklon – B ) toplu şekilde insanları öldürme deneyimini  elde  etmek  için , 

1940  yılında ,  Buchenwald  daki  toplama  kampında  kobay olarak  seçilen  250  çingene  çocuğu  üzerinde  zehirli  gaz   denedi.

II.   Dünya  Savaşına  ve  İsrail  devletinin  kuruluşuna  kadar belli bir siyasi coğrafi alanda  yoğunlaşamayan Yahudilerde , çingenelerle  kıyaslandığı  zaman , Avrupa da küçük  azınlıklar  olarak  ve  çeşitli  coğrafi alanlarda yaşıyorlardı.

Yahudilerin , çingenelerden  en  önemli  farkı  ise ,  Yahudiler çingeneler  gibi göçer olmaktan çok , şehirlerde , kasabalarda  ve  köylerde  yerleşik  bir şekilde yaşayan , siyaseti ve  ticareti  bilen  ve  ileri  derecede  eğitimli  bir dini toplum olup  ibadete  dayalı  merkezlerde , organik bağı kuvvetli bir örgütlenme  içerisinde  yaşıyorlardı.

Nazilere  göre , Yahudilere  ilişkin  sorun  esasında evrenseldi  ve  dünyada  bulunan  17 milyon  Yahudinin    dünyaya  egemenliğini  diğer  milletlerin  kabul etmesi olanaksızdı.

   Bu  yüzden Naziler , Yahudilere  ilişkin  aldıkları  siyasi kararlar  doğrultusunda  ,  iktidar  olanaklarını  da  iyi  bir şekilde  kullanarak  Yahudilere  karşı , Almanya’da  her  alanda sistemli  bir  şekilde  ve  yoğun  olarak  etnik  temizliğe  giriştiler.

1933  yılında  Nazilerin  iktidara  gelmesiyle  birlikte , Nazi özel  gücü  olan  SS’ler  ilk  başlarda , Yahudilerin  bulundukları apartmanlara  girerek , Yahudilerin  elit  kesimini  tutuklamaya ve   işkence  etmeye  başladılar.

1 Nisan 1933 tarihinde ise , Naziler Yahudilerin dükkanlarından  alışveriş  yapılmamasının  ve  Yahudi  mallarının  boykot  edilmesinin  propagandasına  başladılar.

7 Nisan 1933 de ise  , Profesyonel Toplum Servisinin oluşturulmasıyla birlikte , Almanlar ari ırk tan olmayanlara karşı hızlı bir ayrımcılık kampanyası başlattılar.

4 Ekim 1933 te çıkarılan kanunla , Yahudiler tüm gazetelerden çıkarıldılar ve aynı kanun da yer alan ek bir maddeyle  de Yahudilerin   kendi  dini   inançlarına  göre    kurban   kesmeleri   yasaklandı.

14   Haziran da ise , başka   ülkelerden Almanya’ya yerleşmiş ve Alman vatandaşlığını almış Yahudilerin , Alman vatandaşlığı   iptal   edildi.

1935 yılında ise , Naziler ve Yahudi Düşmanları tarafından , Berlin’de tüm Yahudi dükkanlarına sistemli saldırılar düzenlendi.

14  Kasım  da  çıkarılan  Nürnberg  Kanunuyla , Almanya da , kimlerin Yahudi asıllı ve kimlerin ise karışık ( Yahudi ve Germen karışımı ) bir  aileden  geldiği  yapılan kan  analizlerine  göre belirlendi ve vatandaşlık hakları  kısıtlandı.

28 Mayıs  1938 tarihinde ise  , Nazi iktidarı tarafından çıkarılan yeni bir kanunla , Yahudilerin hiçbir şekilde mülk edinemeyeceği , 

Yahudi  avukatın  ari bir  Almana müdahil olamayacağı vb. gibi profesyonel   hayata  ilişkin  ırkçı  kararlar  alındı.  

Haziran  1941 – Ocak 1942 tarihleri arasında ise Litvanya’da  Alman  Einsatz  Komandoları  ( özel infaz ekipleri ) tarafından  yapılan  operasyonlarda  , yerli  halkın yardımıyla 135,000 Yahudi soykırıma uğratıldı.

Daha sonra işgal edilen Sovyet topraklarında yapılan katliamlar , Almanlar   tarafından  dozu  arttırılarak  sürdürüldü.

1941 yılında Almanya’dan , Riga , Minsk ve Kovno’ya gönderilen Alman Yahudileri , bu şehirlerdeki toplama kamplarında , profesyonel Yahudi  infaz  ekipleri  tarafından , kurşuna  diziliyordu.

Yahudiler açısından bu süreç , bütün  Avrupa  kıtasına yayılarak  devam  etti.

Avrupa’daki  Yahudilerin  belli  merkezlere , kontrol ve daha  sonra da toplu katliam için tehciri yaygınlaştırıldı.

Tehcir edilen Yahudilere ilişkin veriler ise şöyleydi ; 

Hollanda dan 107,000          ,                     Belçika dan 28,000 , 
Fransa dan 42,000                ,                     Danimarka dan  770  , 
İtalya dan 5,000                    ,                     Romanya dan binlerce , 
Bulgaristan 20,000               ,                     Yunanistan 45,000 , 
Macaristan 430,000              ,                     Slovakya dan 50,000 , 
Norveç ten  1,500                  ,                    Hırvatistan dan 5,000 

Yahudi toplama kamplarına soykırım amacıyla tehcir edildi.   


YUNANLILARIN BATI TRAKYA’da TÜRKLERE KARŞI ASİMİLASYON YOLUYLA YAPTIKLARI ETNİK ve KÜLTÜREL SOYKIRIMLAR.,

Yunanlıların Türk Etnik azınlığı üzerinde yarattıkları sistemli  ayrımcı , ırkçı , psikolojik ve  etnik  terör ortamı ve güvenlik kaygısı , Batı Trakya Türklerini  doğrudan ve dolaylı olarak zaman zaman zorunlu   olarak   göçe   zorladı.

Ve Yunanistan ın Türklere karşı  sürekli  şekilde   yaptığı bu  kollektif   etnik  hak   ihlallerinden  ve   bireysel  insan  hakları ihlallerinden  dolayı , 1923  yılından bu tarafa  yaklaşık 400,000 Türkün , Türkiye’ye veya başka ülkelere geçmesine sebep oldu.

Bu nedenlerden dolayı, Batı Trakya Türklerinin nüfusunda %36 düzeyinde , önemli oranda bir azalma meydana geldi.

Bugünkü şartlarda Türklere karşı Yunanistan tarafından alınan  tüm  olumsuz tavırlara rağmen , hala Batı Trakya da 130 – 150,000 arasında Türkün yaşadığı  tahmin edilmektedir.

Yunan  hükümetinin  Batı  Trakya daki  kollektif  Türk Etnik kimliğini ve  kültürel  değerlerini tanımamasını ve Türkleri Yunanlı Müslüman olarak görmesini , 

kendi   açısından , 1923  yılında   yapılan Lozan anlaşmasında Türklere verilen hakları , kendisine göre yorumlayan , 

Başbakan  Konstantin  Mitsotakis , Washington’da , 18 Haziran  1990  tarihinde  bir  gazeteciye  verdiği  demeçte         real   olarak Yunanistan daki etnik azınlık durumundaki Türklerin   durumunu   şöyle   tanımlıyordu :

“ Yunanistan da Türk yok. Batı Trakya’da sadece Müslüman   Yunanlılar   var “ diyordu.

Ve  böylelikle  Mitsotakis , Yunanistanın  Batı  Trakyalı Türklere   karşı   olan , bu   etnik   soykırımcı   anlayışını ,   uluslar arası   arenada   tescil   ve   lanse   ediyordu.

Aynı zamanda Türk etnik sözcüğünü  derslerde kullanan , Türk öğretmenlerin  eğitim  olanakları kısıtlandı ya da bu öğretmenler  görevlerinden ceza verilir  gibi alındı.

Ayrıca , Türk etnik azınlığını kontrol ve asimilasyon politikaları çerçevesinde 1968 yılında oluşturulan Selanik’teki Pedagoji Akademisine ( EPATH ) Türk    kökenli öğretmenlerin başvuruları da reddedildi.

Yunanistan   AB   üyesi   olarak ,   AB   kural ve prensiplerine ters   düşerek ( Kopenhag Siyasi Kriterleri ) etnik   ve ayrımcı bir çerçevede , etnik Türk  azınlığının siyasi   temsiline   karşı   düşmanca   bir   tutum   alıyor , 

AB  ye üye olma şartlarının en önemli öğelerinden biri olan Kopenhag Kriterlerinin ana hatlarıyla yaptıklarını tanımıyor   ve  AB  kanun  ve  kurallarına  karşı  fiilen muhalefet   ediyordu.

1980  den  itibaren , Yunan  makamları , Türklerle   ilişkili yazılı   basına   da , nihai   hedefi   etnik   ve   kültürel   soykırım olan ve Türklere  sistemli  asimilasyon   amacını   güden   aynı ırkçı   terörü   uygulamaktan   çekinmediler.

Aylık   dergi  Akın , haftalık   gazete Yankı , Öğüt ve Güven’in   yöneticileri defalarca Yunan bölge yöneticisi Nomark’ın   baskısıyla   karşılaştı 

Dergilerin ve gazetelerin dağıtımları yasaklandı , tehdit edildi  ve  bazıları   yüklü  bir  şekilde  para  ve  hapis   cezalarına çarptırıldı.

Yunanlıların , Türkleri  hedef  alan  aynı  etnik  asimilasyon politikası , Türklere  ait   kültürel   değerleri  de  içine  alıyordu.

Batı Trakya Türk etnik azınlığının , kültürel amaçlı girişimlerinde , birer kültürel  yapıt  olan  Osmanlı  Döneminden kalan  eski  camilerin  tamiri  yada 

Osmanlı döneminden kalma kültürel motifleri olan özel konutların   tamiri  ve  bir  kısmının  yapımı , resmi        makamlar   tarafından    özel    izne   tabi  tutularak , bu   kültürel    değerlerin   tamirinin   yapılmaması   için ,izin  vermesi gereken Yunan resmi makamları , bilinçli olarak bu izni vermeyerek Türk kültür değerlerinin yıkılmamasını   özellikle   engelliyordu. 

Aynı   zamanda   bir   yandan   da   kültürel   temizlik amacıyla , Batı Trakya’ daki   Osmanlı   Türklerinden   kalan tarihi   ve   kültürel   değeri   olan   önemli   yapıtlar , 

Bilinçli   olarak , devlet   tarafından siyasi destekli Yunanlılar   tarafından yıkılıyor , bu durum Batı Trakya’daki Türk  kültürünün soykırımına , kısmen  yada  tamamen  sebep oluyordu.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder