İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 2
Naziler,Yahudi, Rudolph J. Rummel, soykırım, din, milli, ekonomi, Afrika, köle ticareti, Kızılderililer, Hiroşima, Atom Bombası,
FRANSIZLAR
Fransızlar , 1954 yılından başlayarak , sayılamayacak kadar çok sayıda insanı işkenceden geçirdiler.
İşkenceden geçirilenlerin bir çoğu , yapılan özel işkence uygulamaları sırasında öldü yada sakat kaldı.
Öldürülenler arasında FLN’in en önemli ve efsane liderlerinden Ben M’hidi de vardı.
1957 yılında , Fransızların 10. Paraşüt tümenine kumanda eden , General Jacques Massu ve onun yardımcısı ve Cezayir’deki Fransız istihbaratının başında bulunan General Paul Aussa – resses , Fransız gazetesi Le Monde ‘a verdikleri mülakatta , Cezayirdeki savaşta kayıp diye nitelenen 3,000 kişinin esasında idam edildiklerini anlattılar.
1957 yılında işkence ve bu tip öldürme olaylarının , Fransa’nın savaçtaki politikasının bir parçası olduğunu belirttiler.
Ayrıca Aussares kendi elleriyle ve özellikle katlettiği 24 FLN üyesine ilişkin gazeteye verdiği cevapta “ hiçbir pişmanlık duymuyorum “ diyebildi.
Çünkü kendisini yargılamanın Fransa’yı ve savaşlarda yaptıklarını yargılamak olduğunu ve böyle bir şeyin , Fransız makamları tarafından yapılamayacağını biliyordu.
Yani , generallerin yaptıkları soykırımcı motifi olan işkence uygulaması , Fransa’nın onayıyla yapılmıştı.
Cezayir ulusalcılarıyla savaşta , bugünkü Irkçı Ulusal Cephe Partisinin lideri ve o zamanın gizli servis subaylarından Jean Marie Le Pen de Cezayirli sivillerin katledilmesi süreçlerinden olan işkence seanslarında bizzat yer aldı.
Fransa’nın günlük Le Monde gazetesinde dört işkence mağduruyla yapılan mülakatta , işkenceye uğrayan Mohammed Abdellaoui , 1957 yılında , Le Pen ‘in vücuduna elektriği bizzat verdiğini ve mahkumların üzerine oturarak zevkle çeşmeden su içtiğini belirtiyordu.
Konuyu derinlemesine araştıran Alistair Horne , Fransızların savaş sırasında insanları yok etmek için yaptıkları bu sistemli işkence uygulamasının “ savaş suçu “ sayılması gerektiğini belirtiyordu.
Fransızların Cezayir’deki işkence uygulamalarına karşı tavır alanlardan ünlü filozof Jean – Paul Sartre ise , 1958 de işkencenin sadece Fransızlar tarafından uygulanan bir yöntem değil , aynı zamanda dünyada ne kadar yaygın olduğunu şöyle açıklıyordu :
“ İşkence ne sivillere , ne askerlere ne de özel olarak Fransızlara aittir , bu öyle bir şeydir ki tüm yerleşim bölgelerini saran bir veba gibidir. “ diyordu
Fransızların Cezayirdeki işkencelerine ve onun insan üzerindeki dayanılmaz sonuçlarına karşı mücadele eden Martinique’li psikiatrist Franz Fanon gibi Alistair Horne ‘da A Savage War of Peace , Algeria 1954 – 1962 ( 1977 , 1985 ) adlı yapıtında , Sartre’nin işkence genelleştirmesine karşı somut veriyle yaklaşıyor ve işkencenin Cezayir’de Fransızlar tarafından yaygınlaştırıldığını ve kurumsallaştırıldığını belirtiyordu.
Savaş karşıtı grupta yer alan , Fransa’nın ünlü savaş karşıtı yazarlarından Simone de Beauvoir ve Jules Roy ise , Fransa’nın Cezayir’deki uygulamalarının , Nazilerin iktidarı sırasında başka milletlere yaptıklarından hiçbir farkı olmadığını vurguluyorlardı.
1955 yılında , Wuillaume tarafından Cezayir’deki işkence ile ilgili yapılan araştırmanın raporunda , işkencenin “ en tehlikeli olan teröristleri en efektif biçimde nötralize etmem metotu “ olduğunu belirtiyordu.
Savaş sırasında görevli Fransız asker ve subaylar ise , işkencenin ne kadar yaygın olduğunu ailelerine göderdikleri mektuplarda da anlatıyorlardı.
Cezayir’deki Fransızların yaptıkları soykırımda ölenlerin sayısı 1962 yılına gelindiği zaman 1,000,000’u buldu.
Fransızlar , sistemli soykırım uygulamalarında coğrafi alanlarıda yok etmeyi kurumsallaştırdılar ve bu anlamda 8,000 köyü yok ettiler.
Fransızlar bunu yaparken Cezayirli ulusalcılara ve sivil halka karşı ellerindeki en son model silahlarla saldırıyorlardı.
Bunun sonucu Cezayirli köylü nüfusun yarısı Fransızların kullandıkları Napalm bombalarının etkisiyle yok edilen evlerini ve verimsizleşen topraklarını terk etmek zorunda kaldılar.
Fransız sömürgecileri sadece savaşın en son yılı olan 1962 yılında 15.000 Cezayirli sivili öldürdüler. Bazı göstergeler ise bu sayının çok daha yüksek olabileceğini düşündürmektedir.
Bir çok Cezayirli bağımsızlık savaşçısı ve sempatizanı Fransızlar tarafından yapılan ağır işkencelerde katledildiler.
Fransızların sistemli yıldırma taktiklerinden biri de 2,5 milyon Cezayirli sivili toplama kampları şeklinde kurdukları ve Fransız askeri kontrolündeki belli bir bölgeye tehcir etmek ve tehcir hayatı yaşatmak oldu.
3,000 Cezayirli ise , izine bir daha rastlanmamak üzere yok edildi. Daha sonraki yıllarda Cezayir hükümetinin yaptığı kurtuluş savaşında meydana gelen kayıpları arama çalışmalarında , Tunus yakınlarındaki Tebessa bölgesinde Fransızlar tarafından işkenceden geçirilerek öldürüldüğü tespit edilen , 300 Cezayirli’nin cesedi toplu mezarlara gömülü olarak bulundu.
NORVEÇLİLER
“ Elimizdeki belgelere göre inandırıcı olan şu ki , Norveç toplumu ne kadar Tater’i kısırlaştırırsa , o kadar kendi ırkını korumuş oluyordu. Toplumun bu arzularının pratikte gerçekleştirilmesi , resmi yetkililerin Tater’ları , hatta özellikle çocuk yaştaki Tater’ları kısırlaştırmasının da alt yapısını oluşturuyordu.
Ari – ırk teorisyenlerine göre , Taterlar’ın çoğalması veya ari – ırk’tan birisinin Taterlarla cinsel ilişki kurması , ari – ırk a sahip Nordik toplum üyelerinin dejenerasyonu na yol açması tehlikesini de beraberinde getiriyordu.
Bu yüzden etnik Taterların , biyolojik olarak çoğalmasının önlenmesi gerekiyor du.
Norveçlilere göre , Taterlar aşağı ırktan geliyorlardı ve bunlara karşı Nordik ırkın sosyal ve kültürel yapısının korunması gerekiyordu.
1949 – 1970 ( 1934 – 1977 ) yılları arasındaki , Svandiken çalışma kampında bulunan kadınların % 37 – 40 ‘ı çalışma kampı yönetimi tarafından ve resmi kurumların izniyle zorla kısırlaştırıldı.
Misjonen’un Papazı , Knut Myhre , Svandiken’deki uygulamanın gerekçesini 1963 tarihli Aktuell ‘ de şöyle açıklıyordu :
“ Biz bilinçli olarak bir topluluğun kendine has içerik ve biçiminin tamamen yok edilmesi için uğraşıyoruz. Bu bakımdan , her bireyi çok kuvvetli bağlarla bağlı olduğu ailesinden koparıyoruz. Biz bu ailelerinden koparılan bireylere eski yaşam tarzlarına dönmemeleri için oturacak bir yer ve görevler veriyoruz “ diyordu.
II. DÜNYA SAVAŞI BİTİMİNDE AMERİKALILARIN VE İNGİLİZLERİN ALMANLARA YAPTIKLARI DRESDEN SOYKIRIMI
Savaşın bir sonucu olarak , bombalamadan kısa bir süre önce şehirde oturan 630.000 kişiye doğu bölgesindeki savaştan kaçan 600.000 yeni mülteci eklenmişti.
Bombalamalardan sonraki karışıklıktan dolayı ve sokaklar yanmış insan cesetleriyle dolu olduğu için , şehrin yöneticileri tarafından , şehre gelen insanların kimliklerinin de tespit edilmesi imkansız hale gelmişti.
Bu yüzden ölen sayısının tam olarak ne olduğu , bugün de tam olarak bilinememektedir.
Ama tarihçilerin araştırmaları , bize çoğunluğu kadın ve çocuk olan 135.000 – 200.000 sivilin , bu üç günlük Amerikan ve İngiliz bombardımanında öldüğünü göstermektedir.
Bu tarihi olayla ilgili araştırma yapan , tarihçiler tarafından, Dresden’de katledilen Alman sivillere ilişkin verilen rakamlarla , Amerikalıların Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine attığı atom bombalarıyla katledilenlerin sayısı olan 120.000 rakamının yakınlığı , müttefiklerin Dresden’i konvansiyonel silahlarla nasıl bu yoğunlukta ve hangi amaçlarla bombaladıklarının belgesi olarak değerlendirilmektedir.
Hava saldırılarıyla verilebilecek en büyük zararı verme hedefiyle Amerikalılar ve İngilizler tarafından bombalanan Almanya’nın Hamburg ve Dresden şehirleri bu yüzden tarihçiler tarafından Avrupa’nın Hiroşima ve Nagazaki’si olarak anılmaktadır.
Times of London yazarlarından Simon Jenkins ,
14 Şubat 1995 tarihinde , The Wall Street Journal ‘da konuyla ilgili olarak yazdığı yazıda , Amerikalılar ve İngilizler tarafından yapılan , Dersden deki Alman sivillere ve Alman kültür değerlerine karşı işlenen bu soykırım sırasında , dresden bölgesinde herhangi bir askeri birimin veya endüstri biriminin hedef alınmadığını , çünkü savaşın bittiğini belirtiyor ve Dresden deki Alman halkına ve kültür değerlerine karşı yapılan bu soykırım uygulamasını şöyle tanımlıyor :
“ Bu saldırının amacı Ortaçağ’da insanları kılıçtan geçirmenin modern bir versiyonu gibi şehirleri her şeyleriyle birlikte yakarak yok etmekti. “ diyordu.
Simon Jenkins , ayrıca , İngiliz Başbakanı Churchill’in onayıyla bombalama emrini veren İngiliz komutan Arthur Harris’in verdiği bu emirden dolayı , İngilizlerin ve Amerikalıların , Nazilere karşı olmakla , Avrupa’nın bir kültür şaheseri olan bu Alman şehrine karşı olmak arasında hiçbir ayrım yapmadığını belirtiyor ve Hitler’in başkalarına yaptıklarıyla , İngiliz ve Amerikan askerlerinin Dresdene yaptıkları arasında benzerlikler kuruyordu.
Müttefik kuvvetlerin savaşta , savaştan kaçanlarla birlikte yaklaşık 1,2 milyon insanın bulunduğunu bildiği , kültürel yanıyla ün yapan ve hiçbir askeri stratejik öneme sahip olmayan bu tarihi Dresden şehrine karşı Amerikalıların ve İngilizlerin sadece öç almak amacıyla saldırdığını ve soykırım yaptığını , saldırının komutanı Arthur Harris kendi tanımlamasıyla şöyle ifade ediyordu :
“ Bütün Almanya da ne var ne yoksa bombalamamaktan sa her şeyi bombalamak çok daha iyidir. “
Arthur Harris’in savaşa ilişkin düşüncesinin bu retoriği , daha önce İngilizlerin benzer bir şekilde , Avustralya’da , Kuzey Amerika da , Güney Afrika daki sömürgelerinde yaptıklarıyla benzeştiğinden dolayı , İngilizlerin soykırımcı savaş felsefesini de bir anlamda açığa da vuruyordu.
Jenkins , konuya ilişkin yorumunda , müttefiklerin yaptığı gibi , Dresden deki sivil halkı bilerek bombalayarak ve şehri tamamen tahrip ederek , Auschwitz ya da Balkanlarda Nazilerin yaptığı katliamlarla bunlar dengelenemez diyor ve Auschwitz ve Dresden olayları arasında insanlığa karşı yapılan bu iki sistemli ve planlı soykırım arasındaki benzerliğe dikkat çekiyordu.
Alman mültecilerin demografisinde , Danimarka’ya sığınan 250.000 Alman mültecinin üçte birini , 15 yaşından küçük çocuklar oluşturuyordu.
Bu genç insanlarda büyükler gibi enterne edildikleri için Danimarka halkı ile hiçbir ilişki kuramıyorlardı.
Danimarka makamları , 4 Şubat 1871 tarihli kanunun 7. Maddesinin 21. fıkrasına dayanarak “ mülteci kamplarında enterne edilen Alman mültecilerle her türlü ilişkiyi kesinlikle yasaklamıştı. “
Yukarıda da belirtildiği gibi , Alman mültecilere karşı Danimarkalılar öyle sistemli ve öç alma niyetli ve soykırımcı bir zihniyetle hareket ediyorlardı ki Danimarka yetkililerinin yazılı talimatlarında bile bunlar görülüyordu.
Danimarkalı yetkililerin yazılı talimat vererek bizzat yaptıkları müdahaleler sonucunda , hastaneler Alman hastaları almadı ve tedavi etmedi.
Yeni doğan ve çok küçük yaştaki çocuklar bile , bu insanlık dışı soykırımcı mücadelenin kurbanı oluyordu.
Tarafsızlık ilkesini koruması gereken insanı yardım örgütü olan Danimarka Kızılhaç’ı bile , mültecilerle ilgili toplantılara katılmanın dışında , Alman mültecilere , doktor , hemşire , ilaç ve ambulans vermek için yardımda bulunmayı reddediyordu.
Hatta Danimarka Tabipler Odası bile , insani olmayan bu resmi tutuma destek veriyordu.
Canını kurtarmak için , Doğu Prusya’daki savaştan kaçan , çoğu kadın , yaşlı ve çocuklardan oluşan bu 250,000 Alman mülteci , araştırmalara göre
Danimarka makamları tarafından kendi kamuoyuna karşı , Danimarka’yı istilaya geliyorlarmış gibi gösterildiler ve yetkili makamlar böylelikle mültecilere karşı yaptıkları uygulamalarda hem kendi ve hem de uluslar arası kamuoyu nezdinde kendilerine göre bilinçli bir biçimde gerekçe hazırladılar.
ESKİMOLAR
Amerikan hava üssündeki uçakların gürültüsünden , üsten sızan kimyevi artıkların , bölge suyuna karışmasından ve çeşitli biçimde mevsimlere göre gelişen askeri motorize trafikten dolayı ,
Eskimoların en önemli yaşam kaynağı olan balıkların bulundukları yataklarından ve her zaman gezindikleri yerlerden ürkmesiyle / kaçmasıyla birlikte , ekonomik darbe yiyen Eskimoların bir kısmı , farklı aralıklarla bölgeyi zorunlu olarak terk etmek zorunda bırakıldı.
Danimarkalı hukukçular Jens Brösted ve Mads Faegteborg “ Thule Avcı Halk ve Askeri Üs “ adlı kitaplarında belirttikleri gibi , Thule’den tehcir edilen Eskimo halkının ,
Danimarka resmi makamları tarafından kamuoyuna yansıtıldığı gibi kendi istekleriyle değil , Danimarka ve Amerikanın planlı bir stratejiyi hayata geçirerek tehdit ve zorlamalarıyla bölgeden kovulduğunu ve tehcir edildiklerini belgeledi.
Danimarka , Östre Landsret bölge mahkemesi , tehcir edilen ailelerden arda kalan 30 ailenin tazminat başvurusu konusunda , 20 Ağustos 1999 tarihinde Eskimolar lehine bir karar alıyordu.
Mahkeme kararında , Eskimoların tehcir edildiğini , kültürel , sosyal ve ekonomik olarak Eskimo yaşam tarzının Amerikan üssünün yapımından kaynaklanan tehcirle birlikte büyük yara aldığını belirtiyor ,
Aynı zamanda daha önce resmi makamların kamuoyuna belirttikleri gibi , Eskimoların bölgeyi gönüllü olarak terk etmedikleri ve Danimarka sömürge yönetimi tarafından tehcir edildiklerini ortaya koyuyordu.
AVUSTRALYA YERLİLERİ
“ Biz onların ( yerlilerin ) topraklarını ( vatanını ) ellerinden aldık , ekmeklerini kestik , onları kanunlarımızın birer kobayı yaptık. Bunları biz , bu insanların geleneklerini ve göreneklerini hiçe sayarak , onlara düşmanca kin besleyerek yaptık , kendilerini savunmak istedikleri zamanda , onları katlettik.
Ve bütün bunları onların efendisi olduğumuzu göstermek için yaptık “ diye belirtir ünlü İngiliz romancı Anthony Trollope.
Ünlü doğa bilimcisi Charles Darwin tarafından üretilen , güçlünün zayıfı evrim yoluyla yenmesi / yutması teorisine atıfta bulunan ve teoriyi pratikte uygulayan ve kıtada 1788 den itibaren hüküm süren sömürgeci İngiliz yönetimi , kendilerini üstün ırk olarak görmekte ve sömürgecilikten önce yüzyıllardır kıtada var olan ; Totemik bir dine , karmaşık bir sosyal yapıya , aşiret ve aile ilişkilerine sahip olan , 31 dil grubuna ayrılan ve bu 31 dil grubuna bağlı 500 aşiret dili konuşan Avustralya yerlilerini de siyah , zayıf ve en alt ırki kesim olarak tanımlamaktaydı.
Hatta sömürgecilerin , yerlileri , hayvani bir ırk olarak görmesi münasebetiyle , yerlilere karşı her türlü aşağılama ve yok etme uygulamalarını , kendilerine göre yapılması gereken bir görev olarak sayıyorlardı.
Çünkü , Avustralya İngiliz sömürgecileri için , bir “ terra nullius “ (sahipsizler ülkesiydi )
Yani İngilizler , kendilerinden önce binlerce yıldır var olan bu topluluğun haklarının ve hukuklarının bu yeni İngiliz sömürgesi üzerinde hiçbir hakkı olmadığını iddia ediyordu ve yerlileri insan olarak saymıyordu.
Esasında , bu sömürgeci anlayışla , kendi icat ettikleri ve sürekli kendilerine yonttukları “ terra nullius “ doktriniyle kendilerini ahlaken haklı çıkarmak istiyorlardı.
Bu anlayış , İngilizlerin huzur içinde , yerlileri insan olarak görmek istememelerinden ve yerlilere her türlü eziyeti yapmak için bahaneden başka bir şey değildi.
İngiliz sömürgecilerin , “ terra nullius “ doktriniyle hareket ettiklerinden dolayı , bir bakıma kendi mantıklarına göre , kendi haklı adaletlerini savunuyor , görünümündeydiler.
Bundan da hiçbir huzursuzluk ve ahlaksızlık duymadılar.
İngiliz sömürge “ terra nullius “ doktrinine göre ; Nasıl hayvanların yüzyıllardır yaşadıkları yerlerde , nesiller boyunca hakları yoksa , İngilizler tarafından hayvan ırkı seviyesinde görülen Avustralya yerlilerinin de tabi ki aynı şekilde yaşadıkları topraklarda hiçbir hakkı olduğu söz edilemezdi.
Avustralya’yı fiilen işgal eden İngiliz sömürgeciler , dayanakları sadece “ terra nullius “ doktrininden değil aynı zamanda doğa bilimci Darwin ‘in evrim teorisini ırkçı bir şekilde kendilerine göre yorumlamaktan da alıyorlardı.
1890 yılında , Tasmanya Kraliyet Topluluğu ikinci başkanı James Bernard Avustralya yerlilerine yapılan soykırımları , doğal bir gelişme olarak gösteren görüşünü şöyle dile getiriyordu :
“ soykırım prosesleri esasında , kendiliğinden oluşmaktadır. Evrim kanununa uygun olarak gelişmektedir “ demekteydi.
Tasmanya da , 1803 – 1834 yılları arasında yerlilere karşı sömürge yönetimi tarafından gerçekleştirilen topyekün saldırılarda birçok yerli kadın ve çocuk seri bir şeklide katledildiler.
Bu saldırılar sonucunda ada da 4,000 olan yerli halkın nüfusu beyaz adamın Tasmanya yı işgalinden 15 yıl sonra 2,000 kişiye düşürülmüştü.
1824 yılında ise , bölge sömürge yönetimi tarafından , adaya yerleştirilen yeni beyaz ( İngilizlere ) topluma , yerlilerin topraklarını fiilen ele geçirmeleri için , ada yerlilerinin görüldüğü yerde öldürülmesi için izin çıkarıldı.
İngilizlerin Tasmanya’yı sömürgeleştirmeleri sırasında , yerlilerin biyolojik olarak çoğalmalarını önlemek ve yerlileri her bakımdan yıldırmak için , sömürge yönetimi tarafından ada da ele geçirilen ve çeşitli nedenlerle esir olarak tutulan yerli erkeklerin cinsel organları kesilerek hadım edildi.
Daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı , öldürülmekten kurtulan yerliler , tüm Tasmanya’da 1829 yılında başlayan ve iki aylık bir süreyi kapsayan sömürge yönetiminin soykırım amaçlı tehcir politikası gereği ,
Binlerce yıl yaşadıkları Tasmanya’dan geleneklerinden , ekonomilerinden , kültürlerinden ve sosyal yaşantılarından kopartılarak Avustralya’nın çeşitli bölgelerine ve çok uzak adalara , çeşitli eziyetlerle ve soykırım amacıyla tehcir edildiler.
Yerliler , tehcir edildikleri bu toplama kamplarını andıran enterne bölgelerinde zorunlu olarak ikamete tabi tutuldular.
Bu insanlık dışı duruma karşı çıkan yerlilerden direnenler ise , sömürge yönetimi tarafından seri bir şekilde katledildiler.
Başka bir soykırımcı yöntemde de ; yaklaşık 100,000 Avustralyalı yerli çocuğu , ailesinden zorla koparttı ve , beyaz ailelerin yanında iş gücü olarak alıkoydu.
Ve kültürel olarak zorla asimile etmeye çalıştı.
Aynı zamanda yerli kadınlar kendi rızaları olmaksızın zorla kısırlaştırıldılar.
Sömürgeciler tarafından , Avustralya da , sürekli ve rafine bir şekilde yapılan , 1970 lere kadar cereyan eden bu çocuk kaçırma ve zorla ailelerinden koparma yöntemi olan soykırımcı tutum ,
Avustralya tarafında da 1949 yılında kabul edilen 1948 BM soykırım sözleşmesinin II.maddesine tamamen aykırı olması ,
Büyük Britanya İmparatorluğunun ve ona bağlı Avustralya hükümetinin bu anlamda soykırım suçu işlediğini açıkça ortaya koydu.
Soykırımla ilgili tarihi verilere bakarsak , ünlü soykırım araştırmacısı ve tarihçi Ben Kiernan’a göre kıtanın İngilizler tarafından sömürgeleştirilmesinin başlangıç tarihi olan 1788 yılında , kıtada 750,000 siyah derili yerli ( aboriginal ) yaşamaktaydı.
1911 yılına gelindiği zamanda bu sayı 31,000 kişiye düşmüştü.
Çoğu 1789 , 1829 – 1831 yıllarında İngilizlerin yaydığı çiçek , tifo , dizanteri , tüberküloz , difteri , grip vs. gibi hastalıklardan ve sömürgecilerin yerlilerin Un tayınlarına zehir katılmasından dolayı kırıldı.
Binlercesi ise sömürge güçleri tarafından vurularak öldürüldü.
Sömürgeci beyazların yerlileri öldürmeleri o kadar planlı ve sistemli yapılıyordu ki , çocuklar kaçırılıp zorla bir işte çalıştırılıyorlardı , kadınlar tayınlarına zehir katılarak veya işkence yapılarak öldürülüyorlardı
ve erkekler ise vurularak öldürülüyorlardı.
ALMANLARIN 1904 – 1907 YILLARINDA NAMİBYA DA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ HERERO SOYKIRIMI
Almanlar bir emperyalist devlet olarak , Avrupa kıtasında güçlü olsalar da , ekonomik ve siyasi ihtiyaç ve rakabetten dolayı , diğer Avrupa devletleri gibi ,
1891 yılında , kendi egemenlik alanlarını genişletmek , ham madde ve iş gücü ihtiyacını karşılamak , diğer Avrupa devletleri gibi deniz aşırı yerlere ulaşmak ve deniz ticaretini geliştirmek için , Namibya’ya yerleşmeye başladılar.
Bu sömürgeci stratejinin hayata geçirilmesi sırasında , devlet politikalarına uygun olarak , Almanya’dan getirilen , 1891 yılında 539 , 1896 yılında 2,025 , 1904 yılında ise 4,500 alman göçmen sömürge yönetimi tarafından geniş çiftlik olanakları sağlanarak bölgeye yerleştirildiler.
1914 yılına gelindiğinde bu rakam , 14,000 kişiye ulaştı.
Zamanın sömürgeci devletlerinin , klasik olarak her kıtada gerçekleştirdikleri göçler gibi , Almanlarda kendi ırkından insanları en verimli alanlara yerleştirerek , yeni yerleştikleri sömürge alanlarını bu uygulamayla Almanya’ya ilhak ettiler.
1904 – 1907 yılları arasında , Namibya’nın yerli halkının en büyük kesimini temsil eden ve 80,000 nüfuslu Hererolar ve 20,000 nüfusu olan Namalar
Almanların kendilerine yaptıkları baskılara ve kendi bölgelerine pervasızca yerleşmelerine ve yüzyıllardır üzerinde özgürce yaşadıkları toprakların hiçbir bedel ödenmeden kullanmalarını kabul etmemelerinden ve Almanların Herero kadınlarının ırzına geçme , işkence yaparak eziyet etme ve öldürme olaylarına karşı çıkmalarından dolayı ,
Alman sömürge yönetimi tarafından tehlikeli sayıldılar.
4,000 asker , 36 top ve 14 makinalı tüfekle Hereroları yok etmek , kalanlarına boyun eğdirmek ve en son tahlilde yerlileri istedikleri gibi kullanmak için askeri bir harekat düzenlediler.
Harekatı düzenleyen General Lothar Hererolara karşı soykırımcı harekata ilişkin Alman hedefini şöyle açıklıyordu :
“ Almanların egemen olduğu her yerde , silahlı veya silahsız sığır çobanı olan yada olmayanlarını ( yerli halk ) kesinlikle vurun. Bundan sonra kadın ve çocuklarda benim için ehemmiyetsizdir. Bunların hepsinin Almanların yatırım yaptıkları topraklardan zorla çıkarılmalarını istiyorum. Eğer olmazsa hepsini vurun öldürün “
Askeri harekatta , zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri her türlü askeri teknolojiyi kullanarak , Hereroların tamamını fiziki olarak yok etmek için , topyekün bir saldırı yöntemi kullandı ve Hererolara karşı , kadın , çocuk ve yaşlı demeden insanlık dışı bir soykırım yöntemi uyguladı.
Askeri harekat sırasında , Almanlar kedi endüstriyel stratejilerine uygun olarak ta , savaşta ileride esir köle iş gücü olarak çalıştırılması amacıyla , 15,000 Hereroyu ve 2,000 Namayı esir aldı ve İngilizlerin Güney Afrika sömürgesinde yaptıkları gibi , esir alınanları toplama kamplarına kapattı.
Almanlar yaptıkları harekatta öldürelemeyen ve yakalanamayan Hererolara karşıda büyük bir av harekatı başlattı.
Almanlar tarafından esir alınanların 7,682 si daha sonra ağır şartlara ve işkencelere dayanamayarak zindanlarda öldüler.
1911 Yılına gelindiğinde ise.,
80,000 Hererodan yalnızca 15,130 kişi ,
20,000 Namadan ise ancak 9,781 kişi hayatta kalabilmişti.
Almanların Namibya’da yaptıkları soykırım , Fransızların Cezayir’de , Vietnam’da , İngilizlerin , İspanyolların , Portekizlerin ve Fransızların Amerika kıtasında yaptıkları çeşitli soykırım yöntemlerini aratmıyordu.
Amaç sömürgeciliğin ve sömürgeciliği ırkçı tabiatından dolayı kendisine ait olmayan her toprağın ve herkesin kayıtsız şartsız sömürgeleştirilmesiydi.
ALMANLARIN II. DÜNYA SAVAŞINDA ÇİNGENELERE ve YAHUDİLERE YAPTIĞI SOYKIRIMLAR
Almanlar , 1933 – 1945 yılları içerisinde ırkçı Race Hygiene ideolojisi çerçevesinde yaratmak istedikleri mükemmel Alman hedefiyle , diğer milletlerden veya etnik gruplardan olan ve ari Alman olmayan
21 milyon insanı , toplu olarak kurşuna dizerek , top yekün savaş şeklinde yaptıkları ve sivil , asker ayrımı yapmadıkları saldırılarda ,
toplama kamplarında yaptırılan özel insan fırınlarında toplu şekilde yakarak ve öldürmek için özel olarak yaptıkları gaz odalarında , insanları toplu şekilde zehirleyerek soykırıma uğrattılar.
Almanlar , II. Dünya savaşı arifesinde ve içinde yaptıkları soykırımlarda , ari ırk ideolojisini , Alman sağlık , sosyal ve kültür politikalarına yerleştirmek için , özellikle ,
Aşağı ırktan olarak tanımladıkları iki grubu hedef olarak seçtiler.
Almanlar tarafından , 1933 yılından itibaren , özellikle , soykırıma uğratılan bu grupları tanımlarsak bunlar ;
Avrupanın her yanında dağınık olarak yaşayan , Avrupalılardan farklı kültür ve geleneklere sahip çingeneler ve din bazından tanımlanan Yahudilerdi.
Çingenelere ve Yahudilere karşı , II. Dünya savaşında Almanlar tarafından yapılan soykırımlarda , eldeki verilere bakarsak , çingenelerden 500,000 ila 1,5 milyon arasında kişi ,
Yahudiler den ise Avrupa Yahudilerinin üçte ikisi olan 6 milyon kişi hayatını kaybetti.
1936 yılında , Alman bilim adamlarının ari ırk yaratmak için ürettikleri teorilerin ve yaptıkları teorik araştırmaların , siyasi ideolojiye katkılarıyla , Almanya’da mevcut iktidar , hangi oranda olursa olsun , çingene kanı taşıyan herkesi suçlu olarak gördü.
Bu durum insan ırkının terbiye edilmesi ve siyasi iktidarın biyolojik Race Hygiene politikasına uygun olarak , Berlin deki Kaiser Wilheim enstitüsünden ve Tübingen üniversitesinden
Başkanlığını Psikiatr Dr. Robert Ritter in yaptığı , Eva Justin ve Sophie Erhart ın oluşturduğu üç kişilik Almanya Sağlık Bakanlığına bağlı “ Ari ırk ve Toplum Biyolojisi Araştırmaları “ ekibi tarafından , 30,000 çingene üzerinde yapılan kan ve iskelet tahlillerindeki genetik sınıflandırılmalar ,
Çingene olarak tespit edilmeyenlerin “ NZ “ , yüzde yüz çingene olarak tespit edilenlerin “ Z “ olarak işaretlemesini doğurdu.
Almanya’da , 1933 yılında çıkarılan bir kanunla , Alman ari ırkının korunması için , çingenelerin 12 yaşından başlayarak , hızlı bir şekilde zorunlu olarak kısırlaştırılması ön görüldü.
Nazi hükümeti tarafından yapılan bu zorunlu kısırlaştırma , kampanyasında eldeki verilere göre , çingenelerin % 94 ü kısırlaştırıldı.
Kısırlaştırma ameliyatların da bir çok çingene hayatını kaybetti.
Çingeneler üzerinde yürütülen bu resmi ideolojik ve biyolojik soykırımcı işlem , Alman ari ırk ideologları tarafından , yıllardır toplumu empoze edilmeye çalışılan ,
üstün ırk yaratma ve aşağı ırktan arınma iddiasının fiili ve doğal bir şekilde hayata geçirilmesi olarak görüldü.
Almanlar 1934 – 1936 yılları arasında , çingeneler konusunda önlem alarak , Alman üstün ırkı için sosyal olmayan , uyuşuk , tehlikeli ve zararlı insanlar olarak gördükleri bu insanları ; Köln , Frankfurt , Höherweg , Berlin – Marzahn ve Düsseldorf ta özel olarak yapılan enterne kamplarına tehcir ettiler.
Çingeneler , 1940 yılından itibaren toplu katliamların çok yoğun bir şekilde yapılması için , deneylerde kullanılmaya başladılar.
Almanlar , Alman soykırım teknolojisinin geliştirilmesi için yapılan kimyasal ve biyolojik deneylerle ilgili olarak , ilk defa , gaz la ( Zyklon – B ) toplu şekilde insanları öldürme deneyimini elde etmek için ,
1940 yılında , Buchenwald daki toplama kampında kobay olarak seçilen 250 çingene çocuğu üzerinde zehirli gaz denedi.
II. Dünya Savaşına ve İsrail devletinin kuruluşuna kadar belli bir siyasi coğrafi alanda yoğunlaşamayan Yahudilerde , çingenelerle kıyaslandığı zaman , Avrupa da küçük azınlıklar olarak ve çeşitli coğrafi alanlarda yaşıyorlardı.
Yahudilerin , çingenelerden en önemli farkı ise , Yahudiler çingeneler gibi göçer olmaktan çok , şehirlerde , kasabalarda ve köylerde yerleşik bir şekilde yaşayan , siyaseti ve ticareti bilen ve ileri derecede eğitimli bir dini toplum olup ibadete dayalı merkezlerde , organik bağı kuvvetli bir örgütlenme içerisinde yaşıyorlardı.
Nazilere göre , Yahudilere ilişkin sorun esasında evrenseldi ve dünyada bulunan 17 milyon Yahudinin dünyaya egemenliğini diğer milletlerin kabul etmesi olanaksızdı.
Bu yüzden Naziler , Yahudilere ilişkin aldıkları siyasi kararlar doğrultusunda , iktidar olanaklarını da iyi bir şekilde kullanarak Yahudilere karşı , Almanya’da her alanda sistemli bir şekilde ve yoğun olarak etnik temizliğe giriştiler.
1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte , Nazi özel gücü olan SS’ler ilk başlarda , Yahudilerin bulundukları apartmanlara girerek , Yahudilerin elit kesimini tutuklamaya ve işkence etmeye başladılar.
1 Nisan 1933 tarihinde ise , Naziler Yahudilerin dükkanlarından alışveriş yapılmamasının ve Yahudi mallarının boykot edilmesinin propagandasına başladılar.
7 Nisan 1933 de ise , Profesyonel Toplum Servisinin oluşturulmasıyla birlikte , Almanlar ari ırk tan olmayanlara karşı hızlı bir ayrımcılık kampanyası başlattılar.
4 Ekim 1933 te çıkarılan kanunla , Yahudiler tüm gazetelerden çıkarıldılar ve aynı kanun da yer alan ek bir maddeyle de Yahudilerin kendi dini inançlarına göre kurban kesmeleri yasaklandı.
14 Haziran da ise , başka ülkelerden Almanya’ya yerleşmiş ve Alman vatandaşlığını almış Yahudilerin , Alman vatandaşlığı iptal edildi.
1935 yılında ise , Naziler ve Yahudi Düşmanları tarafından , Berlin’de tüm Yahudi dükkanlarına sistemli saldırılar düzenlendi.
14 Kasım da çıkarılan Nürnberg Kanunuyla , Almanya da , kimlerin Yahudi asıllı ve kimlerin ise karışık ( Yahudi ve Germen karışımı ) bir aileden geldiği yapılan kan analizlerine göre belirlendi ve vatandaşlık hakları kısıtlandı.
28 Mayıs 1938 tarihinde ise , Nazi iktidarı tarafından çıkarılan yeni bir kanunla , Yahudilerin hiçbir şekilde mülk edinemeyeceği ,
Yahudi avukatın ari bir Almana müdahil olamayacağı vb. gibi profesyonel hayata ilişkin ırkçı kararlar alındı.
Haziran 1941 – Ocak 1942 tarihleri arasında ise Litvanya’da Alman Einsatz Komandoları ( özel infaz ekipleri ) tarafından yapılan operasyonlarda , yerli halkın yardımıyla 135,000 Yahudi soykırıma uğratıldı.
Daha sonra işgal edilen Sovyet topraklarında yapılan katliamlar , Almanlar tarafından dozu arttırılarak sürdürüldü.
1941 yılında Almanya’dan , Riga , Minsk ve Kovno’ya gönderilen Alman Yahudileri , bu şehirlerdeki toplama kamplarında , profesyonel Yahudi infaz ekipleri tarafından , kurşuna diziliyordu.
Yahudiler açısından bu süreç , bütün Avrupa kıtasına yayılarak devam etti.
Avrupa’daki Yahudilerin belli merkezlere , kontrol ve daha sonra da toplu katliam için tehciri yaygınlaştırıldı.
Tehcir edilen Yahudilere ilişkin veriler ise şöyleydi ;
Hollanda dan 107,000 , Belçika dan 28,000 ,
Fransa dan 42,000 , Danimarka dan 770 ,
İtalya dan 5,000 , Romanya dan binlerce ,
Bulgaristan 20,000 , Yunanistan 45,000 ,
Macaristan 430,000 , Slovakya dan 50,000 ,
Norveç ten 1,500 , Hırvatistan dan 5,000
Yahudi toplama kamplarına soykırım amacıyla tehcir edildi.
YUNANLILARIN BATI TRAKYA’da TÜRKLERE KARŞI ASİMİLASYON YOLUYLA YAPTIKLARI ETNİK ve KÜLTÜREL SOYKIRIMLAR.,
Ve Yunanistan ın Türklere karşı sürekli şekilde yaptığı bu kollektif etnik hak ihlallerinden ve bireysel insan hakları ihlallerinden dolayı , 1923 yılından bu tarafa yaklaşık 400,000 Türkün , Türkiye’ye veya başka ülkelere geçmesine sebep oldu.
Bu nedenlerden dolayı, Batı Trakya Türklerinin nüfusunda %36 düzeyinde , önemli oranda bir azalma meydana geldi.
Bugünkü şartlarda Türklere karşı Yunanistan tarafından alınan tüm olumsuz tavırlara rağmen , hala Batı Trakya da 130 – 150,000 arasında Türkün yaşadığı tahmin edilmektedir.
Yunan hükümetinin Batı Trakya daki kollektif Türk Etnik kimliğini ve kültürel değerlerini tanımamasını ve Türkleri Yunanlı Müslüman olarak görmesini ,
kendi açısından , 1923 yılında yapılan Lozan anlaşmasında Türklere verilen hakları , kendisine göre yorumlayan ,
Başbakan Konstantin Mitsotakis , Washington’da , 18 Haziran 1990 tarihinde bir gazeteciye verdiği demeçte real olarak Yunanistan daki etnik azınlık durumundaki Türklerin durumunu şöyle tanımlıyordu :
“ Yunanistan da Türk yok. Batı Trakya’da sadece Müslüman Yunanlılar var “ diyordu.
Ve böylelikle Mitsotakis , Yunanistanın Batı Trakyalı Türklere karşı olan , bu etnik soykırımcı anlayışını , uluslar arası arenada tescil ve lanse ediyordu.
Aynı zamanda Türk etnik sözcüğünü derslerde kullanan , Türk öğretmenlerin eğitim olanakları kısıtlandı ya da bu öğretmenler görevlerinden ceza verilir gibi alındı.
Ayrıca , Türk etnik azınlığını kontrol ve asimilasyon politikaları çerçevesinde 1968 yılında oluşturulan Selanik’teki Pedagoji Akademisine ( EPATH ) Türk kökenli öğretmenlerin başvuruları da reddedildi.
Yunanistan AB üyesi olarak , AB kural ve prensiplerine ters düşerek ( Kopenhag Siyasi Kriterleri ) etnik ve ayrımcı bir çerçevede , etnik Türk azınlığının siyasi temsiline karşı düşmanca bir tutum alıyor ,
AB ye üye olma şartlarının en önemli öğelerinden biri olan Kopenhag Kriterlerinin ana hatlarıyla yaptıklarını tanımıyor ve AB kanun ve kurallarına karşı fiilen muhalefet ediyordu.
1980 den itibaren , Yunan makamları , Türklerle ilişkili yazılı basına da , nihai hedefi etnik ve kültürel soykırım olan ve Türklere sistemli asimilasyon amacını güden aynı ırkçı terörü uygulamaktan çekinmediler.
Aylık dergi Akın , haftalık gazete Yankı , Öğüt ve Güven’in yöneticileri defalarca Yunan bölge yöneticisi Nomark’ın baskısıyla karşılaştı
Dergilerin ve gazetelerin dağıtımları yasaklandı , tehdit edildi ve bazıları yüklü bir şekilde para ve hapis cezalarına çarptırıldı.
Yunanlıların , Türkleri hedef alan aynı etnik asimilasyon politikası , Türklere ait kültürel değerleri de içine alıyordu.
Batı Trakya Türk etnik azınlığının , kültürel amaçlı girişimlerinde , birer kültürel yapıt olan Osmanlı Döneminden kalan eski camilerin tamiri yada
Osmanlı döneminden kalma kültürel motifleri olan özel konutların tamiri ve bir kısmının yapımı , resmi makamlar tarafından özel izne tabi tutularak , bu kültürel değerlerin tamirinin yapılmaması için ,izin vermesi gereken Yunan resmi makamları , bilinçli olarak bu izni vermeyerek Türk kültür değerlerinin yıkılmamasını özellikle engelliyordu.
Aynı zamanda bir yandan da kültürel temizlik amacıyla , Batı Trakya’ daki Osmanlı Türklerinden kalan tarihi ve kültürel değeri olan önemli yapıtlar ,
Bilinçli olarak , devlet tarafından siyasi destekli Yunanlılar tarafından yıkılıyor , bu durum Batı Trakya’daki Türk kültürünün soykırımına , kısmen yada tamamen sebep oluyordu.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder