31 Ocak 2020 Cuma

TÜRK GERÇEĞİ.,

TÜRK  GERÇEĞİ.,



Türkler bin yıl önce bu topraklara geldiklerinde, karşılaştıkları yerli unsurlar, devlet kurabilme vasfından mahrum, kabile ve aşiret münasebetlerinin kültür anlayışında yaşayan, Bizans’ın siyasi hakimiyetini kabullenmiş topluluklardı. Bizanslıların askeri alanda Türkler karşısında Malazgirt’te başlayan ve art arda devam eden yenilgilerinin sonucu siyasi hakimiyetini süratle kaybetmesi Anadolu nun vatanlaştırılmasını kolaylaştırdı. Başta Ermeniler olmak üzere bu bölgede yaşayan diğer toplulukların siyasi varlıkları bulunmadığından, direnmeleri söz konusu olmadı. Anadolu’nun fethi sadece Bizans ‘ta yapılan savaşlar sonucu gerçekleştirildi. Selçukluların kurduğu ve Osmanlıların sürdürdüğü Türk siyasi hakimiyeti, bu coğrafyada yaşayan Müslim ve gayri Müslim bütün topluluklar tarafından kabullendi ve benimsendi. Zira Türklerin sağladığı içtimai nizam, adalete hakkaniyete ve geniş hoşgörüye dayanıyordu. Ermeniler diğer Hıristiyan topluluklardan daha fazla Türk – İslam medeniyetine ve kültürüne yakın durdular. Musıki ve mimari başta olmak üzere kültürümüzde iz bırakan eserler verdiler. Özellikle son asırlarda üst düzey yönetim kademelerinde yer aldılar, bakanlık yaptılar, Osmanlı topraklarında dağınık olarak yaşıyorlardı; bulundukları alanlarda hiçbir zaman nüfus çoğunluğu oluşturamadılar. Yunan isyanı sırasında Ermenilerin devlete bağlılıklarını ve sadakatlerini ifade bakımından “Millet-i Sâdıka” diye anıldılar.
Ermeniler problemli dönem 19.yüzyılın ortalarından itibaren başladı. Bunda Osmanlı Devleti’nin giderek artan siyasi, idari ve ekonomik problemlerine paralel olarak, merkezi otoritenin zayıflamasının rolü olmakla beraber, esas faktörler dış kaynaklıdır. 
Türk be Müslüman hakimiyetini Anadolu ve Rumeli’den silme amacını taşıyan “Hilale karşı salip” zihniyetinin “Haçlılık psikolojisini” içlerinden bir türlü atamayan Avrupa ve Rusya için, Osmanlı Devleti’nin parçalanması sadece muayyen siyasi ve askeri hedeflere ulaşmak anlamına gelmiyordu. Bunun ötesinde dini bir vecd halinde meseleyi Hıristiyan kültür ve medeniyetinin üstünlüğünün tescili olarak değerlendiriyorlardı.

Amaçlarına ulaşabilmek için politik girişimlerinin yanı sıra, eğitim konusuna da özel bir önem verdiler. Anadolu’nu her tarafında yüzlerce misyoner okulu, kolejler açarak önce psikolojik ve toplumsal tabanı hazırlamaya çalıştılar. Bunda geniş ölçüde başarı sağladıklarını kabul etmeliyiz. Ermeni kilisesi bu amaca yönelik çalışmaların karargâhı haline getirildi. Hınçak ve Daşnak gibi terörü metot olarak benimseyen örgütler kurarak ayaklanma hazırlıklarını sürdürdüler. 
93 savaşında uğradığımız ağır yenilgiden sonra toplanan Berlin Konferansında, ilk defa olarak Ermenilerin varlıklarını belirten ve bağımsızlıklarını sağlamaya yönelik hükümler yer aldı. Dışarıdan buldukları destekle cüretleri artan Ermeniler, İstanbul’da Sason ve Zeytun’da, Adana’da çeşitli tarihlerde ayaklanma denemelerine giriştiler. Bu olayların amacı Avrupa’ya müdahale fırsatı hazırlamak ve böylece Doğu’da bağımsız bir Ermenistan kurulmasını sağlamaktı. Çünkü Rumeli’de ki topraklarımızın bu metotlarla nasıl koparıldığını görmüşlerdi ve aynı senaryonun Doğu’da da pekâlâ uygulanabileceğini düşünüyorlardı. Ancak Sultan Abdülhamid’in iyi istihbarata dayalı dikkatli ve dengeli politikaları, serinkanlı tutumu Ermenilere aradıkları fırsatı vermedi.

Birinci Cihan savaşı başlarken Ermeniler saflarını çoktan seçmişlerdi. Kitleler halinde Rus ordusuna katıldılar, özel Ermeni taburları teşkil ederek Osmanlı Devleti’ne karşı bilfiil savaşa girdiler. Cephe gerisinde, özellikle Doğu ve Orta Anadolu’da kalabalık şekilde yaşayan Ermeniler kilisenin öncülüğünde silahlandılar. Eli silah tutan Türklerin cephede bulunmaları Türkleri tamamıyla savunmasız bırakmıştı. Nitekim savaş başladıktan bir süre sonra Ermenilerin katliam hazırlıklarının ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı. Van, Erzurum, Erzincan, Bitlis ve Yozgat’ta kasaba ve köylerde Müslümanlar vahşice öldürülüyor, camilerde kitle halinde yakılıyorlardı. Rus ordusu saflarında savaşan Ermeniler ise Rusları bile tedirgin edecek derecede acımasız davranıyorlar, Rus ordularının öncülüğünü ve kılavuzluğunu büyük bir coşkuyla yapıyorlardı. 
Bu durumda Osmanlı Devleti, savaşmakta olan her devletin alabileceği tedbirleri almak mecburiyetindeydi. Doğu ve Orta Anadolu da ayaklanıp katliam yapacakları anlaşılan Ermenileri, bulundukları yerden alıp Suriye ve Lübnan gibi güneyde güvenli yerlere nakletme kararı bu düşünceyle ortaya çıktı ve uygulandı. Benzer uygulamaların başka ülkeler tarafından gerekli hallerde çekinilmeden yapıldığı mesela Amerika’nın İkinci Cihan Savaşı sırasında Japon asıllı yurttaşlarını Orta Amerika da savaş sonuna kadar ikamete mecbur tuttuğu bir vakıa iken, bu uygulamadan dolayı Osmanlı Devletini suçlamanın anlamı yoktur.

Ermeni tehciri sırasında gerek iklim gerekse ulaşım ve iaşe şartlarının son derece elverişsiz olmasından dolayı çok miktarda ölümlerin meydana gelmesini soykırım olarak nitelendirmek saçmadır. Zira aynı şartlar içerisinde savaşmakta olan Türkler, gerek cephede ve gerekse cephe gerisinde açlık, hastalık ve soğuktan yüz binlerce kayıp vermişlerdir. Dört yıllık savaş sonunda cephede savaşırken şehit olanlardan birkaç misli fazla kaybı bu sebeplerle vermiş olan bir milleti körü körüne suçlamak yerine, sorumluları başka yerlerde aramak daha dürüst ve insani bir yaklaşım olur. Bunun yanı sıra Ermenilerin bu dönemde verdiklerini iddia ettikleri kayıp miktarı fevkalade abartmalı ve şişirmedir. Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun bu kitapta detaylı şekilde açıkladığı rakamlar iddiaların asılsızlığını açıkça ortaya koymaktadır.

Asıl suçlanması gereken dış tahrikçilerdir; asırlar boyunca huzur ve güven içinde yaşadıkları topraklarda bu insanları ayaklanmaya teşvik eden kaynaklar yani Ruslar, Fransızlar ve İngilizler’dir. Fransızlar Çukurova ve çevresinde Ermenilere dayalı bir siyasi hakimiyet kurmak maksadıyla, Birinci cihan Savaşı sonunda bölgeye girmelerini Maraş, Antep ve Urfa’yı işgal etmelerini buralara Suriye’den Ermeni nüfusu nakletmeye çalışmalarını nasıl unutabilirler?

1920 de Güneydoğu’da Türk direnişi karşısında bölgeyi boşaltmak mecburiyetinde kalan Fransızlarla birlikte geriye çekilen Ermenilerin iklim ve yol şartlarından dolayı verdikleri kaybın üç bin civarında olması göz önüne alındığında, Osmanlı Devleti’ne yöneltilen suçlamaların asılsızlığı ortaya çıkar.
Piyer Loti’nin ifadesiyle, “Türklerin Hıristiyan olmamaları Avrupa’nın gözünde temel bir eksiklik. Ermeniler ve Ortodokslar bu Hıristiyan kimliğinden yeteri kadar faydalandılar ve herkesi bununla aldattılar. Ermeniler tarafından beyan edilen ölü sayısına gelince, aşağı yukarı toplam nüfuslarının iki katını geçer”. 
İstanbul’u  işgal eden ihtilaf devletlerinin ilk işi kesin gözüyle baktıkları katliama ilişkin siyasi belgeleri ve bunun sorumlularını aramak oldu. Bu amaçla “Divan-ı Harp” kuruldu; sonradan Kürt isyanına da karışan Nemrut Mustafa gibi hain, satılık ve şahsiyetsizler den oluşturdukları bu sözde mahkemede, suçlu olarak gördükleri Osmanlı yöneticilerini yargılayıp mahkum ettiler. Boğazlıyan Kaymakamı kemal Bey bu geleneksel senaryonun kurbanlarından biriydi ve vicdansızca asıldı. İngilizler iki yüze yakın Osmanlı aydınını tutuklayıp Malta’ya götürdüler. Amaçları burada kuracakları bir savaş mahkemesinde, bu insanları suçlayıp cezalandırmaktı. Ancak gerek Osmanlı arşivlerinde ve gerekse kendi belgelerinde niyetlerini gerçekleştirebilecek delil bulamadılar. Tahkikatı yürüten İngiliz Savcı Londra’ya gönderdiği resmi mektupta bu durumu açıklayarak Malta’da tutuklu bulunan insanların suçlanmalarının mümkün olmadığını belirtti. Bu durum karşısında İngilizler yargılamaya niyetli oldukları tutukluları salıvermek zorunda kaldılar.

  Milli mücadelenin ilk döneminde Doğu’da Kazım Karabekir Paşa’nın komutasında Ermenilere karşı yürütülen askeri harekât sonucu, kesin zafer kazanıldı ve Ermeniler geriye atıldılar. Bu başarıdan sonra imzalanan Gümrü Antlaşmasıyla Doğu sınırlarımız bugünkü şekliyle belirlenmiş oldu. Ancak özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, komşumuz Ermenistan bir yandan sınırların açılarak ticari ve ekonomik imkanlara kavuşmak isterken, diğer yandan Doğu Anadolu topraklarımızı içine alan “Büyük Ermenistan” hülyasını sıkı sıkıya sürdürüyor. Zaten soykırım iddialarını kabul ettirmeye çalışmalarının müteakip amaçlarının önce tazminat sonra da toprak olduğunu saklamıyorlar. 
Terör Ermenilerin yüz elli yıllık siyasi çalışmalarının temelini oluşturur. 1973 yılında Los Angeles şehrinde ilk diplomatımızın şehit edilmesiyle başlayan son Ermeni terör döneminin özelliği meselenin milletlerarası alanlara kaydırılma niyetidir. ASALA adlı örgüt kanalıyla yürütülen bu eylemler sonucu, on bir yılda 53 diplomatımız ve görevlimiz şehit edildi. En büyük kaybı bu terör olayına hoşgörüyle bakan ve teröristlere sığınak ve barınak imkanları veren Fransa’da yaşadık; bu ülkede 8 şehit verdik.

Teröristlere karşı batılı ülkelerin ciddi bir önlem almayışı, faillerin bulunmayışı, tesadüfen ele geçirilenlerin ise mahkemeleri gösteri alanlarına çevirmeleri sonucu, Türkiye 1980’lerden itibaren etkili girişimlerde bulunmaya başladı. Devletin kararlı tutumu ve etkili girişimleri sonucu ASALA terör örgütünün çökertilmesi sağlandı.

Terörle sonuç almalarının imkansızlığını gören Ermeniler, 1984’den sonra strateji değiştirdiler. Çalışmalarını siyasal ve toplumsal alanlara kaydırdılar. Böylece dünya kamuoyunda destek sağlayarak devlet yönetimlerine etki yaparak meclislerde Türkiye aleyhine kararlar çıkarmaya yöneldiler.

Ermenistan dışında yaşayan ve “Diaspora” diye adlandırılan Ermeni cemaatleri, özellikle Fransa ve ABD’de yoğun şekilde yerleşmiş olduklarından buralarda siyasi karar mekanizmalarında dikkate alınmayı gerektiren bir potansiyel oluşturuyorlar. Son derece ,y, örgütlenen bu çalışmalara tahsis edebildikleri geniş maddi fonlar oluşturan basın ve televizyon gibi iletişim araçlarında siyasi kademelerde etkili pozisyonlar sağlayan “Diaspora” sistematik bir taarruz başlattı.
İlk olarak Avrupa ve Amerika da olayları kendilerine göre yorumlayıp çarptırdıkları binlerce kitabı basıp piyasaya sürdüler. Bu yayın kampanyasını gazete ve dergilerde makale ve haberlerle alabildiğine yoğunlaştırdılar. Öyle ki beş-on yıl içinde konu hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olması mümkün olmayan sıradan Avrupalı yahut Amerikalının beyni soykırım iddialarına ilişkin Ermeni görüşleriyle yıkandı. Böylece hazırlanan kamuoyunu ve psikolojik ortamı özellikle seçim dönemlerinde siyasi merkezlere taşımaya başladılar. Sonuçta çeşitli ülkelerin siyasi meclislerinde aleyhimize kararlar alma süreci başlatılmış oldu.
Türkiye bu propaganda saldırılarına karşı diplomatik ve entelektüel alanlarda ezeli uyuşukluğunu ısrarla sürdürdü. Konu meclislerde karar noktasına geldiğinde, ani bir iğne batırılmışcasına kıpırdar gibi olduysak ta, bu refleksler süreklilik yoğunluk ve dolayısıyla ciddi bir etkinlik kazanamadı. Mesela on beş yıl önce tanınmış batılı tarihçilerin soykırım iddialarının asılsızlığını belirleyen raporları önemli bir çıkış olarak gerçekleştirilmesine rağmen arkası getirilemedi. Ermenilerin bu konudaki mukabil girişimlerine önlem alınmadığından raporda imzası bulunan bilim adamlarının hemen hepsi geri çekildiler. Çünkü Ermeniler bu baskılarla bilim adamlarını korkutmayı ve yıldırmayı başarmışlardı. Ermeni baskılarının boyutlarını gösteren somut bir örnek Bernard Lewis olayında yaşandı. Kitabında soykırım iddialarının asılsızlığını ortaya koyan bu değerli tarihçi Ermenilerin açtıkları dava sonucu kurgulu bir yargılamadan sonra Fransa da mahkum edildi.
Konu meclislerde karar aşamasına geldiğinde her seferinde meseleyi hatırlayan Türkiye Devleti ve binlerce personeliyle dünyanın en şişkin örgütlerinden biri olan Dışişlerimiz ne olup bittiğini daha kavrayamadan konunun Ermenilerin istediği şekilde sonuçlandığını gördük. Sadece ABD de Temsilciler Meclisinde onaylanmasına mutlak nazarıyla bakılırken Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik özelliklerini dikkate alan Amerikan devlet kademelerinin son dakika müdahalesiyle tasarı geri çekildi.

Avrupa ise Türkiye’ye ABD’den farlı bakıyor. Bu yüzden AB parlamentosunda (iki defa) Fransız ve İtalyan parlamentolarında bilinen sonuçlar ortaya çıktı. 17 Aralıkta üyelik müzakerelerinin başlaması için tarih verilmesine paralel olarak Türkiye’ye soykırım iddialarını tanıması yönünde giderek artan bir baskı başlatıldı. Bunun süreceği ve bir süre tıpkı Kıbrıs konusunda olduğu gibi bir “şart” şeklinde önümüze getirileceği şimdiden bellidir. Soykırım iddialarının ne tarihi gerçekleri ne de 1948 tarihli soykırım anlaşmasının kriterleri dikkate alınmadan aleyhimize hükme bağlanması üzerinde çok düşünülmesi gereken bir tablodur.
Türkiye savunma ihaleleri gibi belirli kozlara dayalı girişimlere fazla bir etki sağlayamayacağını hatta bunun aleyhimize dönüştürülebildiğini görmelidir. Avrupa’nın bu derece peşin ve kesin hükümlerle aleyhimizde tavır almasında diasporanın siyasi ağırlığının bire bir yürüttükleri kulis çalışmalarının oluşturdukları psikolojik ortamın elbette büyük etkisi var. Ancak bütün bunların yanı sıra özellikle bazı Fransız politikacıların politik malzeme halinde kullanmaya yöneldikleri soykırım iddialarının Türkiye nin Avrupa Birliği’ne girme şartlarından biri şeklinde gündeme taşınmakta oluşunun üzerinde daha fazla durmak gerekir. Avrupa bazı devlet adamlarının zaman zaman 1920’lerde bir Kürt devletinin kurulmamış olmasından yakındıklarını biliyoruz. Aslında Milli Mücadele sonunda Türkiye’nin kazandığı zafer, bu topraklarda Ermenilerin Kürtlerin ve Pontus Rumlarının devlet kurmalarını öngören Avrupa projesinin yenilgisi anlamını taşıyordu. Soğuk savaş süresince NATO bünyesinde Avrupa’nın savunmasından çok kritik bir görev üstlenmiş olan Türkiye ile bugün IMF ve Dünya Bankası’nın ekonomik desteğine muhtaç AB’ne mecbur ve mahkum gösterilen Türkiye’ye bakışlarında önemli farklılıklar var. Şu sıralarda Avrupa’nın Türkiye’yi bir bakıma 1856 Paris Konferansı sırasındaki Osmanlı Devleti gibi yani hem mali ve ekonomik hem de siyasi alanlarda kendilerine bağımlı ve muhtaç bir pozisyonda gördüğünü söyleyebiliriz. Türkiye’nin Ortadoğu’da ki konumuna stratejik açıdan farklı bakan ABD ile Avrupa arasındaki bu değerlendirme farklılığı Ermeni meselesinde de sürekli karşımıza çıkıyor. 

Türkiye dış politikasını sağlıklı ve gerçekçi şekilde değerlendirmek tespitlerinin doğru esaslara oturtmak uygulamalarında sürüp gelen tutuk durgun kararsız ve mütereddit tavırları süratle değiştirmek mecburiyetindedir. Başka bir ifadeyle büyük bir devlet olduğumuzun bilincinde olarak milletimize hizmet etmenin gururu onuru ve övüncünü taşıyarak coşkuyla inançla hareket edildiği zaman olayların kontrolümüze almamızı kimse önleyemez. Asırlar önce zor durumda kalan bir millet için çıkış yolunun ne olduğu Göktürk Abidelerinde belirtilmişti. Bunu hatırlamanın tam zamanıdır. Ey Türk Titre ve kendine gel.


İnsanlara nasıl yardım edilir. Bin yıl önce insanlar Anadolu’da nasıl yardımlaşırdı biliyor musunuz.,


Bin yıl önce bu topraklarda insanlar yoksul ama özgürdü. Köylüler ve halk bizansın sadece adını duyardı.
Ankara’ karargahından ayrılmazdı bile askerler. En güçsüz zamanlarıydı bizansın. Her milletten her dinden insan yaşardı anadolu’da.

Yahudi Ermeni Rum Türkmen mogol kaçkını ortaasyalılar, Acem farslı arap kürt hepsi vardı. Hepsi az çok birbirlerinin dilini bilir anlaşırladı. Çünkü hepsinin birbirlerine ihtiyacı vardı.

Ermeniler zanaatkardı. Yahudiler ticaret erbabıydı. Rumlar esnaftı. Türkmenler ve müslümanlar tarım ve hayvancılıkla, avcılıkla meşguldu. Herkesin dini ayrı olsa da yaradanlarının tek olduğunu bilirlerdi.

Musevi ortodoks tengrici şamanist zerdüşt hepsi yaradanlarına kendi dillerinde ibadet ederlerdi. inançlarından dolayı hiç bir zaman anlaşmazlık yaşamazlardı.

Çünkü müslümanlarda sonradan Mevlana ve Yunus Emre’nin etkilendiği Ahmet Yesevi, Hallaç’i Mansur gibi alimlerin insan sevgisini ön planda tutan bir islam anlayışı ile özdeşleşmişlerdi.  Bu bir tür ortaasya önceki inançlarıyla, islam inancının iyiye güzele ve sevgiye dayalı senteziydi.

Komşular birbirlerine bağlıydı, biri hasta olsa hangi dinden olursa olsun onu hekime kadar sırtında taşır götürürdü. Kimsenin kapısında kilit olmaz, herkesin her şeyi ihtiyacı olanlara açık olurdu. çünkü tek güvenceleri ve sigortaları yine birbirleriydi. Bu tür içtenlik ve yakınlık özel bir davranış gibi değil, gelenek ve görenekleri bu şekilde oturmuş ve alışkanlık halini almıştı.

Bu insanlar birbirine hiç sadaka vermezlerdi. bu tür bir alışkanlık onlar için yüz kızartıcıydı.
Eskiden insanların geçimi ancak kendilerine yetecek kadardı. Hayvanlarla günde en fazla bir yada iki dönüm işleyebilirlerdi.

Bir insanın başına bir kaza geldiğinde zor durumda kaldığında mahsülünü dolu alır, soğuk alır, yada hastalıktan olmadığı zaman, veya sel yangın gibi bir kazaya uğradığında insanlar kimseden yardım istemez, sadece tanrılarına dua ederler tanrılarından yardım isterlerdi.

O’nun zor durumda olduğunu bilen komşusu köylüsü o’nun ihtiyacı olan malzemeyi gece gizlice onun bacasından içeriye atardı.

Yardım eden kişi bunu yardıma muhtaç insana değil tanrıya bağışlardı.
Yardımı alan kişi bunun tanrı’dan geldiğine inanır, kimseye karşı kendini borçlu hissetmezdi.
Yardım eden kişi kendisinin yardım ettiğini tanrı’dan başka kimse bilmez, bilirse veya dolaylı yönden şüphe duyulacak bir davranışta bulunursa bunun sevabı olmaz aksine yardım ettiği kişiye borçlu sayılırdı.

Çünkü o zaman Tanrı aradan çıkmış olacak, yardım alan kişi kendine yardım edeni tahmin ederse ona karşı kendini borçlu hissedeceki sürekli ona minnet duyacak eziklik hissedecekdi. Bu şekilde yardım eden kişi yardım ettiği adamın manevi olarak hakkını yemiş olacaktı. Yardım edenin ettiği yardım başkalarına duyulur ve tahmin edilirse çevrede bunun itibarını kazanacak ve ettiği yardımdan daha fazlasını almış olacaktı.

O nedenle iyilik yapmak isteyenler yapacağı iyiliği Tanrı’ya yapmış sayılır.ahirette bunun karşılığı ile ödüllendirilir. Yardım alan kişi de Tanrı’sına şükreder ve bağlılığını sürdürürdü. insanlar bu şekilde ayrışmadan birbirlerini rencide etmeden sevgiyle yaşayıp giderlerdi. Noel babanın bacadan hediye atmasının kökeni de taaa oralara dayanır.

Şimdiki tarih Türklerin Anadolu’ya gelişini 1071 sonrası dese de bu gerçeği yansıtmaz daha uzun yıllar öncesinden Türkmenler dağınık ve kalabalık şekilde Mersin üzerinden Denizli’ye(tenguzlu) kadar gelmiş yerleşmişlerdi. Alparslan bu sebeble burada daha önce yerleşen türkmenlerin gücüyle bizansı alt edebilmişti.
Türklerin Anadolu’ya gelmesi ve selçuklu’nun kurulmasıyla bu baca kültürü ve sosyal yardımlaşma, dergah ve tekkeler aracılığı ile yapılmaya başlandı. insanlar ihtiyaç fazlası olan varlıklarını tanrı adına dergahlara bağışlarlardı dergahlar her derde derman ve yardım yuvalarıydı.

Aç açıkta kalanlar dergaha gider ihtiyacını karşılardı her dergahta tabibler bulunur insanları tedavi ederlerdi.Bu iyilik yuvalarını inancın kutsaliyetiyle özdeşleştirip bütünleştirmişlerdi. O zamanki insanlar dergahlarda hiç kimseye hangi inançtansın millettensin diye sormaz, sonra ki yüzyıllarda suni arap islam inancı yavaş yavaş kendini belli etmeye başlayınca sorulmaya başlandığında sevgili Yunus’un en büyük isyanı buna olmuştu.

Yetmis iki millete
Bir göz ile bakmayan
Şeriatın evliyası olsa
Hakikate asidir

Sen sana ne sanırsan
Ayruğa(baskasına) da onu san
Dört kitabın manası
Budur eğer var ise

Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır

Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir.,

YUNUS EMRE.,

Yunus Emre’nin bu sözleri kim olursa olsun insana verilmesi gereken önemi yansıtmaktadır. insanlar bu şekilde ayrışmadan birbirlerini rencide etmeden sevgiyle yaşayıp gitmişlerdi Taa ki Fatih’in istanbul’u alıp Ak şemşettin’i de danışmanı yapıncaya kadar.

Çünkü imparator olmanın da belli kuralları vardır. Bu durum yavuz selim’in Şah ismaille savaşına kadar yavaş yavaş, sonrasında hızla değişim göstermiştir

O günden sonra bu dergahlar imparotorluğun üniter devlet yapısına ve otoritesine tehdit olarak görüldü isyan potansiyeli yüksek olması gerekçesiyle Fatih’in Anadolu beylerbeyi olarak atadığı Rum asıllı ishak pasa tarafından başta germiyanlılar olarak Bütün bu Türk yurtları, dergahlar, tekkeler kılıçdan geçirildi ve osmanlı en fazla türk katleden imparatorluk ünvanını kazandı.

Osmanlı tarihinde türkleri katlettiği kadar başka hiç bir milleti katletmedi.
insan b.dündar

https://tammakale.com/2018/12/bin-yil-once-insanlar-anadoluda-nasil-yasardi-biliyor-musunuz/

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder