27 Ocak 2020 Pazartesi

Beşparmak'lardan, Toros’lara bakarken..!

Beşparmak'lardan, Toros’lara bakarken..! 




Atilla ÇİLİNGİR 
www.atillacilingir.com 
28 Şubat 2014, 09:19
Önce Vatan Gazetesi

(Tarihten bir yaprak…) ‘’Bu yazım, Kıbrıs Türk Gençliğine ithaf edilmiştir…’’ Hüseyin Dayı’yı tanıdığımda 26 yaşındaydım… O, 60-65 yaşları arasında yiğit bir Kıbrıs Türk Mücahidi idi. 1974 Kıbrıs Savaşlarının 2’ncisinde, Rum köyü ‘Miamilya’ ve sanayi bölgesine ( daha sonra bu köye,  harekâtta şehit olan bir askerimizin soyadı olan ‘HASPOLAT’ adını vermiş, 3 yıl önce de bu köye Mehmetçik anıtının açılışını organize etmiştim.) taarruz ederken tanımıştım onu…  

   Harekât boyunca en ön saflarda görev almış, Rum’un; taarruz arazisi üzerine döşediği, serpiştirdiği mayınlara, ölüme aldırmadan, bizimle birlikte taarruza katılarak, genç mücahitlerimize örnek olmuştu.  Harekâtın hemen bitiminden sonra, haftalar boyunca sadece arazide ve boş evlerde bulabildiğimizle doyan, susuzluğumuzu çevredeki kuyulardan gidermeye çalışan bizlere; Lefkoşa’dan taşıdığı yiyeceklerin lezzeti, bidonlar içinde getirdiği ve kana, kana içtiğimiz suyun tadı hala damağımdadır.  Ama beni daha da duygulandıran, o yaşlı mücahidime bağlayan şeyi öğrendiğimde yaşamıştım. Çünkü o, aylarca cephe hattına gelerek taşıdığı ve beş kuruş dahi almadığı yiyecekleri, v.d ihtiyaç maddelerini; İngiliz döneminde çalışarak kazandığı, biriktirdiği ve emeklilik dönemi için sakladığı parasıyla almıştı…  Bir sabah onu, St. Hilarion Tepesinin uç noktasında bulmuştum! Sonbaharın o hüzünlü renk armonisi içinden, bana işaret ettiği istikametteki Toros Dağları, tüm haşmetiyle sanki Beşparmak Dağlarına selam veriyordu…   

  Hüseyin Dayı; nemlenmiş gözlerini, gözlerimden kaçırarak derin bir of çekti!  ‘’Bilir misin Komutanım? Ben Türkiye’mi, anavatanımı hiç görmedim! Ne zaman baba toprağımı özlesem, binerim arabacığıma, son sürat gelirim buraya ve tam gün doğarken el sallarım Toroslara!’’  Hüseyin Dayı ile bu konuşmayı yaptığımda takvimler, Kasım 1974’ü gösteriyordu. Daha henüz ne Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti, ne de K.K.T.C kurulmuştu.  O zaman diliminde mücahidimin söylemiş olduğu bu sözler içimi acıtmış, çok duygulanmıştım. Hüseyin Dayı, bana dönerek, ‘’Bir şey daha söylemek isterim komutanım,’’ diyerek; şunları da eklemişti:  ‘’ Geldiniz, özgürlüğü getirdiniz. Vatan topraklarımızın tapusunu, kan ve can ödeyerek verdiniz. 

Ya bir gün giderseniz? ‘’  

O, 40 yıl önce ‘ata yadigârı Kıbrıs adasında’, kanıyla, canıyla, emeğiyle, özgürlük mücadelesine bedel ödeyen Kıbrıs Türk Halkından sadece bir tanesiydi.  ‘’ Ya bir gün giderseniz? ’’ Onun yıllar öncesi söylemiş olduğu bu sözlere, ‘o gazi topraklar’ için ödenen bedele;   Şimdilerde ‘Birleşik Kıbrıs Çatısı’ altında çözüme odaklananlara, önemli bir mesaj olur düşüncesiyle bu yazımda yer verdim.   1968 yılından beri devam eden Kıbrıs müzakereleri, yine ama bu defa Amerika’nın yönlendirmesiyle ve özel bir gündem maddesiyle ( ‘’Petrol ve Doğal Gaz’’) uluslararası pazarlık masasına konuldu!  Bu süreçte hiç olmaması gereken AB de var!  

Sanki 1959-1960 antlaşmalarıyla kurulan Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin, tarafları ve garantör ülkeleri arasında bu ikili varmış gibi?  Ve yine son dönemde İsrail’in Kıbrıs adasında üstlenmek istediği rolün, önemine de vurgu yaptığımız da!  2008 yılından beri devam eden ve 2012 de kesilen Kıbrıs müzakerelerinin, şimdi aniden başlayan bu görüşmelerinden, çözüme odaklı sonuç çıkabilecek midir?  

Çok zor!  

Yıllardan beri süregelen Kıbrıs müzakerelerinden bu defa da sonuç alınabilmesi, Türkiye’nin bu sürece bakışına ve bugüne kadar elde edilen kazanımlarımızın ne kadarından ve ne için vazgeçeceğine bağlıdır!  Kaldı ki Türkiye; peş, peşe yapılacak seçimler sathı mailine girmiş, ortalık ‘paralel yapı’ , ’gayrı yasal dinlemeler’ ve pek çok dönüşüm projesiyle, toz duman olmuş vaziyette iken!  Kıbrıs konusuyla ilgili bu önemli süreç; ülkemizin yazılı ve görsel basında yer dahi bulamazken, yazan birkaç kalem bile; süreçle ilgili gelişmeleri, Rum basınında çıkan haberlerden takip edip, öğrenirken!  2004 Annan planında yaşananlar, 2008 de başlayan, Talat-Hristofyas müzakerelerinde, Rum tarafının görüşleri, dayatmaları ortada ve bizim tarafı temsil eden M. Ali Talat’ın tüm teslimiyetleri ortadayken dahi bir çözüm bulunamayan bu süreç; günümüzde nasıl çözüm bulacaktır?  

Türkiye bu süreçte, tabii ki çok aktif bir rol üslenmiştir! Yeniden başlatılan müzakerelerde; tarafların temsilcileri, çapraz görüşmeler çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’de mevcut hükümetlerin dış işlerince kabul edilerek, görüşmelere katkı yapılacağı da açıklanmıştır. Ama bu noktada sorulması gereken soru da şudur?  

Türkiye’deki hükümet; bugüne kadar süregelen müzakerelerde, adanın yarı buçuğunu temsil eden Rum yönetiminin liderine ve özel temsilcisine, her defasında Türkiye’ye gelmek istediklerinde, ülkemizin dış işleriyle resmi bir temas talebinde bulunduklarında; K.K.T.C yöneticilerini adres gösterirken; değişen ne olmuştur da,  Rum tarafını müzakere masasında temsil eden Rum yönetimi liderinin özel temsilci, Ankara’ya gelerek resmi temaslarda bulunacaktır?  

Güney Rum kesimi, Türkiye Cumhuriyeti Devletince resmen tanınmış bir ülke midir?  Bu nasıl dış ilişkilerdir?  Yapılan bu hamleler, Amerika’nın arabuluculuğu ile başlatılan bu müzakereler sürecinde iyi niyet zeminini destekleyen diplomatik manevralar olarak görülebilir!  Ancak, Türkiye’nin bu ada üzerinde 1959 ve 1960 antlaşmalarıyla teyit edilen hak ve hukukunu, Kıbrıs Türk Halkının özgürlüğü uğruna ödediği bedeli ama daha da önemlisi, ecdat yadigârı Kıbrıs’ın; Türkiye için jeopolitik ve jeostratejik önemini gözetmek, elimizde mevcut avantajları sonuna kadar masada savunmak en önemli tercihimiz olmalıdır.  

Unutulmasın ki, Rum tarafı; 

Kiliseyi ve hatta Papa’yı, Yunanistan’ı ve ada da ki menfaatleri doğrultusunda dünyaya yön veren/vermeye çalışan uluslararası aktörleri de arkasına alarak; bu müzakere sürecindedir!  Daha geçtiğimiz hafta Rum Ortodoks Kilisesi Baş Papazının bir gazeteye vermiş olduğu mülakat; onların sakladıkları gerçek yüzünün ortaya konulması açısından çok çarpıcıdır!  Bakın bu Başpapaz ne demiştir:  ‘’ Türkler ve Ankara net bir federasyondan söz etmedi, etmiyor, etmeyecek. 

İki devlet federasyon değildir. Akıllarını başlarına almalarını diliyorum. 

Akıllarını başlarına almazlarsa, çözüme gideceğimizi zannetmesinler, müzakereler çöker…’’  Hiçbir siyasetçi; bu kilisenin görüşüdür diyerek, yukarıdaki söylemin önemli olmadığını savunamaz! Çünkü bu güne kadar hiçbir Rum lideri, Kilisenin ve Rum Ulusal Konseyinin görüşleri dışında Kıbrıs Müzakerelerini yürütmemiştir, yürütemez de! Arkasındaki en önemli güç Yunanistan’ın yönetimi de, bugüne kadar aynı görüşün arkasında durmuştur. Bu gerçek, tarihi sürece bakıldığında da, hep böyle olmuştur.     

Aslında Rum tarafı için Kıbrıs konusu, Annan planı döneminde sonuçlanmıştır! AB üyesi olan ve bu üyelik sıfatıyla, AB müzakerelerinde her defasında Türkiye’nin önünü tıkayan, 1968 den beri devam eden müzakere masasında, Kıbrıs Türk Halkına azınlık haklarından asla fazlasını öngörmeyen Rumlardan, bu süreçte de fazla bir şey de beklenmemelidir!  

Onu içindir ki, 

Amerika’nın kendi menfaatini ön plana çıkararak süreci başlatması, Rum liderin, adanın etrafında bulunan petrol ve doğal gazın kullanımından Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk Halkının da faydalanacağı savını ikide bir ortaya koyması, AB’nin adada olmak adına sürece dâhil olması,  İsrail’in bu süreçte petrol ve doğal gaz silahını öne çıkararak Rum’larla yapmış olduğu mutabakatın, bu süreçte önemli bir rol oynayacağı kesindir.  Üstüne üstlük ABD Başkanı Obama’nın, sanki her konu müzakere masasına gelmiş gibi öncelikli olarak Maraş bölgesinin kullanıma açılması konusunda Türk tarafından iyi niyet jesti yapması isteğini de,  göz önüne aldığımızda;  

Türkiye ve K.K.T.C Kıbrıs konusundaki kazanımlarını nasıl savunacaktır? 

Bu süreçte, hala var olduğuna inandığımız, T.B.M.M’de alınmış olan karar ve bu kararın içindeki kırmızı çizgilerimiz, savunulabilecek midir?  Kıbrıs Türk Halkına bu süreçte ne istediğini soran olacak mıdır? Yoksa her şey bittikten sonra ve aynen Annan planında olduğu gibi!  Gelin oylayın mı denecektir?  

Hele, hele Türkiye’nin garantörlük hakkı ve adanın güvenliği söz konusu olduğunda, toprak ve mülkiyet konu başlıkları masaya geldiğinde; Rumlar bugüne kadar verdikleri yanıttan, farklı bir yanıt mı verecektir?  

Unutulmasın ki, Türkiye Kıbrıs’ta sadece Garantör ülke değil; uluslararası antlaşmalar gereğince, adanın geleceğiyle ilgili söz söyleme hakkına da sahip bir ülkedir.  

İşte tam bu noktada akıllarda olması ve Kıbrıs Türk Gencinin unutmaması olan gerçek; yıllar önce o yiğit Mücahit Hüseyin Dayının sözlerinde saklıdır.  

Eğer bir gün, Türk askeri Kıbrıs adasından ayrılacak olursa, bir kez daha dönüşü olmayacaktır! Zira emperyalizmin o ezici gücü, tüm kaleleri düşmüş Kıbrıs Türk’ünü kısa bir süre içinde avucunun içine alarak; 60’lı yılları dahi aratacak bir konumda bırakacak, K.K.T.C ise; sadece anılarda kalacaktır.  

Pek tabiidir ki, böyle bir son asla kabul edilemez. Ancak Girit adası da elimizden kayıp giderken, o dönemde yaşananların, bu gün yaşananlardan bir farkı olmadığını unutmamak gerekir..!  

Son bir cümlem de, Türkiye’de ve K.K.T.C’de bu süreci yönetenleredir:  

Hiçbir neden uğruna Kıbrıs adasındaki kazanımlarımızdan vazgeçilmemelidir. 

Ne AB’ye giriş uğruna, ne de Amerika’nın emperyal çıkarlarına hizmet için..!  Çünkü ata yadigârı Kıbrıs adasındaki tüm kazanımlarımızın bedeli, Şehitlerimizin kanlarıyla ödenmiştir.


 https://www.oncevatan.com.tr/besparmaklardan-toroslara-bakarken-makale,30877.html

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder