ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2020 Perşembe

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 2

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 2



Naziler,Yahudi, Rudolph J. Rummel, soykırım, din, milli, ekonomi, Afrika, köle ticareti, Kızılderililer, Hiroşima, Atom Bombası, 


FRANSIZLAR 

Fransızlar , 1954 yılından başlayarak , sayılamayacak kadar  çok  sayıda  insanı  işkenceden  geçirdiler. 

İşkenceden geçirilenlerin bir çoğu , yapılan özel işkence uygulamaları  sırasında  öldü  yada  sakat  kaldı.

Öldürülenler arasında FLN’in en önemli ve efsane liderlerinden Ben M’hidi de  vardı.

1957 yılında , Fransızların 10. Paraşüt tümenine kumanda eden , General  Jacques Massu ve onun yardımcısı ve Cezayir’deki  Fransız istihbaratının başında bulunan General Paul Aussa – resses , Fransız gazetesi Le Monde ‘a verdikleri mülakatta ,  Cezayirdeki savaşta kayıp diye nitelenen 3,000 kişinin  esasında  idam  edildiklerini  anlattılar.

1957 yılında işkence ve bu tip öldürme olaylarının , Fransa’nın savaçtaki politikasının bir parçası olduğunu belirttiler.

Ayrıca  Aussares  kendi elleriyle ve özellikle katlettiği 24 FLN üyesine ilişkin gazeteye verdiği  cevapta “ hiçbir pişmanlık duymuyorum “ diyebildi.

Çünkü kendisini yargılamanın Fransa’yı ve savaşlarda yaptıklarını yargılamak  olduğunu ve böyle bir şeyin  , Fransız makamları tarafından yapılamayacağını  biliyordu.

Yani , generallerin  yaptıkları soykırımcı  motifi olan işkence   uygulaması ,  Fransa’nın onayıyla yapılmıştı.

Cezayir  ulusalcılarıyla savaşta , bugünkü Irkçı Ulusal Cephe  Partisinin lideri ve o zamanın gizli servis subaylarından Jean Marie Le Pen de Cezayirli sivillerin katledilmesi süreçlerinden   olan   işkence   seanslarında   bizzat   yer   aldı.


Fransa’nın günlük Le Monde gazetesinde dört işkence mağduruyla   yapılan   mülakatta , işkenceye  uğrayan Mohammed Abdellaoui , 1957 yılında , Le Pen ‘in  vücuduna  elektriği  bizzat verdiğini   ve   mahkumların   üzerine  oturarak  zevkle  çeşmeden su   içtiğini   belirtiyordu.

Konuyu derinlemesine araştıran Alistair Horne , Fransızların  savaş  sırasında  insanları yok etmek için yaptıkları  bu  sistemli işkence  uygulamasının “ savaş suçu “ sayılması   gerektiğini belirtiyordu. 

Fransızların  Cezayir’deki işkence uygulamalarına karşı tavır   alanlardan   ünlü filozof Jean – Paul Sartre ise , 1958 de işkencenin   sadece  Fransızlar  tarafından  uygulanan  bir  yöntem değil , aynı zamanda dünyada  ne  kadar  yaygın  olduğunu  şöyle açıklıyordu :

“ İşkence ne sivillere , ne askerlere ne de özel olarak Fransızlara  aittir , bu  öyle bir  şeydir ki  tüm  yerleşim bölgelerini saran  bir  veba  gibidir. “ diyordu

Fransızların Cezayirdeki işkencelerine ve onun insan üzerindeki dayanılmaz sonuçlarına karşı mücadele eden Martinique’li   psikiatrist   Franz   Fanon   gibi Alistair  Horne ‘da A Savage  War  of  Peace  , Algeria  1954 – 1962 ( 1977 , 1985 ) adlı  yapıtında , Sartre’nin  işkence  genelleştirmesine  karşı  somut  veriyle  yaklaşıyor  ve  işkencenin  Cezayir’de  Fransızlar tarafından yaygınlaştırıldığını ve kurumsallaştırıldığını belirtiyordu. 

Savaş karşıtı grupta yer alan , Fransa’nın ünlü savaş karşıtı  yazarlarından  Simone de Beauvoir ve Jules Roy ise , Fransa’nın Cezayir’deki uygulamalarının , Nazilerin iktidarı sırasında  başka  milletlere  yaptıklarından  hiçbir farkı olmadığını vurguluyorlardı.

1955 yılında , Wuillaume  tarafından  Cezayir’deki   işkence ile  ilgili yapılan araştırmanın raporunda , işkencenin “ en tehlikeli olan teröristleri en efektif biçimde nötralize etmem metotu “ olduğunu   belirtiyordu.
Savaş sırasında görevli Fransız asker ve subaylar ise , işkencenin ne kadar yaygın olduğunu ailelerine göderdikleri mektuplarda  da  anlatıyorlardı.

Cezayir’deki  Fransızların  yaptıkları  soykırımda  ölenlerin sayısı  1962  yılına  gelindiği  zaman  1,000,000’u  buldu.

Fransızlar , sistemli soykırım uygulamalarında coğrafi alanlarıda  yok  etmeyi  kurumsallaştırdılar  ve  bu anlamda  8,000 köyü  yok  ettiler.

Fransızlar bunu yaparken Cezayirli ulusalcılara ve sivil halka  karşı   ellerindeki  en  son  model  silahlarla  saldırıyorlardı.

Bunun  sonucu  Cezayirli  köylü  nüfusun  yarısı  Fransızların kullandıkları Napalm bombalarının etkisiyle yok edilen  evlerini  ve  verimsizleşen  topraklarını terk etmek zorunda   kaldılar.

Fransız  sömürgecileri  sadece  savaşın  en  son  yılı  olan 1962  yılında  15.000  Cezayirli  sivili  öldürdüler.  Bazı  göstergeler ise bu sayının çok daha yüksek olabileceğini düşündürmektedir.

Bir çok Cezayirli bağımsızlık savaşçısı ve sempatizanı Fransızlar  tarafından  yapılan  ağır  işkencelerde  katledildiler.

Fransızların  sistemli yıldırma taktiklerinden biri de 2,5 milyon  Cezayirli  sivili  toplama  kampları  şeklinde  kurdukları ve  Fransız  askeri  kontrolündeki  belli  bir  bölgeye  tehcir  etmek ve  tehcir  hayatı  yaşatmak  oldu.

3,000  Cezayirli  ise , izine  bir  daha rastlanmamak üzere yok  edildi.  Daha sonraki  yıllarda  Cezayir  hükümetinin  yaptığı  kurtuluş savaşında meydana gelen kayıpları arama çalışmalarında , Tunus yakınlarındaki Tebessa bölgesinde Fransızlar  tarafından  işkenceden  geçirilerek  öldürüldüğü  tespit   edilen ,  300 Cezayirli’nin  cesedi toplu mezarlara  gömülü olarak bulundu.

NORVEÇLİLER

“ Elimizdeki  belgelere  göre  inandırıcı  olan  şu  ki  ,  Norveç  toplumu  ne  kadar  Tater’i  kısırlaştırırsa  , o kadar kendi ırkını korumuş oluyordu. Toplumun bu arzularının pratikte gerçekleştirilmesi , resmi yetkililerin Tater’ları , hatta özellikle  çocuk  yaştaki Tater’ları kısırlaştırmasının da alt yapısını   oluşturuyordu.

Ari – ırk teorisyenlerine göre , Taterlar’ın çoğalması veya  ari – ırk’tan birisinin  Taterlarla  cinsel  ilişki  kurması ,  ari – ırk a  sahip  Nordik  toplum  üyelerinin  dejenerasyonu na  yol açması tehlikesini de beraberinde getiriyordu. 
Bu yüzden etnik Taterların , biyolojik olarak çoğalmasının önlenmesi gerekiyor du.

Norveçlilere göre , Taterlar aşağı ırktan geliyorlardı ve bunlara  karşı Nordik ırkın sosyal ve kültürel yapısının korunması   gerekiyordu.

1949 – 1970  ( 1934 – 1977 )  yılları  arasındaki ,  Svandiken çalışma  kampında bulunan kadınların % 37 – 40 ‘ı çalışma kampı  yönetimi tarafından ve resmi kurumların izniyle zorla kısırlaştırıldı.

Misjonen’un Papazı , Knut Myhre , Svandiken’deki uygulamanın gerekçesini 1963 tarihli Aktuell ‘ de şöyle açıklıyordu :

“ Biz  bilinçli  olarak  bir  topluluğun  kendine  has  içerik   ve biçiminin tamamen yok edilmesi için uğraşıyoruz. Bu bakımdan , her bireyi çok kuvvetli bağlarla bağlı olduğu ailesinden  koparıyoruz.  Biz  bu  ailelerinden  koparılan  bireylere  eski yaşam tarzlarına dönmemeleri için oturacak bir yer  ve  görevler  veriyoruz “ diyordu.


II. DÜNYA SAVAŞI BİTİMİNDE AMERİKALILARIN VE İNGİLİZLERİN ALMANLARA YAPTIKLARI DRESDEN SOYKIRIMI

Amerikalılar  ve  İngilizler  tarafından  yapılan  bombalama sırasında , Dresden’in  ağzına  kadar  sivil  ve  çaresiz  insanla dolu  olması  durumu  daha  da  vahimleştirmiş tir.

 Savaşın  bir  sonucu  olarak , bombalamadan  kısa  bir  süre önce şehirde oturan 630.000 kişiye doğu bölgesindeki savaştan kaçan   600.000   yeni  mülteci  eklenmişti.

Bombalamalardan  sonraki  karışıklıktan  dolayı  ve sokaklar yanmış insan cesetleriyle dolu olduğu için , şehrin yöneticileri  tarafından , şehre  gelen  insanların  kimliklerinin de tespit  edilmesi  imkansız  hale  gelmişti.

Bu  yüzden  ölen  sayısının  tam  olarak  ne olduğu , bugün de  tam  olarak  bilinememektedir.

Ama  tarihçilerin  araştırmaları , bize  çoğunluğu  kadın  ve çocuk  olan  135.000 – 200.000  sivilin , bu  üç  günlük Amerikan ve  İngiliz  bombardımanında  öldüğünü  göstermektedir. 

Bu tarihi olayla ilgili araştırma  yapan , tarihçiler tarafından,  Dresden’de  katledilen  Alman  sivillere  ilişkin verilen rakamlarla , Amerikalıların Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine attığı atom bombalarıyla katledilenlerin sayısı  olan  120.000  rakamının  yakınlığı , müttefiklerin Dresden’i   konvansiyonel  silahlarla  nasıl  bu yoğunlukta ve hangi amaçlarla bombaladıklarının belgesi olarak değerlendirilmektedir.

Hava  saldırılarıyla  verilebilecek en büyük zararı verme hedefiyle Amerikalılar ve İngilizler tarafından bombalanan Almanya’nın  Hamburg  ve  Dresden şehirleri bu yüzden tarihçiler  tarafından  Avrupa’nın  Hiroşima ve Nagazaki’si olarak   anılmaktadır. 

Times of London  yazarlarından Simon Jenkins  ,              

    14  Şubat  1995  tarihinde , The  Wall  Street  Journal  ‘da konuyla ilgili olarak yazdığı yazıda , Amerikalılar ve İngilizler tarafından yapılan , Dersden deki Alman sivillere ve Alman kültür  değerlerine  karşı  işlenen  bu  soykırım  sırasında , dresden  bölgesinde herhangi bir askeri birimin veya endüstri biriminin hedef alınmadığını , çünkü savaşın bittiğini belirtiyor ve Dresden deki Alman halkına ve kültür değerlerine karşı yapılan  bu  soykırım  uygulamasını  şöyle  tanımlıyor :

“ Bu saldırının amacı Ortaçağ’da insanları kılıçtan geçirmenin modern bir versiyonu gibi şehirleri her şeyleriyle birlikte  yakarak  yok  etmekti. “ diyordu.

Simon  Jenkins , ayrıca , İngiliz Başbakanı Churchill’in onayıyla bombalama emrini veren İngiliz komutan Arthur Harris’in verdiği bu emirden dolayı , İngilizlerin ve Amerikalıların , Nazilere  karşı  olmakla , Avrupa’nın  bir  kültür şaheseri  olan bu Alman şehrine karşı olmak arasında hiçbir ayrım  yapmadığını  belirtiyor  ve Hitler’in başkalarına yaptıklarıyla , İngiliz ve Amerikan askerlerinin Dresdene yaptıkları arasında benzerlikler kuruyordu.

Müttefik  kuvvetlerin  savaşta , savaştan  kaçanlarla  birlikte yaklaşık  1,2 milyon insanın bulunduğunu bildiği , kültürel yanıyla  ün  yapan  ve  hiçbir askeri stratejik öneme sahip olmayan bu tarihi Dresden şehrine karşı Amerikalıların ve İngilizlerin  sadece  öç almak  amacıyla  saldırdığını  ve  soykırım yaptığını , saldırının komutanı Arthur Harris kendi tanımlamasıyla   şöyle   ifade  ediyordu :

“ Bütün Almanya da ne var ne yoksa bombalamamaktan sa her şeyi  bombalamak çok daha iyidir. “

Arthur  Harris’in  savaşa  ilişkin  düşüncesinin  bu  retoriği , daha  önce  İngilizlerin  benzer bir şekilde , Avustralya’da  , Kuzey Amerika da , Güney Afrika daki sömürgelerinde yaptıklarıyla  benzeştiğinden  dolayı ,  İngilizlerin soykırımcı savaş  felsefesini  de  bir  anlamda  açığa  da  vuruyordu.

Jenkins , konuya ilişkin yorumunda , müttefiklerin yaptığı gibi , Dresden deki sivil halkı bilerek bombalayarak ve şehri tamamen  tahrip  ederek , Auschwitz  ya  da Balkanlarda Nazilerin yaptığı katliamlarla bunlar dengelenemez diyor ve Auschwitz  ve  Dresden  olayları  arasında  insanlığa  karşı yapılan bu iki sistemli ve planlı soykırım arasındaki benzerliğe dikkat  çekiyordu.

Alman  mültecilerin  demografisinde , Danimarka’ya  sığınan  250.000  Alman mültecinin üçte birini , 15 yaşından küçük  çocuklar  oluşturuyordu.

Bu  genç  insanlarda  büyükler  gibi  enterne  edildikleri  için Danimarka  halkı  ile  hiçbir  ilişki  kuramıyorlardı.

Danimarka makamları , 4 Şubat 1871 tarihli kanunun 7. Maddesinin 21. fıkrasına dayanarak “ mülteci kamplarında enterne  edilen  Alman  mültecilerle  her  türlü  ilişkiyi  kesinlikle yasaklamıştı. “

Yukarıda da belirtildiği gibi , Alman mültecilere karşı Danimarkalılar  öyle  sistemli  ve  öç  alma niyetli ve soykırımcı bir  zihniyetle  hareket  ediyorlardı  ki  Danimarka   yetkililerinin yazılı  talimatlarında  bile  bunlar  görülüyordu.

Danimarkalı yetkililerin yazılı talimat vererek bizzat yaptıkları  müdahaleler  sonucunda , hastaneler  Alman hastaları almadı  ve  tedavi  etmedi.

Yeni  doğan  ve  çok  küçük yaştaki çocuklar bile , bu insanlık  dışı  soykırımcı  mücadelenin  kurbanı  oluyordu.

Tarafsızlık  ilkesini  koruması  gereken  insanı yardım örgütü olan Danimarka Kızılhaç’ı bile , mültecilerle ilgili toplantılara  katılmanın  dışında , Alman  mültecilere , doktor , hemşire , ilaç  ve  ambulans   vermek  için  yardımda  bulunmayı reddediyordu.

 Hatta   Danimarka Tabipler  Odası bile , insani olmayan bu resmi  tutuma  destek veriyordu.

Canını  kurtarmak  için , Doğu  Prusya’daki  savaştan  kaçan , çoğu kadın , yaşlı ve çocuklardan oluşan bu 250,000 Alman mülteci , araştırmalara göre 

Danimarka  makamları tarafından  kendi  kamuoyuna  karşı , Danimarka’yı  istilaya  geliyorlarmış gibi  gösterildiler ve  yetkili  makamlar  böylelikle  mültecilere  karşı  yaptıkları  uygulamalarda  hem  kendi  ve  hem  de  uluslar  arası kamuoyu nezdinde  kendilerine  göre  bilinçli  bir biçimde gerekçe  hazırladılar.

ESKİMOLAR

Amerikan  hava  üssündeki  uçakların  gürültüsünden  , üsten  sızan  kimyevi  artıkların ,  bölge  suyuna karışmasından  ve çeşitli biçimde mevsimlere göre gelişen askeri motorize trafikten  dolayı , 

Eskimoların  en önemli yaşam kaynağı olan balıkların bulundukları  yataklarından  ve  her zaman gezindikleri yerlerden  ürkmesiyle / kaçmasıyla  birlikte , ekonomik  darbe yiyen  Eskimoların  bir  kısmı , farklı  aralıklarla  bölgeyi  zorunlu olarak  terk  etmek  zorunda  bırakıldı.

Danimarkalı  hukukçular  Jens Brösted ve Mads  Faegteborg  “ Thule  Avcı  Halk  ve  Askeri  Üs  “ adlı  kitaplarında belirttikleri  gibi  , Thule’den  tehcir  edilen  Eskimo  halkının , 

Danimarka resmi makamları tarafından kamuoyuna yansıtıldığı gibi kendi istekleriyle değil , Danimarka ve Amerikanın planlı bir stratejiyi hayata geçirerek tehdit ve zorlamalarıyla bölgeden kovulduğunu ve tehcir edildiklerini belgeledi. 

Danimarka , Östre  Landsret  bölge mahkemesi , tehcir edilen ailelerden arda kalan 30 ailenin tazminat başvurusu konusunda , 20 Ağustos 1999  tarihinde Eskimolar lehine bir karar  alıyordu.

Mahkeme  kararında , Eskimoların tehcir edildiğini , kültürel , sosyal ve ekonomik olarak Eskimo yaşam tarzının Amerikan üssünün yapımından  kaynaklanan tehcirle birlikte büyük  yara  aldığını  belirtiyor ,

 Aynı  zamanda  daha  önce  resmi  makamların  kamuoyuna belirttikleri gibi , Eskimoların bölgeyi gönüllü olarak terk etmedikleri   ve  Danimarka  sömürge  yönetimi  tarafından  tehcir  edildiklerini  ortaya  koyuyordu.

AVUSTRALYA YERLİLERİ

“ Biz  onların  ( yerlilerin ) topraklarını ( vatanını ) ellerinden  aldık , ekmeklerini  kestik , onları kanunlarımızın birer  kobayı  yaptık. Bunları  biz , bu  insanların  geleneklerini  ve  göreneklerini  hiçe  sayarak , onlara  düşmanca  kin  besleyerek yaptık , kendilerini savunmak istedikleri zamanda , onları katlettik. 

Ve  bütün  bunları  onların  efendisi  olduğumuzu  göstermek için  yaptık “ diye  belirtir ünlü İngiliz romancı Anthony  Trollope.

Ünlü doğa bilimcisi Charles Darwin tarafından üretilen , güçlünün  zayıfı  evrim  yoluyla  yenmesi / yutması  teorisine  atıfta  bulunan  ve  teoriyi  pratikte  uygulayan ve  kıtada  1788  den  itibaren hüküm süren sömürgeci İngiliz yönetimi , kendilerini üstün ırk olarak görmekte ve sömürgecilikten  önce  yüzyıllardır  kıtada  var  olan ; Totemik  bir  dine , karmaşık  bir sosyal yapıya , aşiret ve aile  ilişkilerine  sahip  olan , 31  dil  grubuna  ayrılan  ve  bu 31 dil  grubuna  bağlı  500  aşiret  dili  konuşan  Avustralya yerlilerini de siyah , zayıf ve en alt ırki kesim olarak tanımlamaktaydı.  

Hatta  sömürgecilerin , yerlileri , hayvani bir ırk olarak görmesi münasebetiyle  , yerlilere karşı her türlü aşağılama ve yok  etme  uygulamalarını , kendilerine  göre  yapılması  gereken bir  görev  olarak  sayıyorlardı.

Çünkü , Avustralya  İngiliz  sömürgecileri  için ,  bir “ terra  nullius “ (sahipsizler ülkesiydi ) 

Yani  İngilizler , kendilerinden  önce  binlerce  yıldır var olan  bu  topluluğun  haklarının  ve hukuklarının  bu  yeni  İngiliz sömürgesi  üzerinde  hiçbir  hakkı  olmadığını  iddia  ediyordu  ve yerlileri  insan olarak  saymıyordu.

Esasında , bu sömürgeci  anlayışla , kendi icat ettikleri ve sürekli kendilerine yonttukları “ terra nullius “ doktriniyle kendilerini  ahlaken  haklı  çıkarmak  istiyorlardı.

Bu  anlayış , İngilizlerin  huzur  içinde , yerlileri  insan olarak görmek istememelerinden ve yerlilere her türlü eziyeti yapmak  için  bahaneden  başka  bir  şey  değildi.

İngiliz  sömürgecilerin , “ terra nullius “ doktriniyle  hareket ettiklerinden  dolayı , bir  bakıma  kendi mantıklarına göre , kendi  haklı  adaletlerini  savunuyor , görünümündeydiler.

Bundan  da  hiçbir  huzursuzluk  ve  ahlaksızlık  duymadılar.

İngiliz sömürge  “ terra nullius “ doktrinine göre ;  Nasıl  hayvanların  yüzyıllardır  yaşadıkları  yerlerde  ,  nesiller boyunca  hakları  yoksa , İngilizler  tarafından  hayvan  ırkı seviyesinde  görülen  Avustralya  yerlilerinin de tabi ki aynı şekilde yaşadıkları topraklarda hiçbir hakkı olduğu söz edilemezdi.

Avustralya’yı fiilen işgal eden İngiliz sömürgeciler , dayanakları  sadece “ terra nullius “ doktrininden değil  aynı zamanda  doğa  bilimci  Darwin ‘in evrim teorisini ırkçı bir şekilde  kendilerine  göre  yorumlamaktan  da  alıyorlardı.

1890  yılında , Tasmanya  Kraliyet Topluluğu  ikinci  başkanı James Bernard Avustralya yerlilerine yapılan soykırımları , doğal bir gelişme olarak gösteren görüşünü şöyle dile  getiriyordu :

“ soykırım  prosesleri  esasında , kendiliğinden  oluşmaktadır. Evrim kanununa uygun olarak gelişmektedir “ demekteydi.

Tasmanya da , 1803 – 1834 yılları arasında yerlilere karşı sömürge yönetimi tarafından gerçekleştirilen topyekün saldırılarda birçok yerli kadın ve çocuk seri bir şeklide katledildiler.
Bu  saldırılar  sonucunda  ada da  4,000  olan  yerli  halkın nüfusu  beyaz  adamın  Tasmanya yı  işgalinden  15 yıl sonra 2,000  kişiye  düşürülmüştü.

1824  yılında  ise , bölge  sömürge yönetimi tarafından , adaya  yerleştirilen  yeni  beyaz  ( İngilizlere )  topluma , yerlilerin topraklarını  fiilen  ele geçirmeleri için , ada yerlilerinin görüldüğü  yerde  öldürülmesi  için  izin  çıkarıldı.

İngilizlerin Tasmanya’yı sömürgeleştirmeleri sırasında , yerlilerin  biyolojik  olarak  çoğalmalarını  önlemek ve yerlileri her  bakımdan  yıldırmak  için , sömürge  yönetimi  tarafından ada  da  ele geçirilen ve çeşitli  nedenlerle  esir  olarak  tutulan  yerli  erkeklerin  cinsel  organları  kesilerek  hadım  edildi.

Daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı , öldürülmekten kurtulan  yerliler , tüm  Tasmanya’da  1829  yılında  başlayan  ve iki  aylık bir süreyi kapsayan sömürge yönetiminin soykırım amaçlı  tehcir  politikası  gereği , 

Binlerce  yıl  yaşadıkları  Tasmanya’dan  geleneklerinden , ekonomilerinden , kültürlerinden  ve sosyal yaşantılarından kopartılarak Avustralya’nın çeşitli bölgelerine ve çok uzak adalara , çeşitli  eziyetlerle  ve  soykırım  amacıyla  tehcir edildiler.

Yerliler , tehcir edildikleri bu toplama kamplarını andıran enterne  bölgelerinde  zorunlu  olarak  ikamete  tabi  tutuldular.

Bu  insanlık dışı duruma karşı çıkan yerlilerden direnenler ise , sömürge  yönetimi  tarafından  seri  bir  şekilde  katledildiler.

 Başka bir soykırımcı yöntemde de ; yaklaşık 100,000 Avustralyalı yerli çocuğu , ailesinden zorla koparttı ve , beyaz ailelerin  yanında  iş  gücü  olarak  alıkoydu.
Ve kültürel olarak zorla asimile etmeye çalıştı.

Aynı   zamanda yerli kadınlar kendi rızaları olmaksızın zorla   kısırlaştırıldılar.
Sömürgeciler  tarafından , Avustralya da , sürekli  ve  rafine bir  şekilde  yapılan , 1970 lere kadar cereyan  eden  bu  çocuk kaçırma ve zorla  ailelerinden  koparma  yöntemi olan soykırımcı  tutum , 

Avustralya  tarafında  da  1949  yılında kabul edilen 1948 BM  soykırım  sözleşmesinin  II.maddesine  tamamen aykırı olması ,

 Büyük  Britanya  İmparatorluğunun ve ona bağlı Avustralya hükümetinin bu anlamda soykırım suçu işlediğini açıkça  ortaya  koydu.

Soykırımla  ilgili  tarihi  verilere  bakarsak , ünlü  soykırım araştırmacısı  ve  tarihçi  Ben  Kiernan’a  göre  kıtanın  İngilizler tarafından sömürgeleştirilmesinin başlangıç tarihi olan 1788 yılında , kıtada 750,000 siyah derili yerli ( aboriginal ) yaşamaktaydı.

1911  yılına gelindiği zamanda bu sayı 31,000 kişiye düşmüştü.

Çoğu 1789 , 1829 – 1831 yıllarında İngilizlerin yaydığı çiçek , tifo , dizanteri , tüberküloz , difteri , grip vs. gibi hastalıklardan ve sömürgecilerin yerlilerin Un  tayınlarına zehir katılmasından  dolayı  kırıldı.

Binlercesi ise sömürge güçleri tarafından vurularak öldürüldü.

Sömürgeci  beyazların  yerlileri  öldürmeleri o kadar  planlı ve  sistemli  yapılıyordu ki , çocuklar kaçırılıp  zorla bir işte çalıştırılıyorlardı , kadınlar  tayınlarına zehir katılarak  veya işkence yapılarak   öldürülüyorlardı  
ve erkekler ise vurularak öldürülüyorlardı.   

ALMANLARIN 1904 – 1907 YILLARINDA NAMİBYA DA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ HERERO SOYKIRIMI

Almanlar bir emperyalist devlet olarak , Avrupa kıtasında güçlü  olsalar da ,  ekonomik  ve siyasi ihtiyaç ve rakabetten dolayı , diğer  Avrupa  devletleri  gibi , 

1891  yılında , kendi  egemenlik  alanlarını  genişletmek , ham madde ve iş gücü ihtiyacını karşılamak , diğer Avrupa devletleri gibi deniz aşırı yerlere ulaşmak ve deniz ticaretini geliştirmek  için , Namibya’ya  yerleşmeye  başladılar.

Bu  sömürgeci stratejinin hayata geçirilmesi sırasında , devlet  politikalarına  uygun  olarak , Almanya’dan  getirilen , 1891  yılında  539 , 1896  yılında  2,025 , 1904 yılında ise 4,500 alman göçmen sömürge yönetimi tarafından geniş çiftlik olanakları  sağlanarak   bölgeye  yerleştirildiler.

1914  yılına  gelindiğinde  bu  rakam , 14,000 kişiye ulaştı.

Zamanın  sömürgeci  devletlerinin , klasik  olarak  her kıtada  gerçekleştirdikleri  göçler gibi , Almanlarda kendi ırkından insanları en verimli alanlara yerleştirerek , yeni yerleştikleri sömürge alanlarını bu uygulamayla Almanya’ya ilhak  ettiler.

1904 – 1907  yılları  arasında , Namibya’nın   yerli  halkının en  büyük  kesimini  temsil  eden  ve 80,000  nüfuslu  Hererolar ve 20,000  nüfusu  olan  Namalar 

Almanların kendilerine yaptıkları baskılara ve kendi bölgelerine pervasızca yerleşmelerine ve yüzyıllardır üzerinde özgürce yaşadıkları toprakların hiçbir bedel ödenmeden kullanmalarını kabul etmemelerinden ve  Almanların Herero kadınlarının  ırzına geçme , işkence yaparak eziyet etme ve öldürme  olaylarına  karşı  çıkmalarından  dolayı ,

 Alman sömürge yönetimi tarafından tehlikeli sayıldılar.

4,000  asker , 36  top ve 14  makinalı  tüfekle  Hereroları  yok etmek , kalanlarına boyun eğdirmek ve en son tahlilde yerlileri istedikleri gibi kullanmak için askeri bir harekat düzenlediler.

Harekatı düzenleyen General Lothar Hererolara karşı soykırımcı  harekata  ilişkin  Alman  hedefini  şöyle  açıklıyordu :

“ Almanların  egemen  olduğu  her yerde , silahlı veya silahsız sığır çobanı olan yada olmayanlarını ( yerli halk ) kesinlikle  vurun. Bundan  sonra  kadın  ve  çocuklarda  benim için ehemmiyetsizdir. Bunların hepsinin Almanların yatırım yaptıkları topraklardan zorla çıkarılmalarını istiyorum. Eğer olmazsa  hepsini  vurun  öldürün “ 

Askeri  harekatta , zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri her türlü askeri teknolojiyi kullanarak , Hereroların tamamını  fiziki  olarak  yok  etmek  için , topyekün  bir  saldırı yöntemi  kullandı  ve Hererolara  karşı , kadın , çocuk ve yaşlı  demeden  insanlık dışı  bir  soykırım  yöntemi  uyguladı.

Askeri harekat sırasında , Almanlar kedi endüstriyel stratejilerine  uygun  olarak ta , savaşta  ileride  esir  köle  iş   gücü olarak çalıştırılması amacıyla , 15,000 Hereroyu ve 2,000 Namayı  esir aldı  ve İngilizlerin  Güney Afrika sömürgesinde yaptıkları gibi , esir  alınanları  toplama  kamplarına  kapattı.

Almanlar yaptıkları harekatta öldürelemeyen ve yakalanamayan Hererolara karşıda büyük bir av harekatı başlattı.

Almanlar  tarafından esir alınanların 7,682 si daha sonra ağır  şartlara  ve  işkencelere dayanamayarak zindanlarda öldüler.

1911 Yılına gelindiğinde ise.,
                                                
80,000     Hererodan     yalnızca      15,130 kişi , 

20,000    Namadan    ise   ancak    9,781   kişi   hayatta kalabilmişti.

Almanların   Namibya’da   yaptıkları   soykırım , Fransızların   Cezayir’de , Vietnam’da , İngilizlerin , İspanyolların  ,  Portekizlerin  ve  Fransızların  Amerika  kıtasında  yaptıkları  çeşitli  soykırım  yöntemlerini    aratmıyordu.

Amaç  sömürgeciliğin  ve  sömürgeciliği  ırkçı  tabiatından dolayı  kendisine  ait  olmayan  her  toprağın  ve  herkesin  kayıtsız  şartsız  sömürgeleştirilmesiydi.


ALMANLARIN II. DÜNYA SAVAŞINDA ÇİNGENELERE ve YAHUDİLERE YAPTIĞI SOYKIRIMLAR

  Almanlar ,  1933 – 1945  yılları  içerisinde  ırkçı Race Hygiene  ideolojisi  çerçevesinde  yaratmak  istedikleri  mükemmel Alman hedefiyle , diğer milletlerden veya etnik gruplardan  olan  ve  ari  Alman  olmayan

21  milyon  insanı , toplu  olarak  kurşuna  dizerek , top yekün savaş şeklinde yaptıkları ve sivil , asker ayrımı yapmadıkları  saldırılarda , 

toplama  kamplarında yaptırılan özel insan fırınlarında toplu  şekilde  yakarak  ve öldürmek için özel olarak yaptıkları gaz  odalarında , insanları  toplu  şekilde  zehirleyerek  soykırıma  uğrattılar.

Almanlar , II. Dünya savaşı arifesinde  ve  içinde  yaptıkları soykırımlarda  , ari  ırk ideolojisini , Alman sağlık , sosyal ve kültür  politikalarına  yerleştirmek  için ,  özellikle , 

Aşağı ırktan olarak tanımladıkları  iki  grubu  hedef  olarak  seçtiler.

Almanlar tarafından , 1933  yılından  itibaren , özellikle , soykırıma  uğratılan  bu  grupları  tanımlarsak  bunlar ;

Avrupanın her yanında dağınık olarak yaşayan , Avrupalılardan  farklı  kültür  ve  geleneklere  sahip  çingeneler ve  din  bazından  tanımlanan   Yahudilerdi.

Çingenelere ve Yahudilere karşı , II. Dünya savaşında Almanlar tarafından yapılan soykırımlarda , eldeki verilere bakarsak ,  çingenelerden  500,000  ila  1,5 milyon  arasında  kişi , 

Yahudiler den ise Avrupa Yahudilerinin üçte ikisi olan 6 milyon  kişi  hayatını    kaybetti.
1936  yılında , Alman  bilim adamlarının  ari  ırk  yaratmak için  ürettikleri  teorilerin  ve  yaptıkları  teorik  araştırmaların , siyasi   ideolojiye  katkılarıyla , Almanya’da mevcut iktidar , hangi  oranda  olursa  olsun , çingene  kanı  taşıyan  herkesi suçlu olarak  gördü.

Bu  durum  insan  ırkının  terbiye  edilmesi ve siyasi iktidarın biyolojik Race Hygiene politikasına uygun olarak , Berlin deki Kaiser Wilheim enstitüsünden ve Tübingen üniversitesinden

 Başkanlığını  Psikiatr  Dr. Robert  Ritter  in  yaptığı ,  Eva   Justin  ve  Sophie  Erhart ın  oluşturduğu üç kişilik Almanya  Sağlık  Bakanlığına  bağlı “ Ari ırk ve Toplum Biyolojisi Araştırmaları “ ekibi tarafından , 30,000 çingene üzerinde yapılan kan ve iskelet tahlillerindeki genetik sınıflandırılmalar , 

Çingene  olarak tespit edilmeyenlerin “ NZ “ , yüzde yüz çingene  olarak tespit edilenlerin  “ Z “ olarak işaretlemesini doğurdu.

Almanya’da , 1933  yılında  çıkarılan bir kanunla , Alman ari  ırkının  korunması  için , çingenelerin  12 yaşından başlayarak , hızlı bir şekilde zorunlu olarak kısırlaştırılması ön görüldü.

Nazi  hükümeti  tarafından  yapılan  bu zorunlu kısırlaştırma , kampanyasında eldeki verilere göre , çingenelerin % 94 ü   kısırlaştırıldı.

Kısırlaştırma ameliyatların da bir çok çingene hayatını kaybetti.

Çingeneler üzerinde yürütülen bu resmi ideolojik ve biyolojik  soykırımcı  işlem , Alman  ari  ırk  ideologları tarafından , yıllardır  toplumu  empoze  edilmeye  çalışılan , 

üstün   ırk  yaratma ve  aşağı  ırktan arınma iddiasının fiili ve doğal  bir  şekilde  hayata  geçirilmesi  olarak  görüldü.
Almanlar 1934 – 1936 yılları arasında , çingeneler konusunda  önlem  alarak  ,  Alman  üstün ırkı için sosyal olmayan , uyuşuk , tehlikeli ve zararlı insanlar olarak gördükleri bu  insanları ;  Köln , Frankfurt , Höherweg , Berlin – Marzahn ve Düsseldorf ta  özel  olarak  yapılan  enterne  kamplarına    tehcir ettiler.

Çingeneler , 1940 yılından  itibaren  toplu katliamların  çok yoğun bir şekilde yapılması için , deneylerde kullanılmaya başladılar.

Almanlar , Alman  soykırım  teknolojisinin  geliştirilmesi  için  yapılan  kimyasal ve biyolojik deneylerle ilgili olarak , ilk defa , gaz la ( Zyklon – B ) toplu şekilde insanları öldürme deneyimini  elde  etmek  için , 

1940  yılında ,  Buchenwald  daki  toplama  kampında  kobay olarak  seçilen  250  çingene  çocuğu  üzerinde  zehirli  gaz   denedi.

II.   Dünya  Savaşına  ve  İsrail  devletinin  kuruluşuna  kadar belli bir siyasi coğrafi alanda  yoğunlaşamayan Yahudilerde , çingenelerle  kıyaslandığı  zaman , Avrupa da küçük  azınlıklar  olarak  ve  çeşitli  coğrafi alanlarda yaşıyorlardı.

Yahudilerin , çingenelerden  en  önemli  farkı  ise ,  Yahudiler çingeneler  gibi göçer olmaktan çok , şehirlerde , kasabalarda  ve  köylerde  yerleşik  bir şekilde yaşayan , siyaseti ve  ticareti  bilen  ve  ileri  derecede  eğitimli  bir dini toplum olup  ibadete  dayalı  merkezlerde , organik bağı kuvvetli bir örgütlenme  içerisinde  yaşıyorlardı.

Nazilere  göre , Yahudilere  ilişkin  sorun  esasında evrenseldi  ve  dünyada  bulunan  17 milyon  Yahudinin    dünyaya  egemenliğini  diğer  milletlerin  kabul etmesi olanaksızdı.

   Bu  yüzden Naziler , Yahudilere  ilişkin  aldıkları  siyasi kararlar  doğrultusunda  ,  iktidar  olanaklarını  da  iyi  bir şekilde  kullanarak  Yahudilere  karşı , Almanya’da  her  alanda sistemli  bir  şekilde  ve  yoğun  olarak  etnik  temizliğe  giriştiler.

1933  yılında  Nazilerin  iktidara  gelmesiyle  birlikte , Nazi özel  gücü  olan  SS’ler  ilk  başlarda , Yahudilerin  bulundukları apartmanlara  girerek , Yahudilerin  elit  kesimini  tutuklamaya ve   işkence  etmeye  başladılar.

1 Nisan 1933 tarihinde ise , Naziler Yahudilerin dükkanlarından  alışveriş  yapılmamasının  ve  Yahudi  mallarının  boykot  edilmesinin  propagandasına  başladılar.

7 Nisan 1933 de ise  , Profesyonel Toplum Servisinin oluşturulmasıyla birlikte , Almanlar ari ırk tan olmayanlara karşı hızlı bir ayrımcılık kampanyası başlattılar.

4 Ekim 1933 te çıkarılan kanunla , Yahudiler tüm gazetelerden çıkarıldılar ve aynı kanun da yer alan ek bir maddeyle  de Yahudilerin   kendi  dini   inançlarına  göre    kurban   kesmeleri   yasaklandı.

14   Haziran da ise , başka   ülkelerden Almanya’ya yerleşmiş ve Alman vatandaşlığını almış Yahudilerin , Alman vatandaşlığı   iptal   edildi.

1935 yılında ise , Naziler ve Yahudi Düşmanları tarafından , Berlin’de tüm Yahudi dükkanlarına sistemli saldırılar düzenlendi.

14  Kasım  da  çıkarılan  Nürnberg  Kanunuyla , Almanya da , kimlerin Yahudi asıllı ve kimlerin ise karışık ( Yahudi ve Germen karışımı ) bir  aileden  geldiği  yapılan kan  analizlerine  göre belirlendi ve vatandaşlık hakları  kısıtlandı.

28 Mayıs  1938 tarihinde ise  , Nazi iktidarı tarafından çıkarılan yeni bir kanunla , Yahudilerin hiçbir şekilde mülk edinemeyeceği , 

Yahudi  avukatın  ari bir  Almana müdahil olamayacağı vb. gibi profesyonel   hayata  ilişkin  ırkçı  kararlar  alındı.  

Haziran  1941 – Ocak 1942 tarihleri arasında ise Litvanya’da  Alman  Einsatz  Komandoları  ( özel infaz ekipleri ) tarafından  yapılan  operasyonlarda  , yerli  halkın yardımıyla 135,000 Yahudi soykırıma uğratıldı.

Daha sonra işgal edilen Sovyet topraklarında yapılan katliamlar , Almanlar   tarafından  dozu  arttırılarak  sürdürüldü.

1941 yılında Almanya’dan , Riga , Minsk ve Kovno’ya gönderilen Alman Yahudileri , bu şehirlerdeki toplama kamplarında , profesyonel Yahudi  infaz  ekipleri  tarafından , kurşuna  diziliyordu.

Yahudiler açısından bu süreç , bütün  Avrupa  kıtasına yayılarak  devam  etti.

Avrupa’daki  Yahudilerin  belli  merkezlere , kontrol ve daha  sonra da toplu katliam için tehciri yaygınlaştırıldı.

Tehcir edilen Yahudilere ilişkin veriler ise şöyleydi ; 

Hollanda dan 107,000          ,                     Belçika dan 28,000 , 
Fransa dan 42,000                ,                     Danimarka dan  770  , 
İtalya dan 5,000                    ,                     Romanya dan binlerce , 
Bulgaristan 20,000               ,                     Yunanistan 45,000 , 
Macaristan 430,000              ,                     Slovakya dan 50,000 , 
Norveç ten  1,500                  ,                    Hırvatistan dan 5,000 

Yahudi toplama kamplarına soykırım amacıyla tehcir edildi.   


YUNANLILARIN BATI TRAKYA’da TÜRKLERE KARŞI ASİMİLASYON YOLUYLA YAPTIKLARI ETNİK ve KÜLTÜREL SOYKIRIMLAR.,

Yunanlıların Türk Etnik azınlığı üzerinde yarattıkları sistemli  ayrımcı , ırkçı , psikolojik ve  etnik  terör ortamı ve güvenlik kaygısı , Batı Trakya Türklerini  doğrudan ve dolaylı olarak zaman zaman zorunlu   olarak   göçe   zorladı.

Ve Yunanistan ın Türklere karşı  sürekli  şekilde   yaptığı bu  kollektif   etnik  hak   ihlallerinden  ve   bireysel  insan  hakları ihlallerinden  dolayı , 1923  yılından bu tarafa  yaklaşık 400,000 Türkün , Türkiye’ye veya başka ülkelere geçmesine sebep oldu.

Bu nedenlerden dolayı, Batı Trakya Türklerinin nüfusunda %36 düzeyinde , önemli oranda bir azalma meydana geldi.

Bugünkü şartlarda Türklere karşı Yunanistan tarafından alınan  tüm  olumsuz tavırlara rağmen , hala Batı Trakya da 130 – 150,000 arasında Türkün yaşadığı  tahmin edilmektedir.

Yunan  hükümetinin  Batı  Trakya daki  kollektif  Türk Etnik kimliğini ve  kültürel  değerlerini tanımamasını ve Türkleri Yunanlı Müslüman olarak görmesini , 

kendi   açısından , 1923  yılında   yapılan Lozan anlaşmasında Türklere verilen hakları , kendisine göre yorumlayan , 

Başbakan  Konstantin  Mitsotakis , Washington’da , 18 Haziran  1990  tarihinde  bir  gazeteciye  verdiği  demeçte         real   olarak Yunanistan daki etnik azınlık durumundaki Türklerin   durumunu   şöyle   tanımlıyordu :

“ Yunanistan da Türk yok. Batı Trakya’da sadece Müslüman   Yunanlılar   var “ diyordu.

Ve  böylelikle  Mitsotakis , Yunanistanın  Batı  Trakyalı Türklere   karşı   olan , bu   etnik   soykırımcı   anlayışını ,   uluslar arası   arenada   tescil   ve   lanse   ediyordu.

Aynı zamanda Türk etnik sözcüğünü  derslerde kullanan , Türk öğretmenlerin  eğitim  olanakları kısıtlandı ya da bu öğretmenler  görevlerinden ceza verilir  gibi alındı.

Ayrıca , Türk etnik azınlığını kontrol ve asimilasyon politikaları çerçevesinde 1968 yılında oluşturulan Selanik’teki Pedagoji Akademisine ( EPATH ) Türk    kökenli öğretmenlerin başvuruları da reddedildi.

Yunanistan   AB   üyesi   olarak ,   AB   kural ve prensiplerine ters   düşerek ( Kopenhag Siyasi Kriterleri ) etnik   ve ayrımcı bir çerçevede , etnik Türk  azınlığının siyasi   temsiline   karşı   düşmanca   bir   tutum   alıyor , 

AB  ye üye olma şartlarının en önemli öğelerinden biri olan Kopenhag Kriterlerinin ana hatlarıyla yaptıklarını tanımıyor   ve  AB  kanun  ve  kurallarına  karşı  fiilen muhalefet   ediyordu.

1980  den  itibaren , Yunan  makamları , Türklerle   ilişkili yazılı   basına   da , nihai   hedefi   etnik   ve   kültürel   soykırım olan ve Türklere  sistemli  asimilasyon   amacını   güden   aynı ırkçı   terörü   uygulamaktan   çekinmediler.

Aylık   dergi  Akın , haftalık   gazete Yankı , Öğüt ve Güven’in   yöneticileri defalarca Yunan bölge yöneticisi Nomark’ın   baskısıyla   karşılaştı 

Dergilerin ve gazetelerin dağıtımları yasaklandı , tehdit edildi  ve  bazıları   yüklü  bir  şekilde  para  ve  hapis   cezalarına çarptırıldı.

Yunanlıların , Türkleri  hedef  alan  aynı  etnik  asimilasyon politikası , Türklere  ait   kültürel   değerleri  de  içine  alıyordu.

Batı Trakya Türk etnik azınlığının , kültürel amaçlı girişimlerinde , birer kültürel  yapıt  olan  Osmanlı  Döneminden kalan  eski  camilerin  tamiri  yada 

Osmanlı döneminden kalma kültürel motifleri olan özel konutların   tamiri  ve  bir  kısmının  yapımı , resmi        makamlar   tarafından    özel    izne   tabi  tutularak , bu   kültürel    değerlerin   tamirinin   yapılmaması   için ,izin  vermesi gereken Yunan resmi makamları , bilinçli olarak bu izni vermeyerek Türk kültür değerlerinin yıkılmamasını   özellikle   engelliyordu. 

Aynı   zamanda   bir   yandan   da   kültürel   temizlik amacıyla , Batı Trakya’ daki   Osmanlı   Türklerinden   kalan tarihi   ve   kültürel   değeri   olan   önemli   yapıtlar , 

Bilinçli   olarak , devlet   tarafından siyasi destekli Yunanlılar   tarafından yıkılıyor , bu durum Batı Trakya’daki Türk  kültürünün soykırımına , kısmen  yada  tamamen  sebep oluyordu.

***

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 1

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 1





Siyasal bilimci ve demograf; Rudolph J. Rummel 
    
19. Ve 20.  Yüzyılda  gerçekleşen soykırımlarda , mevcut iktidarlar  tarafından  çeşitli  teknikler  kullanılarak  öldürülen insan  sayısının  170  milyon  olduğunu  belirtiyor  ve  soykırım tarifinin  daha  da  geniş  tutulup , buna  insanın  insana  karşı gerçekleştirdiği  her  türlü  öldürme  olayı  dahil  edilirse  bu rakamın   300  milyona  yakın  olduğunun  tespitini  yapıyor. 

Rummel  kendi  tespit  ettiği  belge ve bilgilere göre , soykırım  ( genocide )  ve  her  türlü  insan  kırımının  ( democide ) İspanyol  engizisyonu  döneminde  yaygın  olarak  uygulandığını ve 1480-1758  yılları  arasında  124 milyon  insanın  , İspanyol monarşisi  tarafından  engizisyon  mahkemeleri  kovuşturmaları sonucunda  katledildiğini  belirtiyor.

Günümüzde  insanlığın , soykırım  konusunda  uluslar arası retorikten  dolayı  oluşan  genel  kanı  sonucu , soykırım  denince akla  sadece  Nazi  dönemi  Almanya’sını  yöneten  ekibin               ( 1938 – 1945 ) ; Yahudileri , Çingeneleri  ve  diğer  çeşitli milliyetten ve etnik kökenden gelen grupları ve üyelerini sistematik  ve  planlı   hedef   seçerek  yok  etmesini  getirmektedir.

Ancak  konunun  Nazilerle  başlamadığını  belirten Amerikalı  psikolog  ve  sosyolog  Williams James  bu  konudaki insanlık   tarihiyle   ilgili   araştırmasında “ tarih kan deryasıdır “ ( 1910 )  diyor . William  James  gibi  konu  üzerinde  araştırma yapan çeşitli bilim adamları da , soykırımın Nazilerin yaptıklarıyla  sınırlandırılamayacağını  ve  insanlık  tarihinin diğer dönemlerinin de bu tür zalimliklerle dolu olduğunu belirtiyorlar.

“ Kabalıklara ve vahşiliklere insanlık tarihinin tüm evrelerinde  rastlandığını ve  yok etme  olaylarının  Antik  çağların  nispeten  müşterek  vakası  olduğunu “  belirtiyorlar.

Uluslar arası arenada soykırım ( genocide / jenosid ) kavramının  tarifini  yapan , gündeme  gelmesi  ve  kullanılmasına ön  ayak olan , BM  soykırım  sözleşmesinin  hazırlanması  ve sonuçlanması evrelerinde birinci dereceden katkı yapan kişi yukarıda da belirttiğimiz gibi Polonyalı hukukçu Raphale Lemkin’di. 

Lemkin  1933  te  yapılan   5. Uluslar arası  Hukukçular Ekim  Kongresinden  itibaren  soykırımın  uluslar arası ceza yasası olarak kabulü ve bunun devletlerin iç hukuklarında yer alması  ve  aynı  şekilde  düzenlenmesi için , hukukçuların katıldığı Uluslar arası  Hukuk Konferanslarında ( Madrid ve Lahey ) terimin işerliği ve kabulü için öneriler veriyor ve çalışmalar yapıyor ve soykırımı ilk olarak 1933’de şöyle tarif ediyordu :
“ dini , milli ve ırki grubun yok edilmesidir. “

Lemkin  “ soykırım :  direkt  olarak  kişileri  hedef  almaz , kişinin  dahil  olduğu  grubu  hedef  alır ,  kişi  de  bu  gruba  dahil olduğu  için  saldırıya  uğrar. “ diyordu.

Lemkin’in  yoğun  çalışmaları  sonucu  dikkat çeken soykırım kavgası , İkinci Dünya Savaşında yaşanan toplu katliamlardan  dolayı , uluslar arası bir uzlaşma çerçevesinde 1946 yılında oluşturulan soykırım sözleşmesi taslağından biraz farklı bir biçimde , zamanın uluslar arası dengelerine uygun olarak  1948  yılında  BM  tarafından  kabul  edildi.


AVRUPALILARIN KÖLE TİCARETİ : AFRİKALILARIN TEHCİRİ

1600’lü   yıllarda  İspanya’da  ve  diğer  Avrupa  ülkelerinde baş  gösteren  ekonomik  ve siyasi krizler , Avrupalıların denizaşırı bölgelere yönelmesine yol açtı. 

Bunun  için her bir Avrupa devleti , kendi  siyasi  ülke  sınırlarını  ve  hükümetler de  kendi siyasi iktidarlarını korumak amacıyla  ,  yeni  ekonomik yatırım ve kalkınma alanları yaratmak için Afrika, Asya ve Amerika kıtasını sömürgeleştirmeye başladılar.

 Bu  da  sonuç  olarak   yeni sömürgelere göç edilmesine       ve de  ihtiyaca  göre  sürekli   yeni  sömürgeler oluşturulmasına yol  açtı. 

İşgal  edilen  bu yeni sömürgelerde sömürgeciler , ilk önce  kendi  toplumlarındaki  ekonomik  taleplerin  karşılanması ve  Avrupalı  devletlerin  arasında  ticaretin  yayılması için  ,  yeni gelir  getiren  tarım  alanları   yarattılar. 

Çünkü  ,  1600’lü  yıllardaki   Avrupa’da  ,   ekonomik   krizden  dolayı  binlerce  Avrupalı  işsiz  kalmıştı  ve  fakirlik   artarak   yayılmaktaydı.  

Avrupalıların   ülkelerindeki   krizden  dolayı   ekonomik   rekabetteki  zayıflıkları   ,   her   ülkede   siyasi   ve   ekonomik   daralmaya   ,   ülkeler   arasındaki   karşılıklı  gerginliğe   ve  savaş   rüzgarlarının    da   esmesine   yol   açıyordu.  

İlerleyen    zaman   süreci   içerisindeki   gelişmelere göre , sömürgelerdeki   iş  gücü   ihtiyacını   karşılamak   maksadıyla ,  sömürgeciler   tarafından   Afrika   ve  Güneydoğu  Asya dan  yeni  sömürgelere  köle  ticaretine   başlandı   ve   gerçekleştirildi.


1650  - 1713   yılları  arasında   ,  Afrikalı   köle   ticareti   bir endüstri   olarak    ,   Amerikada’ki    yeni   sömürgelerde   yeni   tarım  alanlarının   geliştirilmesine   ve  yeni  maden  yatakları bulunmasına  paralel  şekilde  gelişen iş gücü  talebine bağlı olarak  Danimarkalı – Norveçli   ,  Fransız   , Hollandalı  , İspanyol , İngiliz ve Portekizli  köle  tacirleri  tarafından  çok  karlı  bir  ticaret  alanına  dönüştürüldü.

Köle  ticareti  ve  kölelerin  ucuz  iş  gücü  olarak kullanılması ve üretimi artırmaları o kadar karlı bir iş ti ki        16. Yüzyıldan 19. Yüzyıla  kadar  olan  zaman  içerisinde  , özellikle  İngiliz , Portekizli  , İspanyol ,  Danimarkalı – Norveçli , Fransız  ve Hollandalı  köle tacirleri tarafından , Afrika kıtasından   12 – 13,5  milyon arasında Afrikalı insan , Amerika’ya  köle  olarak  tehcir  edildi.

Afrikalıların , Amerika daki yeni sömürge alanlarına , Avrupalılar tarafından yapılan bu tehcirler sırasında , Kuzey Amerikaya tehcir edilen  Afrikalı  kölelerin % 25 i sömürgeciler tarafından  dayatılan ağır yaşam ve iş koşullarına dayanamayarak  ilk  18  ay  içerisinde  öldü.

Bunun dışında , Afrika dan Amerika’ya yapılan köle sevkiyatı sırasında da , İngilizlerin elindeki köle ticareti  filolarındaki yaşam koşullarına dayanamayan ortalama % 6,5  oranındaki  köle  yaşamını   yitirdi. 

İSPANYOLLAR;

İspanyollar ilk köle ticaretine başlayan Avrupalılardandı.   İspanyollar   ilk  etapta  ,  1520  yılında  Afrika dan  Meksika’ ya  2,000  köle  getirdiler. 1550’de ise ,  3,000  köleyi   Peru’ya   sevk  ettiler .  Daha  sonra  ,   köle  tehcirini   ve   iş  gücünü  , İspanya’nın  yeni sömürge alanları olan ; Bolivya  ,  Şili ve  Ekvator’a  yaydılar. 1640’da ise , Peru’nun  bugünkü  başkenti Lima’ya getirilen  köle  sayısı  20,000   kişiyi   buldu .  18.  Yüzyıl’a   gelindiğinde  , Peru’da  zorla  iskan  ettirilen   köle   90,000 ‘e   ulaşmıştı.

Buna   karşılık  Meksika’da   iskan  ettirilen  köle sayısı ise  ,  6,000 dolaylarındaydı. 1650 yılında ekonomik gelişmeye uygun olarak , yeni iş gücü ihtiyacını karşılamak için , Peru ve Meksika’ya  İspanyollar tarafından , Afrika’dan 300,000 civarında  çok  büyük  bir  köle  tehciri  yapıldı.

Sömürgecilikte hiçbir sınır tanımayan Avrupalı sömürgeciler, kendi ekonomilerinin gelişmesi için Güney Amerikanın diğer bölgelerine de köle tehcirini yaymaya başladılar.

1575 – 1591   yılları  arasında , sırf  Angola ’dan   Brezilya’ya ve İspanyol Batı Hint bölgesine 52,000 köle , 1617 yılından itibaren ise , her yıl  28,000  köle Angola ve Kongo dan aynı bölgelere  gemilerle  tehcir  edildi.   

İspanyol ve Portekiz sömürgecilerinin , Brezilya daki , özellikle şeker üretimiyle ilgili olarak yarattıkları yeni tarım alanlarındaki ucuz iş gücüne ihtiyaç gittikçe büyümeye başlayınca,   bu   sefer bir yıl içerisinde  (  1700 lerin başlarında )   600,000   Afrikalı  köle  bölgeye   tehcir edildi.

1798 yılında , Brezilya’da  gerçekleştirilen  nüfus  sayımında   Brezilya’daki   iş  gücüne  yönelik   olarak  Afrika’dan   tehcirlerin   sonucunda  1,582,000    köle   ( o zaman ki  Brezilya ya  Fransızlar  ve   Hollandılaların  da  sürekli  köle  taşıdılar )  olduğu  saptandı.

1600 yıllarında aynı gerekçeler ve sömürgeci mantıkla hareket eden Fransızlar da , köle ticaretini ve köle iş gücünü geliştirdi.

Saint Dominique adasını elinde bulunduran Fransız sömürgecileri ,  1660 yılında  Afrika dan 18,000 köleyi adaya tehcir etti.

İngilizler  yeni sömürge alanlarının olduğu , Amerika Kıtasına , 1700  yılından 1808 yılına kadar 3,1 milyon Afrikalı köle tehcir ederek , birinci sırada yer alırken  ,  1 milyonun üzerinde  Afrikalı  köle  tehcir  eden  İspanyollar   ikinci  sırada  ve 1 milyon Afrikalı  köle tehcir eden  Fransızlar ise  üçüncü  sırada  yer  alıyorlardı.

Danimarka   gemilerindeki 60,783  köleden ancak  46,387  kişi  Amerikaya  ayak  basabilmişti. Geri kalanlar ise , Amerika’ya  varamadan  gemideki  ağır  şartlardan                         ( işkenceden , angaryadan , aç bırakılmaktan , hastalıktan vs. ) dolayı    ölmüştü.

Klein’ın   verilerine  karşılık  ,  konuyla ilgili araştırma yapan  diğer  tarihçiler ve demograflar ise , Afrika ve Atlantik ötesi  arasında  yapılan  köle  ticaretinin  esas  sayısının                25  milyon  kişiyi   kapsadığını  belirtiyorlar.

Araştırmacıların   tespitlerine  göre  , tehcir  edilen  her  1,000  köleden   ortalama  35 - 45 arasında  insanın  gemideki  yada  sömürgedeki  ağır  koşullara  dayanamamaktan dolayı  kısa sürede öldüğü de  eski belgelerde kayıtlara düşüldüğü görülmektedir. 

Köle  iş  gücü  kullanımı  konusunda  , Avrupalı sömürgeciler sadece , Afrika’dan Amerika Kıtasına köle tehciri yapmakla kalmadılar , aynı zamanda paralel olarak Afrika kıtasında  da  aynı  yöntemi  geliştirdiler.

Güney  Afrika da sömürgeciliğe başlayan Hollandalılar  , 1662  yılında  Cape şehrini oluşturdular.

Batı Afrika   kıyılarındaki Guinea  ve Angola’dan tehcir ettikleri  kölelerle  birlikte , Güney  Afrika ‘da , ekonomik çıkarlar  sağlamak   için , bölgeye  yerleşmeye  başladılar.  

1692 ila 1793 yılları arasında Hollandalı sömürgeciler tarafından , 64,848 köle , sömürgeci tarım ekonomisinin geliştirilmesi  için  Cape  bölgesi   sömürgesine  tehcir  edildiler   ve  ağır  koşullarda  çalıştırıldılar.   

Hollandalılar  tarafından  bu şekilde sürdürülen sömürgecilik  ve  tehcir  olayları , 140  yıl   boyunca  devam etti. Bu  zaman  içerisinde  bir  çok  köle  , ağır şartlarda dayanamadığı için ve Hollandalılardan kaynaklanan hastalıklardan  öldü.

VOC ,  Güney  Amerika’da  oluşturulan  Hollanda sömürgesi Surinam’daki yeni tarım alanlarına sürekli köle taşıyordu. VOC  firmasının  çeşitli  düzeyde  rakipleri   olan , diğer  devletlere bağlı  köle ticareti yapan firmalar ise, Cape bölgesi ve Güney Afrika’ya yakın denizlerde aynı şekilde faaliyette  bulunuyorlardı.

Bu Hollandalı olmayan firmalarda , Madagaskar’dan Fransız sömürgelerine  ve Mozambik’ten Brezilya’daki Rio Portekiz   sömürgesine  köle  taşıyan  gemilerdi.

Aynı  zamanda bu gemiler , Hollandalılar tarafından oluşturulan  , Güney Afrika’daki Cape – Hollanda sömürgesindeki  köle  pazarına  VOC  firmasının  dışında  da  köle  tehciri  yapıyorlardı.

Burada  bu  yüzden , büyük  bir  köle pazarı  ve  borsası oluşturulmuştu.

Cape – Hollanda   sömürgesine   köleler  başlıca ; Endonezya  Madagaskar , Mozambik , Malabar , Sri Lanka’dan tehcir ediliyorlardı.

     Cape , Graaf – Reinet , Drankenstein , Swellendam , ve Stellenbosch  Hollanda sömürge bölgelerine , tehcir edilen bu köleler , sırt  maddi  çıkar  elde  etmek   karşılığında , sömürgeciler tarafından , Avrupalıların çeşitli bölgelerde ve kıtalarda   oluşturdukları   yeni   sömürgelere   dağıtılıyorlardı.

Köle  ticareti  ve tehcirle ilgili olarak yukarıda anlatıldığı gibi beyaz Avrupalı insanın siyah Afrikalıya yaptığı ırkçılığa dayalı köleciliğin , psikolojik , sosyal ve kültürel etkileri günümüze  kadar  sürdü.

Avrupalılar yaptıkları köle ticareti vasıtasıyla , kendi ekonomilerini  geliştirdiler ama milyonlarca insanı ülkelerinden ve  yaşamlarından  zorla  kopartarak , Afrika  halklarının  mevcut kültür , gelenek  ve  sosyal düzenlerine büyük darbeler vurdular.

Avrupalılar ,  Afrika’dan yaptıkları bu köle tehciriyle birlikte , Afrika’daki  bir  çok  bölgede  topluluklar arasında insan gücü ihtiyacı doğmasına , ekonomik , sosyal , siyasi , demografik  ve  kültürel   kaosa   yol açtılar.

Afrika da  değişik  bölgelerde  insanların  ,  Afrikalıların köle   ticaretinde  bir  meta  haline  getirilmesiyle de ,  Afrikalıların  günümüze   kadar kökeni Avrupalı olan beyaz adamlar  tarafından , her   türlü  aşağılayıcı   muameleye  tabii   tutulmasına   ve   aşağı   bir  ırk  olarak  görülmesine   neden  oldu.    



AVRUPA   KÖKENLİ   KUZEY  ve  GÜNEY  ( BEYAZ ) AMERİKALILARIN   AMERİKALI   YERLİ   HALKLARA KARŞI    SOYKIRIMI

İSPANYOLLAR

Amerika  kıtasının , Avrupalıların kendi değerlendirmelerine   göre  ,   ilk  defa  ,  Avrupalı  bir   İspanyol olan  Colombus  tarafından   (  İspanya  Kralı  Ferdinand  ve Kraliçesi    Isabella’nın   himayesindeydi  )   1492    yılında  keşfedilmesiyle   birlikte  ,  Avrupa  kıtasında  yer  alan  ülkelerin  iktidarları  bu   yeni   keşfedilen   kıtayı   işgal  etmek  ve  oralarda kendi  siyasi ve ekonomik coğrafyalarını oluşturmak amacıyla birbirleriyle   adeta  yarış edercesine   Karayipler  ,   Meksika   daha  sonra  tüm  güney  ve  Kuzey  Amerika’yı  içine  alacak  bir biçimde  işgale   başladılar.

1492 yılında  Colombus’un  Amerika  Kıtasında  ,  Hispaniola  adasına  (  bugünkü Haiti  ve Dominik Cumhuriyetinin  bulunduğu  ada )  50  kişiyle  ayak  bastığı zaman , ada da toplam nüfusu  8  milyon  olan Arawaks  Yerlileri yaşıyordu.

Edinilen bilgilere göre bölgede , hüküm süren  22 yıllık İspanyol  egemenliğiyle birlikte ilk sıralarda 8 milyon  ( bazı veriler  5  milyon  )   Arawaks  yerlisinin   yaşadığı  ada  da 22   yıl   sonra   geride   kalan  nüfus  sayısı  ise  sadece  28,000 di.

Colombus’un   Karayiplere ,   17   gemiyle tekrar geri dönüşü  olan  1493 yılından sonra , Karayiplerde yaşayan 8 milyon  Arawaks  (  Tanios  )  yerlisinin  İspanyol  egemenliği sırasında , fiziki  olarak yok edilmesinden , hastalık ve köle ticareti yapılmasından , çocukların sömürgeciler tarafından parçalanarak  köpeklere yem olarak atılmalarından , toplu şekillerde asılmalardan , işkencelerden 

( Özellikle  yerlilerin  İspanyollar  şişe geçirilerek  alevde  yapılan insan  kızartması / çevirmesi  yapılması  yaygın  bir uygulamaydı )  dolayı soykırıma uğratıldı.

Sömürgecilerin  adaya ayak bastıklarından 50 yıl sonra ise ada da yaşayan yerli halktan sadece 200 kişi ancak hayatta kalmıştı.

Olaylara  tanıklık  eden , zamanın bir İspanyol misyoneri , Bartolome de las Casas  bölgesinde , kendi  gördüklerini  not  ettiği yazılarında  , sömürgecilerin yerlilere karşı yaptığı katliamlarla  ilgili  şunları  belirtiyor :

“ Bir gün Las Casas önlerinde , İspanyollar 3,000 kişinin kellesini kesiyorlardı , organlarını  parçalıyorlardı  ve ırzlarına geçiyorlardı. Ben hayatımda bu kadar barbarlığın benim insanlarım  tarafından  yapıldığının  hiç bir örneğine hiçbir zaman bir anı olarak şahit olmadım “

Diyor  ve  yazısına  şöyle  devam  ediyor ;

“ İspanyollar  kendilerinden  kaçan  çocukların  bacaklarını koparıyor , insanları  kaynayan  kazanlara  atıyorlardı , insanları iki  parçaya  ayırıyorlardı , yerlileri  bir  kancaya  domuz asar gibi  asıyorlar ve  kızartıyorlardı. Kızaran  insanları  ise  köpeklere  yiyecek  olarak  veriyorlardı. “

1519  yılında , İspanyol  Corte’in  Meksika’yı  feth  etmesiyle birlikte , ilk  başta  12  milyon  yerli nüfusu olan Meksika da , 1600  yılına  gelindiği zaman ancak 1 milyon yerli hayatta kalmıştı.

İspanyollar  Meksika  nın  California  bölgesini egemenlikleri  altına aldıkları zamanda , 700,000 olan bölgedeki yerli nüfusu ise , 1845 yılında yerlilere yapılan soykırımlardan dolayı  200,000  kişiye  düşmüştü.

1850 yılında California ABD egemenliğine girince , katliamlardan geriye kalan 200,000  yerliden  10,000’i               1854 yılında köle olarak pazarda satıldılar. 1852 yılında , California’nın  yerli  nüfusu  85,000’di . 1862 yılına gelindiğinde ise , bu  sayı  35,000  kişiye  düşmüştü. 

Buna  sebep  ise , 1849  yılında  ABD  askerlerinin  Pomo yerli  kabilesine  saldırısından  dolayı ,  Pomoların yok edilmesiydi.  Aynı  dönemde , ABD  askerleri ,  2,000 – 3,000 Yama  yerli  kabilesinden  olan insanları  katletti.  Bölgenin  diğer güçlü kabilelerinden Yukiler’e de saldıran ABD askerleri , saldırıda  12,000  Yuki’yi  katlettiler. 

Sömürgecilerin Yukilere yaptıkları seri katliamlarından sonra , Yukilerden  geriye  kalan  nüfus  ise  , sadece  200  kişiydi.

Saldırılar ve yerli katliamları hiç durmadan bütün bölgelerde  devam etti.

1860 yılında California’nın Indian Adasındaki ABD saldırısında , yüzlerce  yerli  kadın  ve  çocuk  katledildi. 

1900  yılına  gelindiği zaman , 1800 lerin ilk yarısında 700,000 kişi olan California yerli nüfusundan yerlilere karşı sömürgeciler tarafından yapılan katliamlardan sonra ancak 15,000  kişi  hayatta  kalabilmişti.

İspanyolların ve Kuzey Amerikalıların eski İspanyol sömürge bölgesinde ( California , Mexico ) yaptıkları yerli  katliamlarından  sonra , 1492 yılında , 7 milyon olan ( bazı verilere göre 12  milyon ) yerli nüfusu , 1892 yılına gelindiği zaman , 500,000  kişiye  inmişti.

Bir  başka  veriye  göre  ise , İspanyol  Colombus’un Amerika  kıtasına  ayak  bastığı  zaman  ve daha sonra                48. Birleşik  Devletler  bölgesine  girecek  olan  bölgede                 12   milyon  yerli  yaşıyordu , 400  yıl  sonra  ise , yerli  nüfusunun  % 95’i   soykırıma  uğratılarak  sayıları  sömürgeciler  tarafından 200 bin  ( bazı verilere göre 237 bin )  kişiye  düşürülmüştü.

İNGİLİZLER

Yerlilere ilişkin İngilizler sömürgecilerin , öldürme amaçlı işledikleri  soykırımlarda ,  insanları  vurarak  öldürmeleri dışında , sömürgecilerin  Amerika kıtasına bilerek yaydıkları çiçek  hastalığının  da  büyük  payı  vardı.

1607 yılında , Rio Grande ve Virgina bölgesini sömürgeleştirmek  için gelen İngilizlerin hazırladıkları bir raporda  da  bu  durum  su yüzüne  çıkıyordu.

Buna  bir  örnek  verecek olursak , hastalıklardan ve öldürme olaylarından önce bölgede yaşayan , Powhatans yerli kabilesinin nüfusu , 1600 yıllarında 50,000 iken , İngilizlerin hastalık  yayarak  yerlileri  soykırıma  uğratmaları  sonucu ,  1607 yılında  Powhatanlardan  geriye  ancak 5,000 kişi hayatta kalmıştı.

1607 yılında Jamestown bölgesini işgal eden İngilizler , bölgede  yakaladıkları  her  yerliyi  kayıtsız şartsız öldürüyorlardı.

Bu   konuda  Tarihçi   David E.Stannard   şöyle  diyor :

“  Yüzlerce yerli hiç yoktan meydana gelen saldırılarda katledildiler.  Diğer   yüzlercesi   ise  çeşitli  entrikalarla  zehirlenip  öldürüldüler.  Yerlilerin   kanoları  paramparça  edildi  bütün  tarım  alanları yakılıp yıkıldı. Ne  zaman  yerliler  barış istediyse  hep  İngilizler  tarafından  sahte  bir  anlaşma  yapıldı  ve  ardında  İngilizler  barış  zamanında  olduğunu  sanan yerlilere , beklenmedik   bir  biçimde tekrar saldırdılar. Çünkü sömürgeciler   yerlileri  yeryüzünden silmek istiyorlardı. Onun için  yerlilere  karşı  her  türlü  öldürme  olayını  kendilerine  reva gördüler ,  yerlilerin  ekili  alanlarını  da  sırf yerlileri aç bırakarak  yok  etmek   için   yaktılar   “   demektedir.

Yerlileri  yabani  ve  barbar  olarak gösteren birçok Avrupalı kaynağa karşın , tarihçi David Stannard’ın yaptığı araştırmayı  yayınladığı  eseri American Holocaust’da Stannard’ın  sözünü  ettiği  Virginia’da yerleşmiş olan Powhatan’lı Paspaghegh yerlileri , bölgede tarımı çok iyi geliştirmişler  ve  iyi  seviyede  bir  medeniyet  kurmuşlardı.

Bölgeye   yerleşen  500  İngiliz  sömürgeci  her  yıl ,  yerlilerin buğday üretiminden 1610 yılına kadar aralıksız olarak yararlanıyordu.

1610 kışında yerlilerden buğday alamayan bölgedeki İngilizler , kuru  kış  ve  açlıktan meydana gelen ölümlerden dolayı  nüfusları  60  kişiye  kadar  düştü.

Açlıktan  ölen  İngilizlerin  ölümlerini  kabullenemeyen İngiliz Bölge Valisi , Paspaghegh kabilesi yerlilerine karşı savaş ilan etti ve 15 kadarını öldürdü , kabilenin kraliçesini ve çocuklarını  kaçırdı  ve  evlerini  ateşe  verdi.

İngilizler kaçırdıkları yerli çocuklarının hepsini ve Paspaghegh  katlettiler  ve  cesetlerini  ırmaklara  attılar.

1624  yılında ise , 60 silahlı  İngiliz in  saldırılarında  ise  ,  800  savunmasız  kadın , erkek , çocuk kendi yerleşim bölgelerinde   katledildiler.

1644  yılında ise, yerliler  yavaş  yavaş  topraklarının  işgal edilmesine  ve  yaşam  şartlarının zorlaştırılmasına karşı mücadele etmeye başladılar ve  İngilizlerin saldırılarına karşılık , 500  yeni  sömürgeciyi  öldürdüler.

Bunun  üzerine bölge valisi William Berkeley , yerlileri yok etme amacıyla yerlileri iç ve verimsiz bölgelere tehcir ettirmeyi hedefleyen  bir  stratejiyi  uygulamaya  koydu.

1637  yılında  yerlilerin  sömürgeciler tarafından katledilmesi Virginia’da olduğu gibi Massachusetts’de de sürdürüldü.

Connecticut  ırmağına  yakın bölgedeki  Black adasında , İngiliz  bir  subayın  emriyle  bölgede  bulunan  ne  kadar  erkek yerli   varsa   katledildi   ve   bölgenin  en  güçlü  Pequot  kabilesine  ait  iki  yerleşim  birimi  yakıldı ,  yerleşim  birimindeki  yerli kadın ve çocuklarda hiç acımadan İngiliz askerleri   tarafından   katledildi.

Connecticut’ta General Court kumandasındaki ingiliz kuvvetleri ise , yerli  yerleşim  bölgesi  Mystic at Dawn’a   saldırıda bulundu ve bir saat içinde 700 tane yerli kadın , yaşlı erkek  ve  çocuğu  katletti.

1900  yılına  gelindiğinde , yerlilerin yüzyıllarca , yüzbinler olarak  yaşadıkları bölgelerde aşırı derecede yerli nüfusunun azalmasından dolayı  Avrupalı  sömürgecilerin  yerlilere yaptıkları   soykırımların   sonuçlarını   algılamak  çok  zor değildi.

AMERİKALILAR

Amerika’da 1900 yılına gelindiğinde milyonlarca yerliden geriye  hayatta  kalanlar  şunlardı ;

New Hampshire  22 kişi  ,  Delaware 9 kişi , Alabama 177 kişi  Arkansas 66 kişi , Connecticut 153 kişi , Georgia 19 kişi , Kentucky  102 kişi , Massachusets  587 kişi , Ohio  42  kişi ,  Rhode  Island  35  kişi , South  Carolina  121  kişi ,  Tennessee 108 kişi , Texas  470  kişi , West  Virginia  12  kişi , Maryland  3  kişi ve  New  Jersey  de  ise  5  kişi  hayatta  kalmıştı.

Amerikada’daki  Avrupa  kökenli  sömürgecilerin , yerlilere soykırım  uygulamasına  ilişkin  olarak , Amerikan Devlet Başkanı  Theodore Roosevelt’in Amerikalıların yerlilere yaptıkları katliamlarla ilgili söylediği söz , Amerikalıların yerlilere  karşı  besledikleri  soykırımcılığı  çok  iyi  özetliyordu.

Roosevelt yerlilerle ilgili olarak ırkçı ve soykırımcı görüşlerini  anlattığı  bir  konuşmasında :

“  Ben  en  iyi yerli ( kızılderili ) ölü yerlidir diyebilecek kadar  çok  ileri  gitmek  istemiyorum  ama onda dokuzu öyledir. “ diyebilmekteydi.

Esasında Roosevelt’in bu ırkçı ve soykırımcı sözlerinin altında  yatan  neden  şuydu ;

Roosevelt , Black Hills’den South Dakota’ya kadar olan bölgeyi fethetmek istiyordu. Roosevelt’in rüyası gerçekleştiği zaman  sayısız  yerli çocuk , kadın , yaşlı ve erkek katliama uğradı. 

Daha  sonra  yerlilere karşı , aynı ırkçı ve soykırımcı düşünce ve retorik South Dakotalı General ve vali William Jankov tarafından , yerlilere karşı yapılan insanlık dışı uygulamalarda  da  kullanıldı.

Kuzey  Amerika’daki  yerli soykırımlarında , Avrupa kökenli  yeni  Amerikalılar  ( sömürgeciler )  her  türlü insanlık dışı   sayılacak  yöntemi  kullanıyorlardı. 

Yeni  Amerikalıların  bu  kullandıkları soykırım yöntemlerini  başlıca  sayacak  olursak ,  şöyle  özetleyebiliriz ;

Toplu soykırımlar , hastalık yayarak oluşturulan soykırımlar , işkencelerle hedefe varılan soykırımlar , ürünleri yakıp   yıkarak  ve  hayvanları  katlederek yerli halkı aç bırakarak  oluşturulan soykırımlar , zorla kadınları kısırlaştırarak  oluşturulan biyolojik  soykırımlar , 

yerlilerin  bin yıllardır yaşadıkları topraklardan yerlileri dağıtıp yok etmeye yönelik  olarak  yaptıkları  tehcir  yoluyla  gerçekleşen soykırımlar , yeni Amerikalıların  kendi  değerlerini  zorla empoze ederek yerlilerin beyninin ( özellikle çocukların ) yıkanması yoluyla uygulanan soykırımlar ,

 ( beynin sömürgeleştirilmesi / asimilasyon ) , yerleşim bölgelerinin  yakılması  yoluyla  uygulanan  soykırımlar , şamanist  ve  totemist dine inanan yerliler arasındaki dini ibadet özgürlüğünün  kaldırılması   yoluyla  uygulanan  soykırımlardı.

New York  ve  Pennsilvania’da  yaşayan  ve  çok  büyük  bir yerli   kabilesi  olan   Iraquoisler   tehcirlerden  dolayı  en  sonunda yaşamlarının  anlam  getiren  her  şeylerini  bırakarak  Kanada’ya  gitmek  zorunda  bırakıldılar.

Daha sonra bu  yerli  kabilesinden  birkaç  yüzyıl  sonra  yerli  kabilesinden  birkaç  yüzyıl  sonra  hemen hemen arda hiçbir şey  kalmadı.

1830  yılında  ABD’nin   aldığı  yerlileri  tehcir  kanunuyla  , 5  tane  Choctaws , Creeks , Chickasaws , Cherokees , ve Seminoles yerli medeniyetlerinden 100,000 kişi Mississipi bölgesine  ABD’nin  kontrolünde  olarak  tehcir  edildiler.

Tehcire   karşı  çıkan  Cherokees  kabilesinden  yüzlerce  kişi ise  katledildi.

Özellikle yerli çocukların asimile edilerek kendi kültürlerinden kopmaları için Jesuit ( hristiyan   tarikatı ) örgütlenmesi yoluyla açılan okullarda öğretilen sömürgeci hrıstiyan  kültür  ve  sosyal  değerlerle  şartlandırılıyorlardı.

Dil  eğitimi  verilmesi  ve  çocukların asla okulda yatılı olarak yer aldıkları müddet içerisinde hiçbir zaman kendi anadilinin  konuşmasına  olanak  verilmemesi  yoluyla yapılıyordu.

Pensylvanyadaki “ Charlis Indian  Industrial “ okulunun kurucusu , Capt.  Richard  H. Pratt ‘ın     “ İnsanları koruyabilmek  için  yerlileri öldüreceksin “ sözüyle yerli çocuklara okul yoluyla yapılan bu kültürel asimilasyonun esasında  yerlileri  yok  etmek  olduğunu  doğruluyordu.

Kuzey  Amerika’ya  ek olarak Latin Amerika’da da Avrupalı sömürgeciler , aynı türden soykırımları aynı amaçları güderek ,  yerlilere  karşı  uyguladılar.

1970 – 1980  yılında  zamanın  ABD  Başkanı, Ronald  Reagan  tarafından  bizzat  direktif  verilerek  desteklenen ABD destekli Guatemala’daki mevcut hükümet birlikleri ve paramiliter örgütler tarafından , yüzyıllardan beri yerlilere  gerekçesiz  olarak  uygulanan  soykırım uygulamalarının  bir  devamı  olarak , insanlık  tarihinde  Aztekler  gibi  önemli  medeniyetlerden birisi olan Myaların en son nesli olan Guatemala da yaşayan yerlilerden binlercesi kaçırıldı ,

Yerlilerin  400 e yakın  yaşadığı  köy  ve  tarım  alanları  yok edildi , bir çoğu işkenceden geçirildi ve bu soykırım uygulamalarının  sonucunda  ise , 200,000  Maya  yerlisi  tamamen katledildi.

Olayların  dünya  kamuoyu  nezdinde  ortaya  çıkması  ve yoğun  uluslar arası  protestolardan  dolayı , 1999 yılında ABD Başkanı   Bill Clinton , Mayalara Guatemala   askerleri tarafından yapılan bu saldırılarda ve katliamlarda Reagan dönemindeki  ABD’nin  aktif  rolünden  dolayı  resmi  olarak  yerli  halktan  özür  diledi.

Sömürgecilerin  Latin  Amerika’ da  yerlilere karşı yaptıkları   soykırımların  araştırmacıların  Hans Goning ,  yaptığı   yorumda , sömürgeci  anlayışın  hala sürdürüldüğünü belirtiyor  ve   bu  konuda  şöyle  diyor ;

“ Latin Amerika’da  hala fetihler günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Bu fetihler hala fethedilmeyen ormanlar ve dağlık  alanlarda  sürdürülmektedir.  Amazon yerlilerinin köyleri Orta  Amerika’nın bu arka ormanları , buralara çiftlikler açma ve maden arama gerekçesiyle gelen eli silahlı güçler                          ( sömürgeciler )  tarafından  işgal  edilmektedir. “ 

Araştırmacı Arne Falk – Rönne’de Latin Amerika yerlileriyle  ilgili  yaptığı  bir  araştırmada , Kuzey ve Orta Amerşka’daki  yerlilere  uygulanan  sömürgeci  soykırımlarda olduğu  gibi , Latin  Amerika’daki  Avrupa  asıllıların  yaptıkları soykırımlarda da  , yerlilerin  yaşadıkları bölgelerin işgal edildiğini  ve  planlı olarak sömürgeciler tarafından aynı ekonomik çıkar  amacı  güdülerek , Avrupa  asıllılar  tarafından Kuzey Amerika’daki soykırımlarda olduğu gibi , soykırımcı metotların   aynen   uygulandığını   gözler   önüne   sermektedir.

 Arne Falk – Rönne’nin  yaptığı  araştırma  sonuçlarına  göre , Avrupalı sömürgeciler tarafından üzerlerinde soykırım uygulanan  yerli grupları ve yaşadıkları bölgeleri kısaca şöyle özetleyebiliriz ;

Brezilyanın Rio Arinos bölgesinde yaşayan Tapayuna yerlileri ,  1967  yılında bölgelerini işgale gelen Avrupa asıllı ticaret  adamları  ( sömürgeciler )  tarafından  unlarına ve sularına  zehirli  madde  olan  arsenik  karıştırılarak  yok edildiler.

Geride kalan çok az miktardaki Tapayuna yerlisi ise , profesyonel  yerli  insan  avcıları tarafından , ormanlarda avlandı. 

10,000 kişilik nüfusu olan Cinta Larga yerlileri ise , Brezilyanın Rio Jureaneler bölgesinde , 1962 / 1963 yılında sömürgeciler  tarafından  tamamen  yok edildi.Bu gruptan hayatta  sadece  tesadüf  olarak ,  20  kişi  kaldı.

Brezilyanın  Rio  Manuel  bölgesinde  yaşayan Kraho yerlileri ise , bölgenin güçlü adamı Pedro Alfons – egnen tarafından  yerleşim  birimleri  yakıldı  ve  daha  sonra  aynı  şahıs ve  adamları  tarafından , verimsiz  ve Malarya hastalığının yaygın  olduğu  bir bölgeye tehcir edildiler.Tehcir edilen Kraho’lar tehcir edildikleri bölgede , açlık ve hastalıktan dolayı tamamen  yok  oldular.

Brezilyanın  Belo Horizonte bölgesinde yaşayan 5,000 nüfuslu  Maxakali yerlileri ise , baskılardan ve sömürgeci avcıların kendilerini avda avlayarak öldürmelerinden dolayı tamamen  yok  edildi.

Brezilyanın Rondon bölgesinde yaşayan binlerce Nambikvara  yerlisi  de 4 – 5  dolar  karşılığı  verilen  ödüllerle , beyaz  sömürgeci  avcılar  tarafından  katledildiler.

Beyaz  avcılar tarafından yerli avlarında katledilmelerden dolayı , 1968 yılında Nambikvara’dan geriye ancak 500 kişi hayatta  kaldı.

Brezilyanın  Rondonia  bölgesinde  yaşayan  binlerce    Pakaa – nova yerliside , 1900 yılında Avrupalı sömürgeciler tarafından  bulundukları  yerleşim  birimi  tamamen  sarıldı    ve hiç birinin kurtulmasına göz yumulmayıp kurşunlanarak katledildiler.

Brezilyanın   Itibuna  bölgesinde  yaşayan  Pataxo yerlileri ise , sömürgeciler  tarafından  hastalık  yayılarak  katledildiler.

Brezilyanın  Rio  Xingus  bölgesinde  yaşayan Bororo yerlileri de bilinçli olarak sömürgeciler tarafından yok edilmek için  verimsiz  bir  bölgeye  tehcir edildiler ve bir çoğu yeni yaşama  ayak  uyduramadığı  için  hastalıktan  kırıldı.  

Bugüne  kadar  konuyla ilgili yapılan araştırmalardan ortaya çıkan verilerden edinilen bilgilere göre , Amerika’ya Avrupalılar  gelmeden  önce  yaklaşık 100 / 145 milyonun üzerinde yerli yaşarken , 

Avrupalı   sömürgeci  Colombus’un Amerika’yı  500 yıl  önce  keşfiyle  birlikte  yerli  nüfusun  bir  çok  nedenlerden  dolayı yavaş yavaş  Avrupalı sömürgecilerin boyunduruğuna geçtiği  ve  birçoğunun  Avrupalılar  tarafından  çeşitli  neden  ve metotlarla soykırıma uğratıldığı yukarıdaki tarihsel  bilgiler  ışığında  da  iyice  belirginleşmektedir.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

5 Ocak 2019 Cumartesi

Analiz 2018’de Türkiye Ekonomisi,

Analiz 2018’de Türkiye  Ekonomisi,


Etiketler: Analiz, Ekonomi,Haber,
2018'de Türkiye, ABD, ABD Yaptırımları, Donald Trump, Döviz Kuru, FETÖ, G20, Halkbank Davaları, Mehmet Hakan Atilla
Papaz Andrew Craig Brunson, PDF, SETA, SETA  Analiz, SETA Çalışmaları, SETA Yıllığı,Türk-Amerikan İlişkileri, Türkiye Yıllığı,Türkiye-ABD İlişkileri,

Bu çalışmada 2018 yılında Türkiye’de ekonomi alanında yaşanan gelişmeler detaylı bir şekilde betimlenmiş ve analize tabi tutulmuştur.

Türkiye 2018’de ekonomik göstergelerle açıklanması çok da mümkün olmayan döviz kuru hareketleri yaşadı.  Türkiye ekonomisinin son iki yıl içinde beş önemli finansal saldırı dalgası yaşadığı söylenebilir. Bunlardan Kasım 2016, Ocak 2017, Ekim-Kasım 2017’de gerçekleşen ilk üçü –haddizatında önemli finansal 
saldırılar olmalarına rağmen– Mayıs 2018 ve Ağustos 2018’de gerçekleşen son iki finansal saldırıya kıyasla etki olarak düşüktü. Ağustos 2018’deki finansal 
saldırı ise Mayıs’takini dahi gölgede bırakacak ölçüde şiddetli oldu.

Finansal Türbülans,

Bazı finansal kurum raporları ve ekonomist görüşleri Türkiye’nin yaşamış olduğu kur şokunun temel nedenini enflasyon ve cari açıkta yaşanan bozulmaya 
bağlamaktadır. Küresel ekonomide gelişmekte olan ülkelerle sınırlı kalmayan belli makroekonomik sorunlar bugün bazı gelişmiş ülkelerde de mevcuttur. 
Yükselen bir piyasa olarak Türkiye’nin de belli makroekonomik sorunları vardır. Türkiye ekonomisinde cari açık ve enflasyon da bu sorunlar arasında sayılabilir. 
Bu yıl özellikle Mayıs ve Ağustos’ta Türk Lirasının (TL) ciddi şekilde değer yitirmesi akabinde artan ithalat maliyetleri dolayısıyla uzun zamandır tek haneli 
rakamlarda seyreden enflasyon ciddi şekilde yükselerek yüzde 20’ler düzeyine ulaşmıştır. Türkiye’de enflasyonu besleyen bir başka etmen de tarım ve gıda 
tedarik zincirindeki yapısal sorunlardır.

Dış ticaretin yapısal bir gerçekliği olarak Türkiye ekonomisinin büyüme ve ihracat artışı kaydettiği dönemlerde cari açıkta da artış görülmüştür. Bunun temel sebebi ise ihracatın ithal ara mallarına olan önemli düzeydeki bağımlılığıdır. Ancak küresel siyaset ve ekonomide yaşanan gelişmelerin daha fazla etkisinde kalan Türkiye ekonomisinin son dönemlerde yaşadığı ve rasyonel bir temelden uzak olan döviz kurlarındaki yükselişin söz konusu sorunlarla (cari açık ve enflasyon) açıklanması pek mümkün değildir. Çünkü Türkiye ekonomisinin ne cari açık ne de enflasyon göstergelerinde TL’nin çok kısa bir sürede yüksek oranda değer kaybetmesine neden olabilecek bir yükseliş yaşanmıştır.

Bazı analistler mali disiplinden taviz verilmesi ve Merkez Bankasının bağımsızlığına dair tartışmaların döviz piyasasını etkilediğini belirtmektedir. Kamunun reel sektöre verdiği teşvikler ve emeklilere yönelik devreye giren bayram ikramiyesi uygulaması kamu harcamalarının belli ölçüde yükselmesine neden olsa da Türkiye bütçe açığı ve kamu borcu gibi göstergeler dikkate alındığında halen bütçe disiplini konusunda neredeyse bütün G20 ülkelerinden daha güçlü bir konumdadır. Öte yandan para politikası değişikliklerinin zamanlaması hususunda bazı tereddütler yaşansa da Merkez Bankası bu yıl faizleri agresif bir şekilde artırmakla kalmayıp gerekli olduğu durumda ek sıkılaştırmaya gideceğine dair güçlü sinyaller vermiştir. Dolayısıyla para ve maliye politikasına yönelik endişelerin de Türkiye gibi büyük bir ekonomide kurların bu denli ani ve hacimli yükselmesini tek başına tetikleyebileceğini söylemek güçtür.

Bu çerçevede dolar kurundaki son üç ayda yaşanan yükselişi ekonomik gerekçelerle izah etmek hiç de kolay değildir. Kurun bu düzeyden hızlı bir şekilde çok uzak noktalara sürüklenmesi ciddi spekülatif atakların olduğu yönünde kuvvetli bir izlenim bırakmaktadır.2 Bu açıdan dolar kurunda yaşanan ciddi yükselişin arka planında siyasi gelişmelerin olduğu görülmektedir.

Bu bağlamda döviz kurunda yaşanan sıra dışı hareketliliğin arka planında ABD ile Türkiye arasında tırmanan siyasi gerginlik ve bu ortamdan beslenen 
manipülatif haberler bulunmaktadır.

Türkiye’nin siyasal alanda ABD ve Avrupa Birliği (AB) ülkeleriyle gerilim yaşadığı süreçlerde ekonominin Ankara’ya karşı bir silah olarak kullanıldığı aşikardır. 
Özellikle kredi derecelendirme kuruluşlarının en kritik dönemlerde ve çoğu zaman temelsiz gerekçelerle Türkiye’nin notunu düşürmesi ekonominin siyasete 
nasıl alet edildiğinin bir yansıması niteliğindedir. Bu yaşananlar karşısında genelde hükümetin ve özelde ekonomi yönetiminin sessiz kalmayarak bir aksiyon planı ortaya koymuş olması piyasaların rahatlaması açısından önemlidir.

Bugün ABD birçok ülkeye karşı elindeki ekonomik ve finansal gücü bir silah olarak kullanmaktadır. Bu süreçte Türkiye de ABD’nin irrasyonel tavrından 
nasibini almaktadır. Bunlar arasında en net örnek tutuklu Rahip Andrew Brunson’ın yargılama sürecine yapılan müdahaledir. ABD tutuklu vatandaşının 
serbest bırakılmasını tehditkar bir şekilde talep etmekle kalmamış, Türkiye’ye karşı sembolik önemi olan bazı yaptırım kararları da almıştır. 

Küresel ekonomide ABD’nin aldığı payın gittikçe azalması, buna karşılık Asya başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin artan ağırlığı Washington’ın şımarık, irrasyonel ve aşırı tepkiler vermesine yol açmaktadır. Nitekim Trump’ın iktidara gelişiyle birlikte ABD’nin kendi eliyle kurduğu liberal değerleri önemli oranda hiçe saymakta olduğu görülmektedir. Dahası ABD, Çin gibi yükselen güçlü aktörlere karşı sürdürdüğü ticaret savaşlarını ihtiyaç duyduğunda geleneksel Batılı müttefiklerine karşı da kullanmaktan çekinmemektedir. ABD-Türkiye ilişkileri de Trump’ın bu tavrından olumsuz etkilenmiştir. Başta Suriye’deki gelişmeler ve FETÖ meselesi olmak üzere Halkbank’ın eski genel müdür yardımcısı Hakan Atilla davası ve Rahip Brunson davası buna örnek olarak gösterilebilir.

Son yıllarda küresel ekonomide yaşananlar gelişmekte olan ülkeleri de etkilemektedir. ABD Merkez Bankasının (FED) faizleri yükseltmesi, Trump’ın fitilini ateşlediği ticaret savaşlarının karşılıklı misillemeye varması ve artan jeopolitik riskler gelişmekte olan ülkelere yönelik dış yatırımların 
yavaşlamasına yol açmaktadır. 
Bu gelişmeler altında Türkiye ekonomisi için ihtiyaç duyulan fonları yurt dışından temin etmek daha maliyetli hale gelmektedir. 

Son iki yıldır yaşanan bu gelişmeler TL üzerinde belirli ölçüde baskı oluşturuyordu. Küresel gelişmelerin yanında ABD ile yaşanan siyasi gerilim ve Batı’da Türkiye ekonomisi aleyhine çıkan manipülatif haberler de yabancı yatırımcının tedirginlik yaşamasına sebebiyet vermiştir. Spekülatörler belirsizlik ve tedirginliğin arttığı böylesi bir ortamda oluşan fırsatla birlikte kur üzerinde ataklar gerçekleştirerek kazançlarını arttırmaya çalışmıştır. Kurda yaşanan 
ani ve sert dalgalanmalar ekonomik aktiviteye zarar vermiştir. Kur şoku sonrası alınan tedbirlerle birlikte ekonomik dengelenme sağlanmaya çalışılmıştır…


https://www.setav.org/analiz-2018de-turkiye-ekonomi/


***