Sünni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sünni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2020 Çarşamba

ORTA ASYA’DA ARAYIŞ, “ SOSYAL GEN ” VE YENİ MODELLER,

ORTA ASYA’DA ARAYIŞ, “ SOSYAL GEN ” VE YENİ MODELLER,  




Yrd. Doç. Dr. Bekir GÜNAY. *
*Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 



Özet: 

    Yüzyıl değişimlerinde, eski sistemlerin çöküşlerinde veya var olan yapıların değişimlere ayak uyduramamalarında, toplumlar yeni arayışlara yönelirler. Arayışlar bazen iç, bazen de dış etkenlerle şekillenir. Arayışları şekillendiren temel parametreler sosyal genlerdir. Sosyal genleri oluşturan lar ise tarih, din, dil ve coğrafyadır. Bu makalede, arayışların şekillenmesinde genlerin etkileri incelenecektir. 1989 sonrası Orta Asya’daki değişimle birlikte başlayan ve 11 Eylül’le ivme kazanan arayışların yansımaları tahlil edilecektir. Bu yansımalar, sosyal genler, dış ve iç etkenlerin çarpan etkileri bölgede aranmaya çalışılacaktır. 

    20. y.y. başında bölgede benzer çöküşler yaşandı. Bu çöküntülere bölge nasıl refleksler gösterdi, değişim ve arayışlar toplumları hangi taraflara götürdü, bu yüzyılda da bölge toplumları benzer yönlere mi yönelecekler, bu arayışta ideolojilerin, dinlerin, sosyal genlerin etkileri ne kadar olacak gibi sorulara bu makalede cevap aranacaktır. 

GİRİŞ: ARAYIŞI TANIMLAMA 

Toplumlar ve insanlar değişim süreçlerinde rol model arayışlarına geçerler. Arayış yeni bir şeyi bulma ve eski yapıdan uzaklaşma süreci olarak 
yorumlanabilir. Arayış sürecinde rol modeller önemli yer tutar. Rol modelde örnek alınan yakın ülkeler veya toplumun geçmiş dinamikleridir. 
Bu süreçlerdeki algılamalar da yapıyı şekillendiren unsurlardır. 

Geçiş dönemlerinin başlangıç yılları yüzyılların bitiş evrelerine rastlar. Arayıştaki hedef yeni veya daha gelişmiş bir yapının bulunmasıdır. Arayışta hep daha iyiye, daha mükemmele özlem vardır. Bulunan modelin geçiş süreci toplumlarda değişik belirtilerle kendini gösterir. Kimi toplumlarda bu süreci dış etkenler hızlandırır. Kimi arayışlarda iç etkenler toplumlarda bazen çatışma bazen kaynaşmaya neden olur. Arayış süreci başladıktan sonra bir önceki yapıya dönüş yoktur. 

Toplumlardaki arayış süreçleri insanlardaki gelişim süreçlerine benzemektedir. Arayış döneminde insanları etkileyen unsurlardan biri aile 
diğeri de çevredir. Toplumlarda ise onları oluşturan temel dinamikler (din, dil, tarih ve mekan) etkili olur. Arayışta, çekim alanları sonuçları belirleyen 
unsurlardır. 

1. TARİHSEL MODELLEME İLE SOSYAL GEN TANIMLAMASI VEYA YÖNTEM TARTIŞMASI 

Bu makalenin amacı “tarihsel modelleme” yöntemini kullanarak Orta Asya bölgesindeki arayış eksenlerini tespit etmektedir. Tarih, milletlerin neleri 
yaptıklarını veya neleri yapabileceklerini gösteren bir bilimdir. Tarihi strateji ile buluşturduğunuzda “gelecek tarihçiliği” denen bir alana ulaşmak mümkün olacaktır. Tarih, stratejide temel bir girdidir. Diğer parametreler ise din, dil ve kültürdür. Bunları ben “sosyal gen” olarak tanımlıyorum. 

Sosyal gen zaman çizelgesinde mekanla etkileşime girdiğinde sonuçları “tekerrür” olgusunu doğurur. Aslında “tarihsel modelleme” yönteminin 
esin kaynağı da budur. Milletler sosyal genle, bulundukları mekanlara kendi renklerini verirler. Mekanları renklendiren milletlerdir. 

Mısır’daki Piramitler, İstanbul’daki Süleymaniye Camii, New York’taki gökdelenler, bunlar millet okumalarında kullanılan temel taşlardır. 
Sosyal gen insanlardaki fiziki genler gibidir. 

Nasıl gözünüzün renginden saçınızın rengine kadar özelliklerinizi siz belirleyemezseniz, aynı şey milletler içinde söz konusudur. Tarih yazılmaya 
başladıktan sonra dünyayı şekillendiren milletler ve onların oluşturduğu medeniyetler, sonraki yüzyıllarda oynayacakları rolleri ve senaryoları da 
belirler. Mekanları ve ruhları şekillendirenler medeniyetlerdir. Kimi milletler asırlardır olduğu mekanlarda yaşamışlardır. Yaşadıkları mekanla bir bütün 
olmuşlardır (Çin ve Hint medeniyetleri gibi). Türkler ve İngilizler gibi dominant gen yapılarına sahiptirler. Bu milletler geçtikleri mekanlara tesir ederler, kimi zaman da etkilenirler. Mekanlardaki diğer renkleri kendi kültür genlerinin içine alarak giderek zenginleşirler. Mekandaki değişkenliği belirleyen etkenlerden biri de dinlerdir. Nitekim, Toynbee bile dünyayı tanımlarken “Batı Hıristiyan, Ortodoks Hıristiyan, İslam, Hindu ve Uzak Şark”1 tiplemelerini ortaya koyarken dini merkeze yerleştirmiştir. Üç büyük din olarak kabul edilen Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık yayılan dinlerdir. Bu dinler geçtikleri mekanlarda ve ruhlarda derin izler bırakmışlardır. 

Tarihsel modelleme ve sosyal gen olgusunun en belirgin olduğu dönemler yüzyılların değişim evreleridir. Yüzyıllarda değişim tarihleri 80’li yıllardır. 
Bir başka ifade ile yüzyılın üçüncü çeyreklerini değişim yılları olarak ele alabiliriz. Değişim önce fikirlerde, ruhlarda ve beyinlerde, sonra da eylemlerde kendini gösterir. Değişim evresinin bitişi sonraki yüzyılların ilk ‘14 veya ‘20’li yıllarında olur. Örneğin, XX. yüzyılın giriş tarihi fiziki olarak 1900 tarihi kabul edilse de yeni yüzyılın siyasi girişi 1914’tür. Keza, XIX. yüzyılda da benzer durum söz konusudur. 1815 Viyana Kongresi Avrupa’da yeni yüzyılın giriş olayıdır. 

Bu evrelerde milletleri arayışa iten dış ve iç etkenler olur. Kimi zaman savaşlar kimi zaman sosyal olaylar veya entelektüellerin düşünceleri değişimi tetikler. Unutulmamalı ki hadiseler önce beyinde başlar, sonra ağza dökülür, en sonunda karşımıza olay olarak çıkarlar. Gelecek arayışlarının belirtilerini öncelikle kafalarda aramak lazımdır. XIX. yüzyılın son demlerindeki Marx`ın söylemleri veya Darwin`in yazıları bir sonraki yüzyılda insanların hayatını belirleyen ideolojiler olarak karşımıza çıkmıştır. 

Dünyayı etkileyen alanların başında ana kültür havzaları gelir. Kafkasya ve Balkanlar gibi ara bölgeler ise dış oluşumlardan etkilenen alanlardır. 
Orta Asya’yı ana havza olarak değerlendirmek lazımdır.  

2. ORTA ASYA BÖLGESİNİN ÇARPANLARINI TARİHSEL OLUŞUM SÜREÇLERİNDE TANIMLAMAK 

Orta Asya’nın ana aktörlerinin oluşum süreçlerini anlayabilmek için bölge üzerindeki etkilerini doğru koymak lazımdır. Orta Asya’da milletleri aktörler, yardımcı oyuncular ve figüranlar olarak ayırmak gerekir. Ana aktörler Ruslar, Türkler ve Çinlilerdir. Zaman zaman bölgede tutunmaya çalışan İngiltere ve ABD ana aktör rolünü oynamışlarsa da, bölgeye tesirleri güçleriyle doğru orantılı olmuştur. Aktörler dışında yardımcı oyunculara baktığımızda Hintliler, İranlılar ve Araplar gelir. Figüran rolünü dolduran Koreliler ve Güney Asya’daki bazı küçük milletler göze çarpar. Bölgenin kaderini ana aktörlerin oynadığı roller belirler. Ana aktörleri, dominantlılıkları veya etkileşimin güçlerine göre ayırmak gerekir. Bu açıdan Türkler ve Ruslar ana aktör, belki İranlılar ise belli kısımlarda aktördür. Aslında aktörlerin rolü sahneye konulan medeniyete göre şekillenir. 

2.1. Bölgedeki Din Renkleri 

Orta Asya üç büyük dinin oluşum alanı değil, etkileşim bölgesidir. Dünyada din oluşum alanları olarak Çin- Hint havzasıyla Ortadoğu görülmektedir. 

Çin-Hint havzası Budizm’inoluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu yerel inanç bölgede yan çarpan olarak belirgin rol oynamaktadır. Budizm, Konfüçyüsizim ve benzeri inanç grupları bölgede kendi alanlarının dışında etkili olamamışlardır. Bu dinler Orta Asya’da ana renk olarak değil, bir tali renk olarak değerlendirmek gerekir. 

Orta Asya’da baskın olan din İslam’dır. İslam, bölgedeki tek ana renk olarak görülse de Orta Asya derinliklerine girdiğimizde İslami mezheplerin etkilediği alanlar dikkat çeker. İslamiyet’in bölgedeki etkinliğini anlamak için dinin geliş kanallarını incelemek gerekir. İslamiyet’i Orta Asya’ya Araplar getirmiştir. Din, gelirken İran kültür havzasının üzerinden geçmiştir. Yani bölgenin tarihi arka zeminde bir Şii geleneği görülmektedir. İran’ın bölgedeki yayılış alanı da Pers-Sasani çizgisindedir. Bu alanlar Afganistan’ın bir kısmı, Tacikistan ve Azerbaycan’dır. Bölge halkından Müslüman olup bu dinin bayraktarlığını eden topluluk Türklerdir. 

Türklerin tarihi gelişim çizgilerine bakıldığında asker millet oldukları görülür. 
Bu vasıflarına İslamiyet’le tanıştıktan sonra yeni bir özellik daha eklenir. Türk artık İslam âlimidir. Türkistan da İslamiyet’in yayılıp kök saldığını bölgedir. Asker milletin bu dini sahiplenmesi yanında kendi bünyesinde de içselleştirmesi ve yaymasında önemli roller oynamıştır. Türkistan’daki Buhara, Semerkant, Merv şehirleri İslam medeniyetinin bölgedeki temel taşlarıdır. Hoca Ahmet Yesevi, İbn-i Sina, İmamı Azam ve benzeri din âlimlerindeki Türk rengi yanında Sünni İslam’ın alt yapısı Orta Asya’nın temellerindeki önemli malzemedir. 

Türklerin hareketli millet olmalarından dolayı Sünnilik Orta Asya’da yaygındır. Bölgenin din oluşumunda Türk-Sünni yapı merkez güç pozisyonundadır. Sünni İslam rengi İran`da Şii İslam’a dönüşse de Ortadoğu’ya ulaşan İpek ve Baharat yollarıyla ekonomik akışkanlık sayesinde gücünü yitirmiştir. Orta Asya’daki dini yapı ekonomik ve siyasi etkenlerle birleşerek kalıcı ve güçlü bir çimento halini almıştır. Bölgedeki Türk-İslam binası sağlam kurulmuştur. 

Orta Asya’da İslamiyet’le birlikte Hıristiyanlık da mercek altına alınmalıdır. Hıristiyanlık ağırlıklı olarak XX. yüzyılda bölgeye misyonerler eliyle yerleştirilmeye çalışılmıştır. Misyonerlerin Orta Asya’daki faaliyetleri öncelikle Asya’nın kıyı kesimlerinde başlamıştır. Misyonerler Hint-Çin bölgesinde çalışmışlardır. Bununla birlikte Hint ve Çin kültürü misyonerlerle batılı seyyahları etkileyen kültür olmuştur. Bir bakıma reaksiyon tersine dönmüştür. Budizm ve İslamiyet, misyonerler kaşifler ve tüccarlar eliyle batıya yayılmıştır. 

Hıristiyanlık Orta Asya’nın tabanına inemedi. Buradaki güçlü İslam mayasının etkisini bozamamıştır. Hıristiyanlıkta Rusların katkısı bölgede çok olmuştur. Ruslar eliyle Orta Asya`ya gelen Ortodoksluk2 Kazakistan’a kadar inmiştir. Ortodoksluk Orta Asya’ya Ruslar eliyle girmişti. Ortodoksluğun bölgedeki yayılımı Bolşevik Devrimine kadar devam etti. Çarlık rejimi sırasında Rusya’nın kızıl elması Üçüncü Roma teorisi idi. Bu teorinin temeli Ortodoksluk inancına dayanır. 

Üçüncü Roma’nın oluşum sürecinde Ortodoksluk olmazsa olmazdı. Rus Ortodoksları için Moskova’nın kutsal yer olması büyük sorun oldu. Bu sorun 
Üçüncü Roma’nın doğuşunu geciktirdi. Moskova Patrikliği’nin kutsanması için bir bakıma Fener Patrikliği Moskova’da zorunlu misafir edildi. 

Akabinde Moskova kutsandı. Çar Petro’nun Patrikliği zayıflatması Rusya’nın sekülerleşmesinin yolunu açtı. Petro sonrası tekrar siyasi arenaya 
dönen Kilisenin gücü giderek Moskova’da da azaldı. 1917 Bolşevik Devrimi ile yeni bir yapıya giren Ortodoksluk devletin bilinçaltından çıkarıldı.3 

 1945-1955 yılları SSCB’nin dünyada tek güç olduğu senelerdi. Fakat gücün kalıcılığı sağlanamadı. Bunun da nedeni Stalin’deki Üçüncü Roma 
düşüncesinin eksikliği idi. 

Rusya’nın 1917 yılına kadar Orta Asya’ya taşıdığı dinin rengi Ortodoksluk iken 1917 yılından sonra buraya getirilen inanç ise “Ateizm”di. 


SSCB birlikte Orta Asya’ya gelen ateizm her iki dini de (İslamiyet ve Hıristiyanlığı) etkilemişse de en çok zararı Hıristiyanlık gördü. Dinler bu 
süreçte bir bakıma illegalleşerek yaşamlarını devam ettirdiler. Ateizmi SSCB zamanında bir din olarak tanımlamak mümkündü. Ateizmin Orta Asya’da 
mekandan, ibadethanelerden, ruhlardan izleri sildi. Bu durum şehir hayatında görülmesine taşrada din geleneksel olsa varlığını korudu. 

2.2. Bölgedeki Millet Renkleri 

Orta Asya tarihi katmanlarının oluşumundaki baskın renkleri doğru tespit etmek gelecek senaryolarının düzgün temellerinin oturmasını sağlayacaktır. 

Bölgede etkin olan nüfus ile tarihin yayılım alanlarına baktığımızda karşımıza çıkan topluluk Türklerdir. 

Orta Asya millet katmanlarına indiğimizde Türklerden sonra Çinliler, Ruslar ve İranlılar, bölge kıyısında da Hintliler gözükmektedir. Bunlar 
dışında etkinlik açısından Batılı milletler yok denecek kadar azdır. 


Orta Asya’da Millet Oluşum Katmanları 

Orta Asya’nın ilk tarihi katman oluşumlarında Çinliler ve Türkleri birlikte görmekteyiz. Her iki kavim bölgede bıraktığı izler açısından farklılıklar gösterir. Hareketli ve yayılmacı özelliği olan Türkler, Orta Asya’da daha etkili oldular. Nitekim, XIX. yüzyılda gerek oryantalistler gerekse orada yaşayan Türkler bölgeye Türkistan demekteydi. Orta Asya adı XX. yüzyılda ortaya çıkarılan bir tanımdı. Türkistan mekan olarak Tanrı dağlarından Hazar denizine kadar uzanan geniş bir coğrafyayı içine alır. Türklerin “at”a hâkim olmaları yanında asker millet kimlikleri bölgede kalıcı izler bırakmalarını sağladı. Tarihi ipek ve baharat yollarının kontrol altında tutmaları da ekonomik bir nüfuz alanı oluşturdu. Türklerin bölgede giremedikleri yer Çin havzası idi. Çinlilerle Türklerin kesiştiği alan bugünkü Doğu Türkistan’dır. Burası aynı zamanda din ve kültür etkileşim alanı idi. Çinlilerin yanında Güneydeki sınır Hint havzasıydı. Bu kültür havzasıyla da benzer etkileşimler gözükür. Pakistan ve Afganistan’daki Mezar-ı Şerif 
bölgesi kesişim alanıydı. Aynı durum doğuda Türkmenistan-İran sınır çizgisinde de görüldü. Burada da İran ve Türk kültür havzaları iç içe girdi. 

Keza kuzeyde Rus kültür havzasıyla temas bugün kendini Kazakistan’da göstermektedir. Sonuçta, Orta Asya’daki ana renk Türk’tür. 

Türklerden sonra, sayısal çoğunluk olan ama etkileşim alanı dar olan Çinliler gelir. Çinliler Asya’da etkin bölgesel güçtürler. Bölgesel güç olmalarının temel nedenlerinden biri sahip oldukları inanç sistemidir. Gobi Çölü ve Himaliya Dağları Çin’in Orta Asya ile ilişkisinde fiziki, Doğu Türkistan da siyasi engeldir. Çinlileri Orta Asya gücü olarak tanımlamamak gerekir. Çin, Asyalı’dır ama Orta Asyalı değildir. 

Çinlilerle birlikteRuslar da Orta Asya’da önemli bir kuvvettir. Rusların bölgeye girişi ve hakim oluşları XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başlarına rastladı. Rusya, Asyalı bir güç değildir. Ruslar Avrupalıdır. Avrupa’dan gelen Rusların SSCB elbisesiyle bölgenin derin katmanlarına değil yüzeyine nüfuz edebildiği görülür. Alt katmanlardan yukarıya doğru çıkarken Ruslardan önce bir başka bölgesel güç de İranlılardır. İran sadece ırki değil dini nüfuz alanlarıyla da Orta Asya’da kendini göstermektedir. İran köklü devlet geleneğine sahip bir millettir. Bölgenin ana katman oluşumunda Türklerden sonra gelmektedir. Orta Asya’da Türklerle İranlıları rakip göstermek doğru bir davranış değildir. Bölgenin dini yapısı İranlılarla Türkleri ortak noktada buluşturur. XIX. ve XX. yüzyıl güç denkleminde Rus ve İngiliz gerilim hattında olan İranlılar ile Türkler bölgede birbirleri için amansız rakip olarak lanse edilmiştir ki, bunu yapanlar İngilizlerdir. 

XX. yüzyılda da bölgede varlığını sürdürmeye çalışan batılı güç İngilizlerdir. İngilizler ada devletidir. İşgal ettikleri sömürgelerdeki yerleşim stratejileri dikkat çekicidir. Daima arkalarını denize verirler, bir gün bölgeyi bırakıp gitmeyi düşünürler. Daha iç bölgelere giderken kıyı ile olan irtibatlarını kesmemek için ara koridorları daima koruma altına alırlar. Kıyıdan uzaklaştıkça başarı şansları azalır. Bu genel kural İngilizlerin Orta Asya politikalarının ana hattını oluşturur. İngilizlerin bölgeye olan ilgisi coğrafi keşifler sonrasında başlamıştır. Orta Asya’daki varlıkları Hindistan ve Hindi Çin bölgesini kapsar. İngiltere’nin bu çizgiye paralel İran hattı üzerinden yataylamasına gelişti. Orta Asya’nın dikey derinliklerinde İngilizlerin etkileri yoktur. 1877-1878 Osmanlı Rus harbinden sonra İngiltere, Orta Asya’da Rusya ile herhangi bir büyük çaplı çarpışmaya 
girmemiştir. Ayrıca Rusya’nın kendi hâkimiyet alanına saldırmaması için de “yeşil kuşak teorisini” XIX. yüzyılda başarıyla uygulamıştır. Bu teori 1945’ten sonra ABD tarafından devir alınmıştır. 

3. ARAYIŞ SÜRECİNDE BÖLGENİN DAVRANIŞI 

XIX. yüzyıl son çeyreği dünyada genel arayış evresi olarak değerlendirilebilir. XX. yüzyılın hazırlık evresinin ipuçları, 1880lerden itibaren görülmeye başlandı. İnsanlığın bilimi yeniden keşfetmesinden (teknolojik buluşlar), “ben nereden geldim” soruları (Darvin söylemleri), sanayinin sorunları yanı sıra “dünya nereye gidiyor” tartışmaları entelektüellerin kafalarını meşgul etti. Bu meşguliyetlerin sonucu dünyanın gelecek rotası belirlendi. Marks`dan başlayarak gelişen fikri söylemler bir sonraki yüzyılın ideolojik eylemlerine dönüştü. Komünizmden başlıyarak faşizme, oradan kapitalizme kadar XX. yüzyılın etkin ideolojileri bu yüzyılda şekillendi. XIX. yüzyılın baskın düşüncesi olan sömürgecilik akımı 
da uluslararası güç dağılımını Orta Asya’da yeniden düzenledi. 

Yüzyılın sonuna yaklaşıldığında dünyada hâkim güçler İngiltere, Osmanlı, Rusya belli ölçüde Fransa ve Almanya idi. XX. yüzyılda iki devlet (İngiltere–Almanya) göreceli üstünlükleri devam ettireceklerinin sinyallerini verirken Osmanlı devleti rolünü tamamladı. Bu süreçte de Rusya’nın elbise değiştirerek ilerleyeceği anlaşıldı. Benzer durum kısa bir süre sonra 

Türklerde de görüldü. Onlarda yola Türkiye Cumhuriyeti olarak devam ettiler. Dünyanın küresel aktörlerindeki değişim Orta Asya’nın da kendi iç 
dinamiklerinde sürmekte olan arayış sancılarını artırdı. Bölgede değişim sinyallerinin tarihi 1917 idi. Bu tarih Orta Asya için bir kırılma noktasıydı. 

4. ORTA ASYA’DAKİ DEĞİŞİM RENKLERİNİ OKUMA 

Orta Asya’daki değişim Kafkasya’dan başlayarak Asya içlerine ulaştı. Türklerdeki değişimi tetikleyen hadise Osmanlı Devleti’ndeki gelişmelerdi. 

Orta Asya’daki değişim alanlarının temelinde “gelecek kaygısı” belirgin rol oynadı. Benzer bir tartışmayı II. Meşrutiyetle Osmanlı entelektüeli de 
yaşadı. Sonuçta Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık fikirleri çare olarak bulundu. Benzer görüşler Kafkasya’dan Orta Asya’ya da yayıldı. 

Milliyetçilik, İslamcılık, Batıcılık fikirleri bölgenin ana yöneliş kulvarları oldu. Bunlara sonradan komünizmde eklendi. Milliyetçilik söylemi bölgede 
Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı ile baskın rol aldı. Rusların 1938 yılına kadar bastırmakta zorlandığı Basmacılar hareketi Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesinde önemli rol oynadı. 1920 yıllarından itibaren “Türkistanlılar ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlardı. Sovyet Rusya’nın ve onların yerli sömürgelerinin Türkistanlıların kendi geleceklerini tayin için kararlı olduklarını kavrayıncaya kadar savaşmak kalan tek çözüm yolu komünist rejimine karşı kendilerini korumak hürriyet mücadelesinin gayesiydi.”4 

Ama Türkiye’dekine benzer sonuçları çıkaramadılar. Bununla beraber milli kimlik oluşumunun önemli evrelerinden geçirmiş oldu. İsmail Gaspıralı’nın benimsediği “dilde, fikirde, işte birlik” fikri uzun vadeli değişimleri de tetikledi. Dil konusu “…İsmail Gaspıralı’nın Pan-Türkizm diye adlandırılan Türk halklarının birliği fikriyle desteklendi. Balkanlardan Çin’e kadar bütün Türklerin anladığı ortak bir dil, bu amaca ulaşmanın ilk şartıydı.”5 Özellikle Gaspıralı’nın değişimin “insan yetiştirmekte” olduğu düşüncesi kendini Gaspıralı’nın eğitim ve okul modelinde gösterdi. Bu model bölgede derin izler bıraktı. Merdan Topçubaşı’dan 6 Resulzade’ye bölgenin önemli siyasi entelektüellerinin söylemlerinde milli kimliğin izleri görüldü. Bununla birlikte Enver Paşa ile birlikte bölgede silahlı milliyetçi söylem göreceli olarak başarılı olsa da sonuçta etkisiz kaldı. 

Baskın olan milliyetçilik söylemi bölgedeki Türk kimliğinin oturmasında etkili oldu. Milli kimlikle bağımsız devlet olma modeli Azerbaycan’la hayat buldu. “28 Mayıs 1918’de Azerbaycan Milli Konseyini oluşturarak yeni bir ulusun doğduğunu ilan ettiler.”7 Enver Paşa ile başlayan silahlı mücadeledeki “Turhan devleti”ni kurma fikri Orta Asya’da ciddi taraftar toplandı. 1938’e kadar sürecek olan “Basmacılar” hareketinin de esin kaynağı oldu. Bununla birlikte Sultan Galiyev faktörü dikkat çekicidir. 

Sultan Galiyev kendini “ateist” olarak tanımlar. Galiyev bölgedeki Müslüman cemaati tanımlamış fakat din unsurunu bir kenara bırakmıştır. 

Bir bakıma “Komünizmin” meşrulaştırdığı gibi ateist söylemlerin baskın olmasına zemin hazırladı.8 


Orta Asya’da XX. yüzyılın ilk yarısında etkin görüşler grafiği 

Arayışta milliyetçiliğin hâkim olmasının nedeni dünyada esen milliyetçilik rüzgarlarıydı. 1917 bölgedeki arayışların sonucunu belirledi. 

Rusya’nın kendi gelecek tartışmaları Bolşevik iktidarıyla sonuçlandı. Bolşeviklerle beraber XX. yüzyılda Rusya, Orta Asya’ya girdi. Rus halkının kendi arayışında komünizmi tercihi bölgenin kaderini de belirledi. Komünizme geçiş sürecinde “Rus milli kimliğindeki Ortodoksluğun reddi” sonuçta Rusya’nın dinle olan kavgası olarak Orta Asya’da da devam etti. Başka ifade ile din legallikten illegalliğe geçerken onun yerini ideoloji ve ateizm aldı. Ama bölgenin temel dinamiği olarak din, kendini halk içindeki canlılığını koruyarak devam ettirdi. 1930’da bölgeye bakıldığında Türkçülük ile komünizm arasında kalmış bir “Türkistan” fotoğrafı vardı. Rusya’nın 1917-1924 yılları arası, kendi kimliğini oturtma veya iktidar hesaplaşması olarak geçti. Lenin’in ölümü sonrasında Stalin’in SSCB’nin kaderini belirleyen güç olmasının etkileri bölgede de hissedildi. Stalin zamanında Ortodoks kilisesinin önemi hatırlandı. Kilise bunu fırsat olarak gördü. Kendine meşrutiyet alanı açarken aynı zamanda ateist yapının meşrutiyetini bir bakıma onayladı.9 1930lu yıllarda Rusya Kafkasya ve Orta Asya’ya geri döndü. Kafkasya’da Azerbaycan’ın bağımsızlığını kaybetmesi Rusya’nın SSCB kimliğiyle Orta Asya’ya acımasız bir şekilde döneceğini belli etti. Komünizm bir ideolojiden ziyade Rus sömürgeciliğinin Orta Asya’daki yeni 
yüzüydü. SSCB bölgede silahla hâkimiyetleri kurmaya çalıştı. Basmacılara karşı yapılan mücadelede karşılarındaki en büyük engel Türk milliyetçiliği idi. 

1938, bölgede kırılma tarihi olarak anılmaktaydı. Türkçülük fikri de kalıcı sonuçlar almaya başladığı sırada, bu düşünceyi savunan nesiller yok edildi. 1937-1938 tarihlerinde Azerbaycan’dan Kırgızistan’a kadar Orta Asya’daki Türk entelektüeller sistematik olarak katledildi. “1937 yılında GULAG sistemi (çalışma kampları) yeni bir döneme ayakbastı, iktidar acımasız bir şekilde kitlesel terörü başlattı. Sadece idam edilenlerin sayısındaki artış bile insanı şaşırtıyordu. 1936 yılında 1.118 idam cezası infaz edilirken, bu rakam 1937 yılında 353.074 olarak yükseliş kaydetti. 

   1 Temmuz 1937 ve 1 Nisan 1938 tarihleri arasında 800.000 civarında yeni mahkûm GULAG’ın çalışma kamplarına getirildi ve bu kamplardaki mahkûm sayısı 2.000.000’u aştı.”10 Artık belirgin güç olan Rusya, Orta Asya’da oyun kurucu idi. Arayış, bölgede dış çarpan Rusya’nın etkisiyle sonuçlandı. II. Dünya Savaşı’na girerken Rusya ve komünizm bölgedeki ana renkti. Kötü renkler Türk milliyetçiliği ve İslam’dı. Stalin, Kırgız yazar Aytmatov’un babasının da dâhil olduğu düşünen insanları ortadan kaldırdıktan sonra “Sovyet adam modeline” uygun nesiller üretme projesini hayata geçirdi. 

Stalin, komünizm renginin bölgede kalıcı olabilmesi için eski yapıya ait renkleri yok etmeden yeni bir sistemi kuramayacağının farkında idi. Köylü diye lanse edilen Asya toplumları şehirleştirme sürecine sokuldu. Yeni şehirler kuruldu. Şehirleşme, kültür doku değişikliğine paralel olarak ekonomik ve stratejik hamleler ekseninde Orta Asya’da değişim enstrümanı olarak kullanıldı. Sibirya demiryolu hattıyla bölgenin iç derinliklerine uzanıldı. Yeni kurulan şehirler ve nüfus dağılmaları ona göre şekillendirildi. Bir bakıma demiryolu Rusya’nın Orta Asya’daki gücünü belirleyen unsur oldu.11 

   Kırgızistan’ın başkenti Bişkek buna tipik örnektir. Eski güç merkezi olan Merv, Buhara, Semerkant, Taşkent gibi kentler etkisizleştirildi. 1939-1945 savaşı Orta Asya halklarının savaşı değildi. Bu olgu tersine döndürüldü. Saldırı SSCB milletine yapılmış gibi algılandırıldı. Bu ülkenin vatandaşlarına “Germenler hepimize saldırdı öyle ise hep birlikte memleketimizi korumalıyız” fikri verildi. Garip olan, Almanlar Moskova’dan öteye saldırmamışlardı. Savaş Rus milli kimliğinin Orta Asya’da benimsetilmesi için kullanıldı. Savaş ortak kader kavramını oluşturdu. Germenler ortak düşman fikrinin içini doldurdu. Ruslar ve Türkler, Sovyet idealleri için birlikte savaştılar(!). Bu da 1945 sonrası hayata geçirilen “Sovyet adamı” fikrinin alt yapısını şekillendirdi.“Sovyet adamı” Türkler arasında yeni bir model olarak lanse edildi. Rus dili Sovyetlerin kültür diline 
dönüştürüldü. Kiril alfabesi entelektüelin alfabesi oldu.12 Rusça konuşan “Komünist Türk” tiplemesinin de Türklük ve İslamcılık rengi yok edilerek 
onun yerine ateist Türk modeli oluşturuldu. Orta Asya halklarına İslam yerine ateist kültür din olarak lanse edildi. Rusya bölgede artık tartışılmaz bir güçtü. Bununla birlikte, Sovyet millet kompozisyonu ve parti yapılanmasında “Orta Asyalılar ve Avrupa’daki diğer milletler çok az sayıda temsil edilmekteydi.”13 Bu süreçte SSCB kendi renklerini ana renklerle değiştirmeye muvaffak oldular. Ateist komünist Sovyet adam modeli göreceli üstünlük sağlasa da bölgenin temel renkleri olan İslam ve Türklük varlıklarını hep devam ettirdi. “Türklük” üst kimliğinin alt kimlik haline dönüştürüldüğü yapıda Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen ve Azeri renkleri üst kimliğe çıkarıldı. Kafalardaki dost ve düşman kavramları yeniden yorumlandı. “Dost” Ruslar, medeniyet getiren elit kavimdi. “Düşmanlar” ise Türkler, İslam ve Batılılar idi. Harmanlama tekniğiyle ekonomik olarak Türk toplulukları birbirine bağımlı hale getirildiler. Ekonomide para yerine “ takas sistemi” kullanıldı. Ticaretle bağlılık ve bağımlılık sağlandı. 

SSCB modelini ilk sarsanlar, kiliseleri için mücadele eden Polonyalılar oldu. Doğu Avrupa’daki Polonya’nın rolünü Asya’da “Afganlar” oynadı. 

Polonya’nın dini için mücadelesi Varşova Paktı’nın tabana ulaşmasını engelleyen faktördü. SSCB’yi parçalayan olayların 1980’li yıllarda Polonya’da başlamasına paralel olarak da Orta Asya’da Afganistan’daki SSCB karşıtı mücadelenin birbirini tamamlaması tesadüf değildi. 

Sonuçta, Mikhail Gorbachev XXI. yüzyılda Rusların bir devlet olarak var olamayacağını gördü. Yaptığı şey parçalanmış SSCB elbisesinden kurtulmaktı. “Yeniden yapılanma ve açıklık politikaları” bir bakıma Rus milletinin kurtuluş reçeteleri belki de son şansı idi 14. 

5. XXI. YÜZYILDA ARAYIŞ VE MUHTEMEL SONUÇLARI 

XXI. yüzyılın geliş sinyalleri, gerek bölge gerekse dünya açısından Gorbachev ’un SSCB Genel Sekreterliği’ne gelmesiyle başladı. 
Bir başka ifadeyle Gorbachev’un iktidarı Soğuk Savaş’ın sonuna doğru gidiş hamlesi idi. 

Gorbachev, Rus tarihini doğru okuyan biriydi. “Açıklık politikası” bir bakıma Lenin’le beraber başlayan XX. yüzyıl SSCB görüntüsü “Sovyet adam” modelinin iflasının dünyaya ilan edilmesiydi. Rusların klasik tarihi gelişim çizgisinde olan Üçüncü Roma eksenli ilerleme süreci SSCB dönemi ile bir bakıma “ara döneme” girdi. 1945 sonrası dünyanın etkin gücü olsa da, ki 1945-1955 arası, ABD ile girilen silahlanma ve uzay yarışında havlu atan taraf Ruslar oldu. Stalin’in kötü bir kopyası olan Brejnev döneminde rejimi canlandırma hamleleri ve birbiri ardına yapılan yanlış hareketler, SSCB için beklenen sonu getirdi. 

SSCB modelinin temelindeki hata Üçüncü Roma’nın eksikliğiydi. Bir adım daha ileri gidersek dinin reddedilmesiydi. Ruslar 1945 sonrası Almanya’nın oluşturduğu boşluğu Doğu Avrupa’ya girerek dolduruldular. Fakat Varşova Paktı’nda ideolojik birliktelik fikrini sağlayamadılar. Varşova’da başlayan Katolik mücadelesi, Macarların milliyetçilik ayaklanması, SSCB tanklarıyla etkisizleştiril di. Ama güç her şey değildi. 

Orta Asya’da Afganistan hamlesini yanlış okumaları ağır sonuçlar doğurdu. Afganistan stratejik nokta olarak klasik “sıcak denizlere” inmede doğru 
hamle olarak görüldü ise de, ülkenin coğrafi ve siyasi yapısı itibariyle dış güçler için tam bir kâbus olduğu sonradan anlaşıldı. Afganistan’la birlikte İran’da başlayan İslami çıkışlı siyasi dalgalanma Orta Asya’nın güçlü rengi “İslam’ın” canlanmasını tetikledi. Yalnız İran’daki hareket zamanla “Şii milliyetçiliğine” dönüştü. Bölgede Şii tabanın azlığı bir müddet sonra ibrenin Sünni İslam yapısına da sahip Afgan hareketini dönmesine zemin hazırladı. 1979 tarihindeki bu olaylara paralel olarak Pakistan’daki Ziya-ül Hakk’ın Sünni İslam söylemleri dinin bölgedeki etkinliğini kalıcı hale getirdi. 

Afganistan’ın işgali için bölgeye gönderilen Rus askerlerin içindeki Özbek, Kırgız gibi Türk ve Müslüman unsurlar Ruslar için ileride ciddi tehdit olacaktı. Mücahitler tarafından savaşta esir alınan Türk orijinli askerler Sünni İslam’ın Orta Asya’ya tekrar girişine zemin hazırladılar. Bu süreç ileriki yıllarda Fergana Vadisi olaylarının da temelini atacaktı. SSCB modelinden bir an önce kurtulma fikri hayata geçirildi. Mikhail Gorbachev “pandoranın kutusunu” açtı. Olaylar zamanla kontrolden çıkarak beklenmeyen sonuçları doğurdu. Gorbachev sonrası Yeltsin, akabinde de Putin’in birinci dönemine kadar SSCB önce Bağımsız Devletler Topluluğuna sonra Rusya Federasyonuna dönerek ciddi bir sarsıntı yaşadı. 

Bu süreçte kontrolden çıkan araba görüntüsünde olan Rusya, Putin’le kontrolü tekrar eline aldı. Şimdi yeni rota ne olacak sorusu sadece Rusya’nın 
değil Orta Asya’daki tüm toplumların da ana gündemini oluşturdu. 

6. ARAYIŞ SÜRECİNDE DEVLET OLGUSU 

1989 sonrasında Doğu Blok’unun yıkılmasıyla birlikte sadece Orta Asya’da değil tüm dünyada bir arayış süreci başladı. Bu süreci “tarihsel modelleme ve sosyal gen” formülüyle okuyup muhtemel sonuçları üzerine bazı öngörülerde bulunalım. Günümüzdeki ne benzer bir tablo 1890-1917 yılları arasında da yaşandı. O zamanki arayış üç ana kulvar ekseninde seyretti. Bunlar din, milliyetçilik (İslam, Türk) ve Batıcılık idi. Hesapta olmayan komünizmdi. XX. yüzyılın başlarında arayış alanları bu üç kulvar arasında geçerken komünizm sonucu belirledi. Hareket özellikle Stalin ile beraber “ zorba güç” veya baskın aktör rolünü oynamışsa da Rusya tarihi arka planına uygun olmadığı için bu yüzyılda kalıcı olamadı. 1989 sonrasında, Orta Asya tekrar 2000li yılların başına döndü. 

Bölge aramalar sürecine girerken yine üç öğenin etrafında gezinmeye başladı. İslamiyet İran–Afganistan hattında “siyasal İslam” olarak tanımlanırken, Milliyetçilikte kimilerine göre “etnik milliyetçilik” olarak görüldü. Eskinin batılılaşması şu anda küreselleşme oldu. Ama bölgedeki yansıması “Amerikan Emperyalizmi” olarak karşımıza çıktı. 


Orta Asya Komünist Yapı, Türk İslam XXI. yüzyıldaki Orta Asya Aktör Hareketliliği. 

Bu kulvarların bölge üzerindeki etkilerine gelince; komünizmin bölgede uygulanışına baktığımız zaman Rus sömürgeciliğini görürüz. Yapının bölge 
üzerindeki etkileri hala sürüyor. Geçiş döneminde de bunun olması normaldir. “SSCB adamı modeli” 1945 sonrası ortaya çıkan modeldi. O zaman doğanlar bugünkü Türk Cumhuriyetlerin başında olan bürokratik elitlerdir. Türk kimliği parçalanıp Kırgız, Özbek diye alt kimlikler ortaya çıkarılmıştı. Alt kimliklerin birbirleriyle ekonomik geçişkenliği artırılmış olmasına rağmen siyasi olarak birbirilerine benzer ama birbirilerinden ayrı topluluklar, ayrı devletler oluşturuldu. Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ayrı ülkeler olarak değerlendirildi. Ekonomide uygulanan “takas sistemi”nde karlı çıkan Ruslar oldu. Ekonomik düzene uygun siyasi yapı kurulurken devlet-toplum-parti sisteminde devlet veya topluma yapılan hizmet değil partiye yapılan hizmet ve sadakat esas alındı. Nitekim bunu Cengiz Aytmatov “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adlı eserindeki mahkumla onu mahkemeye götüren yargıcın hikayesini anlatırken yargıcın suçluyu suçlamasının adaleti yerine getirmek için değil, kendi terfisi ve sistemin kutsallaştırılması olduğunu anlattığı eserinde “ ..güçlü bir iktidarı kötülemek bireylerin çıkarlarını devlet çıkarlarından üstün tutmak, kokuşmuş burjuva bireyciliğine sempati duymak ve genel kolektifçiliği eleştirmekti…bu ise sosyalizme karşı olmak demekti. Oysa sosyalist ilkelere sosyalist çıkarlara karşı gelenlerin en ağır cezalara çarpıtıldıklarını herkes bilirdi.”15 

Komünist sistem devlet ve adalete bağlı toplum değil rejime, Stalin’e bağlı nesiller üretti. Halkın hayat kalitesini artıran yönetici tipi değil, rejime sadık idarici tipi ortaya çıktı. “Sovyet İnsanı sonunda aldatılana (deceptive man) dönüşmüştür. Bunun sonucu topluma yaygın bir yolsuzluk olarak tezahür etmiştir. Sistem bütünüyle bir aldatylan köleler ve aldatan efendilerden ibaret haline gelmi.tir.”16 Halka değil rejime bağlı bürokrat tiplemesi karşımıza çıktı. Bürokrat temelde egemenliği, hükümranlığı eline aldı. “..Sovyet uygulaması kurumsal hakları ezdi... sivil toplumun ortadan kaldırılması (başka bir ifadeyle bürokrasinin parçası yapılması) ve demokratik hakların ezilmesi sadece bürokrasiyi özgür bırakmadı, aynı zamanda tiranlığın da ortaya çıkmasına kolaylık sağladı”.17 Bu yapı, 1989 sonrasında da devam etti. Rejim yıkıldıktan sonra bölgedeki iktidar sahipleri bu hazır alt yapıyı kullandılar. 

Yeni yapı kalıcı mıdır? sorusunun cevabı açıktır; Hayır. XXI. yüzyıl yönetim algılamaları açısından bunun doğru bir sonuç olmadığını Türkistan’daki herkes bilmektedir. Genelde eski Komünist parti sekreterleri şimdinin tek adam tiplemelerine döndü. Ömür boyu cumhurbaşkanı seçilmek (Özbekistan, Kerimov örneği) veya öldükten sonra oğlunu iktidara taşıma yolu (Azerbaycan’da Aliyev hanedanı) gibi uygulamalar geçici yöntemlerdir. Bunlar tamamen geçiş dönemi uygulamaları olup kalıcı modeller olamazlar. Bu tarihi realiteye de aykırıdır. Onun farkında olan şu anki rejimler giderek demokrasiden uzaklaşıp diktatörce davranışlar içine girmektedir. Süreç, 2020’lere kadar devam edecektir. Şu anki davranış kalıbı Soğuk Savaş modelidir. Biliyoruz ki her yüzyıl kendine özgü modeller üretir. Bu yüzyılda dünyada devletlerin yerine sivil inisiyatifler alacak tır. Orta Asya’da da bunu söylemek için vakit henüz erkendir. Tek adam yönetimlerinden çoğulcu yapıya yani demokratik topluma doğru gidişatın 
ilerleyen senelerde hızlanacağı görülmektedir. Brzezinski, 1989’da Komünist rejim sonrası Rusya’yı anlatırken “..çoğulcu toplumların inkişaf etmesidir...”18 diyerek gelişim çizgisini vurgulamıştı. Yalnız yapının oluşum sürecini beklemek gerekir. Demokrasi getirmek adına yapılan dış müdahale ise halkın demokrasi algılamalarını bozmaktadır. (Soros devrimleri). Bu da mevcut yönetimler tarafından demokrasinin değil şu anki yapının doğru olduğu fikrinin halka iletilmesine zemin hazırladı. Sovyet adamı modelinin bürokratik algılamaları rejime uygun bürokrat tipi üretti. Rejimlerin yıkılmasından sonra bürokrat sınıf kendi geleceğini düşünmeye başladı. Bürokrat aldığı maaşla geçinemeyince günümüzde tüm coğrafyanın en büyük sorunu olan yolsuzluk ve rüşveti meşrulaştı. Bölgede az gelire karşılık çok gideri olan bürokrat tiplemesi çoğalmaya başladı. Sokakların ilkel görüntüsüne karşılık trafikteki son model arabalar ülkelerdeki çarpıklığın en iyi göstergesiydi. Yolsuzluk yoksulluğu tetikledi. Unutulmamalı ki, yoksulluk toplumdaki değişimleri başlatan ana unsurlardan biridir. 

Komünizm renginin bu yüzyılda Orta Asya gündeminde olmayacağı gerçeğini görmek gerekir. Bölge şu anda artık komünizmin yan tesirlerini yaşamaktadır. 


7. DİN VE MİLLİ KİMLİK ALGILAMALARI 

Orta Asya’da etkin din olarak İslamiyet çıkar. İslamiyet dışında Kazaklarda Ortodoksluğu, 1989 sonrasında da yoğun olarak Katolik ve Protestan 
misyonerlerle Hıristiyanlığı Orta Asya’da görmekteyiz. Din, ateizm sürecinde Orta Asya’daki toplumların ruh dünyalarından çıkarmak için çok uğraşılmış ise de başarılı olunamamıştır. Sokakta-resmi dairelerde dinin izleri silinse de din bölge halklarının iç dünyasında varlığını sürdürdü. 

Günümüzdeki bölgenin din resmine baktığımızda karşımıza çıkan görüntü “İslam’ın, Orta Asya’nın ulusal kimliğinin ana kaynaklarından biri ve diğer İslam ülkeleriyle ilişkilerini kolaylaştıran bir unsur olduğudur.”19 XIX. yüzyılın fotoğrafından farklıdır. Bugünkü resimde İslamiyet ana çarpandır. İslamiyet’i bölgede iki boyutla incelemek gerekir. İlk olarak inanç ekseninde, ikincisi de siyasal yapı çerçevesinde bakılmalıdır. İnanç ekseninde bölgenin dini arka planına baktığımızda karşımıza çıkan etkin alan Özbekistan’dır. Buhara, Semerkant, Taşkent ve Merv bölgeleri İslam tarihi açısından da tartışılmaz yerlerdi. Türk-İslam rengi şekillendiren Hoca Ahmet Yeseviler, Mevlanalar, Nakşibendiler gibi önemli İslami şahsiyetlerin doğum yerleri buralardır. Bir başka ifade ile Turkuvazla Yeşilin20 yoğrulduğu bu belde SSCB döneminde de İslamiyet açısından önemli bir yerdi. Özbekistan, Orta Asya’nın dini omurgası hükümdedir. 1979 yılı, yukarıda söylendiği gibi İslamiyet’in bölgeye dönüş yılıdır. İran’da Humeyni’nin liderliğindeki İran İslam devrimi, Afganistan’daki Rus işgali, ona karşı başlatılan Sünni İslam Mücahit hareketi, Rus askeri kimliğinin altında bölgeye giden Türk askerlerine Müslümanlığı yeniden tanımaları fırsatını verdi. Bir bakıma İslamiyet evlere geri döndü. İslamiyet halkın ateizm sonrası inanç boşluğunu da dolduran unsurdur. Öyle ki 1989 sonrası açılan camiler, Kuran öğrenen insanlardaki artış İslamiyet’in bölge hayatına geri döndüğünü 
göstermektedir. İslamiyet özellikle taşrada hayatın içinde durmaktaydı. 

Şehirlerde ise varlığını yeni yeni göstermeye başladı. İslamiyet günümüzde 
tekrar bölgeye İranlılar, Türkler ve Suudi Arabistanlılar eliyle girdi. İranlılar ağırlıklı olarak Azerbaycan, Türkmenistan bir kısmı da Tacikistan üzerinden 
Mollalar vasıtasıyla hamlelerini yaptılar. Suudi Arabistanlılar ise Vahhabi yaklaşımı tarzıyla çalışmalarını gezici misyonerler vasıtasıyla yaptılar. 

(Günümüzde Kırgızistan gibi ülkelerde genç gruplar taşradaki yerleşim yerlerine giderek insanları namaza gelmeleri ve kuran okumaları konusunda kapı kapı dolaşıp yeni Müslüman olanlara törenler yapmaktadırlar.) Bunlar yanında, Türkler bölgede daha ılımlı bir model kullanıyor. İslamiyet’i tebliğ yöntemiyle değil temsil yöntemiyle yaptıkları faaliyetlerde bulunuyorlar. Türkiye merkezli çalışmalar bölgede eğitim ve ticari yapılarda kendini gösteriyor. 

Bunların yanında, İslamiyet dışındaki dinlerden Hıristiyanlığın yoğun çalışmaları göze çarpıyor. ABD orijinli misyoner grupları STK olarak bölgede bulunmaktadır. Sadece günümüzde Kırgızistan’da 2500 kurum çalışıyor. İngilizce lisan kursları, ABD üniversiteleri ve okulları bölgede bu amaca yönelik hamleler yapmaktadır lar. Amerikalıların faaliyetleri taşrada yoğunlaşıyor. Buna karşılık, Kırgızistan gibi ülkeler de misyonerlerin çalışmalarını yasaklama yoluna gidiyorlar. Belli bölgeler de, İslamiyet’in savunulmasına destek veriliyor. Dinin, gelecek senaryolarında bölgede orta ve uzun vadede belirgin bir aktör olacağı ortadadır. İslam Kerimov sonrası Özbekistan bölgenin dinsel gelişimine geçmişte olduğu gibi merkezi 
olacaktır. ABD Bush hükümetleri zamanında devlet politikası yapılan “İslami terör” (!) söylemleriyle Afganistan’a yüklenilmesi bölgedeki İslami gelişmeleri askeri yöntemlerle kontrol altına alma hamleleri olarak değerlendirilmektedir. İslamiyet’in bölgedeki etkinliği ABD değil Putin eksenli Rusya’ya da tesir etmektedir. Özbekistan’daki Kerimov yönetimine İslamiyet’i kontrol görevini veren Rusya’dır. A. Dugin’in “Avrasyacılık” tezindeki Ortodoksluğun Kazakistan hattıyla bölgeye sokulması da ileriye yönelik bir hamle olarak görülmektedir. 

Din çerçevesinden geleceğe baktığımızda Türkistan’daki din, İslamiyet, Orta Asya’nın geçmişinde olduğu gibi geleceğinde de olacaktır. 

Türkçülük ve Turancılık fikirlerinin bölgenin geleceğine etkisi nedir sorusu, önümüzdeki yıllarda sık sorulacak bir sorudur. Bu söylemler, XX. yüzyılın başlarında da bölgede en çok taraftar toplayan düşünceydi. İsmail Gaspıralı’dan Enver Paşa’ya, Basmacılar hareketinin öncülerine kadar, Türkçülük bölgenin ana renklerinden biri olduğunu bize gösterdi. 

SSCB’yi en çok zorlayan Türkçülük hareketi idi. 1938 yılındaki Basmacılar hareketini sonuçlandırılan ve Türkistan adının Orta Asya’ya dönüştürme mücadelesinde göreceli olarak kazanan Ruslardı. Fakat 1989 sonrası coğrafyada Türk rengi tekrar çıkmaya başladı. Nitekim, Dugin “Rus jeopolitiği” kitabından Turan ve Türklüğü bölgede güçlenen düşman olarak tanımlar.21 Yüzyıl geçişlerin de sosyal genlerin etkinliği gerek dini gerekse milli kimlikte bir kez daha görülmektedir. 

Geçiş dönemlerinde milli kimliğe dönmek etnik milliyetçilik değildir. Bu doğal bir süreçtir. Bölgedeki Türk kimliği gitmediği için geri dönmesi söz konusu değildir. Buradaki temel sorun Türk üstün kimliğinin dönüşüdür. Stalin zamanında uygulanan politikalar sonucunda Türk üst kimliği yırtılmıştır. Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen alt kimlikleri üst kimlik olarak ortaya çıkarıldı. 


Orta Asya Türk Kimliğindeki Oynamalar Grafiği 

Ruslar, Türk üst kimliğini özellikle dil ve eğitim programlarıyla okullarda yıktılar. Önce entelektüel kesime öğretilen Rusça sonra tabana yaygınlaştırıldı. Bu işlem yapılırken Türkçe’nin entelektüel dili olmadığı, dağlı, bayağı bir dil olduğu fikri kitlelere verildi. XX. yüzyıl başlarında Arap alfabesini kullanan Türkler bu sayede dinle ve İslam dünyasıyla birlikte olurken bu tarihlerden itibaren Kiril alfabesine geçilerek dil birlikteliği yok edildi. Günümüzde bile Rusça kültür dili olarak bölgede kabul görmektedir. Avrupa’nın köylü toplumu olan Ruslar Asya’da şehirli kültürlü millet olarak lanse edildi. Nihayetinde 1989 sonrasında da “Türkçe konuşan devlet adamları toplantısında” Rusça konuşan siyasetçiler görmek anormal olmasa gerektir. Günümüzde dil, din ve millet olma süreci Türk topluluklarında başladı. Sefer Murat Türkmenbaşı kaleme aldığı “Ruhname”de şöyle der; 

“Atamız Oğuz han Türkmen Halkının nesilbaşı Türkmen halkının atası..”dır.22 

Bölgenin Türklüğe geçişini kısa vadede beklemek zordur. Bunun yanında Rusça’nın varlığının resmi ve gayr-i resmi devam ettiği gerçeğinden 
hareketle, küreselleşme çerçevesinde İngilizce de bölgede var olmaya çabalamaktadır. Tüm bunlara rağmen geçiş döneminde Türkçe’nin, Rusça ve 
İngilizce ile paralel olarak uzun vadede etkinliğinin artıracağı gözlenmektedir. Ayrıca Türk kimliğinin tekrar baskın kimlik olacağı ortadadır. 

   Küreselleşme gelecek Orta Asya toplumlarının tercih edeceği bir olgu olur mu sorusunun cevabını XIX. yüzyılın batılılaşmasında görmek mümkündür. Batılılaşma bölgede zorla tutunmuştur. Bu noktadan hareketle küreselleşmeyi hafife almamak lazımdır. XIX. yüzyılda İngilizlerin eliyle oryantalizm bağlamında geliştirilen tezler İngiliz sömürgeciliğini yaydı. Günümüzde de benzer tartışma devam etmektedir. Orta Asya’da küreselleşme Amerikan emperyalizmini yayan unsur olarak algılanmaktadır. ABD’nin bölgeye 1989 sonrası yavaş yavaş girme hamleleri, 11 Eylül 2001 tarihinde itibaren ise de Afganistan’ın işgaliyle belirgin olarak kendini göstermesi bu görüşü desteklemektedir. ABD’nin, Bush hükümetleri zamanında Asya’da var olacağını Afganistan işgalleriyle eş zamanlı olan Soros devrimleriyle belirginleştirmiştir. Ayrıca, Kırgızistan’da ve Özbekistan ’da elde edilen üslerle ABD, bölgede askeri hamleler yoluna devam edeceği sinyalini verdi. Daha sonra ABD üniversiteleri, misyonerler, medya ile küreselleşme çizgisi bölge tabanına inmeye çalıştı. Rusya’da Yeltsin ve Putin’in birinci iktidar dönemlerinde oluşan boşluk ABD tarafından doldurulmaya çalışıldı. Ama Putinli Rusya’nın bölgeyi kolay kolay bırakmayacağı da ortadadır.23 

  Nitekim bunun somut göstergesi Özbekistan’da oluşan ABD karşıtlığı ve en son olarak da Kırgızistan’daki ABD askeri üssünün meclis tarafından kapatılması, Orta Asya’ya Rusya’nın tekrar geri dönüşü olarak yorumlanabilir. Diğer taraftan, Obama yönetiminin Irak’tan asker çekişini takvime bağlamasına rağmen Afganistan’da tam tersine asker sayısının arttırması, Kırgızistan’da kaybettiği üssün yerine bölgede yeni arayışları Orta Asya’daki yarışta orta vadede ABD’nin sahneyi terk etmeyeceğini gösteriyor. Şu unutulmamalıdır: Küreselleşme ABD emperyalizmi şeklinde gelişirse, orta vadede etkinliğini yitirecektir. 

Kısa vadede küreselleşmenin etkisinin güçlü olacağı ortadadır. Uzun vadede ise XX. Yüzyılın da komünizmin yaptığı sürprizi yapması ihtimal dâhilindedir. 

SONUÇ 

Mekan dünyada değişmeyen unsurdur. Değişen, mekanların üstündeki renklerdir. Bazı renkler mekanların ana rengidir. Ana renkler mekanların 
taşlarında, ruhlarında vardır. Mekanlardaki ana renkleri anlamak tarihin görevidir. Tarihi stratejiyle buluşturduğunuzda mekana gelecek renkleri 
tahmin etmek kolaylaşacaktır. Orta Asya mekanına baktığımızda din olarak İslam, millet olarak da Türk rengi göze çarpar. Bu renkler bize bölgenin 
sosyal gen rengini işaret eder. Şunu bilmekteyiz ki nasıl gözümüzün rengi, saç rengimizi biz değil fiziki genlerimiz belirliyorsa sosyal genimiz de sosyal geleceğimizi belirler. Yüzyılların geçiş dönemlerindeki arayışlarda sonucu hep temel renkler belirlemiştir. Bunların yanında XX. yüzyılda SSCB örneğinde olduğu gibi dış unsur baskın olarak ortaya çıkabilir. Ama bu durumda kalıcı olabilir mi sorusunu sorduğumuzda yine SSCB örneğiyle cevap verdiğimizde hayırdır. Günümüzde, Rusya’nın bölgede varolma mücadelesinin altında yatan neden budur. Bunu tarihsel modelleme yöntemiyle sorguladığımızda, içselleştirilmeyen düşünceler bölgelerde uzun süre kalıcı olamaz. Silah ve para gücü geçici güçlerdir. Medeniyetler ve onları oluşturan din ve milletler güçlü aktörlerdir. Sonucu onlar belirler. Kısaca, geçmiş geleceği belirlediği için önemlidir. 

KAYNAKÇA 

Aslanova, Sevinç. Kutsal Sinodtan Rus Ortodoks Kilisesine. İstanbul: 2006. 
Aytmatov, Cengiz. Cengizhan’a Küsen Bulut. Çeviren Refik Özdek. İstanbul: 2007. 
Benningson, Alexandre A. ve S.Enders Wimbush. Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Komünizm. İstanbul: 1995. 
Brzezinski, Zbigniew. Büyük Çöküş. Çeviren Gül Keskil, Gülsev Pakkan. Ankara: 1994. 
Dugin, Aleksandr. Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım. Tercüme eden Vügar İmanov. İstanbul: 2003. 
Günay, Bekir. Avrupa’dan Asya’ya Sorunlu Türk Bölgeleri. İstanbul: 2005. 
Harmstone, Teresa Rakowska. “Ethnicity in the Soviet Union.” Annals of the American Academy of Political and Social Science, Ethnic Conflict in the 
World Today 433 (1977): 73-87. 
Hayit, Baymirza. Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi Türkistan Türklüğünün Milli Mücadelesi. İstanbul: 2006. 
Hooson, David J.M. “A new Soviet Heartland?” The Geographical Journal Vol 128 No 1 (1962): 19-29. 
İmanov, Vügar. Ali Merdan Topçubaşı (1865-1934). İstanbul: 2003. 
Jones, Stephen B.“Siyasi Dünya Görüşleri.” Çeviren Behiç Hazer. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cily 10 Sayı 4: 168-177. 
Karpat, Kemal H. Türkiye ve Orta Asya. Çeviren Hakan Gür. Ankara: 2003. 
Khairmukhanmedov, Nurbek. “Stalin Dönemindeki Siyasi Muhalifleri Tasfiye Uygulamaları ve Çalıştırma Kampları.” Bilig 41(Bahar 2007): 155-174. 
Mikail, Elnur Hasan. KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya. İstanbul: 2008. 
Onay, Yaşar. Batıya Direnen Devlet Rusya. İstanbul: 2007. 
Özsoy, İsmail. “Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihi ve Evrensel Dersler.” Bilig 39 (Güz 2006): 163-194. 
Pares, Bernard. “Religion in Russia.” Foreign Affairs Vol 21 Issue 4 (1943): 635-643. 
Sander, Oral. “Sovyet Birliği Komünist Partisinin Sosyal Kompozisyonu.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 21 Sayı 1: 193-207. 
Türkmenbaşy, Saparmyrat. Ruhnama. Aşgabat: 2001. 
Swietochowski, Tadeusz.“1920 öncesinde Rus Azerbaycanında Milli Kimliğin Yükselişi ve Edebi Dil Politikası.” Ankara Üniversitesi Dil 
Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 22 Sayı 34: 175-182. 
Swietochowski, Tadeusz. Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı 1905-1920. Çeviren Nuray Mert. Istanbul: 1988. 
Tellal, Erel. “Mirsaid Sultan Galiyev.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 56 Sayı 1: 105-133. 
Walters, Philip. “The Russian Orthodox Church and the Soviet State.” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 433(1986): 135-145. 
Yılmaz, S. Harun. Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve Bürokrasi. İstanbul: 2006.



DİPNOTLAR;

1 Stephen B. Jones, “Siyasi Dünya Görüşleri,” çev. Behiç Hazer Ankara Üniversitesi 
   Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 10 Sayı 4: 175. 
2 Ortodoks kilisesi hakkında bakınız, Sevinç Aslanova, Kutsal Sinodtan Rus Ortodoks Kilisesine (İstanbul: 2006). 
3 Bernard Pares, “Religion in Russia,” Foreign Affairs Vol 21 Issue 4 (1943): 637. 
4 Baymirza Hayit, Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi Türkistan Türklüğünün Milli Mücadelesi (İstanbul: 2006), 238. 
5 Tadeusz Swietochowski, “1920 öncesinde Rus Azerbaycanında Milli Kimliğin Yükselişi ve Edebi Dil Politikası,” 
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 22 Sayı 34: 178. 
6 Bakınız, Vügar İmanov, Ali Merdan Topçubaşı (1865-1934) (İstanbul: 2003). 
7 Tadeusz Swietochowski, Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı 1905-1920, çev. Nuray Mert (Istanbul: 1988), 177. 
8 Erel Tellal, “Mirsaid Sultan Galiyev,” Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 56 Sayı 1: 111; ayrıca bakınız, 
   Alexandre A. Benningson, S.Enders Wimbush, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Komünizm (İstanbul: 1995). 
9 Philip Walters, “The Russian Orthodox Church and the Soviet State,” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
   Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 483(1986): 140. 
10 Nurbek Khairmukhanmedov, “Stalin Dönemindeki Siyasi Muhalifleri Tasfiye Uygulamaları ve Çalıştırma Kampları,” Bilig 41(Bahar 2007): 163. 
11 David J.M. Hooson, “A new Soviet Heartland?” The Geographical Journal Vol 128 No 1 (1962): 25. 
12Teresa Rakowska, Harmstone, “Ethnicity in the Soviet Union,” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
    Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 433 (1977): 80. 
13 Oral Sander, “Sovyet Birliği Komünist Partisinin Sosyal Kompozisyonu,” Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 21Sayı 1: 205. 
14 Yaşar Onay, Batıya Direnen Devlet Rusya (İstanbul: 2007), 234. 
15 Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut, çev. Refık Özdek (İstanbul: 2007), 88. 
16 İsmail Özsoy, “Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihi ve Evrensel Dersler,” Bilig 39 (Güz 2006): 173. 
17 S.Harun Yılmaz, Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve Bürokrasi (İstanbul: 2006), 349. 
18 Zbigniew Brzezinski, Büyük Çöküş, çev. Gül Keskil, Gülsev Pakkan (Ankara: 1994), 281. 
19 Kemal H.Karpat, Türkiye ve Orta Asya, çev. Hakan Gür (Ankara: 2003), 276. 
20 Bekir Günay, Avrupa’dan Asya’ya Sorunlu Türk Bölgeleri (İstanbul: 2005), 29. 
21 Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım, ter. Vügar İmanov (İstanbul: 2003), 184. 
22 Saparmyrat Türkmenbaşy, Ruhnama (Aşgabat: 2001), 43. 
23 Elnur Hasan Mikail, KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya (İstanbul: 2008), 234. 



***

13 Haziran 2017 Salı

ORTADOĞU LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT HİZBULLAH BÖLÜM 2




 ORTADOĞU LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT HİZBULLAH BÖLÜM 2 



 (HAMZEH, 1993)


Hasan Nasrallah`ın 1992 yılında genel sekreter olmasının ardından aynı yıl içinde yapılacak parlamento seçimlerine Hizbullah olarak gireceklerini ilan etmesiyle birlikte Hizbullah siyasi bir parti sıfatını da kazanmış, böylelikle Lübnan siyasi hayatına sadece askeri olarak değil aynı zamanda politik olarak da müdahale fırsatını elde etmiştir. Hizbullah katılmış olduğu ilk seçim olan 1992 seçimlerinde 128 koltuktan 8 ini kazanmış olup, Lübnan`daki son seçim olan 2009 seçimlerinde Hizbullah`ın meclisteki adıyla Direniş`e Sadakat Bloğu 12 koltuk kazanıp 2 bakanlığı elinde tutmayı başarmıştır. (beyrut.be.mfa)
Hizbullah askeri gücünün vermiş olduğu avantajı da kullanarak Lübnan siyasetinde her daim etkili olmayı başarabilmiştir. Parlamento ve hükümette her daim Hizbullah faktörü göz önünde bulundurulmuştur çünkü Hizbullah örgüt ve temsil ettiği insanların aleyhine oluşabilecek tüm durumlara müdahale etmektedir. Bu müdahalelerde genellikle başarıya da ulaşmaktadır. Batı destekli Saad Hariri hükümetinin Hizbullah`ın müdahalesiyle düşürülmesi bunun en güzel kanıtıdır.
Örgüt siyasi faaliyetlerini anlatmak, tabanını genişletmek ve ona olan desteği arttırmak, kısacası örgütün propagandasını yapmak için yazılı ve görsel birçok alanı kullanmaktadır. Sosyal medya konusu propaganda için özellikle önemlidir. Örgütün propagandasını yapmak amacıyla kullandığı başlıca basın yayın organları şunlardır:
El-Manar; örgütün televizyon kanalıdır. Hizbullah liderleri ve ulemalar kanalda siyasi, sosyal ve askeri konularda görüşlerini belirtmekte ve Hizbullah politikalarını açıklamakta, dini, tasavvufi ve felsefi sohbetler yapılmaktadır.
Radyo Nur; örgütün radyo kanalı olup savaş durumlarında halkı birlik olmaya davet edip genellikle Hizbullah marşları çalarak mücahitlere moral verme amacındadır.
Lahit ve El Mukaweme Gazeteleri; Örgütün gazete organları olup örgütün siyasi ve askeri propagandasını yapmakla birlikte savaşçılardan ve şehit olan mücahitlerin fotoğrafları ve öykülerine yer vermektedir. (ERDİN, 2010)


SOSYAL YAPILANMA

Hizbullah`ın Lübnan içerisindeki gücü ve popülaritesi araştırıldığında rahatlıkla görülebilir ki; örgütün oluşturmuş olduğu sosyal hizmetler ağı örgütün ülke içerisinde bulduğu desteklerin en önemli nedenlerinden biridir. Hizbullah oluşturmuş olduğu eğitim, sağlık ve sosyal dayanışma kurumlarıyla birlikte bütün bir halka hizmet etmektedir. Eğitim ihtiyaçlarını karşılayamayan çocuklara kendi kurduğu okullarda eğitim vermektedir ki birçok araştırmacıya göre Hizbullah`ın eğitim kurumları Lübnan`ın resmi eğitim kurumlarından çok daha yüksek kaliteye sahip bir eğitim vermektedir. Bunun yanı sıra vakıf hastaneleri şeklinde hastaneler kurmuş olup, sağlık ihtiyaçlarını karşılayamayan yoksul kesime bu kurumlarda hizmet vermekte veya savaş bölgelerine sağlık hizmeti götürmektedir. Savaşta veya saldırılarda yıkılmış evleri tamir eden veya evini kaybedenler ve evsizler için yeniden ev yapan inşaat kurumları da faaliyet göstermektedir. Babasını savaş v.b. durumlar dolayısıyla kaybetmiş yetimlere veya dullara sosyal yardımlaşma aracılığıyla maddi ve manevi yardımlarda bulunmaktadır. Kendi hakimiyeti altındaki bölgelerde halkın yiyecek ve su ihtiyacından sağlık ve sosyal ihtiyaçlarına kadar her alanda faaliyet gösterip yapmış olduğu faaliyetleri karşısında hiçbir ücret talep etmemektedir. Böylece Hizbullah halkın desteğini kısa bir sürede kazanmış ve zaman içerisinde örgüt ve siyasi parti konumunun da üstüne çıkarak tabiri caizse Lübnan`ın bazı bölgelerinde devletleşmiştir. (QASSAM, 2007)
Hizbullah`ın Lübnan içerisinde faaliyet yürüten bazı kurumları şunlardır; İnşaat Cihadı Kurumu, İslami Uyanış Kurumu, Karzı Hasene Cemiyeti, İslami Hayır Cemiyeti, Şehit Kurumu, İslami Eğitim Kurumu, İslami Direnişi Destekleme Kurumu. (ÇELİK, 2006)



ASKERİ YAPILANMA

Hizbullah kuruluş sürecinde Lübnan İç Savaşı`nı ve İsrail işgalini yaşamış bir örgüt olarak askeri gücün hayati öneminin farkındadır. Bu bağlamda kuruluşunu ilan ettiği yıldan itibaren büyük bir askeri güç ve vurucu etki yaratmak Hizbullah`ın temel amaçlarından biri olmuştur, zira Hizbullah, her an Lübnan`ı yeniden işgal potansiyeline sahip bir düşmanın, İsrail`in sınır komşusudur. Bu nedenle Hizbullah yıllar içerisinde İsrail`e karşı direniş gösterebilmek, bu yolla cihad faaliyetlerini arttırabilmek ve bölgede askeri güç olarak dikkate alınan bir unsur olabilmek amacıyla düzenli bir strateji izlemiş ve İsrail ordusuna karşı sahip olabileceği bütün avantajları kullanmak istemiştir. Böylece Hizbullah, dünya üzerinde devrim ve cihad amaçlarını güden ve düzenli büyük bir orduya karşı savaşan her hareket gibi gerilla savaşı stratejisini benimsemiş ve bünyesinde Lübnan Direniş Tugaylarını organize etmiştir. Çünkü İsrail ordusuna karşı mücadele sürdüren Hizbullah`ın İsrail ordusu gibi uçak, gemi v.b. konvansiyonel silahları yoktur ve İsrail ordusuna karşı açık alanda yapılacak bir mücadelede her hangi bir direniş sergileyemez. 

İsrail gibi dünyanın en güçlü 4. Ordusu olarak gösterilen bir güce karşı izlenebilecek en etkili strateji gerilla savaşıdır.  Çünkü İsrail ordusu gibi büyük konvansiyonel ordular, tıpkı kendisi gibi konvansiyonel ordulara karşı savaşmak üzere eğitilmişlerdir. Hali hazırdaki teknolojik, lojistik ve sayısal üstünlüğü kırmak ve İsrail`e karşı bir direniş gösterebilmek ancak gerilla savaşı stratejisi ile mümkünüdür. Çünkü geçmişte birçok deneyimin kanıtladığı gibi düzenli ordu birlikleri tüm üstünlüklerine rağmen gerilla stratejisi izleyen birliklere karşı kesin bir zafer kazanamazlar. Hizbullah bu durumu İsrail karşısında avantaja çevirerek İsrail`e karşı birçok kez başarı elde etmeyi bilmiştir. 

Gerilla savaşı stratejisinde militan sayısı ve mühimmattan daha önemli bir konu vardır ki; o da halk ile olan ilişkilerdir. Hizbullah halk ile olan ilişkilerine son derece önem göstermiş, bunun için de El Manar ve Radyo Nur gibi yapıları kullanarak en önemi silah olan propaganda olgusunu halk üzerinde son derece iyi işlemiştir. Bunların yanı sıra cihad anlayışına sahip olan Hizbullah, ideolojik olarak son derece disiplinli bir eğitim vermekte ve militanlarının cihad anlayışıyla birlikte kendilerini koşulsuz olarak Hizbullah`a adamalarını sağlayabilmektedir. Ayrıca İslami devrimci bir yapıya sahip olduğunu tüm dünyaya kanıtlamak adına bayrağının üzerine dünyadaki tüm devrimci hareketlerle özdeşleyen silahı AK-47`yi yerleştirmiştir. (npr.org)

Böylece Hizbullah İsrail ordusuna karşı son derece etkili bir gerilla gücü oluşturmayı başarmıştır. Halkın desteği sayesinde gücünü her geçen gün daha da arttıran Hizbullah, dikenleri teller ve askeri üslere sıkışmış durumda olan İsrail ordusunun aksine hareket halinde kalarak, İsrail ordusuna etkili saldırılar organize edebilmektedir. Ayrıca oluşturmuş olduğu istihbarat ağı Hizbullah saldırılarının etkisini arttırmaktadır. 

Hizbullah`ı gerilla savaşını uygulayan diğer örgütlerden ayıran nokta ise kurulduğu günden bugüne mühimmat konusunda İran`ın Hizbullah`a sağlamış olduğu destektir. Hizbullah diğer örgütler gibi piyade tüfeği, mayın, uçaksavar v.b. mühimmatlara ihtiyaç duymamaktadır. Resmi olarak kabul edilmese bile herkesin bildiği üzere İran Hizbullah`a her türlü mühimmat desteğini vermektedir. Böylece Hizbullah İsrail`e karşı direnişte önemli bir avantaj elde etmektedir. Zira Hizbullah`ın İran yardımıyla sahip olduğu füze kapasitesi belki de hiçbir örgütte mevcut değildir. Askeri birliklerin sürekli hareket halinde olması sayesinde Hizbullah, İsrail ordusu militanların yerini saptayamadan İsrail`e füze fırlatıp o bölgeden uzaklaşabilmektedir. İsrail`e karşı direnişin ilk yıllarında Sovyet menşeili Katyuşha füzeleri kullanan Hizbullah, ilk başlarda İsrail tarafından büyük bir tehdit olarak görülmese de yıllar içerisinde füze menzilini ve çeşidini arttırarak İsrail güvenlik sistemi açısından büyük bir sorun haline gelmiştir. Çünkü bugün Hizbullah, İran menşeili Fecr-3, Fecr-5 ve Zilzal füzeleri ile Tel Aviv`i dahi vurabilecek füze kapasitesine sahiptir. (ÇELİK, 2006) Hizbullah`ın elinde bulunan füzelerin menzilleri şu şekildedir: (bbc)
               
Sonuç olarak .,

İran`ın maddi ve mühimmat desteği ile İsrail`e karşı birlikte gerilla stratejisini son derece etkili bir biçimde kullanan Hizbullah, bazı araştırmacılara göre bugün dünya üzerinde en güçlü gerilla yapısına sahip örgüttür ve İsrail`e karşı açık bir tehdittir. Hizbullah`ın İsrail`e karşı yürütmüş olduğu bu stratejinin başarısını 2006 yılında İsrail ile Hizbullah arasında gerçekleşen savaşta ortaya çıkan İsrail zayiatı kanıtlamaya yetmektedir. 33 gün süren savaş boyunca İsrail, 120’den fazla Merkava tankı, 5 helikopter, 3 savaş gemisi, 2 casus uçağı ve yüzlerce asker kaybetmiştir. (ÇELİK, 2006)


İRAN, SURİYE, HİZBULLAH İLİŞKİSİ

Hizbullah, kurulduğu günden itibaren Lübnan`ı İsrail saldırılarına karşı korumak, Şii nüfusun haklarını korumak ve bu hakları geliştirmek ve sonunda bu yolla herkes için eşitlik ilkesinin ve adaletin hakim olacağına inandığı İslam Devleti `ni kurmak amacında olduğunu dünya kamuoyuna açıklamıştır. Hizbullah gibi İsrail`e karşı savaş yürütmekte olan bir örgütün sadece Lübnan halkından destek alarak başarıya ulaşması neredeyse imkansızdır. Bu nedenle Hizbullah bölgede ittifak içerisinde bulunabileceği örgüt ve devletler ile kurmuş olduğu ilişkiler ağına özen göstermiş ve Sünni olmasına rağmen HAMAS ile Irak`taki Şii popülasyon ve liderleri ile, ama özellikle de İran ve Suriye ile derin ilişkiler ağı oluşturmuştur. İran`ın, kuruluşundan günümüze Hizbullah`a vermiş oldu maddi ve manevi destek zaten hali hazırda bilinmekte olup, Suriye yönetimiyle ilişkilerin Hizbullah açısından ne kadar önemli olduğu, Hizbullah`ın Beşar Esad saflarında Suriye iç savaşına müdahil olmasıyla bir kez daha kanıtlanmıştır. Bu bağlamda Hizbullah`ın bölgedeki aktörler ile arasındaki ilişkiler açısından hayatı önem taşıyan iki ilişki, Hizbullah-İran ve Hizbullah-Suriye ilişkileridir.
İran Devrim Muhafızları`nın ve Ayetullah Humeyni`nin desteğiyle kurulan Hizbullah, kabul etmektedir ki Hizbullah`ın yapı taşları İran İslam Devrimi`nden geçer. Zira İran İslam Devrimi bütün bir coğrafyada deprem etkisi yaratmış ve özellikle bölgedeki Şii Müslümanlar için ittifak içinde olacağı bir umut kaynağı olmuştur.  

İran İslam Devrimin lideri Ayetullah Humeyni de devrimin ardından İran İslam Cumhuriyeti`ni tüm dünya Müslümanlarının koruyucusu olarak görmüş ve bu nedenle devrimin özellikle de bölge ülkelerine ihracını önemli bir stratejik adım olarak belirlemiştir. Hali hazırda bölgede yüksek Şii popülasyonuna sahip olan ve sıkça İsrail işgaline maruz kalan Lübnan, devrimin ihracı için ilk ve en önemli ülke haline gelmiştir. (GÖRÇÜN, 2000) Böylece Devrim Muhafızları Hizbullah`ın belkemiğini oluşturmuş ve Hizbullah Lübnan`da giderek güçlenmiştir. 1985`ten bugüne kadar İran, hem Ayetullah Humeyni hem de Ayetullah Hamaney dönemi boyunca Hizbullah`a maddi ve manevi desteği hiçbir zaman kesmemiştir. Çünkü özellikle Saddam rejiminin devrilmesinin ardından İran için tarihi bir fırsat ortaya çıkmış ve bölgesel güç olma imkanı doğmuştur. Bu nedenle İran bölgede özellikle Şii popülasyonun yoğun olduğu bölgelerde hakimiyetini pekiştirmek ve Türkiye gibi bölgesel güç olma potansiyelini barındıran ülkelerle girmiş olduğu stratejik yarışta bir adım öne geçmek amacıyla özellikle Hizbullah ve Suriye`ye maddi ve manevi desteklerini asla esirgememiştir. Ayrıca bölgedeki Arap ülkeleri ile İsrail arasında yaklaşık yetmiş yıldır süregelen sıkıntılar ve Filistin konusu, İran`ın bölgede kendisine olan desteği arttırması için bir avantaj doğurmuş ve Hizbullah`a olan desteği perçinlemiştir. Hizbullah da imamlık öğretisi gereğince yolu takip edilecek olan yaşayan imam olarak öncelikle Ayetullah Humeyni, ardından da Ayetullah Hamaney`i izlemiştir. Zira askeri ve politik ittifakın yanı sıra Lübnan Şiileri ile İran arasında güçlü bir manevi bağ da vardır. Lübnan Şiilerinin medrese eğitimi aldıkları yerin İran`daki Kum kenti olması belki de bunun en güzel kanıtıdır. (AKYOL, 2000)

Suriye ve Hizbullah arasındaki ilişki, İran-Hizbullah ilişkisinden daha farklı bir zemin üzerine oturtulmuş ve bu bağlamda ilerleme kaydedilmiştir. Hizbullah`ın ortaya çıkış sürecinin en başından itibaren İran ile olan maddi ve manevi ilişkililerinin aksine Suriye ve Hizbullah arasındaki ilişki, daha stratejik bir temel üzerine oturtulmuş ve İran ile ilişkilerin aksine Hizbullah`ın ortaya çıkışından çok daha sonra gelişmiştir. 

Hizbullah`ın Şubat 1985`te ortaya çıkışıyla birlikte ilan ettikleri örgütün genel amaçları arasında bulunan İslam Devleti ibaresi doğrudan doğruya laik Suriye yönetimi açısından problem yaratacak bir ibaredir. Hizbullah`ın ilk ortaya çıktığı yıllarda Suriye hükümeti Hizbullah ile değil Emel örgütü ile diyalog ve ittifak içerisinde olup iç savaşla birlikte 1976 yılında Suriye Lübnan`a asker çıkarmıştır. Fakat daha sonra Suriye hem Lübnan resmi hükümeti hem de Hizbullah ile birlikte denge ilişkisi kurmaya başlamıştır. Böylece uzun yıllar boyunca Lübnan siyasetinde ve bürokrasisinde egemen bir güç olarak varlığını sürdüren Suriye, Lübnan`daki askerlerini ancak Mayıs 2005 yılında çekmiştir. (ntv.com.tr)
Körfez savaşının ve Sovyetler Birliği`nin yıkılmasının ardından Suriye politikalarında gerçekleşen bir takım değişiklikler sonucunda İran`ın da etkisiyle birlikte Suriye Hizbullah ilişkileri değişime uğramıştır. Aynı süreç içerisinde Suriye`nin İran ile olan ilişkilerinde ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu süreç içerisinde İran, bölgede yalnızlıktan kurtulmak ve Saddam rejimi yıkılmamış olsa bile sarsılmış olmasıyla birlikte bölgesel güç olmak istemiştir. Artık Sovyetler Birliği`nin yıkılmasıyla birlikte A.B.D. `nin bölgede etkisinin artmasına karşın A.B.D. ve İsrail`e karşı elini güçlendirmek isteyen Suriye de İran ile ilişkilerini güçlendirme yolunu seçmiştir. Böylece bölgede İran-Suriye-Hizbullah ekseni ortaya çıkmıştır.  Giderek artan ilişkiler 2006 yılındaki Hizbullah-İsrail savaşıyla birlikte zirveye çıkmış ve Suriye, Hizbullah`a mühimmat sağlamakla suçlanmıştır. (ALTUNIŞIK, 2007)

Suriye ile olan ilişkiler, Hizbullah ve İran açısından hayati öneme sahiptir. Çünkü İran`ın Hizbullah`a yapmış olduğu maddi yardımlar açısından Suriye, İran ve Hizbullah arasında köprü görevi görmektedir. İsrail nedeniyle Akdeniz üzerinden Hizbullah`a maddi desteğini iletmesi neredeyse imkansız olan İran için Suriye toprakları köprü görevi görmektedir.  

Suriye-İran ve Hizbullah arasındaki ilişki Suriye iç savaşının başlamasının ardından daha da netleşmiştir. İç savaşın ilk zamanlarında Suriye`de herhangi bir askeri unsurunun bulunmadığını dile getiren Hizbullah, iç savaşın derinleşmesi ile birlikte İran Devrim Muhafızlarının ardından Hizbullah`ın da Suriye`ye girdiğini ilan etmiş ve Esad rejimini sonuna kadar savunacaklarını belirtmiştir. Zira Hizbullah`a göre Suriye`deki rejimin düşmesi , İran ile olan bağının kesilmesi ve Suriye`de kurulacak olası bir Sünni yönetimin baskısıyla karşı karşıya kalması anlamına gelmektedir. Bu nedenle Esad rejimine yardım amacıyla Suriye`ye militan göndermektedir. Böylece Suriye iç savaşında İran-Suriye-Hizbullah Şii bloğu oluşmuştur. Hizbullah`ın Suriye iç savaşında vermiş olduğu hizmetleri şu şekilde sıralayabiliriz; rejimin yanında savaşacak birlikler göndermek, Şii bölgeleri için askeri koruma oluşturmak, Suriyeli Şiileri eğitip silahlandırmak ve rejim yanlısı gruplardan savaşçı birimler oluşturmak. (Hizbullah`ın Suriye`deki Askeri Operasyonları ve Olası Yansımaları)

Tüm bunlarla birlikte Suriye İç Savaşı`na Hizbullah`ın müdahil olması 2006 yılındaki savaşın ardından dostluk kurduğu bazı Sünni kesimlerle arasını açmıştır. Bunun en bariz örneği son dönemlerde kötüleşen Hizbullah Hamas ilişkisidir. Arap dünyasının büyük bir kesiminin zalim olarak gördüğü Esad rejimine ve bu rejimin yaptıklarına karşın Hizbullah`ın alenen Esad`ın yanında savaşa müdahil olması 2006 yılında bölgede zirveye ulaşan prestijini yok etmiş ve Arap dünyasında görmüş olduğu destek önemli ölçüde azalmıştır. Özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar`ın liderliğini yapmış olduğu Sünni blok böylece Hizbullah`a karşı açıkça cephe almıştır. Özellikle Katar ile Hamas arasındaki ilişkiyi anlamak, Hamas ile Hizbullah arasındaki ilişkiyi anlamamız açısından önemlidir. 

SONUÇ

İran İslam Devrimi`nin bütün bir Ortadoğu bölgesini sarstığı yıllarda iç savaşın pençesindeki Lübnan`da Lübnan Şiilerinin haklarını korumak, İsrail`e karşı savaş verip İsrail`i Lübnan topraklarından çıkarmak ve herkes için adaletli olacağına inandıkları İslam Devleti`ni kurmak amacıyla resmi olarak 1985 tarihinde ilk radikal Şii örgüt olarak kuruluşunu ilan eden Hizbullah, aradan geçen yıllar içerisinde belki de hiç kimsenin beklemediği ölçüde geniş halk kitlelerine ulaşmış ve Ortadoğu`da büyük bir aktör haline gelmiştir. Bu süreç içerisinde her daim İran`ın maddi ve manevi desteğini yanına alan Hizbullah izlemiş olduğu uzun soluklu stratejilerle birlikte bugün birçok araştırmacı tarafından dünyadaki en sistemli ve güçlü gerilla birliği olarak adlandırılacak güce ulaşmış ve İsrail`in yenilmezliğini kırarak Lübnan topraklarını terk etmesini sağlamış, özellikle 2006 yılında 33 gün süren savaşın ardından Şii Arap ülkelerinde, hatta bazı Sünni Arap halkları arasında kahraman ve kurtarıcı olarak görülmüş, başta HAMAS olmak üzere birçok cihad örgütüne umut vermiştir. Askeri başarılarının yanı sıra 1992`de Hasan Nasrallah`ın genel sekreter olmasının ardından ilk seçimlere katılmış ve Lübnan siyasetinde önemli bir güç olarak yer almaya başlamıştır. 1992`den bugüne, parlamentoda giderek gücünü arttırmayı başarmış olan Hizbullah, bugün Lübnan siyasetinin en önemli aktörlerindendir. Siyasi başarısının yanı sıra örgütün sahip olduğu sosyal hizmetler profili ile örgüte olan sempati ve destek artmış, zamanla sadece Lübnan Şiilerinin desteklediği bir örgüt olmaktan çıkarak, İsrail ve A.B.D.`nin terörist örgüt iddialarına ve Hizbullah`ın Lübnan`ı maceraya sürüklediği görüşünü benimseyen bazı Lübnanlılara karşın Lübnan`ın genel kamuoyu tarafından İsrail`e karşı savaş veren ve Lübnan Devleti`nin veremediği hizmeti Lübnan halkına veren, kahraman olarak görülen bir örgüt haline gelmiştir. Özellikle İran`ın vermiş olduğu destekle bu mücadeleyi yürütebilen Hizbullah`ın savaş ortamında yapmış olduğu etkili propaganda bu süreçte Lübnan halkının gözünde kahraman olmasında etkili olmuştur.

İran ve Suriye ile olan güçlü bağlarıyla birlikte her geçen gün gücünü arttıran Hizbullah bölgedeki en önemli aktörlerden biri olmuş ve 22 farklı mezhebin bulunduğu, Ortadoğu`nun laboratuvarı olarak adlandırılan Lübnan`da tabiri caizse devletleşmiştir. Öyle ki, bugün Hizbullah`ın aktörü olmadığı veya kararlarının dikkate alınmadığı bir Ortadoğu senaryosu düşünülemez hale gelmiştir. Hizbullah, Suriye iç savaşına müdahil olarak bu realitenin gerçekliğini bir kez daha kanıtlamıştır. 

Özetle İran`ın bölgesel güç olmak için Ortadoğu`da büyük bir mücadele verdiği, Suriye`nin iç savaşla birlikte örgütlerin güçlerini kanıtladıkları bir alana dönüştüğü bu denklemde, özellikle Lübnan Şiilerinin tam desteğini alan ve Şii Arap Dünyası`nda İsrail`e karşı verdiği mücadele ile kahramana dönüşen, Suriye İç Savaşı ile birlikte Hamas gibi müttefiki olduğu bazı Sünni oluşumlarla arasının açılmasına ve Sünni Arap dünyasının ona karşı cephe almasına karşın Hizbullah`ın etkisini sürdürmesi ve bizim Hizbullah adını uzun bir süre daha duymamız muhtemeldir. 

KAYNAKÇA

http://www.mfa.gov.tr/lubnan-siyasi-gorunumu.tr.mfa adresinden alınmıştır
mfa: http://www.mfa.gov.tr/lubnan-siyasi-gorunumu.tr.mfa adresinden alınmıştır
 http://beyrut.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=121399 adresinden alınmıştır
beyrut.be.mfa: http://beyrut.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=121399 adresinden alınmıştır
npr: http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=130493013 adresinden alınmıştır
 npr.org: http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=130493013 adresinden alınmıştır
http://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/story/2006/08/060802_hizbullah_arsenal.shtml adresinden alınmıştır
 ntv.com.tr: http://arsiv.ntv.com.tr/news/320834.asp adresinden alınmıştır
AKYOL, T. (2000). Hariciler ve Hizbullah. İstanbul: Doğan Kitap.
ALAGHA, J. E. (2007). Silahlı Mücadeleden İktidar Partisine Hizbullah. İstanbul: Doğan Kitap.
ALTUNIŞIK, M. B. (2007). Lübnan Krizi, Nedenleri ve Sonuçları. s. 9.
ATLIOĞLU, Y. (2005, 06 24). www.tasam.org.tr: http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/261/lubnanda_secimler_ve_siyasal_bolunmusluk adresinden alınmıştır
ATLIOĞLU, Y. (2009, Mayıs 24). Ortadoğu`da Seçimler (3): Lübnan Parlamento Seçimleri.
Ayhan, V. (2009). Lübnan Seçimleri ve Etkileri. Orta Doğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, 7.
BORAN, Y. (2007). Lübnan`daki İran; Hizbullah. İstanbul: Siyah Beyaz Yayınları.
Cüneyt DOĞRUSÖZLÜ, A. Ü. (2011). Lübnan 2011. Ortadoğu Araştırmalar Merkezi.
ÇELİK, H. (2006). Hizbullah, İşgalcilerin Korkusu Ortadoğu`nun Yeni Ordusu. İstanbul: Birey Yayıncılık.
ERDİN, M. (2010). Hizbullah ve Hamas. İstanbul: Kastaş Yayınevi.
FIĞLALI, E. R. (2007). Şiiliğin Ortaya Çıkışı ve İran`da Din-Siyaset İlişkisi. Avrasya Dosyası.
GÖLPINARLI, A. (1997). Türkiye`de Mezhepler ve Tarikatlar. İstanbul: İnkılap Kitabevi.
GÖRÇÜN, Ö. F. (2000). 1979 İran İslam Devrimi Sonrası Türkiye-İran İlişkileri. İstanbul: Beta Yayınları.
GÜNGÖRMÜŞ, G. Ortadoğu Merkezli Radikal Örgütler ve Türkiye`ye Etkileri. s. 4.
HAMZEH, A. N. (1993). Lebanon's Hizbullah: from Islamic Revolution to Parliamentary Accommodation. Third World Qarterly.
Hizbullah`ın Suriye`deki Askeri Operasyonları ve Olası Yansımaları. (tarih yok). Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu, 22.
IŞITAN, R. (2008). Terörizm, İslamcılık ve Hizbullah. Trabzon: Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyay Bilimler Enstitüsü.
KAYA, T. (2013, Aralık 3). Lübnan`ın Mezhepsel Yapısı ve Ortadoğu Politikalarına Etkileri. Akademik Perspektif.
Maide Suresi . 
MANNES, A. (2004). Profiles in the Terror: The Guide to Middle East Terrorist Organizations. Oxford, s. 150.
Ortadoğu Analiz. (2009). Orta Doğu Stratejik Araştırmalar Merkezi.
ÖZTÜRK, A. (2014). Ortadoğu`nun Örgüt Haritası; Hizbullah. Süreç Analiz, 20.
Peraino, K. (2006, Ekim 2). Winning Hearts and Minds : The new war in Lebanon is a propaganda battle-and Hizbullah is coming out on top. some tips from a master. Newsweek. adresinden alınmıştır
QASSAM, N. (2007). Hizbullah, Bir Hareketin Anlatılmamış Öyküsü. Karma Kitaplar.
Susan G. MAHAN, P. L. (2003). Terrorism in Perspective. s. 222.
(1994). Yeni Rehber Ansiklopedisi. 270.


https://deu.academia.edu/ahmetc%C3%BCl%C3%BCk

***

ORTADOĞU LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT HİZBULLAH BÖLÜM 1


ORTADOĞU LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT HİZBULLAH  BÖLÜM 1


Ahmet CÜLÜK*
*Dokuz Eylül Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü


ORTADOĞU`NUN LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT: HİZBULLAH

İÇİNDEKİLER
I. ÖZET
II. GİRİŞ
III. LÜBNAN`IN SOSYAL VE SİYASAL YAPISI
IV. HİZBULLAH`IN TARİHSEL GELİŞİMİ
V. HİZBULLAH`IN AMAÇLARI VE İDEOLOJİSİ
VI. ÖRGÜTSELVE SİYASİ YAPILANMA
VII. SOSYAL YAPILANMA
VIII. ASKERİ YAPILANMA
IX. İRAN, SURİYE, HİZBULLAH İLİŞKİSİ
X. SONUÇ
XI. KAYNAKÇA


Özet

Ortadoğu birçok farklı etnik unsurun, kültürün, dinin ve hatta aynı dine mensup farklı mezheplerin yer aldığı birçok ülkeye ev sahipliği yapmaktadır ve hiç şüphesiz uzun ve çalkantılı tarihi boyunca Ortadoğu, bu farklılıkların yaratmış olduğu çatışmalara ve zorunlu birlikteliklere şahit olmuştur. Bu farklılıklar kimi zaman ayrıştırıcı bir unsur olmuş, kimi zaman ise hiç beklenmediği şekilde birleştirici bir güce sahip olmuştur fakat Ortadoğu`nun laboratuvarı olarak adlandırılabilecek bir ülke varsa şüphesiz ki o ülke Lübnan`dır. Ortadoğu`nun Paris`i olarak adlandırılan Beyrut`un başkentliğini yaptığı Lübnan Ortadoğu`daki diğer devletlerden çok daha fazla farklı dini kimliğin yer aldığı bir ülke olup, Lübnan`da neredeyse her dini grubun siyasi gücünü oluşturan yapılar bulunmaktadır fakat içlerinde öyle bir grup vardır ki; zaman içerisinde siyasi ve askeri gücünü giderek arttırarak devletleşme noktasına gelmiştir ve bugün onsuz bir Lübnan düşünülemez; Hizbullah. Bu çalışma Hizbullah`ın laboratuvar ülke olarak adlandırılan Lübnan`da hangi amaçla,  hangi süreçlerden geçerek bugünkü konumuna geldiğini, süreç içerisinde ve bugün hangi devletlerle ittifak içerisinde olduğunu ve Lübnan`ın sosyal ve siyasi yapısının bu süreçte etkisini araştırmaktadır. 
Anahtar Kelimeler: Lübnan, Şii, Sünni, Emel, Hizbullah, Hasan Nasrallah, İran, Suriye


GİRİŞ

Lübnan, birçok akademisyen ve Ortadoğu uzmanı tarafından bölgedeki dini kimliklerin farklılıkları üzerinde kendine has yönetim esasları ile birlikte varlığını sürdüren laboratuvar bir ülke olarak adlandırılmaktadır. Böylesi bir yapıya sahip bir ülkede her mezhep ve o mezhebe bağlı feodal aile, liderliğini yaptığı çeşitli siyasi oluşumlarla ülke siyasetine yön vermektedir. Fakat içlerinde öyle bir siyasi yapılanma vardır ki sadece siyasi bir yapılanma olmakla kalmamış askeri ve sosyal profili ile de ülke içinde ve bölgede etkili bir güç olma stratejisini benimsemiştir. Böylece kriz ve savaş ortamlarında gücünü arttırmak için bulduğu fırsatları kullanabilmiş ve bugün ülke siyasetinde birçok siyasi oluşumdan daha fazla söz hakkına sahip hale gelmiş, ülkenin belirli bölgelerinde zaman içerisinde örgüt ve siyasi partiden ziyade devlet konumuna gelmiştir. Bu örgütün adı Hizbullah`tır. Hizbullah, Lübnan’da 1975-1989 tarihleri arasındaki iç savaş sırasında örgütlenmeye başlayan, 1985’te de resmi olarak kuruluşunu ilan eden hem askeri hem de siyasi kanada sahip radikal İslamcı Şii bir örgüttür. Örgüt, ülke içerisinde sadece siyasi bir oluşum olmakla kalmayıp askeri ve sosyal çalışmalar yürüten büyük bir güç haline gelmiştir. Bu süreç içerisinde sadece Lübnan`da güçlenmekle kalmayan Hizbullah`ın İran ve Suriye ile kurmuş olduğu karşılıklı stratejik ve ideolojik bağlar, Hizbullah`ı bölgede daha önemli bir konuma getirmiştir.
Hizbullah, sadece Lübnan’da değil aynı zamanda bölgedeki en önemli güçlerden biridir. Hizbullah’ın gücü kuşkusuz tesadüf değildir. 1985`ten bu yana düzenli bir strateji izleyen Hizbullah, 30 yıl boyunca uyguladığı program ve stratejiler sonucunda sürecin meyvelerini almış ve bugünkü gücüne erişmiştir . Bu çalışmalar vesilesiyle Hizbullah, bir Şii parti olarak, Lübnan halkının özellikle Şiilerin büyük bir kısmının desteğini kazanmakla kalmayıp Lübnan dış politikasında ve bölgede dikkate alınan önemli bir güç haline gelmiştir. Katı İslami bir ideoloji üzerine kurulmuş olan Hizbullah`ın ana amaçları Lübnan’da bir İslam devleti kurmak, ülkeyi İsrail işgalinden kurtarıp Batı emperyalizminden korumaktır. Hizbullah, Batılı devletlerce tehlikeli bir terör örgütü olarak kabul edilmesine rağmen Arap Dünyası ve Ortadoğu’da özellikle Şii kesimlerce kurtarıcı, koruyucu bir askeri güç, insanlara yardım eden bir sivil toplum kuruluşu olarak görülmektedir. 
Bu çalışmada Hizbullah`ın Ortadoğu`nun laboratuvarında kurulmuş olan bir örgütken giderek devletleşme yolundaki süreci, bu süreci oluşturan altyapı ve ilişkiler ağı ele alınacaktır. Çalışmada ilk olarak Lübnan`ın sosyal ve siyasal yapısı, ardından Hizbullah`ın tarihsel gelişimi, amaçları ve ideolojisi, örgütsel, siyasi, askeri ve sosyal yapılanması ve son olarak İran-Suriye-Hizbullah ilişkisi ele alınacaktır. 


LÜBNAN`IN SOSYAL VE SİYASAL YAPISI


Lübnan`ın sosyal ve siyasi yapısı arasındaki bağ günümüzde birçok ülkeye göre çok daha fazla iç içe geçmiş ilişkiler ağıdır. Ülkenin siyasi yapısı, sosyal yapısındaki farklı oluşumlar, özellikle de farklı dini kimlikler ve feodal düzende gücünü devam ettiren büyük aşiret ve aileler üzerinden şekillenmiş olup, aynı şekilde siyasal yapı ve bu yapının ortaya koymuş olduğu eylemler de bütün bir sosyal yapıyı etkilemektedir. Bu nedenle Lübnan`ın siyasi ve sosyal yapısı birbirinden bağımsız hareket edemez, zira bu iki yapıdan herhangi birinin ortaya koyacağı eylemlerin diğer yapıyı etkilememesi düşünülemez.
Günümüz sosyal ve siyasal yapısı 1861 Cebel-i Lübnan Nizamnamesine dayanan Lübnan, sosyal yapısı ile birçok ülkeden farklı bir karakteristiğe sahiptir. Bunun en önemli nedeni ülkede farklı dini kimliklerin sosyal yapıda belirleyici unsur olmasıdır ve ülkedeki iki büyük din olan Hıristiyanlık ve Müslümanlığın 22 farklı mezhebe bölünmüş olmasıdır. Bu farklı dini kimlikler siyasi partilere şekil vermekte ve siyasi yapıyı oluşturmaktadır. (BORAN, 2007)
Bugün Lübnan`ın sosyal yapısını ele aldığımızda; 5 milyona yaklaşan nüfusuyla %95 Arap, %4 Ermeni ve %1 oranında diğer etnik unsurlar ortaya çıkmaktadır. (KAYA, 2013) 22 farklı mezhebin bulunduğu fakat resmi olarak 18`inin tanındığı Lübnan`da başlıca mezhepler şu şekildedir:
Sünni Müslümanlar; nüfusun %20`sini oluşturmaktadırlar. Genellikle sahil kesimlerinde ve şehir merkezlerinde yaşarlar. Sünni kesimin önemli aileleri Karami, Hariri ve Selam aileleri olup; Hariri ailesi Tayyar El Mustakbal hareketinin, Kerami ailesi Arap Kurtuluş Partisi`nin ve Selam ailesinin Reform Öncüleri Partisi`nin liderliğini yapmaktadır. (ATLIOĞLU, 2005)
Şii Müslümanlar; nüfusun %30 unu oluşturmakta olup ülke içerisindeki en güçlü gruptur. Genellikle Güney Lübnan ve Bekaa vadisinin kuzeyinde yaşayan Şii Müslümanlar, özellikle 1960`lardaki göç ile birlikte Beyrut`ta yoğunlaşmış ve güçlenmişlerdir. En önemli Şii aileler Berri, Asad ve Hamadeh`dir. Şii Müslümanlar ise Emel Örgütü ve Hizbullah etrafında toplanmıştır. (GÜNGÖRMÜŞ)
Dürziler; genel nüfusun yaklaşık olarak %7-8`ini oluşturmakta olup, Lübnan siyasi sistemi tarafından Müslüman olarak kabul edilmekte ve kendilerini Müslüman olarak görmektedirler fakat genel olarak Müslümanlardan farklı ibadet şekillerine sahip olduklarından diğer Müslüman topluluklar tarafından Müslüman olarak görülmemektedirler.  Genellikle Beyrut`un doğusu ve güneydoğusunda bulunan Şuf adı verilen dağlık bölgede yaşamaktadırlar. En önemli Dürzi aileleri Canbulat ve Aslan aileleridir. (ATLIOĞLU, 2005)
Hıristiyan Maruniler; genel nüfusun yaklaşık olarak %19-20`sini oluşturmaktadırlar ve nüfus itibariyle Lübnan`da Şiilerden sonra 2.büyük grupturlar. Buna rağmen Maruniler meclisteki koltuk dağılımında en güçlü grup konumundadır. Batı dünyası ve Vatikan ile iyi ilişkileri vardır fakat 2. Vatikan Konsilinden itibaren Vatikan`dan bağımsız olarak kendi ayinlerini organize etmektedirler. Yoğun olarak Cebel-i Lübnan adı verilen bölgede ve Beyrut`ta yaşamaktadırlar. Ülkedeki diğer önemli dini topluluklar ise; Grek Ortodoks, Grek Katolik,  ve çok daha küçük oranlarda Ermeni Ortodoks, Musevi, Bahai, Mormon, Hindu ve Budistlerdir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi, 1994)
Lübnan`daki siyasi yapıyı ele aldığımız zaman rahatça görebiliriz ki; Lübnan`da siyaset feodal aileler ve onlara kimliklerini veren mezhepleri tarafından şekillenmektedir. Demokratik Parlamenter Cumhuriyet sisteminin ve kuvvetler ayrılığının hakim olduğu Lübnan siyasetinde, siyasi yapının işleyişini belirleyen 2önemli anlaşma vardır. Bunlar; 1943 yılında ortaya konulan Ulusal Pakt ve 1989 yılında imzalanmış olan Taif Anlaşmasıdır. (ATLIOĞLU, Ortadoğu`da Seçimler (3): Lübnan Parlamento Seçimleri, 2009)

2. Dünya Savaşı sırasında Fransa`nın bölgedeki güç boşluğundan yararlanarak bağımsızlığını ilan eden Lübnan`daki siyasi yapı 1943`te ortaya konulan ülkenin kurucu belgesi olarak tanımlanan Ulusal Pakt çerçevesinde siyasi görev ve yapıların ülkedeki mezheplerin nüfuslarıyla orantılı olarak paylaştırılması esasına dayanmaktadır. Ulusal Pakt ile cumhurbaşkanının Maruni, Meclis başkanının Şii, başbakanın Sünni olduğu ve meclisteki dağılımın Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında 6/5 oranında olduğu bir yapı ortaya konulmuştur. (mfa)
1975 yılında başlayıp 1989 Taif Anlaşması`na dek süren iç savaşın ardından 1989 yılında Suriye yönetiminin de baskısıyla imzalanan Taif Anlaşması ile birlikte dinsel toplulukların meclisteki dağılımında değişikliğe gidilmiştir. Taif Anlaşması ile Maruni cumhurbaşkanının yetkileri azaltılıp bazı yetkiler Sünni başbakana verilmiştir. Ayrıca parlamentodaki koltuk sayısı 99`dan 128`e çıkarılmış ve 6/5`lik oran yerine Hıristiyan ve Müslümanlara eşit sayıda koltuk verilmiştir. (Cüneyt DOĞRUSÖZLÜ, 2011)

Günümüzde de yürürlükte olan Taif Anlaşması gereğince Lübnan Parlamentosu`nda mezheplere göre koltuk dağılımı şu şekildedir: Sünniler 27, Şiiler 27, Dürziler 8, Nusayriler 2, Maruniler 34, Grek Katolikler 8, Grek Ortodokslar 14, Evanjelistler 1, Ermeni Katoliler 1, Ermeni Ortodokslar 5 ve diğer azınlıklar 1 koltuğa sahiptir. (Ortadoğu Analiz, 2009) Günümüzde ülkede nüfus olarak en büyük çoğunluğa sahip olan Şiilerin 27 koltuğu varken Marunilerin 34 koltuğa sahip olması Şii kesimin tepkisini çekmekte olup bu tepki kendi seslerini duyurabileceğine inandıkları Hizbullah`a olan desteğin artmasını sağlamaktadır. 

Birçok farklı mezhep ve bu mezheplere ve feodal ailelere bağlı olarak birçok siyasi hareketin var olduğu Lübnan`da iktidara gelebilmek için farklı siyasi hareketler arasında bir ittifak ve koalisyonun oluşturulması kaçınılmaz hale gelmektedir. Nitekim 2009 seçimlerini kazanan 14 Mart İttifakı`n da 6, 14 Mart İttifakı`nın kazandığı 71 koltuğa karşın 57 koltuk kazanabilen 8 Mart İttifakı`nda ise 9 farklı siyasi grup bulunmaktadır. (Ayhan, 2009)  Bu kadar çok siyasi hareketin mecliste bulunduğu Lübnan`da hükümet tabiri caizse pamuk ipliğine bağlı bir şekilde birçok farklı siyasi hareket tarafından kurulmaktadır. Örneğin; 8 Mart İttifakı içerisinde yer alan Hizbullah 2 bakanlığa sahiptir ve Lübnan hükümetinde herhangi bir mezhep grubunun hükümete karşı tutum alması bütün bir hükümeti sallantıya düşürebilmektedir. 

HİZBULLAH`IN TARİHSEL GELİŞİMİ

Hizbullah, ‘’hizb’’ ve ‘’Allah’’ kelimelerinden türetilmiş olup kelime anlamı itibariyle Allah`ın Partisi veya Allah`ın Taraftarları anlamına gelmektedir. Örgütün her şeyden önce bu ismi seçmesi ve kullanmasının temelinde önemli bir atıf yatmaktadır. Bu isim Maide suresinin 55. ve 56. ayetlerinden esinlenerek ortaya konulmuştur. ‘’55 – Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resulüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekatı veren mü’milerdir. 56 –Kim Allah’ı, O’nun peygamberini ve inananları dosta edinirse, bilsin ki şüphesiz Allah taraftarları galiplerin ta kendilerdir’’ (Maide Suresi )
Hizbullah`ın isim babası olarak Molla Muhammed Gaffari`yi gösterebiliriz. Molla Muhammed Gaffari`nin en önemli özelliği İran`da Şah rejimine karşı savaşan; demokrasi, Batılı kurumlar ve çok partili rejime karşı çıkan bir molla olmasıdır. Zira Molla Muhammed Gaffari bu süreçte hapse atılmış ve hapisteyken yazdığı bir mektupta ‘’Tek parti vardır, o da Allah`ın Partisi`dir.’’ diyerek İran`da şah rejimine karşı savaşan Şiilerin büyük desteğini toplamış ve önemli bir sembol haline gelmiştir. (ERDİN, 2010)

İsim babalığını Molla Muhammed Gaffari`nin yapmış olduğu Allah`ın Partisi anlamına gelen Hizbullah`ın tarihsel gelişimini ele aldığımız takdirde genel itibariyle İsrail`in Güney Lübnan`ı işgali, Şii Emel örgütü ve radikal Şiilerin bu örgütten koparak Hizbullah`ın kurulması, Seyyid Hasan Nasrallah`ın Hizbullah`ın genel sekreteri oluşu ve örgütün İsrail ile olan çatışmaları ve nihayetinde 2006`da Beyrut`a gerçekleşen saldırı sonucunda İsrail-Hizbullah çatışması ile birlikte örgütün büyük bir çoğunluk ve özellikle Arap kamuoyunda Şii toplulukların yanı sıra bazı Sünni kesimler tarafından da destek görerek gücünü arttırması örgüt için tarihi dönüm noktalarıdır demek yanlış olmayacaktır.
1943 yılında Lübnan`ın bağımsızlığını ilan ettiği andan itibaren Ulusal Pakt ile birlikte ülkedeki Hıristiyanlar en güçlü toplulukken ülkedeki Şiiler nüfuslarına oranla maddi ve politik olarak güçsüz durumdaydılar. Yıllar içerisinde kırsaldan kente göç ile Beyrut`un kenar mahallelerine ve gecekondulara yerleşen Şiiler, politik olarak yeterince seslerini duyuramayan, hastane gibi kamu kuruluşları için bütçenin sadece %7`sinin ayrıldığı bir gruptu. Mevcut koşulların tepki çektiği bu durumda Şiiler adına ilk örgütlenme,  İmam Musa Sadr`ın kurduğu Şii Emel Örgütü ile 1974 yılında ortaya çıkmıştır. (ERDİN, 2010) Şii Emel Örgütü Hizbullah`a giden yolda Şiilerin kurmuş olduğu bir örgüt olarak ilk adım olmuştur. 

Lübnan`daki ilk Şii örgütlenme olan Emel Örgütü`nün kurucusunun Musa Sadr olması veya bundan sonraki süreçte Hizbullah`ın günümüze dek İran tarafından desteklenmesi tesadüf değildir. Lübnan`daki Şii örgütlenmelerin temeli de aslında İran`da medrese eğitimi almış mollalar tarafından atılmıştır.  İmam Musa Sadr da İran`da doğmuş, Necef ve Kum gibi önemli şehirlerde medrese eğitimi görmüştür. Daha sonra Lübnan`a yerleşmiş olan Sadr 1943 Ulusal Paktının getirdiği eşit olmayan düzenin barış yoluyla değiştirilemeyeceğini düşünerek Şii Emel Örgütü`nü kurmuştur. Örgüt milis kuvvetlere sahip olup, tek amacı Lübnan`daki Şiilerin haklarını korumak olmayıp, İsrail tehdidine karşı da organize edilmiş bir yapılanmadır. (IŞITAN, 2008)

1975 yılında iç savaşın ortaya çıkmasıyla birlikte milis kuvvetlere sahip olan Emel de iç savaşa dahil olmuştur. 1978 yılında Libya`ya yaptığı gezinin ardından ortadan kaybolan Sadr, Emel`i lidersiz bırakmış olup, ardından gelen liderler de Sadr`ın karizmatik liderliğini dolduramamıştır. Ayrıca 1979`da İran`da gerçekleşen İslam Devrimi ile İmam Humeyni, İran İslam Cumhuriyeti`nin resmi ideolojisini bölgedeki Şiilere ihraç etmek istemiştir. Bu koşullarda Lübnan bu strateji için önemli bir adımdır. İç savaşla birlikte 1982 yılında İsrail`in Lübnan`da bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü militanlarını bahane ederek Lübnan`ı işgal etmesiyle birlikte birçok Şii militan, uzlaşmacı bir tavır sergileyen Emel`i terk edip radikalleşerek 1982 yılında örgütlenmeye başlayan Hizbullah`a katılmışlardır. (MANNES, 2004)

1982 yılında örgütlenmesine rağmen resmi kuruluş tarihi 1985 olarak kabul edilen Hizbullah`ın isim babası Molla Muhammed Gaffari, İran Devrim Muhafızlarını yardımı ve İran İslam Devrimi lideri Ayetullah Humeyni`nin onayıyla örgütü organize eden kişiler Abbas Musavi ve Suphi el Tufeyli olmakla birlikte örgütün ruhani lideri ve asıl kurucusu olarak Şeyh Muhammed Hüseyin Fadlallah görülmektedir. Fadlallah`ın ortaya koymuş olduğu görüşler Hizbullah`ın dini ve ideolojik altyapısını oluşturmuş olup bu bağlamda Fadlallah birçok kimse tarafından desteklenmiştir. Hizbullah`ın ruhani liderliği gibi bir iddiası bulunmadığını birçok kez belirtse de Fadlallah`ın öğretileri Hizbullah`ın yolunu çizmiştir. Fadlalah`a göre camiler sadece ibadet yeri olmakla kalmayıp, siyasi ve cihad faaliyetlerinin de yürütüldüğü yerler olmalıdır. (ÖZTÜRK, 2014) Nitekim Hizbullah bu tavsiyeyi dikkate almış olup, kısa süre içerisinde halk tabanına inebilmiştir. Hizbullah`ın tabana yayıldığı süreç içerisinde izlediği bazı stratejiler Hamas`ın Filistin`de tabana yayılmak için izlediği stratejilere benzetilebilmektedir. Camilerin sadece ibadethane olarak kullanılmakla kalmayıp halka siyasi mesajların verilebildiği cihad organizasyonların tertip edilebildiği yerler olarak kullanılması, bu iki örgütün de kısa sürede halka ideoloji ve amaçlarını anlatabilmesi ve taraftar toplayabilmesini sağlamıştır. Zira Şeyh Ahmet Yasin de camilerde vermiş olduğu ünlü vaazlar ile birlikte halkın dikkatini çekmiş ve Hamas destekçi sayısını arttırabilmiştir. Çünkü Hamas ve Hizbullah`ın hitap ettiği orta sınıf veya yoksul olarak nitelendirilebilecek olan kesimi toplu halde kendine çekebilmek için en uygun ortamlar camilerdir. (BORAN, 2007)
1985 yılında resmi olarak kuruluşunu ilan Hizbullah`ın yönetici kadrosu aslıdan tam anlamıyla 1989 tarihinden itibaren şekillenmiştir. 5 Kasım 1989`da Hizbullah`ın ilk genel sekreteri olan Suphi El Tufeyli`nin ardından 1991 Mayıs ayında örgütün genel sekreterliğine Abbas Musavi getirilmiştir. Abbas Musavi`nin Şubat 1992`de İsrail tarafından öldürülmesinin ardından örgütün genel sekreterliğine İran`ın da desteğiyle Seyyid Hasan Nasrallah gelmiştir. Nasrallah göreve gelişiyle birlikte İran ile olan derin dostluğunun devam edeceğini belirterek  İran`dan gelecek olan maddi ve manevi desteğin devamını sağlamıştır. (BORAN, 2007)

1992 tarihinde Hizbullah`ın genel sekreterliğine gelişinin ardından Seyyid Hasan Nasrallah yapmış olduğu bir basın açıklamasında aynı yıl içerisinde Bekaa bölgesinde yapılacak olan parlamento seçimlerine katılacağını ilan ederek Hizbullah`ı sadece askeri bir örgüt olmaktan çıkarıp siyasi bir parti haline de getirmiş, böylece Lübnan iç siyasetine politik olarak da müdahale fırsatı kazanmıştır. (Susan G. MAHAN, 2003)

Nasrallah liderliğindeki Hizbullah yıllar içerisinde kendisine olan desteği ve ulaştığı kitleyi genişletmiş, bunun yanı sıra İsrail ile olan mücadelesini sürdürmüştür. 1996 yılındaki İsrail saldırısına karşı ülkeyi örgütleyebilen Hizbullah, 2000 yılında Şeba Çiftlikleri hariç İsrail`i Lübnan`dan çıkartmıştır. Böylece ülke çapında Nasrallah ve Hizbullah`a olan destek sadece Şii gruplarca kalmamış, geniş kesimlere ulaşmıştır. (ÇELİK, 2006)
Hizbullah`ın 2006 yılında 8 İsrail askerini öldürüp, 2`sini esir almasıyla birlikte Temmuz 2006`da İsrail Lübnan`a karşı saldırı başlatmış ve bu saldırıda Hizbullah`ın gücünü tamamen kırarak örgütü halk nezdinde küçük düşürmek ve ona olan desteği kırmak istemiştir. 33 gün süren ve Lübnan`da birçok yerleşimin harabeye dönmesiyle sonuçlanan savaşın ardından, İsrail`in beklentisinin aksine Hizbullah, Lübnan ve özellikle Arap Şii dünyasında en önemli güçlerden biri kabul edilmiş ve Nasrallah bir kahramana dönüşmüştür. (Peraino, 2006)
Böylece 1974 yılında Emel Örgütü`nün kurulmasıyla birlikte ilk adımların atıldığı tarihten günümüze dek izlenen düzeni strateji içerisinde 1985 yılında resmi olarak kuruluşu ilan eden Hizbullah 2006 yılındaki savaşla birlikte tüm dünyaya askeri gücünü kanıtlamakla kalmayıp Nasrallah`ın liderliğinden itibaren siyasi faaliyetler de yürüterek meclise ve kabineye girmiş, bugün Lübnan yönetiminin vazgeçilmezi haline gelmiştir. 

HİZBULLAH`IN AMAÇLARI VE İDEOLOJİSİ

Adını İran`daki şah rejimine karşı vermiş olduğu mücadelede hapishanede işkence ile öldürülen Molla Muhammed Gaffari`nin bir mektubunda Maide suresinin 55. ve 56. ayetlerine atfından alan Hizbullah 1985 yılında resmi olarak kuruluşunu ilan etmesiyle birlikte amaçlarını açıklayan bazı maddeler ortaya koymuştur.

1985 Şubat ayında Hizbullah genel kurulunda alınan kararlara göre:

a- Lübnan’ı problemlerinden kurtarmanın ilk yolu İslami bir devlet kurmaktan geçer. Ancak İslami bir sistem Lübnan halkı arasında eşitliği ve adaleti sağlayabilir.
b- Hizbullah, Batılı emperyalist güçlerin Lübnan’ı terk etmesi için elinden geleni yapacaktır.
c- Ülkenin İsrail tarafından işgal edilmiş olması asıl problemdir. İşgal sona erinceye ve Siyonist düşman yok edilinceye kadar direniş sürecektir.
d- Bütün Dünya Müslümanları bu mücadele de Hizbullah’ın yanındadır. (ERDİN, 2010)
Hizbullah`ın amaçlarını özetleyen bu önemli 4 maddeye ek olarak Hizbullah liderleri tıbbi yardımlarda bulunmak, ihtiyaç sahiplerini ve yetimleri gözetmek, savaştan zarar gören insanlara maddi ve manevi yardımlarda bulunarak bölgedeki halkın eğitiminin sağlanması amaçlarını taşıdıklarını belirtmişlerdir. Özetle Hizbullah`ın ana amacı Lübnan`ın İsrail ve Batı tehdidine karşı korunması ve bu yolda ülke içinde eşit ve adaletli bir yönetim sağlayabilmek için Lübnan`da İslami bir devletin kurulmasıdır. 

Hizbullah`ın ideolojisi ise Muhammed Hüseyin Fadlallah`ın, İran İslam Devrimi ve onun lideri Ayetullah Humeyni`nin öğretilerine ve Şia mezhebi öğretilerine dayanmaktadır. Fadlallah`ın ve Humeyni`nin öğretileri genel itibariyle Şia mezhebinin temel öğretilerini içinde barındırmakta olup, bununla birlikte bu öğretilerin ve şeri hükümlerin esas alındığı bir yönetim şeklinin hakim kılınması İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah`ın ideolojik olarak ana amacını oluşturmaktadır.

İran İslam Cumhuriyeti ve İran İslam Devrimi lideri Ayetullah Humeyni ile Hizbullah arasında birbirinden asla kopmayan büyük bir bağ vardır çünkü Hizbullah`ın ortaya çıkışı İran İslam Devrimi`nden geçer. 1979 yılında İran`da gerçekleşen İslam Devrimi`nin ardından İmam Humeyni İslam Devrimi`nin bölgedeki diğer ülkelere de ihraç edilmesi kararını almıştır. Bu süreçte en uygun koşullara sahip olan ülke Lübnan`dır. Çünkü Lübnan`daki Şiiler ile İran`daki Şiilerin siyasal ve toplumsal çıkarları arasında bir fark yoktur. Böylece İran Devrim Muhafızlarının da desteği ve Ayetullah Humeyni`nin de icazeti ile Lübnan`da İran İslam Devrimi`nin yolunu ve öğretilerini izleyecek olan örgüt, Hizbullah kurulmuştur. Hizbullah`ın da yolunu çizen ve ortak paydaya sahip olduğu İran İslam Devrimi`nin ideolojisi ise Şia mezhebi ve imamiyye inancına dayanmaktadır. Bu yolda Hizbullah kendisini ve ideolojisini hak olarak görmüş, bu nedenle girdiği mücadeleyi de Batıla karşı Hak savaşı olarak adlandırmıştır.
Şia, Arapça bir kelime olup yandaş anlamına gelmekte ve Hz. Ali`nin yandaşları anlamında kullanılmaktadır. Mezheplerin ortaya çıkışı ile birlikte, Hz. Muhammed`in ölümünden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman`ın yerine en başından beri Hz. Ali`yi halife olarak gören ve onun ardından Ehl-i Beytin, yani Hz. Ali ile Hz. Fatıma`nın soyundan gelenlerin halife olması gerektiğine inanan toplulukların zaman içerisinde almış olduğu addır. (FIĞLALI, 2007)

Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman`ın ardından halifelik Hz. Ali`ye geçmiştir fakat Hz. Ali ile Muaviye arasında halifelik üzerine sorunlar baş göstermiş, bunun sonucunda Hz. Ali ile Muaviye arasında ünlü hakem olayı gerçekleşmiştir. Hakem olayı ile birlikte halifelik Hz. Ali`nin elinden alınmış olup, Hz. Ali bu olayın ardından Hariciler tarafından şehit edilmiştir. Muaviye ise Hz. Ali`nin ölümünün ardından 2. İmam olan Hz. Hasan`ı şehit ettirmiştir. Muaviye`nin vefatının ardından Muaviye`nin halifeliği bıraktığı oğlu Yezid ise Hz. Ali`nin diğer bir evladı olan Hz. Hüseyin`i şehit etmiş, bu olay tarihe Kerbela olayı olarak geçmiştir.  Böylece İslam dünyasında önlenemez bir ayrılık başlamış ve Şia doğmuştur. (BORAN, 2007)

Şia inancında yer almakta olup İran ile Hizbullah`ın ideolojisinde de son derece önemli yer kaplayan diğer bir konu ise imamiyye konusudur. Şia mezhebine göre Hz. Muhammed`in vefatının ardından hilafet Hz. Ali`ye geçmeli ve Hz. Ali`nin hilafetinin ardından ise Hz. Ali ve Hz. Fatıma`nın soyundan gelenler bu imameti devam ettirmelidir. İmamet insanların seçimiyle değil, ilahi bir kudretin atamasıyla gerçekleşir ve Şia`ya göre Hz. Muhammed imametin Hz. Ali`nin soyundan devam etmesi gerektiği konusunda insanları uyarmıştır. Tıpkı Hz. Muhammed`in Hz Ali`yi imam olarak atadığı gibi Hz. Ali de Hz. Hasan`ı ve Hz. Hasan da Hz. Hüseyin`i imam olarak tayin etmiştir. Genellikle imam sayısı 12 ile sınırlandırılmış olup bu imamlar şu şekildedir; Hz. Ali, ondan sonra İmam Hasan, ondan sonra kardeşi İmam Hüseyin ve onun soyundan gelen dokuz kişidir. Bu dokuz kişi sırası ile İmam Ali, İmam Muhammed’ül Bakır, İmam Ca’fer’us-Sadık, İmam Musa el Kazım, İmam Aliyy’ür-Rıza, İmam Muhammed’üt-Takıy, İmam Aliyy’ün-Nakıyy, İmam Hasan’ül-Askeri ve İmam Mehdi’dir.  Yine Şia inancına göre 12. İmam Hz. Mehdi`dir, İmam Mehdi hayatta olup günün birinde zuhur edecektir. (GÖLPINARLI, 1997)

Hizbullah`ın Şii ideolojisinde ise temel olarak 3 kavram vardır. Bunlar; imamlık öğretisi, takiye ve tabiyadır.
İmamlık öğretisi; 12 İmam`ın tanınması ve onlara sunulacak saygı ile birlikte Kur`an, hadisler ve şeriat hakkında tam bir bilgi sahibi olan yaşayan bir imam takip edilmesidir. Hizbullah için günümüzde yolu takip edilen imam, İran dini lideri Ayetullah Hamaney`dir.
Takiye; örten, koruyan anlamına gelmekte olup Kur`an da Nahl Suresi`nin 106. Ayetine dayanmaktadır. Buna göre Müslümanlar eğer çok zor durumda kalırlar ise inançlarını gizleyebilir veya inkar edebilirler. Hasan Nasrallah`a göre takiye belirli dönemlerde bir gereklilik olup zulüm altındaki Şii Müslümanlar adaletsiz yöneticilerle çatışmamak için takiyeye başvurabilirler.
Tabiya; seferberlik anlamına gelmekte olup insanları haklı davaya katmak için kullanılmalıdır. Hizbullah bu yolda İmam Humeyni`nin yolunu seçmiş ve tevekküle karşın genel bir eylemci çizgiyi benimsemiştir. Bu eylemci çizgi Hizbullah`ı Emel örgütünden farklı kılmış, radikal bir tutumla İsrail ve Şia`ya zulmeden bütün güçlere karşı seferberlik ilan etmesini sağlamıştır. (ALAGHA, 2007)

Özetle Lübnan`dan İsrail ve Batılı güçleri atarak eşitliğe ve adalete dayalı bir İslam Devleti kurma amacını güden Hizbullah`ın belkemiğini oluşturan ideoloji İran İslam Devrimi ideolojisi, dolayısı ile Şia ve imamiyye inancına dayalı öğretilerden oluşan bir ideolojidir Bu nedenlerden dolayı Hizbullah ve İran arasındaki bağ dini ve ideolojik olarak birçok devletten daha güçlü konumdadır.

ÖRGÜTSELVE SİYASİ YAPILANMA

Hizbullah`ın örgütsel yapısına baktığımız zaman görülmektedir ki; Hizbullah kuruluşundan itibaren bireysel liderlik yerine kolektif çalışma yürüten bir yönetimi esas almıştır. Bu kolektif liderliğe şura adı verilmektedir. Şura 9 kişi ile sınırlı olup şura içinden bir genel sekreter seçilmektedir. Bu genel sekreter Hizbullah`ın liderliğini de yürütmüş olmaktadır.1992 yılından bu yana Hizbullah`ın genel sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah`tır. (BORAN, 2007)
İlk yıllarında tabiya anlayışıyla yerel camilerde örgütlenerek halk tabanına kısa sürede yayılan Hizbullah, yıllar içerisinde destek aldığı tabanı ve gücünü büyütmesiyle birlikte örgütsel yapısını tam anlamıyla oturtmuştur. Hizbullah`ın örgütsel yapısı şu şekildedir:

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***