Değişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Değişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2020 Çarşamba

ORTA ASYA’DA ARAYIŞ, “ SOSYAL GEN ” VE YENİ MODELLER,

ORTA ASYA’DA ARAYIŞ, “ SOSYAL GEN ” VE YENİ MODELLER,  




Yrd. Doç. Dr. Bekir GÜNAY. *
*Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 



Özet: 

    Yüzyıl değişimlerinde, eski sistemlerin çöküşlerinde veya var olan yapıların değişimlere ayak uyduramamalarında, toplumlar yeni arayışlara yönelirler. Arayışlar bazen iç, bazen de dış etkenlerle şekillenir. Arayışları şekillendiren temel parametreler sosyal genlerdir. Sosyal genleri oluşturan lar ise tarih, din, dil ve coğrafyadır. Bu makalede, arayışların şekillenmesinde genlerin etkileri incelenecektir. 1989 sonrası Orta Asya’daki değişimle birlikte başlayan ve 11 Eylül’le ivme kazanan arayışların yansımaları tahlil edilecektir. Bu yansımalar, sosyal genler, dış ve iç etkenlerin çarpan etkileri bölgede aranmaya çalışılacaktır. 

    20. y.y. başında bölgede benzer çöküşler yaşandı. Bu çöküntülere bölge nasıl refleksler gösterdi, değişim ve arayışlar toplumları hangi taraflara götürdü, bu yüzyılda da bölge toplumları benzer yönlere mi yönelecekler, bu arayışta ideolojilerin, dinlerin, sosyal genlerin etkileri ne kadar olacak gibi sorulara bu makalede cevap aranacaktır. 

GİRİŞ: ARAYIŞI TANIMLAMA 

Toplumlar ve insanlar değişim süreçlerinde rol model arayışlarına geçerler. Arayış yeni bir şeyi bulma ve eski yapıdan uzaklaşma süreci olarak 
yorumlanabilir. Arayış sürecinde rol modeller önemli yer tutar. Rol modelde örnek alınan yakın ülkeler veya toplumun geçmiş dinamikleridir. 
Bu süreçlerdeki algılamalar da yapıyı şekillendiren unsurlardır. 

Geçiş dönemlerinin başlangıç yılları yüzyılların bitiş evrelerine rastlar. Arayıştaki hedef yeni veya daha gelişmiş bir yapının bulunmasıdır. Arayışta hep daha iyiye, daha mükemmele özlem vardır. Bulunan modelin geçiş süreci toplumlarda değişik belirtilerle kendini gösterir. Kimi toplumlarda bu süreci dış etkenler hızlandırır. Kimi arayışlarda iç etkenler toplumlarda bazen çatışma bazen kaynaşmaya neden olur. Arayış süreci başladıktan sonra bir önceki yapıya dönüş yoktur. 

Toplumlardaki arayış süreçleri insanlardaki gelişim süreçlerine benzemektedir. Arayış döneminde insanları etkileyen unsurlardan biri aile 
diğeri de çevredir. Toplumlarda ise onları oluşturan temel dinamikler (din, dil, tarih ve mekan) etkili olur. Arayışta, çekim alanları sonuçları belirleyen 
unsurlardır. 

1. TARİHSEL MODELLEME İLE SOSYAL GEN TANIMLAMASI VEYA YÖNTEM TARTIŞMASI 

Bu makalenin amacı “tarihsel modelleme” yöntemini kullanarak Orta Asya bölgesindeki arayış eksenlerini tespit etmektedir. Tarih, milletlerin neleri 
yaptıklarını veya neleri yapabileceklerini gösteren bir bilimdir. Tarihi strateji ile buluşturduğunuzda “gelecek tarihçiliği” denen bir alana ulaşmak mümkün olacaktır. Tarih, stratejide temel bir girdidir. Diğer parametreler ise din, dil ve kültürdür. Bunları ben “sosyal gen” olarak tanımlıyorum. 

Sosyal gen zaman çizelgesinde mekanla etkileşime girdiğinde sonuçları “tekerrür” olgusunu doğurur. Aslında “tarihsel modelleme” yönteminin 
esin kaynağı da budur. Milletler sosyal genle, bulundukları mekanlara kendi renklerini verirler. Mekanları renklendiren milletlerdir. 

Mısır’daki Piramitler, İstanbul’daki Süleymaniye Camii, New York’taki gökdelenler, bunlar millet okumalarında kullanılan temel taşlardır. 
Sosyal gen insanlardaki fiziki genler gibidir. 

Nasıl gözünüzün renginden saçınızın rengine kadar özelliklerinizi siz belirleyemezseniz, aynı şey milletler içinde söz konusudur. Tarih yazılmaya 
başladıktan sonra dünyayı şekillendiren milletler ve onların oluşturduğu medeniyetler, sonraki yüzyıllarda oynayacakları rolleri ve senaryoları da 
belirler. Mekanları ve ruhları şekillendirenler medeniyetlerdir. Kimi milletler asırlardır olduğu mekanlarda yaşamışlardır. Yaşadıkları mekanla bir bütün 
olmuşlardır (Çin ve Hint medeniyetleri gibi). Türkler ve İngilizler gibi dominant gen yapılarına sahiptirler. Bu milletler geçtikleri mekanlara tesir ederler, kimi zaman da etkilenirler. Mekanlardaki diğer renkleri kendi kültür genlerinin içine alarak giderek zenginleşirler. Mekandaki değişkenliği belirleyen etkenlerden biri de dinlerdir. Nitekim, Toynbee bile dünyayı tanımlarken “Batı Hıristiyan, Ortodoks Hıristiyan, İslam, Hindu ve Uzak Şark”1 tiplemelerini ortaya koyarken dini merkeze yerleştirmiştir. Üç büyük din olarak kabul edilen Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık yayılan dinlerdir. Bu dinler geçtikleri mekanlarda ve ruhlarda derin izler bırakmışlardır. 

Tarihsel modelleme ve sosyal gen olgusunun en belirgin olduğu dönemler yüzyılların değişim evreleridir. Yüzyıllarda değişim tarihleri 80’li yıllardır. 
Bir başka ifade ile yüzyılın üçüncü çeyreklerini değişim yılları olarak ele alabiliriz. Değişim önce fikirlerde, ruhlarda ve beyinlerde, sonra da eylemlerde kendini gösterir. Değişim evresinin bitişi sonraki yüzyılların ilk ‘14 veya ‘20’li yıllarında olur. Örneğin, XX. yüzyılın giriş tarihi fiziki olarak 1900 tarihi kabul edilse de yeni yüzyılın siyasi girişi 1914’tür. Keza, XIX. yüzyılda da benzer durum söz konusudur. 1815 Viyana Kongresi Avrupa’da yeni yüzyılın giriş olayıdır. 

Bu evrelerde milletleri arayışa iten dış ve iç etkenler olur. Kimi zaman savaşlar kimi zaman sosyal olaylar veya entelektüellerin düşünceleri değişimi tetikler. Unutulmamalı ki hadiseler önce beyinde başlar, sonra ağza dökülür, en sonunda karşımıza olay olarak çıkarlar. Gelecek arayışlarının belirtilerini öncelikle kafalarda aramak lazımdır. XIX. yüzyılın son demlerindeki Marx`ın söylemleri veya Darwin`in yazıları bir sonraki yüzyılda insanların hayatını belirleyen ideolojiler olarak karşımıza çıkmıştır. 

Dünyayı etkileyen alanların başında ana kültür havzaları gelir. Kafkasya ve Balkanlar gibi ara bölgeler ise dış oluşumlardan etkilenen alanlardır. 
Orta Asya’yı ana havza olarak değerlendirmek lazımdır.  

2. ORTA ASYA BÖLGESİNİN ÇARPANLARINI TARİHSEL OLUŞUM SÜREÇLERİNDE TANIMLAMAK 

Orta Asya’nın ana aktörlerinin oluşum süreçlerini anlayabilmek için bölge üzerindeki etkilerini doğru koymak lazımdır. Orta Asya’da milletleri aktörler, yardımcı oyuncular ve figüranlar olarak ayırmak gerekir. Ana aktörler Ruslar, Türkler ve Çinlilerdir. Zaman zaman bölgede tutunmaya çalışan İngiltere ve ABD ana aktör rolünü oynamışlarsa da, bölgeye tesirleri güçleriyle doğru orantılı olmuştur. Aktörler dışında yardımcı oyunculara baktığımızda Hintliler, İranlılar ve Araplar gelir. Figüran rolünü dolduran Koreliler ve Güney Asya’daki bazı küçük milletler göze çarpar. Bölgenin kaderini ana aktörlerin oynadığı roller belirler. Ana aktörleri, dominantlılıkları veya etkileşimin güçlerine göre ayırmak gerekir. Bu açıdan Türkler ve Ruslar ana aktör, belki İranlılar ise belli kısımlarda aktördür. Aslında aktörlerin rolü sahneye konulan medeniyete göre şekillenir. 

2.1. Bölgedeki Din Renkleri 

Orta Asya üç büyük dinin oluşum alanı değil, etkileşim bölgesidir. Dünyada din oluşum alanları olarak Çin- Hint havzasıyla Ortadoğu görülmektedir. 

Çin-Hint havzası Budizm’inoluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu yerel inanç bölgede yan çarpan olarak belirgin rol oynamaktadır. Budizm, Konfüçyüsizim ve benzeri inanç grupları bölgede kendi alanlarının dışında etkili olamamışlardır. Bu dinler Orta Asya’da ana renk olarak değil, bir tali renk olarak değerlendirmek gerekir. 

Orta Asya’da baskın olan din İslam’dır. İslam, bölgedeki tek ana renk olarak görülse de Orta Asya derinliklerine girdiğimizde İslami mezheplerin etkilediği alanlar dikkat çeker. İslamiyet’in bölgedeki etkinliğini anlamak için dinin geliş kanallarını incelemek gerekir. İslamiyet’i Orta Asya’ya Araplar getirmiştir. Din, gelirken İran kültür havzasının üzerinden geçmiştir. Yani bölgenin tarihi arka zeminde bir Şii geleneği görülmektedir. İran’ın bölgedeki yayılış alanı da Pers-Sasani çizgisindedir. Bu alanlar Afganistan’ın bir kısmı, Tacikistan ve Azerbaycan’dır. Bölge halkından Müslüman olup bu dinin bayraktarlığını eden topluluk Türklerdir. 

Türklerin tarihi gelişim çizgilerine bakıldığında asker millet oldukları görülür. 
Bu vasıflarına İslamiyet’le tanıştıktan sonra yeni bir özellik daha eklenir. Türk artık İslam âlimidir. Türkistan da İslamiyet’in yayılıp kök saldığını bölgedir. Asker milletin bu dini sahiplenmesi yanında kendi bünyesinde de içselleştirmesi ve yaymasında önemli roller oynamıştır. Türkistan’daki Buhara, Semerkant, Merv şehirleri İslam medeniyetinin bölgedeki temel taşlarıdır. Hoca Ahmet Yesevi, İbn-i Sina, İmamı Azam ve benzeri din âlimlerindeki Türk rengi yanında Sünni İslam’ın alt yapısı Orta Asya’nın temellerindeki önemli malzemedir. 

Türklerin hareketli millet olmalarından dolayı Sünnilik Orta Asya’da yaygındır. Bölgenin din oluşumunda Türk-Sünni yapı merkez güç pozisyonundadır. Sünni İslam rengi İran`da Şii İslam’a dönüşse de Ortadoğu’ya ulaşan İpek ve Baharat yollarıyla ekonomik akışkanlık sayesinde gücünü yitirmiştir. Orta Asya’daki dini yapı ekonomik ve siyasi etkenlerle birleşerek kalıcı ve güçlü bir çimento halini almıştır. Bölgedeki Türk-İslam binası sağlam kurulmuştur. 

Orta Asya’da İslamiyet’le birlikte Hıristiyanlık da mercek altına alınmalıdır. Hıristiyanlık ağırlıklı olarak XX. yüzyılda bölgeye misyonerler eliyle yerleştirilmeye çalışılmıştır. Misyonerlerin Orta Asya’daki faaliyetleri öncelikle Asya’nın kıyı kesimlerinde başlamıştır. Misyonerler Hint-Çin bölgesinde çalışmışlardır. Bununla birlikte Hint ve Çin kültürü misyonerlerle batılı seyyahları etkileyen kültür olmuştur. Bir bakıma reaksiyon tersine dönmüştür. Budizm ve İslamiyet, misyonerler kaşifler ve tüccarlar eliyle batıya yayılmıştır. 

Hıristiyanlık Orta Asya’nın tabanına inemedi. Buradaki güçlü İslam mayasının etkisini bozamamıştır. Hıristiyanlıkta Rusların katkısı bölgede çok olmuştur. Ruslar eliyle Orta Asya`ya gelen Ortodoksluk2 Kazakistan’a kadar inmiştir. Ortodoksluk Orta Asya’ya Ruslar eliyle girmişti. Ortodoksluğun bölgedeki yayılımı Bolşevik Devrimine kadar devam etti. Çarlık rejimi sırasında Rusya’nın kızıl elması Üçüncü Roma teorisi idi. Bu teorinin temeli Ortodoksluk inancına dayanır. 

Üçüncü Roma’nın oluşum sürecinde Ortodoksluk olmazsa olmazdı. Rus Ortodoksları için Moskova’nın kutsal yer olması büyük sorun oldu. Bu sorun 
Üçüncü Roma’nın doğuşunu geciktirdi. Moskova Patrikliği’nin kutsanması için bir bakıma Fener Patrikliği Moskova’da zorunlu misafir edildi. 

Akabinde Moskova kutsandı. Çar Petro’nun Patrikliği zayıflatması Rusya’nın sekülerleşmesinin yolunu açtı. Petro sonrası tekrar siyasi arenaya 
dönen Kilisenin gücü giderek Moskova’da da azaldı. 1917 Bolşevik Devrimi ile yeni bir yapıya giren Ortodoksluk devletin bilinçaltından çıkarıldı.3 

 1945-1955 yılları SSCB’nin dünyada tek güç olduğu senelerdi. Fakat gücün kalıcılığı sağlanamadı. Bunun da nedeni Stalin’deki Üçüncü Roma 
düşüncesinin eksikliği idi. 

Rusya’nın 1917 yılına kadar Orta Asya’ya taşıdığı dinin rengi Ortodoksluk iken 1917 yılından sonra buraya getirilen inanç ise “Ateizm”di. 


SSCB birlikte Orta Asya’ya gelen ateizm her iki dini de (İslamiyet ve Hıristiyanlığı) etkilemişse de en çok zararı Hıristiyanlık gördü. Dinler bu 
süreçte bir bakıma illegalleşerek yaşamlarını devam ettirdiler. Ateizmi SSCB zamanında bir din olarak tanımlamak mümkündü. Ateizmin Orta Asya’da 
mekandan, ibadethanelerden, ruhlardan izleri sildi. Bu durum şehir hayatında görülmesine taşrada din geleneksel olsa varlığını korudu. 

2.2. Bölgedeki Millet Renkleri 

Orta Asya tarihi katmanlarının oluşumundaki baskın renkleri doğru tespit etmek gelecek senaryolarının düzgün temellerinin oturmasını sağlayacaktır. 

Bölgede etkin olan nüfus ile tarihin yayılım alanlarına baktığımızda karşımıza çıkan topluluk Türklerdir. 

Orta Asya millet katmanlarına indiğimizde Türklerden sonra Çinliler, Ruslar ve İranlılar, bölge kıyısında da Hintliler gözükmektedir. Bunlar 
dışında etkinlik açısından Batılı milletler yok denecek kadar azdır. 


Orta Asya’da Millet Oluşum Katmanları 

Orta Asya’nın ilk tarihi katman oluşumlarında Çinliler ve Türkleri birlikte görmekteyiz. Her iki kavim bölgede bıraktığı izler açısından farklılıklar gösterir. Hareketli ve yayılmacı özelliği olan Türkler, Orta Asya’da daha etkili oldular. Nitekim, XIX. yüzyılda gerek oryantalistler gerekse orada yaşayan Türkler bölgeye Türkistan demekteydi. Orta Asya adı XX. yüzyılda ortaya çıkarılan bir tanımdı. Türkistan mekan olarak Tanrı dağlarından Hazar denizine kadar uzanan geniş bir coğrafyayı içine alır. Türklerin “at”a hâkim olmaları yanında asker millet kimlikleri bölgede kalıcı izler bırakmalarını sağladı. Tarihi ipek ve baharat yollarının kontrol altında tutmaları da ekonomik bir nüfuz alanı oluşturdu. Türklerin bölgede giremedikleri yer Çin havzası idi. Çinlilerle Türklerin kesiştiği alan bugünkü Doğu Türkistan’dır. Burası aynı zamanda din ve kültür etkileşim alanı idi. Çinlilerin yanında Güneydeki sınır Hint havzasıydı. Bu kültür havzasıyla da benzer etkileşimler gözükür. Pakistan ve Afganistan’daki Mezar-ı Şerif 
bölgesi kesişim alanıydı. Aynı durum doğuda Türkmenistan-İran sınır çizgisinde de görüldü. Burada da İran ve Türk kültür havzaları iç içe girdi. 

Keza kuzeyde Rus kültür havzasıyla temas bugün kendini Kazakistan’da göstermektedir. Sonuçta, Orta Asya’daki ana renk Türk’tür. 

Türklerden sonra, sayısal çoğunluk olan ama etkileşim alanı dar olan Çinliler gelir. Çinliler Asya’da etkin bölgesel güçtürler. Bölgesel güç olmalarının temel nedenlerinden biri sahip oldukları inanç sistemidir. Gobi Çölü ve Himaliya Dağları Çin’in Orta Asya ile ilişkisinde fiziki, Doğu Türkistan da siyasi engeldir. Çinlileri Orta Asya gücü olarak tanımlamamak gerekir. Çin, Asyalı’dır ama Orta Asyalı değildir. 

Çinlilerle birlikteRuslar da Orta Asya’da önemli bir kuvvettir. Rusların bölgeye girişi ve hakim oluşları XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başlarına rastladı. Rusya, Asyalı bir güç değildir. Ruslar Avrupalıdır. Avrupa’dan gelen Rusların SSCB elbisesiyle bölgenin derin katmanlarına değil yüzeyine nüfuz edebildiği görülür. Alt katmanlardan yukarıya doğru çıkarken Ruslardan önce bir başka bölgesel güç de İranlılardır. İran sadece ırki değil dini nüfuz alanlarıyla da Orta Asya’da kendini göstermektedir. İran köklü devlet geleneğine sahip bir millettir. Bölgenin ana katman oluşumunda Türklerden sonra gelmektedir. Orta Asya’da Türklerle İranlıları rakip göstermek doğru bir davranış değildir. Bölgenin dini yapısı İranlılarla Türkleri ortak noktada buluşturur. XIX. ve XX. yüzyıl güç denkleminde Rus ve İngiliz gerilim hattında olan İranlılar ile Türkler bölgede birbirleri için amansız rakip olarak lanse edilmiştir ki, bunu yapanlar İngilizlerdir. 

XX. yüzyılda da bölgede varlığını sürdürmeye çalışan batılı güç İngilizlerdir. İngilizler ada devletidir. İşgal ettikleri sömürgelerdeki yerleşim stratejileri dikkat çekicidir. Daima arkalarını denize verirler, bir gün bölgeyi bırakıp gitmeyi düşünürler. Daha iç bölgelere giderken kıyı ile olan irtibatlarını kesmemek için ara koridorları daima koruma altına alırlar. Kıyıdan uzaklaştıkça başarı şansları azalır. Bu genel kural İngilizlerin Orta Asya politikalarının ana hattını oluşturur. İngilizlerin bölgeye olan ilgisi coğrafi keşifler sonrasında başlamıştır. Orta Asya’daki varlıkları Hindistan ve Hindi Çin bölgesini kapsar. İngiltere’nin bu çizgiye paralel İran hattı üzerinden yataylamasına gelişti. Orta Asya’nın dikey derinliklerinde İngilizlerin etkileri yoktur. 1877-1878 Osmanlı Rus harbinden sonra İngiltere, Orta Asya’da Rusya ile herhangi bir büyük çaplı çarpışmaya 
girmemiştir. Ayrıca Rusya’nın kendi hâkimiyet alanına saldırmaması için de “yeşil kuşak teorisini” XIX. yüzyılda başarıyla uygulamıştır. Bu teori 1945’ten sonra ABD tarafından devir alınmıştır. 

3. ARAYIŞ SÜRECİNDE BÖLGENİN DAVRANIŞI 

XIX. yüzyıl son çeyreği dünyada genel arayış evresi olarak değerlendirilebilir. XX. yüzyılın hazırlık evresinin ipuçları, 1880lerden itibaren görülmeye başlandı. İnsanlığın bilimi yeniden keşfetmesinden (teknolojik buluşlar), “ben nereden geldim” soruları (Darvin söylemleri), sanayinin sorunları yanı sıra “dünya nereye gidiyor” tartışmaları entelektüellerin kafalarını meşgul etti. Bu meşguliyetlerin sonucu dünyanın gelecek rotası belirlendi. Marks`dan başlayarak gelişen fikri söylemler bir sonraki yüzyılın ideolojik eylemlerine dönüştü. Komünizmden başlıyarak faşizme, oradan kapitalizme kadar XX. yüzyılın etkin ideolojileri bu yüzyılda şekillendi. XIX. yüzyılın baskın düşüncesi olan sömürgecilik akımı 
da uluslararası güç dağılımını Orta Asya’da yeniden düzenledi. 

Yüzyılın sonuna yaklaşıldığında dünyada hâkim güçler İngiltere, Osmanlı, Rusya belli ölçüde Fransa ve Almanya idi. XX. yüzyılda iki devlet (İngiltere–Almanya) göreceli üstünlükleri devam ettireceklerinin sinyallerini verirken Osmanlı devleti rolünü tamamladı. Bu süreçte de Rusya’nın elbise değiştirerek ilerleyeceği anlaşıldı. Benzer durum kısa bir süre sonra 

Türklerde de görüldü. Onlarda yola Türkiye Cumhuriyeti olarak devam ettiler. Dünyanın küresel aktörlerindeki değişim Orta Asya’nın da kendi iç 
dinamiklerinde sürmekte olan arayış sancılarını artırdı. Bölgede değişim sinyallerinin tarihi 1917 idi. Bu tarih Orta Asya için bir kırılma noktasıydı. 

4. ORTA ASYA’DAKİ DEĞİŞİM RENKLERİNİ OKUMA 

Orta Asya’daki değişim Kafkasya’dan başlayarak Asya içlerine ulaştı. Türklerdeki değişimi tetikleyen hadise Osmanlı Devleti’ndeki gelişmelerdi. 

Orta Asya’daki değişim alanlarının temelinde “gelecek kaygısı” belirgin rol oynadı. Benzer bir tartışmayı II. Meşrutiyetle Osmanlı entelektüeli de 
yaşadı. Sonuçta Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık fikirleri çare olarak bulundu. Benzer görüşler Kafkasya’dan Orta Asya’ya da yayıldı. 

Milliyetçilik, İslamcılık, Batıcılık fikirleri bölgenin ana yöneliş kulvarları oldu. Bunlara sonradan komünizmde eklendi. Milliyetçilik söylemi bölgede 
Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı ile baskın rol aldı. Rusların 1938 yılına kadar bastırmakta zorlandığı Basmacılar hareketi Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesinde önemli rol oynadı. 1920 yıllarından itibaren “Türkistanlılar ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlardı. Sovyet Rusya’nın ve onların yerli sömürgelerinin Türkistanlıların kendi geleceklerini tayin için kararlı olduklarını kavrayıncaya kadar savaşmak kalan tek çözüm yolu komünist rejimine karşı kendilerini korumak hürriyet mücadelesinin gayesiydi.”4 

Ama Türkiye’dekine benzer sonuçları çıkaramadılar. Bununla beraber milli kimlik oluşumunun önemli evrelerinden geçirmiş oldu. İsmail Gaspıralı’nın benimsediği “dilde, fikirde, işte birlik” fikri uzun vadeli değişimleri de tetikledi. Dil konusu “…İsmail Gaspıralı’nın Pan-Türkizm diye adlandırılan Türk halklarının birliği fikriyle desteklendi. Balkanlardan Çin’e kadar bütün Türklerin anladığı ortak bir dil, bu amaca ulaşmanın ilk şartıydı.”5 Özellikle Gaspıralı’nın değişimin “insan yetiştirmekte” olduğu düşüncesi kendini Gaspıralı’nın eğitim ve okul modelinde gösterdi. Bu model bölgede derin izler bıraktı. Merdan Topçubaşı’dan 6 Resulzade’ye bölgenin önemli siyasi entelektüellerinin söylemlerinde milli kimliğin izleri görüldü. Bununla birlikte Enver Paşa ile birlikte bölgede silahlı milliyetçi söylem göreceli olarak başarılı olsa da sonuçta etkisiz kaldı. 

Baskın olan milliyetçilik söylemi bölgedeki Türk kimliğinin oturmasında etkili oldu. Milli kimlikle bağımsız devlet olma modeli Azerbaycan’la hayat buldu. “28 Mayıs 1918’de Azerbaycan Milli Konseyini oluşturarak yeni bir ulusun doğduğunu ilan ettiler.”7 Enver Paşa ile başlayan silahlı mücadeledeki “Turhan devleti”ni kurma fikri Orta Asya’da ciddi taraftar toplandı. 1938’e kadar sürecek olan “Basmacılar” hareketinin de esin kaynağı oldu. Bununla birlikte Sultan Galiyev faktörü dikkat çekicidir. 

Sultan Galiyev kendini “ateist” olarak tanımlar. Galiyev bölgedeki Müslüman cemaati tanımlamış fakat din unsurunu bir kenara bırakmıştır. 

Bir bakıma “Komünizmin” meşrulaştırdığı gibi ateist söylemlerin baskın olmasına zemin hazırladı.8 


Orta Asya’da XX. yüzyılın ilk yarısında etkin görüşler grafiği 

Arayışta milliyetçiliğin hâkim olmasının nedeni dünyada esen milliyetçilik rüzgarlarıydı. 1917 bölgedeki arayışların sonucunu belirledi. 

Rusya’nın kendi gelecek tartışmaları Bolşevik iktidarıyla sonuçlandı. Bolşeviklerle beraber XX. yüzyılda Rusya, Orta Asya’ya girdi. Rus halkının kendi arayışında komünizmi tercihi bölgenin kaderini de belirledi. Komünizme geçiş sürecinde “Rus milli kimliğindeki Ortodoksluğun reddi” sonuçta Rusya’nın dinle olan kavgası olarak Orta Asya’da da devam etti. Başka ifade ile din legallikten illegalliğe geçerken onun yerini ideoloji ve ateizm aldı. Ama bölgenin temel dinamiği olarak din, kendini halk içindeki canlılığını koruyarak devam ettirdi. 1930’da bölgeye bakıldığında Türkçülük ile komünizm arasında kalmış bir “Türkistan” fotoğrafı vardı. Rusya’nın 1917-1924 yılları arası, kendi kimliğini oturtma veya iktidar hesaplaşması olarak geçti. Lenin’in ölümü sonrasında Stalin’in SSCB’nin kaderini belirleyen güç olmasının etkileri bölgede de hissedildi. Stalin zamanında Ortodoks kilisesinin önemi hatırlandı. Kilise bunu fırsat olarak gördü. Kendine meşrutiyet alanı açarken aynı zamanda ateist yapının meşrutiyetini bir bakıma onayladı.9 1930lu yıllarda Rusya Kafkasya ve Orta Asya’ya geri döndü. Kafkasya’da Azerbaycan’ın bağımsızlığını kaybetmesi Rusya’nın SSCB kimliğiyle Orta Asya’ya acımasız bir şekilde döneceğini belli etti. Komünizm bir ideolojiden ziyade Rus sömürgeciliğinin Orta Asya’daki yeni 
yüzüydü. SSCB bölgede silahla hâkimiyetleri kurmaya çalıştı. Basmacılara karşı yapılan mücadelede karşılarındaki en büyük engel Türk milliyetçiliği idi. 

1938, bölgede kırılma tarihi olarak anılmaktaydı. Türkçülük fikri de kalıcı sonuçlar almaya başladığı sırada, bu düşünceyi savunan nesiller yok edildi. 1937-1938 tarihlerinde Azerbaycan’dan Kırgızistan’a kadar Orta Asya’daki Türk entelektüeller sistematik olarak katledildi. “1937 yılında GULAG sistemi (çalışma kampları) yeni bir döneme ayakbastı, iktidar acımasız bir şekilde kitlesel terörü başlattı. Sadece idam edilenlerin sayısındaki artış bile insanı şaşırtıyordu. 1936 yılında 1.118 idam cezası infaz edilirken, bu rakam 1937 yılında 353.074 olarak yükseliş kaydetti. 

   1 Temmuz 1937 ve 1 Nisan 1938 tarihleri arasında 800.000 civarında yeni mahkûm GULAG’ın çalışma kamplarına getirildi ve bu kamplardaki mahkûm sayısı 2.000.000’u aştı.”10 Artık belirgin güç olan Rusya, Orta Asya’da oyun kurucu idi. Arayış, bölgede dış çarpan Rusya’nın etkisiyle sonuçlandı. II. Dünya Savaşı’na girerken Rusya ve komünizm bölgedeki ana renkti. Kötü renkler Türk milliyetçiliği ve İslam’dı. Stalin, Kırgız yazar Aytmatov’un babasının da dâhil olduğu düşünen insanları ortadan kaldırdıktan sonra “Sovyet adam modeline” uygun nesiller üretme projesini hayata geçirdi. 

Stalin, komünizm renginin bölgede kalıcı olabilmesi için eski yapıya ait renkleri yok etmeden yeni bir sistemi kuramayacağının farkında idi. Köylü diye lanse edilen Asya toplumları şehirleştirme sürecine sokuldu. Yeni şehirler kuruldu. Şehirleşme, kültür doku değişikliğine paralel olarak ekonomik ve stratejik hamleler ekseninde Orta Asya’da değişim enstrümanı olarak kullanıldı. Sibirya demiryolu hattıyla bölgenin iç derinliklerine uzanıldı. Yeni kurulan şehirler ve nüfus dağılmaları ona göre şekillendirildi. Bir bakıma demiryolu Rusya’nın Orta Asya’daki gücünü belirleyen unsur oldu.11 

   Kırgızistan’ın başkenti Bişkek buna tipik örnektir. Eski güç merkezi olan Merv, Buhara, Semerkant, Taşkent gibi kentler etkisizleştirildi. 1939-1945 savaşı Orta Asya halklarının savaşı değildi. Bu olgu tersine döndürüldü. Saldırı SSCB milletine yapılmış gibi algılandırıldı. Bu ülkenin vatandaşlarına “Germenler hepimize saldırdı öyle ise hep birlikte memleketimizi korumalıyız” fikri verildi. Garip olan, Almanlar Moskova’dan öteye saldırmamışlardı. Savaş Rus milli kimliğinin Orta Asya’da benimsetilmesi için kullanıldı. Savaş ortak kader kavramını oluşturdu. Germenler ortak düşman fikrinin içini doldurdu. Ruslar ve Türkler, Sovyet idealleri için birlikte savaştılar(!). Bu da 1945 sonrası hayata geçirilen “Sovyet adamı” fikrinin alt yapısını şekillendirdi.“Sovyet adamı” Türkler arasında yeni bir model olarak lanse edildi. Rus dili Sovyetlerin kültür diline 
dönüştürüldü. Kiril alfabesi entelektüelin alfabesi oldu.12 Rusça konuşan “Komünist Türk” tiplemesinin de Türklük ve İslamcılık rengi yok edilerek 
onun yerine ateist Türk modeli oluşturuldu. Orta Asya halklarına İslam yerine ateist kültür din olarak lanse edildi. Rusya bölgede artık tartışılmaz bir güçtü. Bununla birlikte, Sovyet millet kompozisyonu ve parti yapılanmasında “Orta Asyalılar ve Avrupa’daki diğer milletler çok az sayıda temsil edilmekteydi.”13 Bu süreçte SSCB kendi renklerini ana renklerle değiştirmeye muvaffak oldular. Ateist komünist Sovyet adam modeli göreceli üstünlük sağlasa da bölgenin temel renkleri olan İslam ve Türklük varlıklarını hep devam ettirdi. “Türklük” üst kimliğinin alt kimlik haline dönüştürüldüğü yapıda Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen ve Azeri renkleri üst kimliğe çıkarıldı. Kafalardaki dost ve düşman kavramları yeniden yorumlandı. “Dost” Ruslar, medeniyet getiren elit kavimdi. “Düşmanlar” ise Türkler, İslam ve Batılılar idi. Harmanlama tekniğiyle ekonomik olarak Türk toplulukları birbirine bağımlı hale getirildiler. Ekonomide para yerine “ takas sistemi” kullanıldı. Ticaretle bağlılık ve bağımlılık sağlandı. 

SSCB modelini ilk sarsanlar, kiliseleri için mücadele eden Polonyalılar oldu. Doğu Avrupa’daki Polonya’nın rolünü Asya’da “Afganlar” oynadı. 

Polonya’nın dini için mücadelesi Varşova Paktı’nın tabana ulaşmasını engelleyen faktördü. SSCB’yi parçalayan olayların 1980’li yıllarda Polonya’da başlamasına paralel olarak da Orta Asya’da Afganistan’daki SSCB karşıtı mücadelenin birbirini tamamlaması tesadüf değildi. 

Sonuçta, Mikhail Gorbachev XXI. yüzyılda Rusların bir devlet olarak var olamayacağını gördü. Yaptığı şey parçalanmış SSCB elbisesinden kurtulmaktı. “Yeniden yapılanma ve açıklık politikaları” bir bakıma Rus milletinin kurtuluş reçeteleri belki de son şansı idi 14. 

5. XXI. YÜZYILDA ARAYIŞ VE MUHTEMEL SONUÇLARI 

XXI. yüzyılın geliş sinyalleri, gerek bölge gerekse dünya açısından Gorbachev ’un SSCB Genel Sekreterliği’ne gelmesiyle başladı. 
Bir başka ifadeyle Gorbachev’un iktidarı Soğuk Savaş’ın sonuna doğru gidiş hamlesi idi. 

Gorbachev, Rus tarihini doğru okuyan biriydi. “Açıklık politikası” bir bakıma Lenin’le beraber başlayan XX. yüzyıl SSCB görüntüsü “Sovyet adam” modelinin iflasının dünyaya ilan edilmesiydi. Rusların klasik tarihi gelişim çizgisinde olan Üçüncü Roma eksenli ilerleme süreci SSCB dönemi ile bir bakıma “ara döneme” girdi. 1945 sonrası dünyanın etkin gücü olsa da, ki 1945-1955 arası, ABD ile girilen silahlanma ve uzay yarışında havlu atan taraf Ruslar oldu. Stalin’in kötü bir kopyası olan Brejnev döneminde rejimi canlandırma hamleleri ve birbiri ardına yapılan yanlış hareketler, SSCB için beklenen sonu getirdi. 

SSCB modelinin temelindeki hata Üçüncü Roma’nın eksikliğiydi. Bir adım daha ileri gidersek dinin reddedilmesiydi. Ruslar 1945 sonrası Almanya’nın oluşturduğu boşluğu Doğu Avrupa’ya girerek dolduruldular. Fakat Varşova Paktı’nda ideolojik birliktelik fikrini sağlayamadılar. Varşova’da başlayan Katolik mücadelesi, Macarların milliyetçilik ayaklanması, SSCB tanklarıyla etkisizleştiril di. Ama güç her şey değildi. 

Orta Asya’da Afganistan hamlesini yanlış okumaları ağır sonuçlar doğurdu. Afganistan stratejik nokta olarak klasik “sıcak denizlere” inmede doğru 
hamle olarak görüldü ise de, ülkenin coğrafi ve siyasi yapısı itibariyle dış güçler için tam bir kâbus olduğu sonradan anlaşıldı. Afganistan’la birlikte İran’da başlayan İslami çıkışlı siyasi dalgalanma Orta Asya’nın güçlü rengi “İslam’ın” canlanmasını tetikledi. Yalnız İran’daki hareket zamanla “Şii milliyetçiliğine” dönüştü. Bölgede Şii tabanın azlığı bir müddet sonra ibrenin Sünni İslam yapısına da sahip Afgan hareketini dönmesine zemin hazırladı. 1979 tarihindeki bu olaylara paralel olarak Pakistan’daki Ziya-ül Hakk’ın Sünni İslam söylemleri dinin bölgedeki etkinliğini kalıcı hale getirdi. 

Afganistan’ın işgali için bölgeye gönderilen Rus askerlerin içindeki Özbek, Kırgız gibi Türk ve Müslüman unsurlar Ruslar için ileride ciddi tehdit olacaktı. Mücahitler tarafından savaşta esir alınan Türk orijinli askerler Sünni İslam’ın Orta Asya’ya tekrar girişine zemin hazırladılar. Bu süreç ileriki yıllarda Fergana Vadisi olaylarının da temelini atacaktı. SSCB modelinden bir an önce kurtulma fikri hayata geçirildi. Mikhail Gorbachev “pandoranın kutusunu” açtı. Olaylar zamanla kontrolden çıkarak beklenmeyen sonuçları doğurdu. Gorbachev sonrası Yeltsin, akabinde de Putin’in birinci dönemine kadar SSCB önce Bağımsız Devletler Topluluğuna sonra Rusya Federasyonuna dönerek ciddi bir sarsıntı yaşadı. 

Bu süreçte kontrolden çıkan araba görüntüsünde olan Rusya, Putin’le kontrolü tekrar eline aldı. Şimdi yeni rota ne olacak sorusu sadece Rusya’nın 
değil Orta Asya’daki tüm toplumların da ana gündemini oluşturdu. 

6. ARAYIŞ SÜRECİNDE DEVLET OLGUSU 

1989 sonrasında Doğu Blok’unun yıkılmasıyla birlikte sadece Orta Asya’da değil tüm dünyada bir arayış süreci başladı. Bu süreci “tarihsel modelleme ve sosyal gen” formülüyle okuyup muhtemel sonuçları üzerine bazı öngörülerde bulunalım. Günümüzdeki ne benzer bir tablo 1890-1917 yılları arasında da yaşandı. O zamanki arayış üç ana kulvar ekseninde seyretti. Bunlar din, milliyetçilik (İslam, Türk) ve Batıcılık idi. Hesapta olmayan komünizmdi. XX. yüzyılın başlarında arayış alanları bu üç kulvar arasında geçerken komünizm sonucu belirledi. Hareket özellikle Stalin ile beraber “ zorba güç” veya baskın aktör rolünü oynamışsa da Rusya tarihi arka planına uygun olmadığı için bu yüzyılda kalıcı olamadı. 1989 sonrasında, Orta Asya tekrar 2000li yılların başına döndü. 

Bölge aramalar sürecine girerken yine üç öğenin etrafında gezinmeye başladı. İslamiyet İran–Afganistan hattında “siyasal İslam” olarak tanımlanırken, Milliyetçilikte kimilerine göre “etnik milliyetçilik” olarak görüldü. Eskinin batılılaşması şu anda küreselleşme oldu. Ama bölgedeki yansıması “Amerikan Emperyalizmi” olarak karşımıza çıktı. 


Orta Asya Komünist Yapı, Türk İslam XXI. yüzyıldaki Orta Asya Aktör Hareketliliği. 

Bu kulvarların bölge üzerindeki etkilerine gelince; komünizmin bölgede uygulanışına baktığımız zaman Rus sömürgeciliğini görürüz. Yapının bölge 
üzerindeki etkileri hala sürüyor. Geçiş döneminde de bunun olması normaldir. “SSCB adamı modeli” 1945 sonrası ortaya çıkan modeldi. O zaman doğanlar bugünkü Türk Cumhuriyetlerin başında olan bürokratik elitlerdir. Türk kimliği parçalanıp Kırgız, Özbek diye alt kimlikler ortaya çıkarılmıştı. Alt kimliklerin birbirleriyle ekonomik geçişkenliği artırılmış olmasına rağmen siyasi olarak birbirilerine benzer ama birbirilerinden ayrı topluluklar, ayrı devletler oluşturuldu. Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ayrı ülkeler olarak değerlendirildi. Ekonomide uygulanan “takas sistemi”nde karlı çıkan Ruslar oldu. Ekonomik düzene uygun siyasi yapı kurulurken devlet-toplum-parti sisteminde devlet veya topluma yapılan hizmet değil partiye yapılan hizmet ve sadakat esas alındı. Nitekim bunu Cengiz Aytmatov “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adlı eserindeki mahkumla onu mahkemeye götüren yargıcın hikayesini anlatırken yargıcın suçluyu suçlamasının adaleti yerine getirmek için değil, kendi terfisi ve sistemin kutsallaştırılması olduğunu anlattığı eserinde “ ..güçlü bir iktidarı kötülemek bireylerin çıkarlarını devlet çıkarlarından üstün tutmak, kokuşmuş burjuva bireyciliğine sempati duymak ve genel kolektifçiliği eleştirmekti…bu ise sosyalizme karşı olmak demekti. Oysa sosyalist ilkelere sosyalist çıkarlara karşı gelenlerin en ağır cezalara çarpıtıldıklarını herkes bilirdi.”15 

Komünist sistem devlet ve adalete bağlı toplum değil rejime, Stalin’e bağlı nesiller üretti. Halkın hayat kalitesini artıran yönetici tipi değil, rejime sadık idarici tipi ortaya çıktı. “Sovyet İnsanı sonunda aldatılana (deceptive man) dönüşmüştür. Bunun sonucu topluma yaygın bir yolsuzluk olarak tezahür etmiştir. Sistem bütünüyle bir aldatylan köleler ve aldatan efendilerden ibaret haline gelmi.tir.”16 Halka değil rejime bağlı bürokrat tiplemesi karşımıza çıktı. Bürokrat temelde egemenliği, hükümranlığı eline aldı. “..Sovyet uygulaması kurumsal hakları ezdi... sivil toplumun ortadan kaldırılması (başka bir ifadeyle bürokrasinin parçası yapılması) ve demokratik hakların ezilmesi sadece bürokrasiyi özgür bırakmadı, aynı zamanda tiranlığın da ortaya çıkmasına kolaylık sağladı”.17 Bu yapı, 1989 sonrasında da devam etti. Rejim yıkıldıktan sonra bölgedeki iktidar sahipleri bu hazır alt yapıyı kullandılar. 

Yeni yapı kalıcı mıdır? sorusunun cevabı açıktır; Hayır. XXI. yüzyıl yönetim algılamaları açısından bunun doğru bir sonuç olmadığını Türkistan’daki herkes bilmektedir. Genelde eski Komünist parti sekreterleri şimdinin tek adam tiplemelerine döndü. Ömür boyu cumhurbaşkanı seçilmek (Özbekistan, Kerimov örneği) veya öldükten sonra oğlunu iktidara taşıma yolu (Azerbaycan’da Aliyev hanedanı) gibi uygulamalar geçici yöntemlerdir. Bunlar tamamen geçiş dönemi uygulamaları olup kalıcı modeller olamazlar. Bu tarihi realiteye de aykırıdır. Onun farkında olan şu anki rejimler giderek demokrasiden uzaklaşıp diktatörce davranışlar içine girmektedir. Süreç, 2020’lere kadar devam edecektir. Şu anki davranış kalıbı Soğuk Savaş modelidir. Biliyoruz ki her yüzyıl kendine özgü modeller üretir. Bu yüzyılda dünyada devletlerin yerine sivil inisiyatifler alacak tır. Orta Asya’da da bunu söylemek için vakit henüz erkendir. Tek adam yönetimlerinden çoğulcu yapıya yani demokratik topluma doğru gidişatın 
ilerleyen senelerde hızlanacağı görülmektedir. Brzezinski, 1989’da Komünist rejim sonrası Rusya’yı anlatırken “..çoğulcu toplumların inkişaf etmesidir...”18 diyerek gelişim çizgisini vurgulamıştı. Yalnız yapının oluşum sürecini beklemek gerekir. Demokrasi getirmek adına yapılan dış müdahale ise halkın demokrasi algılamalarını bozmaktadır. (Soros devrimleri). Bu da mevcut yönetimler tarafından demokrasinin değil şu anki yapının doğru olduğu fikrinin halka iletilmesine zemin hazırladı. Sovyet adamı modelinin bürokratik algılamaları rejime uygun bürokrat tipi üretti. Rejimlerin yıkılmasından sonra bürokrat sınıf kendi geleceğini düşünmeye başladı. Bürokrat aldığı maaşla geçinemeyince günümüzde tüm coğrafyanın en büyük sorunu olan yolsuzluk ve rüşveti meşrulaştı. Bölgede az gelire karşılık çok gideri olan bürokrat tiplemesi çoğalmaya başladı. Sokakların ilkel görüntüsüne karşılık trafikteki son model arabalar ülkelerdeki çarpıklığın en iyi göstergesiydi. Yolsuzluk yoksulluğu tetikledi. Unutulmamalı ki, yoksulluk toplumdaki değişimleri başlatan ana unsurlardan biridir. 

Komünizm renginin bu yüzyılda Orta Asya gündeminde olmayacağı gerçeğini görmek gerekir. Bölge şu anda artık komünizmin yan tesirlerini yaşamaktadır. 


7. DİN VE MİLLİ KİMLİK ALGILAMALARI 

Orta Asya’da etkin din olarak İslamiyet çıkar. İslamiyet dışında Kazaklarda Ortodoksluğu, 1989 sonrasında da yoğun olarak Katolik ve Protestan 
misyonerlerle Hıristiyanlığı Orta Asya’da görmekteyiz. Din, ateizm sürecinde Orta Asya’daki toplumların ruh dünyalarından çıkarmak için çok uğraşılmış ise de başarılı olunamamıştır. Sokakta-resmi dairelerde dinin izleri silinse de din bölge halklarının iç dünyasında varlığını sürdürdü. 

Günümüzdeki bölgenin din resmine baktığımızda karşımıza çıkan görüntü “İslam’ın, Orta Asya’nın ulusal kimliğinin ana kaynaklarından biri ve diğer İslam ülkeleriyle ilişkilerini kolaylaştıran bir unsur olduğudur.”19 XIX. yüzyılın fotoğrafından farklıdır. Bugünkü resimde İslamiyet ana çarpandır. İslamiyet’i bölgede iki boyutla incelemek gerekir. İlk olarak inanç ekseninde, ikincisi de siyasal yapı çerçevesinde bakılmalıdır. İnanç ekseninde bölgenin dini arka planına baktığımızda karşımıza çıkan etkin alan Özbekistan’dır. Buhara, Semerkant, Taşkent ve Merv bölgeleri İslam tarihi açısından da tartışılmaz yerlerdi. Türk-İslam rengi şekillendiren Hoca Ahmet Yeseviler, Mevlanalar, Nakşibendiler gibi önemli İslami şahsiyetlerin doğum yerleri buralardır. Bir başka ifade ile Turkuvazla Yeşilin20 yoğrulduğu bu belde SSCB döneminde de İslamiyet açısından önemli bir yerdi. Özbekistan, Orta Asya’nın dini omurgası hükümdedir. 1979 yılı, yukarıda söylendiği gibi İslamiyet’in bölgeye dönüş yılıdır. İran’da Humeyni’nin liderliğindeki İran İslam devrimi, Afganistan’daki Rus işgali, ona karşı başlatılan Sünni İslam Mücahit hareketi, Rus askeri kimliğinin altında bölgeye giden Türk askerlerine Müslümanlığı yeniden tanımaları fırsatını verdi. Bir bakıma İslamiyet evlere geri döndü. İslamiyet halkın ateizm sonrası inanç boşluğunu da dolduran unsurdur. Öyle ki 1989 sonrası açılan camiler, Kuran öğrenen insanlardaki artış İslamiyet’in bölge hayatına geri döndüğünü 
göstermektedir. İslamiyet özellikle taşrada hayatın içinde durmaktaydı. 

Şehirlerde ise varlığını yeni yeni göstermeye başladı. İslamiyet günümüzde 
tekrar bölgeye İranlılar, Türkler ve Suudi Arabistanlılar eliyle girdi. İranlılar ağırlıklı olarak Azerbaycan, Türkmenistan bir kısmı da Tacikistan üzerinden 
Mollalar vasıtasıyla hamlelerini yaptılar. Suudi Arabistanlılar ise Vahhabi yaklaşımı tarzıyla çalışmalarını gezici misyonerler vasıtasıyla yaptılar. 

(Günümüzde Kırgızistan gibi ülkelerde genç gruplar taşradaki yerleşim yerlerine giderek insanları namaza gelmeleri ve kuran okumaları konusunda kapı kapı dolaşıp yeni Müslüman olanlara törenler yapmaktadırlar.) Bunlar yanında, Türkler bölgede daha ılımlı bir model kullanıyor. İslamiyet’i tebliğ yöntemiyle değil temsil yöntemiyle yaptıkları faaliyetlerde bulunuyorlar. Türkiye merkezli çalışmalar bölgede eğitim ve ticari yapılarda kendini gösteriyor. 

Bunların yanında, İslamiyet dışındaki dinlerden Hıristiyanlığın yoğun çalışmaları göze çarpıyor. ABD orijinli misyoner grupları STK olarak bölgede bulunmaktadır. Sadece günümüzde Kırgızistan’da 2500 kurum çalışıyor. İngilizce lisan kursları, ABD üniversiteleri ve okulları bölgede bu amaca yönelik hamleler yapmaktadır lar. Amerikalıların faaliyetleri taşrada yoğunlaşıyor. Buna karşılık, Kırgızistan gibi ülkeler de misyonerlerin çalışmalarını yasaklama yoluna gidiyorlar. Belli bölgeler de, İslamiyet’in savunulmasına destek veriliyor. Dinin, gelecek senaryolarında bölgede orta ve uzun vadede belirgin bir aktör olacağı ortadadır. İslam Kerimov sonrası Özbekistan bölgenin dinsel gelişimine geçmişte olduğu gibi merkezi 
olacaktır. ABD Bush hükümetleri zamanında devlet politikası yapılan “İslami terör” (!) söylemleriyle Afganistan’a yüklenilmesi bölgedeki İslami gelişmeleri askeri yöntemlerle kontrol altına alma hamleleri olarak değerlendirilmektedir. İslamiyet’in bölgedeki etkinliği ABD değil Putin eksenli Rusya’ya da tesir etmektedir. Özbekistan’daki Kerimov yönetimine İslamiyet’i kontrol görevini veren Rusya’dır. A. Dugin’in “Avrasyacılık” tezindeki Ortodoksluğun Kazakistan hattıyla bölgeye sokulması da ileriye yönelik bir hamle olarak görülmektedir. 

Din çerçevesinden geleceğe baktığımızda Türkistan’daki din, İslamiyet, Orta Asya’nın geçmişinde olduğu gibi geleceğinde de olacaktır. 

Türkçülük ve Turancılık fikirlerinin bölgenin geleceğine etkisi nedir sorusu, önümüzdeki yıllarda sık sorulacak bir sorudur. Bu söylemler, XX. yüzyılın başlarında da bölgede en çok taraftar toplayan düşünceydi. İsmail Gaspıralı’dan Enver Paşa’ya, Basmacılar hareketinin öncülerine kadar, Türkçülük bölgenin ana renklerinden biri olduğunu bize gösterdi. 

SSCB’yi en çok zorlayan Türkçülük hareketi idi. 1938 yılındaki Basmacılar hareketini sonuçlandırılan ve Türkistan adının Orta Asya’ya dönüştürme mücadelesinde göreceli olarak kazanan Ruslardı. Fakat 1989 sonrası coğrafyada Türk rengi tekrar çıkmaya başladı. Nitekim, Dugin “Rus jeopolitiği” kitabından Turan ve Türklüğü bölgede güçlenen düşman olarak tanımlar.21 Yüzyıl geçişlerin de sosyal genlerin etkinliği gerek dini gerekse milli kimlikte bir kez daha görülmektedir. 

Geçiş dönemlerinde milli kimliğe dönmek etnik milliyetçilik değildir. Bu doğal bir süreçtir. Bölgedeki Türk kimliği gitmediği için geri dönmesi söz konusu değildir. Buradaki temel sorun Türk üstün kimliğinin dönüşüdür. Stalin zamanında uygulanan politikalar sonucunda Türk üst kimliği yırtılmıştır. Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen alt kimlikleri üst kimlik olarak ortaya çıkarıldı. 


Orta Asya Türk Kimliğindeki Oynamalar Grafiği 

Ruslar, Türk üst kimliğini özellikle dil ve eğitim programlarıyla okullarda yıktılar. Önce entelektüel kesime öğretilen Rusça sonra tabana yaygınlaştırıldı. Bu işlem yapılırken Türkçe’nin entelektüel dili olmadığı, dağlı, bayağı bir dil olduğu fikri kitlelere verildi. XX. yüzyıl başlarında Arap alfabesini kullanan Türkler bu sayede dinle ve İslam dünyasıyla birlikte olurken bu tarihlerden itibaren Kiril alfabesine geçilerek dil birlikteliği yok edildi. Günümüzde bile Rusça kültür dili olarak bölgede kabul görmektedir. Avrupa’nın köylü toplumu olan Ruslar Asya’da şehirli kültürlü millet olarak lanse edildi. Nihayetinde 1989 sonrasında da “Türkçe konuşan devlet adamları toplantısında” Rusça konuşan siyasetçiler görmek anormal olmasa gerektir. Günümüzde dil, din ve millet olma süreci Türk topluluklarında başladı. Sefer Murat Türkmenbaşı kaleme aldığı “Ruhname”de şöyle der; 

“Atamız Oğuz han Türkmen Halkının nesilbaşı Türkmen halkının atası..”dır.22 

Bölgenin Türklüğe geçişini kısa vadede beklemek zordur. Bunun yanında Rusça’nın varlığının resmi ve gayr-i resmi devam ettiği gerçeğinden 
hareketle, küreselleşme çerçevesinde İngilizce de bölgede var olmaya çabalamaktadır. Tüm bunlara rağmen geçiş döneminde Türkçe’nin, Rusça ve 
İngilizce ile paralel olarak uzun vadede etkinliğinin artıracağı gözlenmektedir. Ayrıca Türk kimliğinin tekrar baskın kimlik olacağı ortadadır. 

   Küreselleşme gelecek Orta Asya toplumlarının tercih edeceği bir olgu olur mu sorusunun cevabını XIX. yüzyılın batılılaşmasında görmek mümkündür. Batılılaşma bölgede zorla tutunmuştur. Bu noktadan hareketle küreselleşmeyi hafife almamak lazımdır. XIX. yüzyılda İngilizlerin eliyle oryantalizm bağlamında geliştirilen tezler İngiliz sömürgeciliğini yaydı. Günümüzde de benzer tartışma devam etmektedir. Orta Asya’da küreselleşme Amerikan emperyalizmini yayan unsur olarak algılanmaktadır. ABD’nin bölgeye 1989 sonrası yavaş yavaş girme hamleleri, 11 Eylül 2001 tarihinde itibaren ise de Afganistan’ın işgaliyle belirgin olarak kendini göstermesi bu görüşü desteklemektedir. ABD’nin, Bush hükümetleri zamanında Asya’da var olacağını Afganistan işgalleriyle eş zamanlı olan Soros devrimleriyle belirginleştirmiştir. Ayrıca, Kırgızistan’da ve Özbekistan ’da elde edilen üslerle ABD, bölgede askeri hamleler yoluna devam edeceği sinyalini verdi. Daha sonra ABD üniversiteleri, misyonerler, medya ile küreselleşme çizgisi bölge tabanına inmeye çalıştı. Rusya’da Yeltsin ve Putin’in birinci iktidar dönemlerinde oluşan boşluk ABD tarafından doldurulmaya çalışıldı. Ama Putinli Rusya’nın bölgeyi kolay kolay bırakmayacağı da ortadadır.23 

  Nitekim bunun somut göstergesi Özbekistan’da oluşan ABD karşıtlığı ve en son olarak da Kırgızistan’daki ABD askeri üssünün meclis tarafından kapatılması, Orta Asya’ya Rusya’nın tekrar geri dönüşü olarak yorumlanabilir. Diğer taraftan, Obama yönetiminin Irak’tan asker çekişini takvime bağlamasına rağmen Afganistan’da tam tersine asker sayısının arttırması, Kırgızistan’da kaybettiği üssün yerine bölgede yeni arayışları Orta Asya’daki yarışta orta vadede ABD’nin sahneyi terk etmeyeceğini gösteriyor. Şu unutulmamalıdır: Küreselleşme ABD emperyalizmi şeklinde gelişirse, orta vadede etkinliğini yitirecektir. 

Kısa vadede küreselleşmenin etkisinin güçlü olacağı ortadadır. Uzun vadede ise XX. Yüzyılın da komünizmin yaptığı sürprizi yapması ihtimal dâhilindedir. 

SONUÇ 

Mekan dünyada değişmeyen unsurdur. Değişen, mekanların üstündeki renklerdir. Bazı renkler mekanların ana rengidir. Ana renkler mekanların 
taşlarında, ruhlarında vardır. Mekanlardaki ana renkleri anlamak tarihin görevidir. Tarihi stratejiyle buluşturduğunuzda mekana gelecek renkleri 
tahmin etmek kolaylaşacaktır. Orta Asya mekanına baktığımızda din olarak İslam, millet olarak da Türk rengi göze çarpar. Bu renkler bize bölgenin 
sosyal gen rengini işaret eder. Şunu bilmekteyiz ki nasıl gözümüzün rengi, saç rengimizi biz değil fiziki genlerimiz belirliyorsa sosyal genimiz de sosyal geleceğimizi belirler. Yüzyılların geçiş dönemlerindeki arayışlarda sonucu hep temel renkler belirlemiştir. Bunların yanında XX. yüzyılda SSCB örneğinde olduğu gibi dış unsur baskın olarak ortaya çıkabilir. Ama bu durumda kalıcı olabilir mi sorusunu sorduğumuzda yine SSCB örneğiyle cevap verdiğimizde hayırdır. Günümüzde, Rusya’nın bölgede varolma mücadelesinin altında yatan neden budur. Bunu tarihsel modelleme yöntemiyle sorguladığımızda, içselleştirilmeyen düşünceler bölgelerde uzun süre kalıcı olamaz. Silah ve para gücü geçici güçlerdir. Medeniyetler ve onları oluşturan din ve milletler güçlü aktörlerdir. Sonucu onlar belirler. Kısaca, geçmiş geleceği belirlediği için önemlidir. 

KAYNAKÇA 

Aslanova, Sevinç. Kutsal Sinodtan Rus Ortodoks Kilisesine. İstanbul: 2006. 
Aytmatov, Cengiz. Cengizhan’a Küsen Bulut. Çeviren Refik Özdek. İstanbul: 2007. 
Benningson, Alexandre A. ve S.Enders Wimbush. Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Komünizm. İstanbul: 1995. 
Brzezinski, Zbigniew. Büyük Çöküş. Çeviren Gül Keskil, Gülsev Pakkan. Ankara: 1994. 
Dugin, Aleksandr. Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım. Tercüme eden Vügar İmanov. İstanbul: 2003. 
Günay, Bekir. Avrupa’dan Asya’ya Sorunlu Türk Bölgeleri. İstanbul: 2005. 
Harmstone, Teresa Rakowska. “Ethnicity in the Soviet Union.” Annals of the American Academy of Political and Social Science, Ethnic Conflict in the 
World Today 433 (1977): 73-87. 
Hayit, Baymirza. Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi Türkistan Türklüğünün Milli Mücadelesi. İstanbul: 2006. 
Hooson, David J.M. “A new Soviet Heartland?” The Geographical Journal Vol 128 No 1 (1962): 19-29. 
İmanov, Vügar. Ali Merdan Topçubaşı (1865-1934). İstanbul: 2003. 
Jones, Stephen B.“Siyasi Dünya Görüşleri.” Çeviren Behiç Hazer. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cily 10 Sayı 4: 168-177. 
Karpat, Kemal H. Türkiye ve Orta Asya. Çeviren Hakan Gür. Ankara: 2003. 
Khairmukhanmedov, Nurbek. “Stalin Dönemindeki Siyasi Muhalifleri Tasfiye Uygulamaları ve Çalıştırma Kampları.” Bilig 41(Bahar 2007): 155-174. 
Mikail, Elnur Hasan. KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya. İstanbul: 2008. 
Onay, Yaşar. Batıya Direnen Devlet Rusya. İstanbul: 2007. 
Özsoy, İsmail. “Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihi ve Evrensel Dersler.” Bilig 39 (Güz 2006): 163-194. 
Pares, Bernard. “Religion in Russia.” Foreign Affairs Vol 21 Issue 4 (1943): 635-643. 
Sander, Oral. “Sovyet Birliği Komünist Partisinin Sosyal Kompozisyonu.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 21 Sayı 1: 193-207. 
Türkmenbaşy, Saparmyrat. Ruhnama. Aşgabat: 2001. 
Swietochowski, Tadeusz.“1920 öncesinde Rus Azerbaycanında Milli Kimliğin Yükselişi ve Edebi Dil Politikası.” Ankara Üniversitesi Dil 
Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 22 Sayı 34: 175-182. 
Swietochowski, Tadeusz. Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı 1905-1920. Çeviren Nuray Mert. Istanbul: 1988. 
Tellal, Erel. “Mirsaid Sultan Galiyev.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 56 Sayı 1: 105-133. 
Walters, Philip. “The Russian Orthodox Church and the Soviet State.” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 433(1986): 135-145. 
Yılmaz, S. Harun. Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve Bürokrasi. İstanbul: 2006.



DİPNOTLAR;

1 Stephen B. Jones, “Siyasi Dünya Görüşleri,” çev. Behiç Hazer Ankara Üniversitesi 
   Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 10 Sayı 4: 175. 
2 Ortodoks kilisesi hakkında bakınız, Sevinç Aslanova, Kutsal Sinodtan Rus Ortodoks Kilisesine (İstanbul: 2006). 
3 Bernard Pares, “Religion in Russia,” Foreign Affairs Vol 21 Issue 4 (1943): 637. 
4 Baymirza Hayit, Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi Türkistan Türklüğünün Milli Mücadelesi (İstanbul: 2006), 238. 
5 Tadeusz Swietochowski, “1920 öncesinde Rus Azerbaycanında Milli Kimliğin Yükselişi ve Edebi Dil Politikası,” 
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 22 Sayı 34: 178. 
6 Bakınız, Vügar İmanov, Ali Merdan Topçubaşı (1865-1934) (İstanbul: 2003). 
7 Tadeusz Swietochowski, Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı 1905-1920, çev. Nuray Mert (Istanbul: 1988), 177. 
8 Erel Tellal, “Mirsaid Sultan Galiyev,” Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 56 Sayı 1: 111; ayrıca bakınız, 
   Alexandre A. Benningson, S.Enders Wimbush, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Komünizm (İstanbul: 1995). 
9 Philip Walters, “The Russian Orthodox Church and the Soviet State,” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
   Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 483(1986): 140. 
10 Nurbek Khairmukhanmedov, “Stalin Dönemindeki Siyasi Muhalifleri Tasfiye Uygulamaları ve Çalıştırma Kampları,” Bilig 41(Bahar 2007): 163. 
11 David J.M. Hooson, “A new Soviet Heartland?” The Geographical Journal Vol 128 No 1 (1962): 25. 
12Teresa Rakowska, Harmstone, “Ethnicity in the Soviet Union,” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
    Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 433 (1977): 80. 
13 Oral Sander, “Sovyet Birliği Komünist Partisinin Sosyal Kompozisyonu,” Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 21Sayı 1: 205. 
14 Yaşar Onay, Batıya Direnen Devlet Rusya (İstanbul: 2007), 234. 
15 Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut, çev. Refık Özdek (İstanbul: 2007), 88. 
16 İsmail Özsoy, “Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihi ve Evrensel Dersler,” Bilig 39 (Güz 2006): 173. 
17 S.Harun Yılmaz, Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve Bürokrasi (İstanbul: 2006), 349. 
18 Zbigniew Brzezinski, Büyük Çöküş, çev. Gül Keskil, Gülsev Pakkan (Ankara: 1994), 281. 
19 Kemal H.Karpat, Türkiye ve Orta Asya, çev. Hakan Gür (Ankara: 2003), 276. 
20 Bekir Günay, Avrupa’dan Asya’ya Sorunlu Türk Bölgeleri (İstanbul: 2005), 29. 
21 Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım, ter. Vügar İmanov (İstanbul: 2003), 184. 
22 Saparmyrat Türkmenbaşy, Ruhnama (Aşgabat: 2001), 43. 
23 Elnur Hasan Mikail, KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya (İstanbul: 2008), 234. 



***

14 Ocak 2020 Salı

ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELER

ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELER 



Pınar ÖZDEMİR, ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELER, Değişim, Eğitim,


Pınar ÖZDEMİR 
Dr. Piri Reis Üniversitesi, 
pozdemir@pirireis.edu.tr 

ÖZET 

Eğitim yolculuğunun son durağı sayılan üniversiteler tarih boyunca sürekli olarak değişim ve gelişime sahne olmuşlar; toplumun değişen beklentilerine yeni teknolojiyi ve yöntemleri kullanarak cevap vermeye çalışmışlardır. 
Bu bağlamda geçmişte işlevi bilgiyi sadece öğretmekle sınırlı olan üniversiteler daha sonra araştırmalar yaparak bilgiyi üretmek görevini de yerine getirmeye başlamışlardır. 
Günümüzde ise üretmek ve öğretmek işlevlerine ürettikleri bilgiyi uygulamaya 
koyma işlevini de eklemekle kalmamışlar aynı zamanda uluslararası bir nitelik 
kazanarak daha büyük bir öğrenci ve öğretim üyesi topluluğuna hitap etmeye 
başlamış, daha işbirlikçi ve rekabetçi bir yapıya kavuşmuşlardır. Bu yazıda 
üniversitelerin günümüzde dönüşmeye başladıkları "Üçüncü Kuşak Üniversite" 
olarak adlandırılan modeli hazırlayan ve aynı zamanda günümüz toplumunun 
kültürel ve teknolojik özelliklerinin bir yansıması olarak kabul edilebilecek olan 
nedenler üzerinde durulmuş ve III. Kuşak Üniversitelerin özellikleri yapısal, sosyal, işlevsel ve finansal nitelikler bağlamında ele alınmaya çalışılmıştır. 

1. GİRİŞ 

Eğitim insanlık tarihi kadar eski bir süreçtir. İnsanlar tarih boyunca iletişim 
ve tecrübe yoluyla yeni bilgiler öğrenmişler, öğrendikçe gelişmişler ve daha 
yeni bilgiler üretmişlerdir. Yüzyıllar boyunca üretilen bu bilgilerin biriktiği 
ve işlendiği yer yükseköğretim kurumları yani üniversiteler olmuştur. 
Kısacası tarihsel, kültürel ve sosyal mirasın yeni nesillere aktarılması 
eğitim, özellikle de yükseköğretim yoluyla gerçekleştirilmiştir. 

Tarihte her toplumun kendine özgü yüksek öğretim kurumları olmuş, bu 
kurumlar dil, din, coğrafi bölge gibi özellikler tarafından şekillendirilmişlerdir (Aydeniz, 2014; s.30; Gümüş, 2010, s.27). Üniversite olarak adlandırılan bu kurumların temsilcileri, eski Yunanda akademiler, Selçuklularda, Araplarda ve Osmanlılarda medreseler, Avrupa'da dini kurumlar olmuştu. Ancak bu kurumların hiçbiri günümüzde kabul edilen anlamda üniversite değillerdi (Doğramacı, 2007, s.3; Kasap, 2014, s. 210; Okur, 2014). 

Bugün dünyada yaygın olarak kabul edilen görüş günümüzdeki anlamıyla 
üniversitelerin ilk kez Orta Çağ'da Avrupa'da ortaya çıktığıdır. Bu kurumlar, modern bilimi geliştirmeye yönelik alt yapılan, ders programları, kuralları, siyasi - hukuksal ayrıcalıkları ve sıra dışı faaliyetleri ile diğerlerinden ayrılmışlardır (Grant'tan aktaran Rukancı ve Anameriç, 2004; s.171). 

1.1 Üçüncü Kuşak Üniversite Nedir? 

Üniversitelerin gelişimini üç kısımda incelemek mümkündür. Bunlardan ilki 
“Birinci Kuşak Üniversiteler” olarak adlandırılan Ortaçağ üniversiteleridir. 
Tek amacı bilgiyi nesilden nesile aktarmak olan bu üniversiteleri amacı 
bilgi aktarımının yanı sıra araştırma da yapmak olan “İkinci Nesil 
Üniversiteler” takip etmiştir. Humboldt Üniversitesi olarak da adlandırılan 
ikinci kuşak üniversite tipi, 19.yy sonlarından 20.yy ortalarına kadar tek 
üniversite tipi olarak kabul görmüştür. 

Sürekli bir değişme ve gelişme içinde bulunan dünyamız II. Dünya 
Savaşı’ndan sonraki yıllarda, özellikle de 20. yüzyılın ikinci yarısında her 
alanda benzeri görülmemiş hızda ve boyutta değişiklikler yaşamaya 
başlamıştır. Özellikle hızla gelişen teknolojinin ve savaş sonrası toplumların 
yeniden yapılanmalarının etkisiyle sosyal, kültürel ve ekonomik yapıda 
büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Küreselleşmenin ve bilişim-iletişim 
teknolojilerindeki ilerlemelerin de etkisiyle 1980 sonrası yıllarda kendini 
her alanda hissettirmeye başlayan gelişme ve değişmelerin yansımaları, 
toplumun bütün kurumlarında olduğu gibi eğitim alanında da kendini 
göstermiş ve üniversitelerin dönüşmeye başladığı yeni yapı “Modern 
Üniversite” ya da "Üçüncü Kuşak Üniversite" olarak adlandırılmıştır 
(Skribans, Lektauers ve Merkuryev, 2013, s.2; Wissema, 2009, s.8). 

Aşağıdaki tabloda üniversitelerin kuşaklara göre nitelikleri görülmektedir. 



Tablo 1: Üniversitelerin Kuşaklara Göre Nitelikleri 
Kaynak: Wissema, J.G. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversiteler: İstanbul, 
Özyeğin Üniversitesi Yayınları. s.29. 

Üçüncü kuşak üniversiteleri ikinci kuşak üniversitelerden ayıran 
belirgin özellikler Tablo 2'de görülmektedir. Bu özelliklerden biri olan 
bilginin kullanılması ve bilgiden yararlanılması özelliği girişimci 
üniversitelerin en belirgin özelliğidir. Görüldüğü gibi, III. Kuşak Üniversite 
olmanın ön koşullarından biri girişimci üniversite olmaktır. Bu durumda 
III. Kuşak üniversitelerin hepsinin girişimci üniversite olduğu sonucuna 
varılmaktadır. Ancak girişimci üniversitelerin hepsinin III. Kuşak üniversite 
olduğu söylenemez. Bir üniversitenin III. Kuşak üniversite olarak kabul 
edilebilmesi için aşağıdaki tabloda yer alan tüm özelliklere sahip olması gerekir: 




Tablo 2: 2KÜ ve 3KÜ Ayırt Edici Nitelikleri 

 Kaynak: Wissema, J.G. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversiteler: İstanbul, Özyeğin Üniversitesi Yayınları. s.42. 


Mevcut durumda üçüncü kuşak olarak adlandırılan üniversite modelinin 
özelliklerine sahip üniversite sayısı fazla değildir ancak dış dünyada 
politikada, ekonomide ve teknolojide gelişmeler devam ettikçe bütün 
kurumlarda olduğu gibi üniversitelerde de değişim devam edecektir. Bu 
süreçte üniversitelerin gittikleri yön ve hız onların bu özelliklere kısa 
zamanda ulaşabileceğini göstermektedir (Kyrö ve Mattila, 2012, s.3; 
Wissema, 2009, s.58). 

2. ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELERİ HAZIRLAYAN SEBEPLER 

Üniversitelerin üçüncü kuşak üniversitelere dönüşümünü hazırlayan 
sebepler sosyolojik, finansal ve işlevsel değişiklikler olmak üzere üç ana 
başlık altında toplanabilir. Aşağıda bu ana başlıkların genel bir 
değerlendirmesi verilmiştir: 

2.1. Sosyolojik Değişimler 

Üniversitelerde değişime neden olan sosyolojik olaylar aşağıdaki alt başlıklarda ele alınabilir: 

Küreselleşme: Küreselleşme, ülkeler arasındaki iktisadi, sosyal ve siyasal 
ilişkilerin gelişmesi, farklı toplum ve kültürlerin inanç ve beklentilerinin 
daha iyi tanınması, uluslararası ilişkilerin yoğunlaşması gibi birbiriyle 
bağıntılı konuları içeren bir kavramdır (Akın, 1998, s.37). Küreselleşme ile 
dünya üzerinde yaşayan toplumların birbirlerinin etkisine daha açık hale 
geldikleri, aralarındaki ilişkilerin her anlamda daha yoğunlaşmaya başladığı 
bir teknolojik gelişme evresine işaret edilmektedir. Küreselleşme sosyal 
ilişkilerin yoğunlaşmasına ve ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal 
bütünleşmenin artmasına yol açmaktadır (Aktan, 2007). 

Küreselleşme her şeyde olduğu gibi eğitimde de etkisini göstermiştir. Bu 
etki ile üniversiteler sadece bulundukları çevreye değil, tüm dünyaya hitap 
eder ve sadece bulundukları çevreden değil, tüm dünyadan öğrenci çeker 
hale gelmişlerdir. Aynı hareketlilik akademik kadroda da görülmüş, öğretim 
üyelerinin başka ülkelerde çalışma imkân ve olasılıkları artmış, akademik 
hareketlilik kolaylaşmış ve yaygınlaşmıştır. Ayrıca üniversitelerde 
düzenlenen tüm faaliyetler, gerçekleştirilen buluşlar ve hayata geçirilen 
uygulamalar küresel anlamda her türlü katkıya açık hale gelmiş ve kısa 
zamanda küresel olarak paylaşılmıştır (Aktan, 2007). 

Küreselleşmenin etkisiyle İngilizce bir dünya dili olarak kabul edilmeye 
başlanmıştır. Bu durum kaynaklara erişimi kolaylaştırdığı gibi, öğrenci ve 
öğretim üyelerinin yükseköğretim kurumları arasında rahatça yer 
değiştirebilmelerini de sağlamıştır. 

Eğitim kurumları arasındaki iletişim, en iyi eğitim öğretim uygulamalarının 
dünya çapında bilinmesini ve adapte edilmesini kolaylaştırmıştır. Bu durum 
eğitimin iyileştirilmesi kadar ekonominin de iyileştirilmesini sağlamıştır. 
Günümüzde ülkeler eğitimde başarının elde edilmesiyle ekonominin 
büyümesi arasında çok yakın bir ilişki olduğunu ileri sürmektedirler. 
Ülkelerin yaşam standartlarını yükseltme çabaları aslında böyle bir çerçeve 
üzerine oturtulmaktadır. Toplumların bu görüşü benimsemelerinin temel 
nedeni hızla yoğunlaşan küresel ekonomik rekabettir. Bu bağlamda 
toplumlar eğitim üzerine daha çok yoğunlaşmakta ve kendi ülke sınırlarının 
dışına çıkarak en iyi eğitim modellerini örnek alma çabası içine 
girmektedirler (Ekin, 1997, s.14). 

Nüfus Artışı: Modern üniversitelerin kuruluşuna zemin hazırlayan 
unsurlardan biri de nüfus artışı olmuştur. Nüfus artışı doğal olarak 
yükseköğretime olan talebin de artmasına neden olmuştur. Öğrenci 
sayısındaki artışa paralel olarak yükseköğretim kurumlarının sayısında da 
artış meydana gelmiştir. Bu durumun bir sonucu olarak kar amacı gütmeyen 
üniversiteler (vakıf üniversiteleri), kar amacı güden üniversiteler (özel 
üniversiteler) ve şirket üniversiteleri sayıca artmaya başlamıştır (Günay ve 
Günay, 2011; s.21). 

Siyasal Reformlar: Yükseköğretimi etkileyen siyasal reformlar başlığı 
altında devletin küçültülmesi ve yeniden yapılandırılması, iyi yönetim 
uygulamaları ve devlet reformları sayılabilir. Bu gelişmelerin 
toplanabileceği alt başlıklar ise yükseköğretimde demonopolizasyon, 
serbestleşme ve deregülasyon, hesap verme sorumluluğu, saydamlık, 
desantralizasyon, özelleştirme olarak sıralanabilir. Ayrıca devlet 
üniversitelerinde geleneksel ‘meslektaşlar yönetimi modeli’nin terk 
edilmesi ve bunun yerini "girişimci üniversite yönetimi" modelinin alması 
üniversiteleri etkileyen önemli gelişmelerden siyasal reformlar başlığı 
altında toplanabilecek olanlarıdır. (Aktan, 2007) 

Teknolojik İlerlemeler ve Bilgi Toplumunun Oluşumu: Bilgi toplumu, 
bilginin üretilmesinin ve paylaşılmasının hız kazandığı günümüz toplumuna 
verilen isimdir. Bilgi toplumunda yakın çağa damga vuran bilgi patlaması 
sonucu temel üretim faktörü bilgi haline gelmiş, bilginin işlenmesinde ve 
depolanmasında bilgisayar ve iletişim teknolojileri temel alınmıştır (Tonta, 
1999; s.365) 

Teknolojinin günlük yaşamın her alanının vazgeçilmez bir parçası haline 
gelmesi ve eğitimde yaygın olarak kullanılmaya başlanması bilgi 
toplumunun oluşumunu hızlandırmıştır. Eğitimde internetten 
faydalanılmaya başlanması ile uzaktan eğitim, on-line eğitim ve e-öğrenme 
tabir edilen eğitim türleri yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Eğitim sürekli 
hale gelmiş ve bireyselliği sağlanmıştır. Bilgi toplumunun önemli bir 
özelliği de kişilere yeni bakış açıları kazandırmasıdır. Bu bakış açıları 
sayesinde disiplinler arası ve çok disiplinli eğitim mümkün hale gelmiş, 
araştırmalar ve uygulamalar yeni bir yön kazanmıştır. Öğrencilerin tüm bu 
gelişmelerin odak noktasında görülmesi gerektiği görüşü yaygınlık 
kazanmış, okulun tüm iş süreçleri öğrencilere bu özellikleri kazandıracak 
şekilde yeniden yapılandırılmasına önem verilmiştir. Okulların öğrencilere, 
bilgi toplumunun özelliklerine uygun olarak öğretimin eleştirel, yaratıcı, 
bilimsel düşünme gibi yeterlikleri yanında; olgu, kavram ve olaylara karşı 
analiz, sentez ve değerlendirme yapabilme gibi özellikleri de kazandırması 
gerektiği vurgulanmıştır (Parlar, 2012; s.207). 

2.2 Finansal Yapıdaki Değişimler 

Üniversitelerin Üçüncü Kuşak Üniversite modeline dönüşmelerinde onları 
finansal açıdan etkileyen bazı değişimler de etkili olmuştur. Bu değişimleri, 
“Talep Artışından Kaynaklanan Finansal Zorluklar” ve “Araştırmaların 
Değişen Tabiatından Kaynaklanan Finansal Zorluklar” olmak üzere ikiye 
ayırmak mümkündür: 

Talep Artışından Kaynaklanan Finansal Zorluklar: İkinci Dünya 
Savaşından sonra nüfusun artması üniversitelere olan talebin artmasına yol 
açmış ve devlet tarafından kurulan üniversiteler gittikçe artan talebi 
karşılamakta yetersiz kalmıştır. Devlet fonlarının yetersiz kaldığı bu durum 
vakıf üniversiteleri, özel üniversiteler ve şirket üniversitelerinin kurulmasını 
gündeme getirmiştir (Tierney, 2006; s.4). 

Araştırmaların Değişen Tabiatından Kaynaklanan Finansal Zorluklar: 
Araştırmalar disiplinler arası veya çok disiplinli olarak yürütülmeye 
başlanmış, bu durum araştırmaların maliyetlerini yükseltmiştir. 
Üniversiteler bu yükselen maliyetleri karşılamak için kaynak arayışına 
girmişlerdir. 

Öte yandan disiplinler arası araştırmalar gerekli hale geldiğinden bu 
araştırmaları yapacak olan ekiplerin boyutu da büyümüş ve ekipler daha çok 
nitelikli uzmanlardan oluşturulmaya başlanmıştır. Bu durum bazı üst düzey 
üniversitelerin devletin sağladığı fonlar dışındaki fonlara yönelmelerine 
neden olmuştur (Wissema, 2009; s.25). 

2.3 İşlevsel Değişimler 

Toplumun ve iş dünyasının farklılaşan talep ve beklentileri üniversitenin 
işlevlerinin de farklılaşmasına yol açmıştır. İşlevsel değişimler başlığı 
altında toplanabilecek bu farklılıklar aşağıdaki alt başlıklarda ele alınabilir: 

Disiplinler arası Araştırmaların Artması: Üniversitelerin temel 
fonksiyonlarından biri olan bilim üretme, disiplinler arası araştırmaların 
artması ile hız kazanmıştır. Pek çok üniversitede disiplinler arası 
araştırmalar yürüten araştırma merkezleri ve enstitüler mevcuttur. 
Disiplinler arasındaki sınırların yavaş yavaş ortadan kalkması ve ortak 
çalışmalar yürütülmesi ile pek çok alanda bilime büyük katkılarda 
bulunulmuştur (Brint, 2005). 

Ar-Ge Faaliyetleri: Öte yandan savunma, tarım, sağlık, ulaştırma gibi 
bakanlıklar uygulamalı araştırmalar için kendi enstitülerini kurmaya 
başlamışlardır. Endüstriyel şirketler temel araştırmaların yanı sıra 
uygulamalı araştırmalar da yaparak büyük ölçekli Ar-Ge etkinliklerine 
başlamışlar, böylece özel Ar-Ge kuruluşları ortaya çıkmıştır. Bu eğilim II. 
Dünya Savaşı’ndan sonra daha da artmaya başlamıştır. Üniversiteler bilim 
üretmeye, şirket ve hükümetlerin sponsorluğunu yaptığı enstitüler uygulama 
araştırmaları yapmaya devam etmişler ve ikisi arasındaki sınırlar kapalı 
kalmıştır (Wissema, 2009; s.25). 

Üniversite-Sanayi İşbirliği ve Girişimciliğin Yükselmesi: Kuruldukları 
yıldan itibaren üniversitelerin temel görevi eğitim vermek olmuştur. Bu 
durum sanayi devrimine kadar bu şekilde devam etmiş, üniversiteye 
başlayan öğrenciler belli konularda eğitim almışlar ve bir iş sahibi olarak 
mezun olmuşlardır. Ancak sanayi devrimi yıllarına gelindiğinde 
üniversitelerin bu temel görevinde bir değişme olmuş ve üniversiteler artık 
sadece eğitim veren değil, araştırma da yapan kurumlara dönüşmüşlerdir. 
Teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği 1980'li yıllar sonrasında ise 
bu işlevlere bir yenisi daha eklenmiş ve üniversiteler hem eğitim veren hem 
araştırma yapan hem de yaptıkları araştırmaların sonuçlarının uygulamaya 
dökülmesi sürecine katılan kurumlara dönüşmüşledir. Bu durum ilk olarak 
Amerikan üniversiteleri ile ilişkili olarak kurulan teknoloji temelli 
şirketlerde kendini göstermiştir (The Entrepreneurial and Innovative 
University Report, 2013; s.5). 

Amerikan üniversitelerinden yeni bilişim teknolojisi şirketlerinin ortaya 
çıkması ve bu şirketlerden bazılarının büyüyüp dünyanın en iyileri arasında 
yer almaları üniversitelerin teknoloji temelli girişim kümelerinin beşiği 
olabileceğini göstermiştir (Wissema, 2009; s.26). 

Rekabetin Artması: Küreselleşmenin etkisi ile öğrenci ve öğretim üyelerinin 
hareket serbestisi kazanması üniversiteler arasında rekabetin artmasına yol 
açmıştır. İngilizce’nin uluslararası dil olarak yaygınlaşması tarafından da 
desteklenen bu değişim sonucunda üniversiteler sadece bulundukları 
bölgelerden ya da ülkeden değil başka ülkelerden de öğrenci ve öğretim 
üyesi çekmeye başlamışlardır. Üniversitelerin kendilerinden başka 
kurumların verdiği lisans ve lisansüstü derecelerini kabul etmeleri 
Avrupa’da rekabeti daha da arttırmıştır (Crosier, Purser ve Schmidt, 2007; s.43). 

Bu durum bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle de körüklenmiş 
ve örgün eğitimin yanı sıra yaygın eğitim de talep görmeye başlamış, sayıca 
artan üniversiteler öğrenci çekebilmek için birbirleri ile adeta yarışa 
girmişlerdir. 

İletişim teknolojisindeki gelişmeler, yükseköğretiminin küreselleşmesinde 
öğrencilerin yer değiştirmesine bağlı olmayan yeni hareketlilik biçimleri 
yaratmaktadır. Bu bağlamda son yıllarda 'program hareketliliği' uygulaması 
yaygınlaşmıştır. Bu uygulama çerçevesinde öğrenciler bir başka ülkenin 
eğitim programlarına yurt dışına gitmeden ve genellikle sanal eğitim 
tekniklerinden yararlanarak kendi ülkelerinde kayıt olabilmekte ve derece 
alabilmektedirler. Bu tür bir başka uygulama ise gelişmiş ülke 
üniversitelerinin başka ülkelerde açtıkları yerleşkelerde eğitim vermesi 
şeklinde olmakta ve bu durum da bir tür kurumsal hareketlilik yaratmaktadır 
(YÖK, 2007; s.15). 

Bilgi Toplumunun Beklentileri: Yükseköğretimden bilgi toplumunun 
gerektirdiği nitelik ve çeşitlilikte insan gücünü yetiştirmesi ve bilgiye dayalı 
hale gelen ekonomilerin itici güçlerinden biri olması beklenmektedir. 
Yükseköğretimin toplumlar, ekonomiler ve bireyler için öneminin daha da 
artmasına paralel olarak yükseköğretim kurumlarından talepler ve 
beklentiler de artmış ve çeşitlenmiştir. Üniversitelerden yüksek becerilerle 
donanmış her düzeyde nitelikli insan gücü yetiştirmesi, daha fazla mezun 
vermesi, bilgi yoğun faaliyetler gerçekleştirmesi, teknoloji üretmesi, yaşam 
boyu öğrenme ihtiyaçlarını karşılaması ve topluma yönelik hizmetler 
üretmesi beklenmektedir (Çetinsaya, 2014; s.27). 

 3. ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELERİN ÖZELLİKLERİ 

Toplumda ve dolayısıyla da üniversitelerde gittikçe daha fazla hissedilmeye 
başlayan sosyal, finansal ve işlevsel değişimler zamanla üniversitelerde bir 
dönüşüme neden olmuş ve Üçüncü Kuşak Üniversiteler hayata geçmeye başlamıştır. 

3.1 Yapısal Özellikler 

Günümüzde ABD'de bulunan büyük üniversiteler başta olmak üzere 
dünyanın önde gelen üniversitelerinin kazanmış olduğu ve modern 
üniversitelerin sahip olması beklenen özellikler aşağıdaki başlıklar altında 
toplanabilir: 

Üniversiteler arası rekabetin oluşması: 1980'li yıllarda yükseköğretim bir 
'demonopolizasyon' ve 'deregülasyon' sürecinden geçmiştir. 
Demonopolizasyon yükseköğretim hizmetlerinde yasal tekel statüsünün 
kaldırılmasını ifade etmektedir. Bu süreçte çeşitli gerekçelerle oluşturulan 
devlet tekelleri kaldırılarak sektör piyasaya açılmıştır. Böylece söz konusu 
yükseköğretim hizmetlerinde devlet dışında özel sektörün de faaliyette 
bulunmasına imkân sağlanmıştır. Bu açıdan söz konusu süreci 
"serbestleştirme" (liberalizasyon) olarak da adlandırmak mümkündür 
(Aktan, 2007; s.4). 

Çeşitli nedenlerle yükseköğretim hizmetlerinin piyasa tarafından da 
sunumunun mümkün olabileceğinin ileri sürülmesi ve bu görüşün 
benimsenerek kabul görmesi sonucunda bu alanda reform olarak 
nitelendirilebilecek yeni eğilimler ortaya çıkmıştır. Hizmet ağırlıklı devlet 
sunumunun ve daha çok vergiye dayalı finansmanın yerini piyasa ağırlıklı 
bir hizmet arzı ve finansman almıştır. Bu süreci "marketizasyon" ya da 
piyasalaştırma olarak tanımlamak mümkündür (Aktan, 2007; s.4; Kaneko, 
2004; s.6). 

Deregülasyon devletin çeşitli gerekçelerle ekonomiye yönelik 
düzenlemelerinin azaltılmasını veya kaldırılmasını içerir. Deregülasyon 
süreci içerisinde mevcut sektördeki rekabete yönelik sınırlamalar ve 
düzenlemeler kaldırılır. Temel amaç rekabetin canlandırılması ve 
verimliliğin arttırılmasıdır. 1980'li yıllarda yükseköğretimde regülasyon 
uygulamaları yaygınlık kazanmıştır (Aktan, 2007; s. 6). 

1980'li yıllardan sonra Türkiye'de de üniversitelerin sayısında bir patlama 
yaşanmıştır. 1982’de 27 olan üniversite sayısı 2013 sonunda 175’e 
ulaşmıştır. 1982 ile 2005 arasındaki dönemde toplam 50 yeni devlet ve 
vakıf üniversitesi açılmıştır. 2006 ile 2013 yılları arasında ise toplam 81 
yeni devlet ve vakıf üniversitesi açılmıştır (Çetinsaya, 2014; s.13). 2016 
yılı itibarıyla Türkiye’deki üniversite sayısı 193 olmuştur. (YÖK, 2016) 

Disiplinler arası ve disiplinler üstü araştırmaların artması: Bu durum 
olaylara değişik disiplinlerin bakış açıları ile bakmayı gerekirmiş ve enstitü 
yapısının yükselmesini sağlamıştır. Disiplinler arası araştırmanın öne 
çıkmasında en önemli nedenlerden biri, karşı karşıya kalınan sorunların 
karmaşıklığı ve mevcut disiplinlerin bu sorunlara tek başlarına çözüm 
getirememesidir. Disiplinler problemlere kendi bakış açılarından, kendi 
yöntem bilimlerini ve kendi terminolojilerini kullanarak yorum getirirler. 
Oysa özellikle karmaşık problemlerde ekonomik problem, fiziki problem, 
kimyasal problem diye bir şey yoktur, ekonomik yönü, fiziki yönü, 
kimyasal yönü olan problemler vardır ve bilimin bu sorunlara disiplinler 
arası bir yaklaşım sunabilecek şekilde örgütlenmesi, sorunların bir 
düzlemde bir bütünlük içinde ele alınması gerekir. (Ulusoy, 2007; s.389) 

Tasarım fakültelerinin yer almaya başlaması: Öğrenim çok boyutlu bir 
süreç ve çok boyutlu bir eylemdir. İki ana boyutunu bilim ve sanat 
oluşturur. Bilim görünen dünyanın sırlarını çözmeye çalışırken sanat da 
görünmeyen dünyanın sırlarını çözmeye çalışır. Bilim ve sanat görünen ve 
görünmeyen dünya gibi, bir bütünün iki yarısıdır. Sanatsız bilim, bilimsiz 
sanat olmaz. Çünkü sanatsız bilim yüzeysel, bilimsiz sanat da yoksul olur 
(Gürdoğan, 2000). Bilimin sanatla birleşmesinin en güzel örneği tasarım 
fakültelerinde görmek mümkündür. Tasarım fakültelerinin doğmasına ve 
yükselmesine yol açan bir diğer unsur disiplinler arası çalışmaların önem 
kazanmasıdır. Tasarım okulları yeni girişimciler için kaynak açısından altın 
madenleri olarak nitelendirilmektedirler. Yaratıcılık, tasarım ve ergonomi 
sağlam bir mühendislik bilgisi ile birleşince güçlü tasarımlar ortaya 
çıkarılabilmekte ya da mevcut nesnelerin farklı bir bakış açısıyla yeniden 
yorumlanması sağlanabilmektedir (Wissema, 2009; s. 51). 

3.2 Sosyal Özellikler 

Küreselleşme İle Gelen İletişim Kolaylığı ve Hareket Serbestisi: 
İngilizce’nin küresel dil olarak yaygınlaşması ve kabul görmesi İngilizce 
eğitim yapan yükseköğretim kurumlarının artmasına, buna bağlı olarak da 
İngilizce müfredatın ve eğitimin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Aynı 
zamanda sınır ötesi eğitim yapan yükseköğretim kurumlarına olan talepte de 
bir artma gözlenmektedir (Aktan, 2007; s.2). 

Yurt dışında eğitim görme fırsatlarının iyileştirilmesi üniversitelere en iyi 
öğrenciler için etkin bir şekilde rekabet etme şansı vermiştir. 
Akademisyenler de küresel akademik pazarda en iyi kariyer fırsatlarının 
peşinden koşarak daha gezgin hale gelmişler, bunun sonucu olarak önde 
gelen üniversiteler kadroları için küresel akademik pazara yönelmişlerdir. 
İletişim olanaklarının artması ve ulusal/uluslararası yolculukların daha rahat 
ve ucuz yapılabilmesi, şirketlerin araştırma faaliyetlerini farklı ülkelerdeki 
veya şehirlerdeki üniversitelere yönlendirmelerine, küresel pazara 
yönelmelerine neden olmuştur. Üniversiteler en iyi öğrenciler, en iyi 
akademisyenler, en iyi araştırma sözleşmeleri için rekabet etmeye 
başlamışlardır (Eğrican, 2011). 

Kültürel Etkileşim: Bu durum modern üniversiteleri çok kültürlü 
üniversiteler haline getirmiştir. Bu üniversitelerde tüm personel ve 
öğrenciler farklılıklar içinde çalışmayı öğrenmekte ve bu durumun getirdiği 
avantajla yaratıcılıklarını sonuna kadar kullanma fırsatı bulmaktadırlar. 
Böyle bir ortamda iletişimin gerçekleşebilmesi için ortak dil olarak İngilizce 
kullanılmaktadır. İngilizce uluslararası şirketlerin, iş dünyasının ve 
diplomasinin dili olduğu gibi üniversitenin de dili olmuştur (Wissema, 
2009; s.41). 

Avrupa Yüksek Öğretim Alanının Oluşturulması: Bu durum anlaşmaya imza 
atan ülkeler arasında yükseköğretimin önemli ölçüde standardizasyona 
kavuşturulmasını gerekli kılmıştır. Bu süreçte önemli bir adım olan Bologna 
süreci ile öğrenci ve akademik personelin uluslararası alanda üniversiteler 
arasında gidiş gelişi kolaylaşmıştır. Bu yeni yapı Avrupa yükseköğretim 
sisteminin çekiciliğini ve rekabetçiliğini arttırmayı, öğrencilerin rahatça 
ülke değiştirebilmelerini ve farklı ülkelerde iş sahibi olmalarını 
kolaylaştırabilmektedir (Lambert ve Butler, 2006; s.33). 

3.3 İşlevsel Özellikler 

Bilginin Kullanımına Verilen Önem, Bilgiden Yararlanılması: 
Üniversitelerde yapılan araştırmalar sonucu ulaşılan teorik bilginin 
üniversite dışı camia tarafından kullanılması üniversite-sanayi işbirliğine 
adım atılmasını sağlamıştır. Üniversite ve endüstriyi değişime zorlayan ve 
birbirine yakınlaştıran birkaç neden vardır. Bunlardan biri araştırma 
maliyetlerinin sürekli artması, araştırmacıların ve öğretim üyelerinin bu 
maliyetleri üniversitelerden (vakıf üniversitesi) veya hükümetten (devlet 
üniversitesi) sağlamakta zorluk çekmeleri ve başka finansman seçenekleri 
aramalarıdır. Bunun sonucu olarak dünyanın lider üniversiteleri teknoloji 
odaklı şirketlerle işbirliği aramış ve modeller geliştirmişlerdir. Diğer bir 
neden, şirketlerin gelecekteki rekabet güçleri için yaşamsal önem taşıdığına 
inandıkları ana araştırma projelerini tamamen kendilerinin yürütmeleri 
yerine, yüksek standartlara sahip üniversitelerle birlikte çalışma arayışına 
girmeleridir. (Eğrican, 2011) 

Ortak Çalışmalar: Akademik ve endüstriyel araştırmaların ayrı dünyaları 
giderek bütünleşmektedir. Bu durum bu yakınlaşmanın sadece akademik ve 
endüstriyel çevre ile sınırlı kalmamasına ve pek çok ortağın işbirliğini 
gerektiren daha kapsamlı bir yapının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. 
Oluşan bu yapı Wissema tarafından "Bilgi Tekerleği" olarak adlandırılmıştır 
(Wissema, 2009; s.44). Bu terim üniversitelerin içinde ya da etrafında ve 
bazen de üniversite binaları içinde yerleşmiş olup bu üniversiteyle, onun 
akademisyenleri ve araştırma ekipleriyle ve birbirleri ile işbirliği yapan 
kuruluşlar grubunu kastetmek üzere kullanılmaktadır. Aşağıdaki şekilde 
bilgi tekerleği şeması görülmektedir. 



Şekil 1: Bilgi Tekerleği Şeması 

Kaynak: Wissema, J.G. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversiteler: İstanbul, Özyeğin Üniversitesi Yayınları. s.44. 

Bu yapı üniversitenin araştırma ve eğitim birimlerine ek olarak şirketlerin 
Ar-Ge bölümlerini ve bağımsız Ar-Ge kuruluşlarını, tekno-öncüler için 
çeşitli olanakları, yatırımcılar, muhasebeciler, hukukçular, iş yönetimi 
danışmanları ve fikri mülkiyet uzmanları gibi kişileri barındıran profesyonel 
servisleri kapsamaktadır. Yapıda ne kadar çok unsur bulunursa ve bunlar 
kendi aralarında ne kadar çok etkileşimde bulunursa o kadar büyük bir sinerji 
yaratılacak ve yapı o kadar güçlü olacaktır. Dünya çapında performansa ancak böyle bir etkileşim ve sinerji ile ulaşılabilir (Wissema, 2009; s.43). Modern üniversiteler etraflarında gelişen bilgi kuruluşlarının merkezi konumunda rol almalıdırlar. 

3.4 Finansal Özellikler 

Ortaçağda üniversitelerin finansmanı kilise tarafından yapılmaktaydı. 
Üniversiteler daha sonra krallıklardan, sahip oldukları mülklerden gelir elde 
etmeye başladılar. Ortaçağ üniversitelerinden bazılarında ağırlıklı olarak 
zenginler ve asiller ders görüyordu ve bu üniversiteler öğrencilerin 
verdikleri paralarla ayakta duruyorlardı. Humboldt Üniversitesinin hayata 
geçirilmesiyle yükseköğretimin finansmanı devlet tarafından sağlanmaya 
başladı. Finansmanın devlet tarafından karşılanması devlete üniversite 
üzerinde büyük bir kontrol gücü vermiş ve üniversitelerin özerkliklerini 
tehlikeye sokmuştur (Aktan, 2007; Wissema, 2009; s.160)). 

Yeni Kaynak Arayışları: Öte yandan 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren 
yüksek öğretimde büyük bir talep artışı yaşanmaya başlanmış, bu durum 
kamu harcamalarında önemli bir artışa yol açmıştır. Yükseköğretime 
yönelik kamu harcamalarındaki bu büyük artışın ilk önemli sonucu kamu 
otoritelerinin üniversite sistemine müdahalesinin ve denetiminin artması 
olmuştur. Bu durum yönetim süreçlerinin de bu çerçevede şekillenmesine 
yol açmıştır. İkinci sonucu böylesi hızla büyüyen yükseköğretim sistemleri 
için sarf edilen kamu harcamalarındaki büyük artışın finansman sorununa 
yol açması olmuştur. Arz/talep açığını karşılayabilmek ve büyümeyi 
sürdürebilmek için özel finansman arayışı başlamış, devlet kurumlarında 
özelleşme eğilimi oluşmuştur. Bunun sonucu olarak kar amacı güden veya 
gütmeyen özel yükseköğretim kurumlarına izin verilmeye başlanmış ve 
vakıf/özel yükseköğretim kurumlarının sistem içerisindeki rolü artmaya 
başlamıştır. Son yıllarda dünya genelinde yükseköğretim kurumlarının 
sayısı hızla artarken devlet üniversiteleri de daha az kamu kaynağı 
kullanmaya, kamu dışı kaynak bulmaya ve kendi öz kaynaklarını 
geliştirmeye başlamışlardır (Altbach, Reisberg ve Rumbey, 2009; s.10). 

Üniversiteler bu süreçte en çok parasal kaynak ihtiyacı duymuşlardır. Bu 
nedenle kaynak arayışına girmişler ve kaynaklarını çeşitlendirmek için 
çeşitli yöntemler geliştirmeye başlamışlardır. Üniversite sanayi işbirliğine 
gitmek, öğrencilerden eğitime katkı talebinde bulunmak, mezunlardan ve iş 
adamlarından bağış toplamak, araştırmalar için şirketlerden sponsorluk talep 
etmek, kuluçka merkezlerinde yeni şirketlerin hayata geçirilmesi sürecine 
katkıda bulunmak ve daha sonra bundan kazanç elde etmek bu yöntemler 
arasında sayılabilir. Bu yöntemler arasında en çok ses getireni ve 
yaygınlaşanı sadece finansal zorluklar sonucu olarak değil, 21. yüzyılın 
dünyamıza getirdiği tüm değişiklerin sonucu olarak ortaya çıkan girişimci 
üniversite modeline dönüşmek olmuştur. (Aktan, 2007; s.14, 29; Timur, 2000) 

4. SONUÇ 

Üzerinde yaşadığımız dünya, içinde bulunduğumuz toplum sürekli olarak 
değişim yaşamakta ve eğitim kurumları da, toplumun tüm kurumları gibi, 
bu değişimlerden etkilenmektedir. Bu durumun bir sonucu olarak tüm 
eğitim kurumlarında olduğu gibi üniversitelerde de toplumun farklılaşan 
beklentilerine cevap verebilecek bir takım değişimler yaşanmakta, yenilikler 
hayata geçirilmektedir. Günümüzün talep ve beklentilerine göre şekillenmiş 
olan üniversiteler “Üçüncü Kuşak Üniversiteler” olarak adlandırılmıştır. 

Gelişen teknoloji ve değişen ihtiyaçlar paralelinde şekillenen bu yeni 
üniversite modelinin en belirleyici özellikleri uluslararasılaşma, 
disiplinlerarasılaşma ve kurumlararasılaşma olarak gerçekleşmiştir. 

İletişim ve ulaşım kolaylığı sağlayan teknolojik yenilikler sayesinde ülkeler 
arasındaki sınırlar kalkmış, bu durum öğretim üyelerine ve öğrencilere 
hareket serbestisi kazandırmıştır. Bu sayede artan bilimsel hareketlilik 
araştırmalara kültürler arası ve disiplinler arası bakış açısı kazandırmış ve 
canlılık getirmiştir. Bilgi sadece üniversiteler arasında değil, diğer kurumlar 
arasında da paylaşılmaya başlanmış, yükseköğretim kurumları ile sanayi 
arasında işbirliği doğmuştur. Üniversitelerde üretilen bilginin sanayi 
kurumlarında pratiğe dökülmeye başlanmasıyla, üniversiteler bilginin 
sadece üretilmesinde değil uygulamaya konulmasında da söz sahibi olmaya 
başlamışlar ve üniversite-sanayi işbirliği doğmuştur. 

Üniversite-sanayi arasındaki destek ve işbirliği üniversitelere üçüncü kuşak 
üniversite olmanın en belirgin özelliği sayılabilecek olan girişimci 
üniversite olma özelliğini kazandırmıştır. Bu bağlamda girişimci ve 
yenilikçi üniversite olmak tüm üniversitelerin önem verdiği bir özellik 
haline gelmiştir. Üniversiteler bu süreçte başarıyla ilerleyebilmek için 
sadece girişimciliği teşvik etmekle kalmayıp, öğrencilerine girişimcilik 
becerileri ve kafa yapısı kazandırmak ve onları geleceğin iş arayan değil, iş 
yaratan bireyleri haline getirmek amacıyla gerekli adımları atmaya 
başlamışlardır. 

Uygarlığın beşiği olarak nitelendirilebilecek olan üniversiteler dün olduğu 
gibi bugün de gelecek nesillerin şekillendiği, yeniliklerin ve değişimin 
doğup yeşerdiği kurumlardır. Bu durum yarın da bu şekilde devam edecek, 
üniversiteler gelecek yıllarda da bilimsel ve kültürel yenilikler paralelinde 
gelişip değişecekler ve toplumlara yön vermeye devam edeceklerdir. 
Geleceğin üniversitelerinin nasıl olacağı konusunda eğitimciler ve 
futuristler çoktan fikir yürütmeye ve tahminlerde bulunmaya başlamışlardır. 
Ancak tahminler ve öngörüler ne kadar cesur ve farklı olursa olsun, 
değişmeyecek tek şey üniversitelerin bilimin ve yeniğin yuvası olduğu ve 
geleceği şekillendirecek yeni buluşların ortaya çıkmasında, bunları 
gerçekleştirecek gençlerin yetiştirilmesinde dün olduğu gibi yarın da inkar 
edilemez bir role sahip olacaklarıdır. 

KAYNAKLAR 

Akın, H. Bahadır "21.Yüzyılın Eşiğinde Küreselleşme ve Küresel İşletmeler" Finans Dünyası Dergisi, Ocak 1998. 

Aktan, C.C. (2007). Yüksek Öğretimde Değişim: Global Trendler ve Yeni Paradigmalar, s.14 07.09.2014’de http://www.canaktan.org/egitim/global-
trendle/aktan-trendler.pdf adresinden indirildi. 

Altbach,P. G., Reisberg, L.,& Rumbley, L. (2009) Trends in Global Higher Education: Tracking An Academic Revolution. Paris: UNESCO 

Aydeniz, H. (2014). Bilginin Reorganizasyonu ve Üniversite: Yeni Bir Arayış Üzerine Bir Çerçeve, İnsan ve Toplum Dergisi 4(8) s.30 
http://insanvetoplum.org/index.php/IVT/article/viewFile/233/207 17.07.2015 

Brint, S. (2005). Creating the Future: ‘New Directions’ in American Research Universities. Minerva, 43 (1) : s.23-50 04.04.2014’de http://www.higher-
ed2000.ucr.edu/Publications/Brint%20(2005).pdf adresinden indirildi. 

Çetinsaya, G. (2014). Büyüme, Kalite, Uluslararasılaşma: Türkiye Yükseköğretimi İçin Bir Yol Haritası, Yükseköğretim Kurulu Yayın No: 2014/2, Eskişehir: Anadolu 
Üniversitesi Basımevi 

Crosier, D., Purser, L. & Schmidt, H. (2007) Trends V-Universities Shaping the European Higher Education Area, Brüksel: European University Association, 
15.11.2014’de 
http://static.uni-graz.at/fileadmin/lehr-studienservices/Der_Bologna-Prozess/eua_trends_v_for_web.pdf adresinden indirildi. 

Doğramacı, N. (2007). Türkiye'de ve Dünya'da Yüksek Öğretim Yönetimi, Ankara, Meteksan AŞ. s.3 

Eğrican, N. A. (2011) Bilginin Kullanılması, 3. Kuşak Üniversiteler, İstanbul: Tesisat Dergisi, sayı 184, 

Ekin, N.(1996). Küreselleşme ve Gümrük Birliği: Rekabet Gücüne Sosyal Boyutlu Bir Yaklaşım. İstanbul: İTO Yayın No: 1996-32. s.81 07.04.2014’de 
http://www.ito.org.tr/itoyayin/0009906.pdf adresinden indirildi. 

Gümüş, T. (2010). Ortaçağ'dan Erken Modern Döneme Batı Avrupa'da Eğitim Tarihi: Yeni Yaklaşımlar. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 6, Sayı 
1, Haziran 2010, ss. 025-040 10.03.2014'de 
http://dergipark.ulakbim.gov.tr/mersinefd/article/viewFile/1002000037/1002000033 
adresinden indirildi. 

Günay, D. & Günay, A. (2011) 1933'ten Günümüze Türk Yüksek Öğretiminde Niceliksel Değişmeler. Yüksek Öğretim ve Bilim Dergisi, Cilt 1, 
Sayı 1, s.1-22; DOI: 10.5961/jhes.2011.001; 10.01.2015'de 
http://higheredu-sci.beun.edu.tr/text.php3?id=1517 

Gürdoğan, N. (2000) Nazif Gürdoğan'la Görünmeyen Üniversite Üzerine , Ay Vakti, Düşünce-Kültür ve Edebiyat Dergisi, 3. Sayı, Aralık 2000 27.03.2016 tarihinde 
http://www.ayvakti.net/ayvakti-gezi/item/nazif-gurdoganla-gorunmeyen-universite-uzerine adresinden indirildi. 

Kaneko, M. (2004). Modern University and the Market Forces. 15.09.2014'de 
http://ump.p.u-tokyo.ac.jp/crump/resource/crump_wp_no1.pdf adresinden indirildi. 

Kasap, B. (2014). Batı'da ilk Üniversiteler. Hece Dergisi Batı Medeniyeti Özel 
Sayısı 28 (210-211-212), Ankara, Hece Yayınları. 

Kyrö, P. ve Mattila, J. (2012). Towards Future University by Integrating 
Entrepreneurial and the 3rd Generation University Concepts. 12.11.2014'de 
http://pyk2.aalto.fi/ncsb2012/Kyro.pdf adresinden indirildi. 

Lambert, R ve Butler, N. (2006). The Future of European Universities: Renaissance 
or Decay? Center for European Reform, London, s.55-56 12.05.2014'de 
https://globalhighered.files.wordpress.com/2009/09/p_67x_universities_decay_3.pdf adresinden indirildi. 

Okur,H.(2014) TACHE 2014 
http://www.medeniyet.edu.tr/Guncel_Haberler_universitemiz_bir_ilke_daha_imza_atiyor_.html 22.05.2015 

Parlar, H. (2012) Bilgi Toplumu, Değişim ve Yeni Eğitim Paradigması. Yalova 
Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 4, Nisan 2012-Eylül 2012, s. 207 (193-209) 

Rukancı, F. & Anameriç, H. (2004) Ortaçağda İlk Üniversiteler: Studium Generale. Felsefe Dünyası, 2004/1 sayı, 39, s.171 25.09.2014'de 
http://felsefe.kku.edu.tr/belgeler/edergiler/felsefe_dunyasi/ adresinden indirildi. 

Skribans,V., Lektauers, A. & Merkuryev, Y. (2013). Third Generation University 
Strategic Planning Model Development, Riga Technical University, 04.03.2015'de 
https://mpra.ub.uni-muenchen.de/49168/1/MPRA_paper_49168.pdf )    adresinden indirildi. 

The Entrepreneurial and Innovative University Report, 2013, Office of Innovation & Entrepreneurship Economic Development Administration, US Deparment Of Commerce, s.9, 14.07.2014’de 
http://www.eda.gov/pdf/The_Innovative_and_Entrepreneurial_University_Report.pdf adresinden indirildi. 

Tierney, T.J. (2006) How is American Higher Education Measuring Up? American Higher Education: How Does It Measure Up For the 21th Century? The National Center for Public Policy and Higher Education, National Center report, San Hose, Ca. Mayıs, s.4 

Timur, T. (2000). Toplumsal Değişme ve Üniversiteler. Ankara: İmge Kitabevi. s 50 

Tonta, Y. (1999). Bilgi toplumu ve bilgi teknolojisi. Türk Kütüphaneciliği, 13 (4), 363-375 

Ulusoy, G. (2007). Disiplinlerarası Araştırma ve Eğitim, Değişim Çağında 
Yükseköğretim, Global Trendler, Paradigmal Yönelimler, Ed. Aktan, C. C.. İzmir: 
Yaşar Üniversitesi. s. 389-398 

YÖK, (2007). Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi. Ankara: Yüksek Öğrenim 
Kurulu Yayınları 04. 10.2014'de 
http://www.yok.gov.tr/documents/10279/30217/yok_strateji_kitabi/27077070-cb13-4870-aba1-6742db37696b 

YÖK, 2016; 2015-2016 Öğretim Yılı Yükseköğretim İstatistikleri; 05.06.2016’da 
https://istatistik.yok.gov.tr/ adresinden indirildi. 

Wissema, J.G. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru. İstanbul: Özyeğin 
Üniversitesi Yayınları s.18-21, 43-45, 69, 74, 121, 145 


 ***