Hıristiyanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hıristiyanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2020 Çarşamba

ORTA ASYA’DA ARAYIŞ, “ SOSYAL GEN ” VE YENİ MODELLER,

ORTA ASYA’DA ARAYIŞ, “ SOSYAL GEN ” VE YENİ MODELLER,  




Yrd. Doç. Dr. Bekir GÜNAY. *
*Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 



Özet: 

    Yüzyıl değişimlerinde, eski sistemlerin çöküşlerinde veya var olan yapıların değişimlere ayak uyduramamalarında, toplumlar yeni arayışlara yönelirler. Arayışlar bazen iç, bazen de dış etkenlerle şekillenir. Arayışları şekillendiren temel parametreler sosyal genlerdir. Sosyal genleri oluşturan lar ise tarih, din, dil ve coğrafyadır. Bu makalede, arayışların şekillenmesinde genlerin etkileri incelenecektir. 1989 sonrası Orta Asya’daki değişimle birlikte başlayan ve 11 Eylül’le ivme kazanan arayışların yansımaları tahlil edilecektir. Bu yansımalar, sosyal genler, dış ve iç etkenlerin çarpan etkileri bölgede aranmaya çalışılacaktır. 

    20. y.y. başında bölgede benzer çöküşler yaşandı. Bu çöküntülere bölge nasıl refleksler gösterdi, değişim ve arayışlar toplumları hangi taraflara götürdü, bu yüzyılda da bölge toplumları benzer yönlere mi yönelecekler, bu arayışta ideolojilerin, dinlerin, sosyal genlerin etkileri ne kadar olacak gibi sorulara bu makalede cevap aranacaktır. 

GİRİŞ: ARAYIŞI TANIMLAMA 

Toplumlar ve insanlar değişim süreçlerinde rol model arayışlarına geçerler. Arayış yeni bir şeyi bulma ve eski yapıdan uzaklaşma süreci olarak 
yorumlanabilir. Arayış sürecinde rol modeller önemli yer tutar. Rol modelde örnek alınan yakın ülkeler veya toplumun geçmiş dinamikleridir. 
Bu süreçlerdeki algılamalar da yapıyı şekillendiren unsurlardır. 

Geçiş dönemlerinin başlangıç yılları yüzyılların bitiş evrelerine rastlar. Arayıştaki hedef yeni veya daha gelişmiş bir yapının bulunmasıdır. Arayışta hep daha iyiye, daha mükemmele özlem vardır. Bulunan modelin geçiş süreci toplumlarda değişik belirtilerle kendini gösterir. Kimi toplumlarda bu süreci dış etkenler hızlandırır. Kimi arayışlarda iç etkenler toplumlarda bazen çatışma bazen kaynaşmaya neden olur. Arayış süreci başladıktan sonra bir önceki yapıya dönüş yoktur. 

Toplumlardaki arayış süreçleri insanlardaki gelişim süreçlerine benzemektedir. Arayış döneminde insanları etkileyen unsurlardan biri aile 
diğeri de çevredir. Toplumlarda ise onları oluşturan temel dinamikler (din, dil, tarih ve mekan) etkili olur. Arayışta, çekim alanları sonuçları belirleyen 
unsurlardır. 

1. TARİHSEL MODELLEME İLE SOSYAL GEN TANIMLAMASI VEYA YÖNTEM TARTIŞMASI 

Bu makalenin amacı “tarihsel modelleme” yöntemini kullanarak Orta Asya bölgesindeki arayış eksenlerini tespit etmektedir. Tarih, milletlerin neleri 
yaptıklarını veya neleri yapabileceklerini gösteren bir bilimdir. Tarihi strateji ile buluşturduğunuzda “gelecek tarihçiliği” denen bir alana ulaşmak mümkün olacaktır. Tarih, stratejide temel bir girdidir. Diğer parametreler ise din, dil ve kültürdür. Bunları ben “sosyal gen” olarak tanımlıyorum. 

Sosyal gen zaman çizelgesinde mekanla etkileşime girdiğinde sonuçları “tekerrür” olgusunu doğurur. Aslında “tarihsel modelleme” yönteminin 
esin kaynağı da budur. Milletler sosyal genle, bulundukları mekanlara kendi renklerini verirler. Mekanları renklendiren milletlerdir. 

Mısır’daki Piramitler, İstanbul’daki Süleymaniye Camii, New York’taki gökdelenler, bunlar millet okumalarında kullanılan temel taşlardır. 
Sosyal gen insanlardaki fiziki genler gibidir. 

Nasıl gözünüzün renginden saçınızın rengine kadar özelliklerinizi siz belirleyemezseniz, aynı şey milletler içinde söz konusudur. Tarih yazılmaya 
başladıktan sonra dünyayı şekillendiren milletler ve onların oluşturduğu medeniyetler, sonraki yüzyıllarda oynayacakları rolleri ve senaryoları da 
belirler. Mekanları ve ruhları şekillendirenler medeniyetlerdir. Kimi milletler asırlardır olduğu mekanlarda yaşamışlardır. Yaşadıkları mekanla bir bütün 
olmuşlardır (Çin ve Hint medeniyetleri gibi). Türkler ve İngilizler gibi dominant gen yapılarına sahiptirler. Bu milletler geçtikleri mekanlara tesir ederler, kimi zaman da etkilenirler. Mekanlardaki diğer renkleri kendi kültür genlerinin içine alarak giderek zenginleşirler. Mekandaki değişkenliği belirleyen etkenlerden biri de dinlerdir. Nitekim, Toynbee bile dünyayı tanımlarken “Batı Hıristiyan, Ortodoks Hıristiyan, İslam, Hindu ve Uzak Şark”1 tiplemelerini ortaya koyarken dini merkeze yerleştirmiştir. Üç büyük din olarak kabul edilen Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık yayılan dinlerdir. Bu dinler geçtikleri mekanlarda ve ruhlarda derin izler bırakmışlardır. 

Tarihsel modelleme ve sosyal gen olgusunun en belirgin olduğu dönemler yüzyılların değişim evreleridir. Yüzyıllarda değişim tarihleri 80’li yıllardır. 
Bir başka ifade ile yüzyılın üçüncü çeyreklerini değişim yılları olarak ele alabiliriz. Değişim önce fikirlerde, ruhlarda ve beyinlerde, sonra da eylemlerde kendini gösterir. Değişim evresinin bitişi sonraki yüzyılların ilk ‘14 veya ‘20’li yıllarında olur. Örneğin, XX. yüzyılın giriş tarihi fiziki olarak 1900 tarihi kabul edilse de yeni yüzyılın siyasi girişi 1914’tür. Keza, XIX. yüzyılda da benzer durum söz konusudur. 1815 Viyana Kongresi Avrupa’da yeni yüzyılın giriş olayıdır. 

Bu evrelerde milletleri arayışa iten dış ve iç etkenler olur. Kimi zaman savaşlar kimi zaman sosyal olaylar veya entelektüellerin düşünceleri değişimi tetikler. Unutulmamalı ki hadiseler önce beyinde başlar, sonra ağza dökülür, en sonunda karşımıza olay olarak çıkarlar. Gelecek arayışlarının belirtilerini öncelikle kafalarda aramak lazımdır. XIX. yüzyılın son demlerindeki Marx`ın söylemleri veya Darwin`in yazıları bir sonraki yüzyılda insanların hayatını belirleyen ideolojiler olarak karşımıza çıkmıştır. 

Dünyayı etkileyen alanların başında ana kültür havzaları gelir. Kafkasya ve Balkanlar gibi ara bölgeler ise dış oluşumlardan etkilenen alanlardır. 
Orta Asya’yı ana havza olarak değerlendirmek lazımdır.  

2. ORTA ASYA BÖLGESİNİN ÇARPANLARINI TARİHSEL OLUŞUM SÜREÇLERİNDE TANIMLAMAK 

Orta Asya’nın ana aktörlerinin oluşum süreçlerini anlayabilmek için bölge üzerindeki etkilerini doğru koymak lazımdır. Orta Asya’da milletleri aktörler, yardımcı oyuncular ve figüranlar olarak ayırmak gerekir. Ana aktörler Ruslar, Türkler ve Çinlilerdir. Zaman zaman bölgede tutunmaya çalışan İngiltere ve ABD ana aktör rolünü oynamışlarsa da, bölgeye tesirleri güçleriyle doğru orantılı olmuştur. Aktörler dışında yardımcı oyunculara baktığımızda Hintliler, İranlılar ve Araplar gelir. Figüran rolünü dolduran Koreliler ve Güney Asya’daki bazı küçük milletler göze çarpar. Bölgenin kaderini ana aktörlerin oynadığı roller belirler. Ana aktörleri, dominantlılıkları veya etkileşimin güçlerine göre ayırmak gerekir. Bu açıdan Türkler ve Ruslar ana aktör, belki İranlılar ise belli kısımlarda aktördür. Aslında aktörlerin rolü sahneye konulan medeniyete göre şekillenir. 

2.1. Bölgedeki Din Renkleri 

Orta Asya üç büyük dinin oluşum alanı değil, etkileşim bölgesidir. Dünyada din oluşum alanları olarak Çin- Hint havzasıyla Ortadoğu görülmektedir. 

Çin-Hint havzası Budizm’inoluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu yerel inanç bölgede yan çarpan olarak belirgin rol oynamaktadır. Budizm, Konfüçyüsizim ve benzeri inanç grupları bölgede kendi alanlarının dışında etkili olamamışlardır. Bu dinler Orta Asya’da ana renk olarak değil, bir tali renk olarak değerlendirmek gerekir. 

Orta Asya’da baskın olan din İslam’dır. İslam, bölgedeki tek ana renk olarak görülse de Orta Asya derinliklerine girdiğimizde İslami mezheplerin etkilediği alanlar dikkat çeker. İslamiyet’in bölgedeki etkinliğini anlamak için dinin geliş kanallarını incelemek gerekir. İslamiyet’i Orta Asya’ya Araplar getirmiştir. Din, gelirken İran kültür havzasının üzerinden geçmiştir. Yani bölgenin tarihi arka zeminde bir Şii geleneği görülmektedir. İran’ın bölgedeki yayılış alanı da Pers-Sasani çizgisindedir. Bu alanlar Afganistan’ın bir kısmı, Tacikistan ve Azerbaycan’dır. Bölge halkından Müslüman olup bu dinin bayraktarlığını eden topluluk Türklerdir. 

Türklerin tarihi gelişim çizgilerine bakıldığında asker millet oldukları görülür. 
Bu vasıflarına İslamiyet’le tanıştıktan sonra yeni bir özellik daha eklenir. Türk artık İslam âlimidir. Türkistan da İslamiyet’in yayılıp kök saldığını bölgedir. Asker milletin bu dini sahiplenmesi yanında kendi bünyesinde de içselleştirmesi ve yaymasında önemli roller oynamıştır. Türkistan’daki Buhara, Semerkant, Merv şehirleri İslam medeniyetinin bölgedeki temel taşlarıdır. Hoca Ahmet Yesevi, İbn-i Sina, İmamı Azam ve benzeri din âlimlerindeki Türk rengi yanında Sünni İslam’ın alt yapısı Orta Asya’nın temellerindeki önemli malzemedir. 

Türklerin hareketli millet olmalarından dolayı Sünnilik Orta Asya’da yaygındır. Bölgenin din oluşumunda Türk-Sünni yapı merkez güç pozisyonundadır. Sünni İslam rengi İran`da Şii İslam’a dönüşse de Ortadoğu’ya ulaşan İpek ve Baharat yollarıyla ekonomik akışkanlık sayesinde gücünü yitirmiştir. Orta Asya’daki dini yapı ekonomik ve siyasi etkenlerle birleşerek kalıcı ve güçlü bir çimento halini almıştır. Bölgedeki Türk-İslam binası sağlam kurulmuştur. 

Orta Asya’da İslamiyet’le birlikte Hıristiyanlık da mercek altına alınmalıdır. Hıristiyanlık ağırlıklı olarak XX. yüzyılda bölgeye misyonerler eliyle yerleştirilmeye çalışılmıştır. Misyonerlerin Orta Asya’daki faaliyetleri öncelikle Asya’nın kıyı kesimlerinde başlamıştır. Misyonerler Hint-Çin bölgesinde çalışmışlardır. Bununla birlikte Hint ve Çin kültürü misyonerlerle batılı seyyahları etkileyen kültür olmuştur. Bir bakıma reaksiyon tersine dönmüştür. Budizm ve İslamiyet, misyonerler kaşifler ve tüccarlar eliyle batıya yayılmıştır. 

Hıristiyanlık Orta Asya’nın tabanına inemedi. Buradaki güçlü İslam mayasının etkisini bozamamıştır. Hıristiyanlıkta Rusların katkısı bölgede çok olmuştur. Ruslar eliyle Orta Asya`ya gelen Ortodoksluk2 Kazakistan’a kadar inmiştir. Ortodoksluk Orta Asya’ya Ruslar eliyle girmişti. Ortodoksluğun bölgedeki yayılımı Bolşevik Devrimine kadar devam etti. Çarlık rejimi sırasında Rusya’nın kızıl elması Üçüncü Roma teorisi idi. Bu teorinin temeli Ortodoksluk inancına dayanır. 

Üçüncü Roma’nın oluşum sürecinde Ortodoksluk olmazsa olmazdı. Rus Ortodoksları için Moskova’nın kutsal yer olması büyük sorun oldu. Bu sorun 
Üçüncü Roma’nın doğuşunu geciktirdi. Moskova Patrikliği’nin kutsanması için bir bakıma Fener Patrikliği Moskova’da zorunlu misafir edildi. 

Akabinde Moskova kutsandı. Çar Petro’nun Patrikliği zayıflatması Rusya’nın sekülerleşmesinin yolunu açtı. Petro sonrası tekrar siyasi arenaya 
dönen Kilisenin gücü giderek Moskova’da da azaldı. 1917 Bolşevik Devrimi ile yeni bir yapıya giren Ortodoksluk devletin bilinçaltından çıkarıldı.3 

 1945-1955 yılları SSCB’nin dünyada tek güç olduğu senelerdi. Fakat gücün kalıcılığı sağlanamadı. Bunun da nedeni Stalin’deki Üçüncü Roma 
düşüncesinin eksikliği idi. 

Rusya’nın 1917 yılına kadar Orta Asya’ya taşıdığı dinin rengi Ortodoksluk iken 1917 yılından sonra buraya getirilen inanç ise “Ateizm”di. 


SSCB birlikte Orta Asya’ya gelen ateizm her iki dini de (İslamiyet ve Hıristiyanlığı) etkilemişse de en çok zararı Hıristiyanlık gördü. Dinler bu 
süreçte bir bakıma illegalleşerek yaşamlarını devam ettirdiler. Ateizmi SSCB zamanında bir din olarak tanımlamak mümkündü. Ateizmin Orta Asya’da 
mekandan, ibadethanelerden, ruhlardan izleri sildi. Bu durum şehir hayatında görülmesine taşrada din geleneksel olsa varlığını korudu. 

2.2. Bölgedeki Millet Renkleri 

Orta Asya tarihi katmanlarının oluşumundaki baskın renkleri doğru tespit etmek gelecek senaryolarının düzgün temellerinin oturmasını sağlayacaktır. 

Bölgede etkin olan nüfus ile tarihin yayılım alanlarına baktığımızda karşımıza çıkan topluluk Türklerdir. 

Orta Asya millet katmanlarına indiğimizde Türklerden sonra Çinliler, Ruslar ve İranlılar, bölge kıyısında da Hintliler gözükmektedir. Bunlar 
dışında etkinlik açısından Batılı milletler yok denecek kadar azdır. 


Orta Asya’da Millet Oluşum Katmanları 

Orta Asya’nın ilk tarihi katman oluşumlarında Çinliler ve Türkleri birlikte görmekteyiz. Her iki kavim bölgede bıraktığı izler açısından farklılıklar gösterir. Hareketli ve yayılmacı özelliği olan Türkler, Orta Asya’da daha etkili oldular. Nitekim, XIX. yüzyılda gerek oryantalistler gerekse orada yaşayan Türkler bölgeye Türkistan demekteydi. Orta Asya adı XX. yüzyılda ortaya çıkarılan bir tanımdı. Türkistan mekan olarak Tanrı dağlarından Hazar denizine kadar uzanan geniş bir coğrafyayı içine alır. Türklerin “at”a hâkim olmaları yanında asker millet kimlikleri bölgede kalıcı izler bırakmalarını sağladı. Tarihi ipek ve baharat yollarının kontrol altında tutmaları da ekonomik bir nüfuz alanı oluşturdu. Türklerin bölgede giremedikleri yer Çin havzası idi. Çinlilerle Türklerin kesiştiği alan bugünkü Doğu Türkistan’dır. Burası aynı zamanda din ve kültür etkileşim alanı idi. Çinlilerin yanında Güneydeki sınır Hint havzasıydı. Bu kültür havzasıyla da benzer etkileşimler gözükür. Pakistan ve Afganistan’daki Mezar-ı Şerif 
bölgesi kesişim alanıydı. Aynı durum doğuda Türkmenistan-İran sınır çizgisinde de görüldü. Burada da İran ve Türk kültür havzaları iç içe girdi. 

Keza kuzeyde Rus kültür havzasıyla temas bugün kendini Kazakistan’da göstermektedir. Sonuçta, Orta Asya’daki ana renk Türk’tür. 

Türklerden sonra, sayısal çoğunluk olan ama etkileşim alanı dar olan Çinliler gelir. Çinliler Asya’da etkin bölgesel güçtürler. Bölgesel güç olmalarının temel nedenlerinden biri sahip oldukları inanç sistemidir. Gobi Çölü ve Himaliya Dağları Çin’in Orta Asya ile ilişkisinde fiziki, Doğu Türkistan da siyasi engeldir. Çinlileri Orta Asya gücü olarak tanımlamamak gerekir. Çin, Asyalı’dır ama Orta Asyalı değildir. 

Çinlilerle birlikteRuslar da Orta Asya’da önemli bir kuvvettir. Rusların bölgeye girişi ve hakim oluşları XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başlarına rastladı. Rusya, Asyalı bir güç değildir. Ruslar Avrupalıdır. Avrupa’dan gelen Rusların SSCB elbisesiyle bölgenin derin katmanlarına değil yüzeyine nüfuz edebildiği görülür. Alt katmanlardan yukarıya doğru çıkarken Ruslardan önce bir başka bölgesel güç de İranlılardır. İran sadece ırki değil dini nüfuz alanlarıyla da Orta Asya’da kendini göstermektedir. İran köklü devlet geleneğine sahip bir millettir. Bölgenin ana katman oluşumunda Türklerden sonra gelmektedir. Orta Asya’da Türklerle İranlıları rakip göstermek doğru bir davranış değildir. Bölgenin dini yapısı İranlılarla Türkleri ortak noktada buluşturur. XIX. ve XX. yüzyıl güç denkleminde Rus ve İngiliz gerilim hattında olan İranlılar ile Türkler bölgede birbirleri için amansız rakip olarak lanse edilmiştir ki, bunu yapanlar İngilizlerdir. 

XX. yüzyılda da bölgede varlığını sürdürmeye çalışan batılı güç İngilizlerdir. İngilizler ada devletidir. İşgal ettikleri sömürgelerdeki yerleşim stratejileri dikkat çekicidir. Daima arkalarını denize verirler, bir gün bölgeyi bırakıp gitmeyi düşünürler. Daha iç bölgelere giderken kıyı ile olan irtibatlarını kesmemek için ara koridorları daima koruma altına alırlar. Kıyıdan uzaklaştıkça başarı şansları azalır. Bu genel kural İngilizlerin Orta Asya politikalarının ana hattını oluşturur. İngilizlerin bölgeye olan ilgisi coğrafi keşifler sonrasında başlamıştır. Orta Asya’daki varlıkları Hindistan ve Hindi Çin bölgesini kapsar. İngiltere’nin bu çizgiye paralel İran hattı üzerinden yataylamasına gelişti. Orta Asya’nın dikey derinliklerinde İngilizlerin etkileri yoktur. 1877-1878 Osmanlı Rus harbinden sonra İngiltere, Orta Asya’da Rusya ile herhangi bir büyük çaplı çarpışmaya 
girmemiştir. Ayrıca Rusya’nın kendi hâkimiyet alanına saldırmaması için de “yeşil kuşak teorisini” XIX. yüzyılda başarıyla uygulamıştır. Bu teori 1945’ten sonra ABD tarafından devir alınmıştır. 

3. ARAYIŞ SÜRECİNDE BÖLGENİN DAVRANIŞI 

XIX. yüzyıl son çeyreği dünyada genel arayış evresi olarak değerlendirilebilir. XX. yüzyılın hazırlık evresinin ipuçları, 1880lerden itibaren görülmeye başlandı. İnsanlığın bilimi yeniden keşfetmesinden (teknolojik buluşlar), “ben nereden geldim” soruları (Darvin söylemleri), sanayinin sorunları yanı sıra “dünya nereye gidiyor” tartışmaları entelektüellerin kafalarını meşgul etti. Bu meşguliyetlerin sonucu dünyanın gelecek rotası belirlendi. Marks`dan başlayarak gelişen fikri söylemler bir sonraki yüzyılın ideolojik eylemlerine dönüştü. Komünizmden başlıyarak faşizme, oradan kapitalizme kadar XX. yüzyılın etkin ideolojileri bu yüzyılda şekillendi. XIX. yüzyılın baskın düşüncesi olan sömürgecilik akımı 
da uluslararası güç dağılımını Orta Asya’da yeniden düzenledi. 

Yüzyılın sonuna yaklaşıldığında dünyada hâkim güçler İngiltere, Osmanlı, Rusya belli ölçüde Fransa ve Almanya idi. XX. yüzyılda iki devlet (İngiltere–Almanya) göreceli üstünlükleri devam ettireceklerinin sinyallerini verirken Osmanlı devleti rolünü tamamladı. Bu süreçte de Rusya’nın elbise değiştirerek ilerleyeceği anlaşıldı. Benzer durum kısa bir süre sonra 

Türklerde de görüldü. Onlarda yola Türkiye Cumhuriyeti olarak devam ettiler. Dünyanın küresel aktörlerindeki değişim Orta Asya’nın da kendi iç 
dinamiklerinde sürmekte olan arayış sancılarını artırdı. Bölgede değişim sinyallerinin tarihi 1917 idi. Bu tarih Orta Asya için bir kırılma noktasıydı. 

4. ORTA ASYA’DAKİ DEĞİŞİM RENKLERİNİ OKUMA 

Orta Asya’daki değişim Kafkasya’dan başlayarak Asya içlerine ulaştı. Türklerdeki değişimi tetikleyen hadise Osmanlı Devleti’ndeki gelişmelerdi. 

Orta Asya’daki değişim alanlarının temelinde “gelecek kaygısı” belirgin rol oynadı. Benzer bir tartışmayı II. Meşrutiyetle Osmanlı entelektüeli de 
yaşadı. Sonuçta Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık fikirleri çare olarak bulundu. Benzer görüşler Kafkasya’dan Orta Asya’ya da yayıldı. 

Milliyetçilik, İslamcılık, Batıcılık fikirleri bölgenin ana yöneliş kulvarları oldu. Bunlara sonradan komünizmde eklendi. Milliyetçilik söylemi bölgede 
Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı ile baskın rol aldı. Rusların 1938 yılına kadar bastırmakta zorlandığı Basmacılar hareketi Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesinde önemli rol oynadı. 1920 yıllarından itibaren “Türkistanlılar ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlardı. Sovyet Rusya’nın ve onların yerli sömürgelerinin Türkistanlıların kendi geleceklerini tayin için kararlı olduklarını kavrayıncaya kadar savaşmak kalan tek çözüm yolu komünist rejimine karşı kendilerini korumak hürriyet mücadelesinin gayesiydi.”4 

Ama Türkiye’dekine benzer sonuçları çıkaramadılar. Bununla beraber milli kimlik oluşumunun önemli evrelerinden geçirmiş oldu. İsmail Gaspıralı’nın benimsediği “dilde, fikirde, işte birlik” fikri uzun vadeli değişimleri de tetikledi. Dil konusu “…İsmail Gaspıralı’nın Pan-Türkizm diye adlandırılan Türk halklarının birliği fikriyle desteklendi. Balkanlardan Çin’e kadar bütün Türklerin anladığı ortak bir dil, bu amaca ulaşmanın ilk şartıydı.”5 Özellikle Gaspıralı’nın değişimin “insan yetiştirmekte” olduğu düşüncesi kendini Gaspıralı’nın eğitim ve okul modelinde gösterdi. Bu model bölgede derin izler bıraktı. Merdan Topçubaşı’dan 6 Resulzade’ye bölgenin önemli siyasi entelektüellerinin söylemlerinde milli kimliğin izleri görüldü. Bununla birlikte Enver Paşa ile birlikte bölgede silahlı milliyetçi söylem göreceli olarak başarılı olsa da sonuçta etkisiz kaldı. 

Baskın olan milliyetçilik söylemi bölgedeki Türk kimliğinin oturmasında etkili oldu. Milli kimlikle bağımsız devlet olma modeli Azerbaycan’la hayat buldu. “28 Mayıs 1918’de Azerbaycan Milli Konseyini oluşturarak yeni bir ulusun doğduğunu ilan ettiler.”7 Enver Paşa ile başlayan silahlı mücadeledeki “Turhan devleti”ni kurma fikri Orta Asya’da ciddi taraftar toplandı. 1938’e kadar sürecek olan “Basmacılar” hareketinin de esin kaynağı oldu. Bununla birlikte Sultan Galiyev faktörü dikkat çekicidir. 

Sultan Galiyev kendini “ateist” olarak tanımlar. Galiyev bölgedeki Müslüman cemaati tanımlamış fakat din unsurunu bir kenara bırakmıştır. 

Bir bakıma “Komünizmin” meşrulaştırdığı gibi ateist söylemlerin baskın olmasına zemin hazırladı.8 


Orta Asya’da XX. yüzyılın ilk yarısında etkin görüşler grafiği 

Arayışta milliyetçiliğin hâkim olmasının nedeni dünyada esen milliyetçilik rüzgarlarıydı. 1917 bölgedeki arayışların sonucunu belirledi. 

Rusya’nın kendi gelecek tartışmaları Bolşevik iktidarıyla sonuçlandı. Bolşeviklerle beraber XX. yüzyılda Rusya, Orta Asya’ya girdi. Rus halkının kendi arayışında komünizmi tercihi bölgenin kaderini de belirledi. Komünizme geçiş sürecinde “Rus milli kimliğindeki Ortodoksluğun reddi” sonuçta Rusya’nın dinle olan kavgası olarak Orta Asya’da da devam etti. Başka ifade ile din legallikten illegalliğe geçerken onun yerini ideoloji ve ateizm aldı. Ama bölgenin temel dinamiği olarak din, kendini halk içindeki canlılığını koruyarak devam ettirdi. 1930’da bölgeye bakıldığında Türkçülük ile komünizm arasında kalmış bir “Türkistan” fotoğrafı vardı. Rusya’nın 1917-1924 yılları arası, kendi kimliğini oturtma veya iktidar hesaplaşması olarak geçti. Lenin’in ölümü sonrasında Stalin’in SSCB’nin kaderini belirleyen güç olmasının etkileri bölgede de hissedildi. Stalin zamanında Ortodoks kilisesinin önemi hatırlandı. Kilise bunu fırsat olarak gördü. Kendine meşrutiyet alanı açarken aynı zamanda ateist yapının meşrutiyetini bir bakıma onayladı.9 1930lu yıllarda Rusya Kafkasya ve Orta Asya’ya geri döndü. Kafkasya’da Azerbaycan’ın bağımsızlığını kaybetmesi Rusya’nın SSCB kimliğiyle Orta Asya’ya acımasız bir şekilde döneceğini belli etti. Komünizm bir ideolojiden ziyade Rus sömürgeciliğinin Orta Asya’daki yeni 
yüzüydü. SSCB bölgede silahla hâkimiyetleri kurmaya çalıştı. Basmacılara karşı yapılan mücadelede karşılarındaki en büyük engel Türk milliyetçiliği idi. 

1938, bölgede kırılma tarihi olarak anılmaktaydı. Türkçülük fikri de kalıcı sonuçlar almaya başladığı sırada, bu düşünceyi savunan nesiller yok edildi. 1937-1938 tarihlerinde Azerbaycan’dan Kırgızistan’a kadar Orta Asya’daki Türk entelektüeller sistematik olarak katledildi. “1937 yılında GULAG sistemi (çalışma kampları) yeni bir döneme ayakbastı, iktidar acımasız bir şekilde kitlesel terörü başlattı. Sadece idam edilenlerin sayısındaki artış bile insanı şaşırtıyordu. 1936 yılında 1.118 idam cezası infaz edilirken, bu rakam 1937 yılında 353.074 olarak yükseliş kaydetti. 

   1 Temmuz 1937 ve 1 Nisan 1938 tarihleri arasında 800.000 civarında yeni mahkûm GULAG’ın çalışma kamplarına getirildi ve bu kamplardaki mahkûm sayısı 2.000.000’u aştı.”10 Artık belirgin güç olan Rusya, Orta Asya’da oyun kurucu idi. Arayış, bölgede dış çarpan Rusya’nın etkisiyle sonuçlandı. II. Dünya Savaşı’na girerken Rusya ve komünizm bölgedeki ana renkti. Kötü renkler Türk milliyetçiliği ve İslam’dı. Stalin, Kırgız yazar Aytmatov’un babasının da dâhil olduğu düşünen insanları ortadan kaldırdıktan sonra “Sovyet adam modeline” uygun nesiller üretme projesini hayata geçirdi. 

Stalin, komünizm renginin bölgede kalıcı olabilmesi için eski yapıya ait renkleri yok etmeden yeni bir sistemi kuramayacağının farkında idi. Köylü diye lanse edilen Asya toplumları şehirleştirme sürecine sokuldu. Yeni şehirler kuruldu. Şehirleşme, kültür doku değişikliğine paralel olarak ekonomik ve stratejik hamleler ekseninde Orta Asya’da değişim enstrümanı olarak kullanıldı. Sibirya demiryolu hattıyla bölgenin iç derinliklerine uzanıldı. Yeni kurulan şehirler ve nüfus dağılmaları ona göre şekillendirildi. Bir bakıma demiryolu Rusya’nın Orta Asya’daki gücünü belirleyen unsur oldu.11 

   Kırgızistan’ın başkenti Bişkek buna tipik örnektir. Eski güç merkezi olan Merv, Buhara, Semerkant, Taşkent gibi kentler etkisizleştirildi. 1939-1945 savaşı Orta Asya halklarının savaşı değildi. Bu olgu tersine döndürüldü. Saldırı SSCB milletine yapılmış gibi algılandırıldı. Bu ülkenin vatandaşlarına “Germenler hepimize saldırdı öyle ise hep birlikte memleketimizi korumalıyız” fikri verildi. Garip olan, Almanlar Moskova’dan öteye saldırmamışlardı. Savaş Rus milli kimliğinin Orta Asya’da benimsetilmesi için kullanıldı. Savaş ortak kader kavramını oluşturdu. Germenler ortak düşman fikrinin içini doldurdu. Ruslar ve Türkler, Sovyet idealleri için birlikte savaştılar(!). Bu da 1945 sonrası hayata geçirilen “Sovyet adamı” fikrinin alt yapısını şekillendirdi.“Sovyet adamı” Türkler arasında yeni bir model olarak lanse edildi. Rus dili Sovyetlerin kültür diline 
dönüştürüldü. Kiril alfabesi entelektüelin alfabesi oldu.12 Rusça konuşan “Komünist Türk” tiplemesinin de Türklük ve İslamcılık rengi yok edilerek 
onun yerine ateist Türk modeli oluşturuldu. Orta Asya halklarına İslam yerine ateist kültür din olarak lanse edildi. Rusya bölgede artık tartışılmaz bir güçtü. Bununla birlikte, Sovyet millet kompozisyonu ve parti yapılanmasında “Orta Asyalılar ve Avrupa’daki diğer milletler çok az sayıda temsil edilmekteydi.”13 Bu süreçte SSCB kendi renklerini ana renklerle değiştirmeye muvaffak oldular. Ateist komünist Sovyet adam modeli göreceli üstünlük sağlasa da bölgenin temel renkleri olan İslam ve Türklük varlıklarını hep devam ettirdi. “Türklük” üst kimliğinin alt kimlik haline dönüştürüldüğü yapıda Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen ve Azeri renkleri üst kimliğe çıkarıldı. Kafalardaki dost ve düşman kavramları yeniden yorumlandı. “Dost” Ruslar, medeniyet getiren elit kavimdi. “Düşmanlar” ise Türkler, İslam ve Batılılar idi. Harmanlama tekniğiyle ekonomik olarak Türk toplulukları birbirine bağımlı hale getirildiler. Ekonomide para yerine “ takas sistemi” kullanıldı. Ticaretle bağlılık ve bağımlılık sağlandı. 

SSCB modelini ilk sarsanlar, kiliseleri için mücadele eden Polonyalılar oldu. Doğu Avrupa’daki Polonya’nın rolünü Asya’da “Afganlar” oynadı. 

Polonya’nın dini için mücadelesi Varşova Paktı’nın tabana ulaşmasını engelleyen faktördü. SSCB’yi parçalayan olayların 1980’li yıllarda Polonya’da başlamasına paralel olarak da Orta Asya’da Afganistan’daki SSCB karşıtı mücadelenin birbirini tamamlaması tesadüf değildi. 

Sonuçta, Mikhail Gorbachev XXI. yüzyılda Rusların bir devlet olarak var olamayacağını gördü. Yaptığı şey parçalanmış SSCB elbisesinden kurtulmaktı. “Yeniden yapılanma ve açıklık politikaları” bir bakıma Rus milletinin kurtuluş reçeteleri belki de son şansı idi 14. 

5. XXI. YÜZYILDA ARAYIŞ VE MUHTEMEL SONUÇLARI 

XXI. yüzyılın geliş sinyalleri, gerek bölge gerekse dünya açısından Gorbachev ’un SSCB Genel Sekreterliği’ne gelmesiyle başladı. 
Bir başka ifadeyle Gorbachev’un iktidarı Soğuk Savaş’ın sonuna doğru gidiş hamlesi idi. 

Gorbachev, Rus tarihini doğru okuyan biriydi. “Açıklık politikası” bir bakıma Lenin’le beraber başlayan XX. yüzyıl SSCB görüntüsü “Sovyet adam” modelinin iflasının dünyaya ilan edilmesiydi. Rusların klasik tarihi gelişim çizgisinde olan Üçüncü Roma eksenli ilerleme süreci SSCB dönemi ile bir bakıma “ara döneme” girdi. 1945 sonrası dünyanın etkin gücü olsa da, ki 1945-1955 arası, ABD ile girilen silahlanma ve uzay yarışında havlu atan taraf Ruslar oldu. Stalin’in kötü bir kopyası olan Brejnev döneminde rejimi canlandırma hamleleri ve birbiri ardına yapılan yanlış hareketler, SSCB için beklenen sonu getirdi. 

SSCB modelinin temelindeki hata Üçüncü Roma’nın eksikliğiydi. Bir adım daha ileri gidersek dinin reddedilmesiydi. Ruslar 1945 sonrası Almanya’nın oluşturduğu boşluğu Doğu Avrupa’ya girerek dolduruldular. Fakat Varşova Paktı’nda ideolojik birliktelik fikrini sağlayamadılar. Varşova’da başlayan Katolik mücadelesi, Macarların milliyetçilik ayaklanması, SSCB tanklarıyla etkisizleştiril di. Ama güç her şey değildi. 

Orta Asya’da Afganistan hamlesini yanlış okumaları ağır sonuçlar doğurdu. Afganistan stratejik nokta olarak klasik “sıcak denizlere” inmede doğru 
hamle olarak görüldü ise de, ülkenin coğrafi ve siyasi yapısı itibariyle dış güçler için tam bir kâbus olduğu sonradan anlaşıldı. Afganistan’la birlikte İran’da başlayan İslami çıkışlı siyasi dalgalanma Orta Asya’nın güçlü rengi “İslam’ın” canlanmasını tetikledi. Yalnız İran’daki hareket zamanla “Şii milliyetçiliğine” dönüştü. Bölgede Şii tabanın azlığı bir müddet sonra ibrenin Sünni İslam yapısına da sahip Afgan hareketini dönmesine zemin hazırladı. 1979 tarihindeki bu olaylara paralel olarak Pakistan’daki Ziya-ül Hakk’ın Sünni İslam söylemleri dinin bölgedeki etkinliğini kalıcı hale getirdi. 

Afganistan’ın işgali için bölgeye gönderilen Rus askerlerin içindeki Özbek, Kırgız gibi Türk ve Müslüman unsurlar Ruslar için ileride ciddi tehdit olacaktı. Mücahitler tarafından savaşta esir alınan Türk orijinli askerler Sünni İslam’ın Orta Asya’ya tekrar girişine zemin hazırladılar. Bu süreç ileriki yıllarda Fergana Vadisi olaylarının da temelini atacaktı. SSCB modelinden bir an önce kurtulma fikri hayata geçirildi. Mikhail Gorbachev “pandoranın kutusunu” açtı. Olaylar zamanla kontrolden çıkarak beklenmeyen sonuçları doğurdu. Gorbachev sonrası Yeltsin, akabinde de Putin’in birinci dönemine kadar SSCB önce Bağımsız Devletler Topluluğuna sonra Rusya Federasyonuna dönerek ciddi bir sarsıntı yaşadı. 

Bu süreçte kontrolden çıkan araba görüntüsünde olan Rusya, Putin’le kontrolü tekrar eline aldı. Şimdi yeni rota ne olacak sorusu sadece Rusya’nın 
değil Orta Asya’daki tüm toplumların da ana gündemini oluşturdu. 

6. ARAYIŞ SÜRECİNDE DEVLET OLGUSU 

1989 sonrasında Doğu Blok’unun yıkılmasıyla birlikte sadece Orta Asya’da değil tüm dünyada bir arayış süreci başladı. Bu süreci “tarihsel modelleme ve sosyal gen” formülüyle okuyup muhtemel sonuçları üzerine bazı öngörülerde bulunalım. Günümüzdeki ne benzer bir tablo 1890-1917 yılları arasında da yaşandı. O zamanki arayış üç ana kulvar ekseninde seyretti. Bunlar din, milliyetçilik (İslam, Türk) ve Batıcılık idi. Hesapta olmayan komünizmdi. XX. yüzyılın başlarında arayış alanları bu üç kulvar arasında geçerken komünizm sonucu belirledi. Hareket özellikle Stalin ile beraber “ zorba güç” veya baskın aktör rolünü oynamışsa da Rusya tarihi arka planına uygun olmadığı için bu yüzyılda kalıcı olamadı. 1989 sonrasında, Orta Asya tekrar 2000li yılların başına döndü. 

Bölge aramalar sürecine girerken yine üç öğenin etrafında gezinmeye başladı. İslamiyet İran–Afganistan hattında “siyasal İslam” olarak tanımlanırken, Milliyetçilikte kimilerine göre “etnik milliyetçilik” olarak görüldü. Eskinin batılılaşması şu anda küreselleşme oldu. Ama bölgedeki yansıması “Amerikan Emperyalizmi” olarak karşımıza çıktı. 


Orta Asya Komünist Yapı, Türk İslam XXI. yüzyıldaki Orta Asya Aktör Hareketliliği. 

Bu kulvarların bölge üzerindeki etkilerine gelince; komünizmin bölgede uygulanışına baktığımız zaman Rus sömürgeciliğini görürüz. Yapının bölge 
üzerindeki etkileri hala sürüyor. Geçiş döneminde de bunun olması normaldir. “SSCB adamı modeli” 1945 sonrası ortaya çıkan modeldi. O zaman doğanlar bugünkü Türk Cumhuriyetlerin başında olan bürokratik elitlerdir. Türk kimliği parçalanıp Kırgız, Özbek diye alt kimlikler ortaya çıkarılmıştı. Alt kimliklerin birbirleriyle ekonomik geçişkenliği artırılmış olmasına rağmen siyasi olarak birbirilerine benzer ama birbirilerinden ayrı topluluklar, ayrı devletler oluşturuldu. Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ayrı ülkeler olarak değerlendirildi. Ekonomide uygulanan “takas sistemi”nde karlı çıkan Ruslar oldu. Ekonomik düzene uygun siyasi yapı kurulurken devlet-toplum-parti sisteminde devlet veya topluma yapılan hizmet değil partiye yapılan hizmet ve sadakat esas alındı. Nitekim bunu Cengiz Aytmatov “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adlı eserindeki mahkumla onu mahkemeye götüren yargıcın hikayesini anlatırken yargıcın suçluyu suçlamasının adaleti yerine getirmek için değil, kendi terfisi ve sistemin kutsallaştırılması olduğunu anlattığı eserinde “ ..güçlü bir iktidarı kötülemek bireylerin çıkarlarını devlet çıkarlarından üstün tutmak, kokuşmuş burjuva bireyciliğine sempati duymak ve genel kolektifçiliği eleştirmekti…bu ise sosyalizme karşı olmak demekti. Oysa sosyalist ilkelere sosyalist çıkarlara karşı gelenlerin en ağır cezalara çarpıtıldıklarını herkes bilirdi.”15 

Komünist sistem devlet ve adalete bağlı toplum değil rejime, Stalin’e bağlı nesiller üretti. Halkın hayat kalitesini artıran yönetici tipi değil, rejime sadık idarici tipi ortaya çıktı. “Sovyet İnsanı sonunda aldatılana (deceptive man) dönüşmüştür. Bunun sonucu topluma yaygın bir yolsuzluk olarak tezahür etmiştir. Sistem bütünüyle bir aldatylan köleler ve aldatan efendilerden ibaret haline gelmi.tir.”16 Halka değil rejime bağlı bürokrat tiplemesi karşımıza çıktı. Bürokrat temelde egemenliği, hükümranlığı eline aldı. “..Sovyet uygulaması kurumsal hakları ezdi... sivil toplumun ortadan kaldırılması (başka bir ifadeyle bürokrasinin parçası yapılması) ve demokratik hakların ezilmesi sadece bürokrasiyi özgür bırakmadı, aynı zamanda tiranlığın da ortaya çıkmasına kolaylık sağladı”.17 Bu yapı, 1989 sonrasında da devam etti. Rejim yıkıldıktan sonra bölgedeki iktidar sahipleri bu hazır alt yapıyı kullandılar. 

Yeni yapı kalıcı mıdır? sorusunun cevabı açıktır; Hayır. XXI. yüzyıl yönetim algılamaları açısından bunun doğru bir sonuç olmadığını Türkistan’daki herkes bilmektedir. Genelde eski Komünist parti sekreterleri şimdinin tek adam tiplemelerine döndü. Ömür boyu cumhurbaşkanı seçilmek (Özbekistan, Kerimov örneği) veya öldükten sonra oğlunu iktidara taşıma yolu (Azerbaycan’da Aliyev hanedanı) gibi uygulamalar geçici yöntemlerdir. Bunlar tamamen geçiş dönemi uygulamaları olup kalıcı modeller olamazlar. Bu tarihi realiteye de aykırıdır. Onun farkında olan şu anki rejimler giderek demokrasiden uzaklaşıp diktatörce davranışlar içine girmektedir. Süreç, 2020’lere kadar devam edecektir. Şu anki davranış kalıbı Soğuk Savaş modelidir. Biliyoruz ki her yüzyıl kendine özgü modeller üretir. Bu yüzyılda dünyada devletlerin yerine sivil inisiyatifler alacak tır. Orta Asya’da da bunu söylemek için vakit henüz erkendir. Tek adam yönetimlerinden çoğulcu yapıya yani demokratik topluma doğru gidişatın 
ilerleyen senelerde hızlanacağı görülmektedir. Brzezinski, 1989’da Komünist rejim sonrası Rusya’yı anlatırken “..çoğulcu toplumların inkişaf etmesidir...”18 diyerek gelişim çizgisini vurgulamıştı. Yalnız yapının oluşum sürecini beklemek gerekir. Demokrasi getirmek adına yapılan dış müdahale ise halkın demokrasi algılamalarını bozmaktadır. (Soros devrimleri). Bu da mevcut yönetimler tarafından demokrasinin değil şu anki yapının doğru olduğu fikrinin halka iletilmesine zemin hazırladı. Sovyet adamı modelinin bürokratik algılamaları rejime uygun bürokrat tipi üretti. Rejimlerin yıkılmasından sonra bürokrat sınıf kendi geleceğini düşünmeye başladı. Bürokrat aldığı maaşla geçinemeyince günümüzde tüm coğrafyanın en büyük sorunu olan yolsuzluk ve rüşveti meşrulaştı. Bölgede az gelire karşılık çok gideri olan bürokrat tiplemesi çoğalmaya başladı. Sokakların ilkel görüntüsüne karşılık trafikteki son model arabalar ülkelerdeki çarpıklığın en iyi göstergesiydi. Yolsuzluk yoksulluğu tetikledi. Unutulmamalı ki, yoksulluk toplumdaki değişimleri başlatan ana unsurlardan biridir. 

Komünizm renginin bu yüzyılda Orta Asya gündeminde olmayacağı gerçeğini görmek gerekir. Bölge şu anda artık komünizmin yan tesirlerini yaşamaktadır. 


7. DİN VE MİLLİ KİMLİK ALGILAMALARI 

Orta Asya’da etkin din olarak İslamiyet çıkar. İslamiyet dışında Kazaklarda Ortodoksluğu, 1989 sonrasında da yoğun olarak Katolik ve Protestan 
misyonerlerle Hıristiyanlığı Orta Asya’da görmekteyiz. Din, ateizm sürecinde Orta Asya’daki toplumların ruh dünyalarından çıkarmak için çok uğraşılmış ise de başarılı olunamamıştır. Sokakta-resmi dairelerde dinin izleri silinse de din bölge halklarının iç dünyasında varlığını sürdürdü. 

Günümüzdeki bölgenin din resmine baktığımızda karşımıza çıkan görüntü “İslam’ın, Orta Asya’nın ulusal kimliğinin ana kaynaklarından biri ve diğer İslam ülkeleriyle ilişkilerini kolaylaştıran bir unsur olduğudur.”19 XIX. yüzyılın fotoğrafından farklıdır. Bugünkü resimde İslamiyet ana çarpandır. İslamiyet’i bölgede iki boyutla incelemek gerekir. İlk olarak inanç ekseninde, ikincisi de siyasal yapı çerçevesinde bakılmalıdır. İnanç ekseninde bölgenin dini arka planına baktığımızda karşımıza çıkan etkin alan Özbekistan’dır. Buhara, Semerkant, Taşkent ve Merv bölgeleri İslam tarihi açısından da tartışılmaz yerlerdi. Türk-İslam rengi şekillendiren Hoca Ahmet Yeseviler, Mevlanalar, Nakşibendiler gibi önemli İslami şahsiyetlerin doğum yerleri buralardır. Bir başka ifade ile Turkuvazla Yeşilin20 yoğrulduğu bu belde SSCB döneminde de İslamiyet açısından önemli bir yerdi. Özbekistan, Orta Asya’nın dini omurgası hükümdedir. 1979 yılı, yukarıda söylendiği gibi İslamiyet’in bölgeye dönüş yılıdır. İran’da Humeyni’nin liderliğindeki İran İslam devrimi, Afganistan’daki Rus işgali, ona karşı başlatılan Sünni İslam Mücahit hareketi, Rus askeri kimliğinin altında bölgeye giden Türk askerlerine Müslümanlığı yeniden tanımaları fırsatını verdi. Bir bakıma İslamiyet evlere geri döndü. İslamiyet halkın ateizm sonrası inanç boşluğunu da dolduran unsurdur. Öyle ki 1989 sonrası açılan camiler, Kuran öğrenen insanlardaki artış İslamiyet’in bölge hayatına geri döndüğünü 
göstermektedir. İslamiyet özellikle taşrada hayatın içinde durmaktaydı. 

Şehirlerde ise varlığını yeni yeni göstermeye başladı. İslamiyet günümüzde 
tekrar bölgeye İranlılar, Türkler ve Suudi Arabistanlılar eliyle girdi. İranlılar ağırlıklı olarak Azerbaycan, Türkmenistan bir kısmı da Tacikistan üzerinden 
Mollalar vasıtasıyla hamlelerini yaptılar. Suudi Arabistanlılar ise Vahhabi yaklaşımı tarzıyla çalışmalarını gezici misyonerler vasıtasıyla yaptılar. 

(Günümüzde Kırgızistan gibi ülkelerde genç gruplar taşradaki yerleşim yerlerine giderek insanları namaza gelmeleri ve kuran okumaları konusunda kapı kapı dolaşıp yeni Müslüman olanlara törenler yapmaktadırlar.) Bunlar yanında, Türkler bölgede daha ılımlı bir model kullanıyor. İslamiyet’i tebliğ yöntemiyle değil temsil yöntemiyle yaptıkları faaliyetlerde bulunuyorlar. Türkiye merkezli çalışmalar bölgede eğitim ve ticari yapılarda kendini gösteriyor. 

Bunların yanında, İslamiyet dışındaki dinlerden Hıristiyanlığın yoğun çalışmaları göze çarpıyor. ABD orijinli misyoner grupları STK olarak bölgede bulunmaktadır. Sadece günümüzde Kırgızistan’da 2500 kurum çalışıyor. İngilizce lisan kursları, ABD üniversiteleri ve okulları bölgede bu amaca yönelik hamleler yapmaktadır lar. Amerikalıların faaliyetleri taşrada yoğunlaşıyor. Buna karşılık, Kırgızistan gibi ülkeler de misyonerlerin çalışmalarını yasaklama yoluna gidiyorlar. Belli bölgeler de, İslamiyet’in savunulmasına destek veriliyor. Dinin, gelecek senaryolarında bölgede orta ve uzun vadede belirgin bir aktör olacağı ortadadır. İslam Kerimov sonrası Özbekistan bölgenin dinsel gelişimine geçmişte olduğu gibi merkezi 
olacaktır. ABD Bush hükümetleri zamanında devlet politikası yapılan “İslami terör” (!) söylemleriyle Afganistan’a yüklenilmesi bölgedeki İslami gelişmeleri askeri yöntemlerle kontrol altına alma hamleleri olarak değerlendirilmektedir. İslamiyet’in bölgedeki etkinliği ABD değil Putin eksenli Rusya’ya da tesir etmektedir. Özbekistan’daki Kerimov yönetimine İslamiyet’i kontrol görevini veren Rusya’dır. A. Dugin’in “Avrasyacılık” tezindeki Ortodoksluğun Kazakistan hattıyla bölgeye sokulması da ileriye yönelik bir hamle olarak görülmektedir. 

Din çerçevesinden geleceğe baktığımızda Türkistan’daki din, İslamiyet, Orta Asya’nın geçmişinde olduğu gibi geleceğinde de olacaktır. 

Türkçülük ve Turancılık fikirlerinin bölgenin geleceğine etkisi nedir sorusu, önümüzdeki yıllarda sık sorulacak bir sorudur. Bu söylemler, XX. yüzyılın başlarında da bölgede en çok taraftar toplayan düşünceydi. İsmail Gaspıralı’dan Enver Paşa’ya, Basmacılar hareketinin öncülerine kadar, Türkçülük bölgenin ana renklerinden biri olduğunu bize gösterdi. 

SSCB’yi en çok zorlayan Türkçülük hareketi idi. 1938 yılındaki Basmacılar hareketini sonuçlandırılan ve Türkistan adının Orta Asya’ya dönüştürme mücadelesinde göreceli olarak kazanan Ruslardı. Fakat 1989 sonrası coğrafyada Türk rengi tekrar çıkmaya başladı. Nitekim, Dugin “Rus jeopolitiği” kitabından Turan ve Türklüğü bölgede güçlenen düşman olarak tanımlar.21 Yüzyıl geçişlerin de sosyal genlerin etkinliği gerek dini gerekse milli kimlikte bir kez daha görülmektedir. 

Geçiş dönemlerinde milli kimliğe dönmek etnik milliyetçilik değildir. Bu doğal bir süreçtir. Bölgedeki Türk kimliği gitmediği için geri dönmesi söz konusu değildir. Buradaki temel sorun Türk üstün kimliğinin dönüşüdür. Stalin zamanında uygulanan politikalar sonucunda Türk üst kimliği yırtılmıştır. Kırgız, Özbek, Kazak, Türkmen alt kimlikleri üst kimlik olarak ortaya çıkarıldı. 


Orta Asya Türk Kimliğindeki Oynamalar Grafiği 

Ruslar, Türk üst kimliğini özellikle dil ve eğitim programlarıyla okullarda yıktılar. Önce entelektüel kesime öğretilen Rusça sonra tabana yaygınlaştırıldı. Bu işlem yapılırken Türkçe’nin entelektüel dili olmadığı, dağlı, bayağı bir dil olduğu fikri kitlelere verildi. XX. yüzyıl başlarında Arap alfabesini kullanan Türkler bu sayede dinle ve İslam dünyasıyla birlikte olurken bu tarihlerden itibaren Kiril alfabesine geçilerek dil birlikteliği yok edildi. Günümüzde bile Rusça kültür dili olarak bölgede kabul görmektedir. Avrupa’nın köylü toplumu olan Ruslar Asya’da şehirli kültürlü millet olarak lanse edildi. Nihayetinde 1989 sonrasında da “Türkçe konuşan devlet adamları toplantısında” Rusça konuşan siyasetçiler görmek anormal olmasa gerektir. Günümüzde dil, din ve millet olma süreci Türk topluluklarında başladı. Sefer Murat Türkmenbaşı kaleme aldığı “Ruhname”de şöyle der; 

“Atamız Oğuz han Türkmen Halkının nesilbaşı Türkmen halkının atası..”dır.22 

Bölgenin Türklüğe geçişini kısa vadede beklemek zordur. Bunun yanında Rusça’nın varlığının resmi ve gayr-i resmi devam ettiği gerçeğinden 
hareketle, küreselleşme çerçevesinde İngilizce de bölgede var olmaya çabalamaktadır. Tüm bunlara rağmen geçiş döneminde Türkçe’nin, Rusça ve 
İngilizce ile paralel olarak uzun vadede etkinliğinin artıracağı gözlenmektedir. Ayrıca Türk kimliğinin tekrar baskın kimlik olacağı ortadadır. 

   Küreselleşme gelecek Orta Asya toplumlarının tercih edeceği bir olgu olur mu sorusunun cevabını XIX. yüzyılın batılılaşmasında görmek mümkündür. Batılılaşma bölgede zorla tutunmuştur. Bu noktadan hareketle küreselleşmeyi hafife almamak lazımdır. XIX. yüzyılda İngilizlerin eliyle oryantalizm bağlamında geliştirilen tezler İngiliz sömürgeciliğini yaydı. Günümüzde de benzer tartışma devam etmektedir. Orta Asya’da küreselleşme Amerikan emperyalizmini yayan unsur olarak algılanmaktadır. ABD’nin bölgeye 1989 sonrası yavaş yavaş girme hamleleri, 11 Eylül 2001 tarihinde itibaren ise de Afganistan’ın işgaliyle belirgin olarak kendini göstermesi bu görüşü desteklemektedir. ABD’nin, Bush hükümetleri zamanında Asya’da var olacağını Afganistan işgalleriyle eş zamanlı olan Soros devrimleriyle belirginleştirmiştir. Ayrıca, Kırgızistan’da ve Özbekistan ’da elde edilen üslerle ABD, bölgede askeri hamleler yoluna devam edeceği sinyalini verdi. Daha sonra ABD üniversiteleri, misyonerler, medya ile küreselleşme çizgisi bölge tabanına inmeye çalıştı. Rusya’da Yeltsin ve Putin’in birinci iktidar dönemlerinde oluşan boşluk ABD tarafından doldurulmaya çalışıldı. Ama Putinli Rusya’nın bölgeyi kolay kolay bırakmayacağı da ortadadır.23 

  Nitekim bunun somut göstergesi Özbekistan’da oluşan ABD karşıtlığı ve en son olarak da Kırgızistan’daki ABD askeri üssünün meclis tarafından kapatılması, Orta Asya’ya Rusya’nın tekrar geri dönüşü olarak yorumlanabilir. Diğer taraftan, Obama yönetiminin Irak’tan asker çekişini takvime bağlamasına rağmen Afganistan’da tam tersine asker sayısının arttırması, Kırgızistan’da kaybettiği üssün yerine bölgede yeni arayışları Orta Asya’daki yarışta orta vadede ABD’nin sahneyi terk etmeyeceğini gösteriyor. Şu unutulmamalıdır: Küreselleşme ABD emperyalizmi şeklinde gelişirse, orta vadede etkinliğini yitirecektir. 

Kısa vadede küreselleşmenin etkisinin güçlü olacağı ortadadır. Uzun vadede ise XX. Yüzyılın da komünizmin yaptığı sürprizi yapması ihtimal dâhilindedir. 

SONUÇ 

Mekan dünyada değişmeyen unsurdur. Değişen, mekanların üstündeki renklerdir. Bazı renkler mekanların ana rengidir. Ana renkler mekanların 
taşlarında, ruhlarında vardır. Mekanlardaki ana renkleri anlamak tarihin görevidir. Tarihi stratejiyle buluşturduğunuzda mekana gelecek renkleri 
tahmin etmek kolaylaşacaktır. Orta Asya mekanına baktığımızda din olarak İslam, millet olarak da Türk rengi göze çarpar. Bu renkler bize bölgenin 
sosyal gen rengini işaret eder. Şunu bilmekteyiz ki nasıl gözümüzün rengi, saç rengimizi biz değil fiziki genlerimiz belirliyorsa sosyal genimiz de sosyal geleceğimizi belirler. Yüzyılların geçiş dönemlerindeki arayışlarda sonucu hep temel renkler belirlemiştir. Bunların yanında XX. yüzyılda SSCB örneğinde olduğu gibi dış unsur baskın olarak ortaya çıkabilir. Ama bu durumda kalıcı olabilir mi sorusunu sorduğumuzda yine SSCB örneğiyle cevap verdiğimizde hayırdır. Günümüzde, Rusya’nın bölgede varolma mücadelesinin altında yatan neden budur. Bunu tarihsel modelleme yöntemiyle sorguladığımızda, içselleştirilmeyen düşünceler bölgelerde uzun süre kalıcı olamaz. Silah ve para gücü geçici güçlerdir. Medeniyetler ve onları oluşturan din ve milletler güçlü aktörlerdir. Sonucu onlar belirler. Kısaca, geçmiş geleceği belirlediği için önemlidir. 

KAYNAKÇA 

Aslanova, Sevinç. Kutsal Sinodtan Rus Ortodoks Kilisesine. İstanbul: 2006. 
Aytmatov, Cengiz. Cengizhan’a Küsen Bulut. Çeviren Refik Özdek. İstanbul: 2007. 
Benningson, Alexandre A. ve S.Enders Wimbush. Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Komünizm. İstanbul: 1995. 
Brzezinski, Zbigniew. Büyük Çöküş. Çeviren Gül Keskil, Gülsev Pakkan. Ankara: 1994. 
Dugin, Aleksandr. Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım. Tercüme eden Vügar İmanov. İstanbul: 2003. 
Günay, Bekir. Avrupa’dan Asya’ya Sorunlu Türk Bölgeleri. İstanbul: 2005. 
Harmstone, Teresa Rakowska. “Ethnicity in the Soviet Union.” Annals of the American Academy of Political and Social Science, Ethnic Conflict in the 
World Today 433 (1977): 73-87. 
Hayit, Baymirza. Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi Türkistan Türklüğünün Milli Mücadelesi. İstanbul: 2006. 
Hooson, David J.M. “A new Soviet Heartland?” The Geographical Journal Vol 128 No 1 (1962): 19-29. 
İmanov, Vügar. Ali Merdan Topçubaşı (1865-1934). İstanbul: 2003. 
Jones, Stephen B.“Siyasi Dünya Görüşleri.” Çeviren Behiç Hazer. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cily 10 Sayı 4: 168-177. 
Karpat, Kemal H. Türkiye ve Orta Asya. Çeviren Hakan Gür. Ankara: 2003. 
Khairmukhanmedov, Nurbek. “Stalin Dönemindeki Siyasi Muhalifleri Tasfiye Uygulamaları ve Çalıştırma Kampları.” Bilig 41(Bahar 2007): 155-174. 
Mikail, Elnur Hasan. KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya. İstanbul: 2008. 
Onay, Yaşar. Batıya Direnen Devlet Rusya. İstanbul: 2007. 
Özsoy, İsmail. “Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihi ve Evrensel Dersler.” Bilig 39 (Güz 2006): 163-194. 
Pares, Bernard. “Religion in Russia.” Foreign Affairs Vol 21 Issue 4 (1943): 635-643. 
Sander, Oral. “Sovyet Birliği Komünist Partisinin Sosyal Kompozisyonu.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 21 Sayı 1: 193-207. 
Türkmenbaşy, Saparmyrat. Ruhnama. Aşgabat: 2001. 
Swietochowski, Tadeusz.“1920 öncesinde Rus Azerbaycanında Milli Kimliğin Yükselişi ve Edebi Dil Politikası.” Ankara Üniversitesi Dil 
Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 22 Sayı 34: 175-182. 
Swietochowski, Tadeusz. Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı 1905-1920. Çeviren Nuray Mert. Istanbul: 1988. 
Tellal, Erel. “Mirsaid Sultan Galiyev.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 56 Sayı 1: 105-133. 
Walters, Philip. “The Russian Orthodox Church and the Soviet State.” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 433(1986): 135-145. 
Yılmaz, S. Harun. Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve Bürokrasi. İstanbul: 2006.



DİPNOTLAR;

1 Stephen B. Jones, “Siyasi Dünya Görüşleri,” çev. Behiç Hazer Ankara Üniversitesi 
   Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt 10 Sayı 4: 175. 
2 Ortodoks kilisesi hakkında bakınız, Sevinç Aslanova, Kutsal Sinodtan Rus Ortodoks Kilisesine (İstanbul: 2006). 
3 Bernard Pares, “Religion in Russia,” Foreign Affairs Vol 21 Issue 4 (1943): 637. 
4 Baymirza Hayit, Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi Türkistan Türklüğünün Milli Mücadelesi (İstanbul: 2006), 238. 
5 Tadeusz Swietochowski, “1920 öncesinde Rus Azerbaycanında Milli Kimliğin Yükselişi ve Edebi Dil Politikası,” 
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 22 Sayı 34: 178. 
6 Bakınız, Vügar İmanov, Ali Merdan Topçubaşı (1865-1934) (İstanbul: 2003). 
7 Tadeusz Swietochowski, Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı 1905-1920, çev. Nuray Mert (Istanbul: 1988), 177. 
8 Erel Tellal, “Mirsaid Sultan Galiyev,” Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 56 Sayı 1: 111; ayrıca bakınız, 
   Alexandre A. Benningson, S.Enders Wimbush, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Komünizm (İstanbul: 1995). 
9 Philip Walters, “The Russian Orthodox Church and the Soviet State,” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
   Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 483(1986): 140. 
10 Nurbek Khairmukhanmedov, “Stalin Dönemindeki Siyasi Muhalifleri Tasfiye Uygulamaları ve Çalıştırma Kampları,” Bilig 41(Bahar 2007): 163. 
11 David J.M. Hooson, “A new Soviet Heartland?” The Geographical Journal Vol 128 No 1 (1962): 25. 
12Teresa Rakowska, Harmstone, “Ethnicity in the Soviet Union,” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 
    Religion and the State: The Struggle for Legitimacy and Power 433 (1977): 80. 
13 Oral Sander, “Sovyet Birliği Komünist Partisinin Sosyal Kompozisyonu,” Ankara Üniversitesi Dil Tarih Cografya Fakültesi Dergisi Cilt 21Sayı 1: 205. 
14 Yaşar Onay, Batıya Direnen Devlet Rusya (İstanbul: 2007), 234. 
15 Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut, çev. Refık Özdek (İstanbul: 2007), 88. 
16 İsmail Özsoy, “Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihi ve Evrensel Dersler,” Bilig 39 (Güz 2006): 173. 
17 S.Harun Yılmaz, Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve Bürokrasi (İstanbul: 2006), 349. 
18 Zbigniew Brzezinski, Büyük Çöküş, çev. Gül Keskil, Gülsev Pakkan (Ankara: 1994), 281. 
19 Kemal H.Karpat, Türkiye ve Orta Asya, çev. Hakan Gür (Ankara: 2003), 276. 
20 Bekir Günay, Avrupa’dan Asya’ya Sorunlu Türk Bölgeleri (İstanbul: 2005), 29. 
21 Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım, ter. Vügar İmanov (İstanbul: 2003), 184. 
22 Saparmyrat Türkmenbaşy, Ruhnama (Aşgabat: 2001), 43. 
23 Elnur Hasan Mikail, KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya (İstanbul: 2008), 234. 



***

9 Kasım 2018 Cuma

Reformasyon’dan Günümüze Evanjelik Hıristiyanlık BÖLÜM 2

Reformasyon’dan Günümüze Evanjelik Hıristiyanlık BÖLÜM 2


Amerika’da çoğu Evanjelikler, halkın Kutsal Kitaba ve Hıristiyanlığa yönelik bağlarının zayıflamasından endişe duymuş ve I. Dünya Savaşı bu korku hissini hızlandırmıştı. Çünkü Amerikan toplumunda o günlerde ortaya çıkan ve Caz Çağı, Aşırılıklar Dönemi, Kükreyen 1920’ler gibi çeşitli adlarla anılan sosyal ve ideolojik devrimler yaşanıyordu. Bu hareketlere karşı gösterilen tepkiler 1919 yılında içki yasağını getirmiş ve yaşanan bu süreç, Fundamentalist anlayışın ortaya çıkmasına yol açmıştı.10 

Bu bağlamda Fundamentalistler sekülerizmden bireysel anlamda uzaklaşmak adına, içki ve sigara içmeyi, kart oyunlarını, tiyatroya gitmeyi ve dans etmeyi yasaklamakla kalmadılar, kadınların pantolon giymesi, erkeklerin uzun saç, sakal ve bıyık bırakması, tel çerçeveli gözlük kullanmaları ve parlak pantolonlar giymeleri gibi moda akımlarına karşı da katı kurallar uyguladılar. 1919 ve 1920’lerin “komünizm tehlikesi” süresince Amerika’da, Bolşevizmin ve ateizmin ortaya çıkmasına yönelik endişeler, toplumsal kargaşa ve değişim korkularını artırdı. Birçok Protestan aynı zamanda Katolik anlayışın yaygınlaşmasından ve yarım yüzyıl öncesinin büyük göçünün ahlaki ve toplumsal etkilerinden endişe 
duymaktaydı. Fundamentalistler bütün bu gerçekleri Amerika’da Kutsal Kitap temelli bir medeniyetin sonunun işaretleri olarak gördüler (Marsden, 1987: 193, 196).

Bu arada Charles Darwin’in Türlerin Kökeni (The Origin of Species, 1859) ve İnsanın Türeyişi (The Descent of Man, 1871) adlı eserleriyle Kutsal Kitap’ın yaratılış öğretisi ve evrenin ilahi düzeninde insanoğlunun yeri konularında başlattığı meydan okuma, Evanjelik çevreler adına ciddi bir tehdit oldu. Darwinizmin getirdiği yıkıcı tehdide karşı Evanjelikler, muhafazakâr Baptist teolog A. H. Strong ve B. B. Warfield’in yazılarıyla cevap vermeye çalıştılar. 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca muhafazakâr Protestanlar Darwinizmin ve ileri/derin kritisizmin (higher critisizm) meydana getirdiği olumsuz hava yüzünden, 1877 yılında New York’ta, 1885 yılında Chicago’da ve 1895 yılında 
Niagara’da Kutsal Kitap yorumları üzerine geniş çaplı konferanslar düzenlediler. Niagara konferanslarında Kitabı Mukaddes’in yanılmazlığı, İsa Mesih’in tanrısal bir varlık olduğu, bakire doğum, kefaret, yeniden dirilme, İsa Mesih’in ikinci gelişi gibi doktrinler, inancın temel maddeleri olarak yeniden vurgulandı (Davis, 1985: 33). 

Yine bu bağlamda Fundamentalistler, devlet okullarında okutulmaya başlanan biyolojik evrim yasasının öğretiminin yasaklanması ve Kutsal Kitabın yaratılış öğretisini canlandırmak amacıyla William Jennings Bryan (1860-1925) önderliğinde bir takım propaganda etkinlikleri düzenlediler (Marsden, 1987: 193). Fundamentalistlerin evrim karşıtı etkinlikleri, Dayton, Tennessee’de bir lisede biyoloji dersinde evrim teorisini öğreten John Scopes’un 1925’teki duruşmasıyla zirvesine ulaştı. Fakat fundamentalistler mahkemenin Scopes’i tutuklayıp daha sonra beraat ettirmesi nedeniyle bu davayı kötü bir şekilde kaybetmiş oldular. Duruşmaları izleyen medya organları tarafından acımasızca eleştirilen fundamentalistler, eğitimsiz ülke köylüleri gibi günümüzde de devam eden küçümseyici sıfatlarla anılır oldular. Bu gelişmelerin ardından 1920’lerin sonunda Fundamentalistler, Amerikan toplumunun kendilerine karşı olduğunun farkına vararak sosyal hayattan çekildiler, fakat tamamen gözden kaybolmadı lar. Amerika’daki Evanjelik hareketin daha geniş ve mücadeleci kanadı olan fundamentalizm, 1925’ten 1945’lere kadar Kutsal Kitap enstitüleri, üniversiteler, ilahiyat fakülteleri, Kutsal Kitap kampları, misyoner kuruluşlar ve 1970’lerde yeniden canlanmalarını sağlayan yayınevleri kurmak gibi işlere ağırlık verdiler. 

Fundamentalist-Evanjelikler, 1942’den itibaren kısa sürede ülkenin her yanında yüzlerce cemaate sahip olan Youth for Christ gibi yeni hizmet programı kurmanın yanında kendi anlayışları doğrultusunda eğitim veren, Evanjelistler ve misyonerler gönderen, Kutsal Kitap konferansları düzenleyen, radyo papazlığı şeklinde yayınlar yapan, birçok kitap ve periyodik yayınlar neşreden Los Angeles’ta Bible Institute, Chicago’daki Moody Bible Institute ve diğer birçok Kutsal Kitap enstitüleri gibi önemli merkezler kurdular. Fundamentalistler, bu enstitüler sayesinde İncil mesajını öğretmek ve yaymanın (evangelization) geleneksel yöntemlerine ek olarak etkili radyo papazlıklarıyla da öne çıkmaya başladılar. Özellikle Charles E. Fuller’in Eski Tarz Uyanış Saati (Old-Fashioned Revival Hour) adlı programı 1942’lerde Amerika’da geniş dinleyici kitlesine ulaşan en ünlü program oldu. 1941 yılında ayrılıkçıAmerican Council of Christian Churces, fundamentalist Carl McIntre tarafından kurulmuştu. Evanjelikler 1920’lerden beri yaşanan tartışma ve çekişmelerin getirdiği olumsuz hava yüzünden 1942 yılında biraz daha ılımlı olmak adına National Association Evangelicals (NAE) adlı bir örgüt kurdular. Daha çok Amerika’nın büyük mezheplerinden üyeleri olan bu örgüt, Pentakostal ve kutsallık hareketlerini de kendi bünyesine dahil etti (Marsden, 1987: 194, Ayrıca bkz. Bıyık, 2007: 83-104. ve Özkan, 2002: 39-53). 

Yeni-Evanjelik Hareket 

Neo-evangelicalism (Yeni-Evanjelizm) 20. yüzyılın ortalarında Protestan 
Fundamentalist hareket içinde başlayan bir eğilimdir. Bazı fundamentalistler 
modernizmin yerleşmeye başladığı mezheplerden ve kuruluşlardan kesin bir şekilde ayrılmayı savunuyorlardı. Fakat diğer bir grup ayrılmanın uygun bir tepki olmayacağını düşünüyordu.11 Gelişen bu süreçte “Yeni-Evanjelizm” terimini, II. Dünya Savaşını müteakip 1947 yılında Harold John Ockenga türetti. Boston’un tarihi Park Street Kilisesi’nde pastörlük yapmış, National Association of Evangelicals’de etkili olmuş ve daha sonra Gordon-Conwell Theological Seminary’de de başkanlık yapan Ockenga, Carl F. H. Henry ve Edward J. Carnell gibi bazı genç liderlerle birlikte, yükselen ayrılıkçı fundamentalist-Evanjelizme 
karşı neo-Evanjelizm (neo-evangelicalism) adını verdikleri daha ılımlı bir hareket örgütlediler ve kendilerini neo-evangelicals (yeni- Evanjelikler) olarak isimlendirdiler (Marsden, 1987: 194) Daha sonra Christianity Today’in editörü olan Carl F. H. Henry, 1947 yılında The Uneasy Conscience of Modern Fundamentalism (Modern Fundamentalizmin Tedirgin Vicdanı) adlı kitabını yayınlayarak modernist eleştirilerin yaptığı teolojik yıkıma karşı dini zemini iyileştirmek ve adeta ona nefes aldırmak için, Ockenga ile birlikte Amerikan muhafazakârlarını toplumsal sorumluluğa ve Kutsal Kitap’a karşı sadakate çağırmıştır (Davis, 1985: 3). 

Yeni-Evanjelikler 1940’lı yıllar boyunca önemli gelişmeler kaydettiler. 
Bu bağlamda 1947’de Charles E. Fuller vasıtasıyla California, Psadena’da Fuller Theological Seminary’yi kuran yeni-Evanjelikler, 1949’dan sonra da Billy Graham’ın Amerika’nın önde gelen Evanjelisti olarak ortaya çıkmasına önemli katkıda bulundular. Bu arada Hıristiyan Savunmasına Giriş (Introduction to Christian Apologetics) adlı eserin sahibi E. J. Carnell de, Evanjelikler için önemli entelektüel temsilcilerden biri oldu. Carnell’in bu ünü onun daha sonra Fuller Theological Seminary’nin başkanı olması için yeterli bir altyapı oluşturdu. 
Evanjelik düşüncenin ve Kutsal Kitap’ın yanılmazlığı düşüncelerinin 
geliştirilmesi yönünde son derece aktif bir örgütlenme olan Evangelical 
Theological Society’nin 1949 yılında kurulmasına da ön ayak olan yeni- 
Evanjelikler, 1950’ler boyunca Amerikan Evanjelizminin gündeminden 
düşmeyen şahsiyeti Billy Graham’ı ortaya çıkardılar. Graham aynı zamanda, 
İngilizce konuşan ülkelerde Evanjelizmi canlandırmak ve kendi düşünce anlayışları için bir temel/merkez olması amacıyla 1956 yılında kurulan ve yayın hayatına aralıksız devam eden Christianity Today’in kurucu lideridir. Graham’ın bu çerçevede yaptığı Evanjelist faaliyetler ve propaganda çalışmaları, binlerce kişinin İsa Mesih inancını benimsemesini sağladı ve Amerikan dini yaşamındaki kilise sayısını on yıl içerisinde gözle görülür bir şekilde artırmayı başardı (Davis, 1985: 35). Billy Graham’ın, 1957 yılında fundamentalist-Evanjelik hareket 
içinden bazı liberal kilise liderlerinin işbirliğini kabul ederek, New York’ta Haçlı ruhu taşıyan silahsız bir Evanjelist (crusade) çağrı yapması, Bob Jones Üniversitesinin kurucusu Bob Jones (1883-1968); Rabbin Kılıcı’nın (Sword of the Lord) editörü John R. Rice (1895-1980) ve Carl McIntre gibi ayrılıkçı fundamentalistler tarafından hoş karşılanmadı. 

Dolayısıyla bu kişiler neo-Evanjeliklere karşı cephe alarak onlarla birlikte 
hareket etmeme kararı aldılar (Marsden, 1987: 194). 

Evanjelikler 1960 ve 1970ler boyunca hem entelektüel hem de toplumsal alanda geri kalmamak için mücadelelerini devam ettirdiler. 

1970’lerde Evanjelik bölgelerde kilise sayılarını artırmak, misyonerlik 
çalışmalarına devam etmek ve bu şekilde durumlarını güçlendirmek 
suretiyle gündemdeki varlıklarını koruma amacında oldular. Bu on yıl 
boyunca toplumsal hizmetler konusunda bazı ilerlemeler kaydeden 

Evanjelikler, 1973’te Ron Sider önderliğinde Social Action adlı bir hareket 
örgütlediler. 

Evanjelik çevrenin teolojik çalışmalar konusunda uzun verimsiz yıllarının ardından Carl Henry’nin 1976 yılında yayınlanan Tanrı, Vahiy ve Otorite (God, Revelation, and Authority) adlı kitabının ilk bölümü, Amerikan Evanjelikleri arasında on yılın en önemli teolojik yazısı olarak nitelendi. Iowa’da Dubuque Okulu’nda teolog olan Donald Bloesch’in, 1978 yılında yayınlanan Evanjelik Teolojinin Temelleri (Essentials of Evangelical Theology) adlı kitabı da bu konuda diğer önemli bir eser oldu. Bu bağlamda Bloesch ve Henry’nin sistematik teoloji 
alanındaki çalışmaları, Amerikan muhafazakârları arasında uzun süren 
durgunluğun sonu olarak gösterilir (Davis, 1985: 18-19). 

Evanjelizm gerçek anlamda bir Anglo-Amerikan fenomeni olsa da, Evanjelikler kendi seslerini geniş platformlarda duyurmak için birçok kez uluslararası toplantılar da düzenlemişlerdir. Evanjelizmin uluslararası kimlik arayışı olan bu toplantılardan ilki World Congress on Evangelism adıyla 1966’da Berlin’de ve diğeri de 1974 yılında 150 ülkeden ve 135 Protestan mezhepten yaklaşık 2473 kişinin katılımıyla İsviçre’nin Lozan şehrinde gerçekleştirilen The International Congress on World Evangelization’dir. Katılımcılar bu kongrenin sonunda sosyal adalet, sosyal yardım ve hizmet, barış için çalışmanın gerekliliği, sınıflar ve 
ırklar arasında uzlaşma, İncil mesajı ulaşmamış kişilere İncil mesajını  öğretmenin ve yaymanın (evangelization) zorunluluğu ve aciliyeti, 
Kutsal Kitap’ın otoritesinin yüce amacını devam ettirmek gibi konular 
üzerinde uzlaştıkları bir bildiriye imza attılar. Bu arada Sojourness, The 
Other Side, Radix ve The Reformed Journal gibi süreli yayınlar da toplumsal 
konularda Evanjelik bilinçliliği artıran unsurlar oldular (Davis, 1985: 19-21). 

1970’ler boyunca gelişmesini sürdüren Evanjelizm 1980’lere kadar Amerika’da gittikçe daha dikkat çekici bir görünüm kazanmaya başladı. Bu canlanma modernitenin dinsel hayata, dinsel kurumlara ve değerlere karşı meydana getirdiği çürüme ve aşındırmalara rağmen, dünyanın farklı yerlerindeki tarihi dinsel geleneklerden Yahudilik ve İslam’ın inanç bağlıları tarafından yeniden keşfedilmesi ve canlanması hareketleriyle paralellik arz ediyordu. 1970’ler aynı zamanda Evanjelik yayınevleri ve dinsel radyo/TV yayın gruplarının yükseliş yılıydı. 

Bu yıllarda, Hal Lindsey’in Late Great Planet Earth ve Charles Colson’un 
Born Again isimli popüler kitapları, ülke çapında en çok satanlar listesinin 
başında yer aldı. Evanjelizmi anlatan daha bilimsel anlamda yazılmış eserler arasında ise, Morris Inch’in The Evangelical Challenge; Donald Bloesch’in The Evangelical Renaissance; Bernard Ramm’ın The Evangelical Heritage ve The Worldly Evangelicals; ayrıca David Wells ve John Woodbridge’in The Evangelicals adlı kitapları sayılabilir. Bu gelişmelerin ardından muhafazakâr kiliseler diğer ana kiliselere oranla gelişerek üyelerinin sayısını büyük oranda artırmış oldu. 

Dean M. Kelly 1972’de Why Conservatives Are Growing isimli çalışmasını kaleme alarak bu büyümeye dikkat çekti (Davis, 1985: 14). 

Yine 1970’lerde Amerikan medyası, Evanjelizmin Amerikan yaşamında büyük bir kuvvet olduğuna yer vermesinin ardından medyada bir çok sporcu ve eğlence 
starı övünerek born again (yeniden doğuş) inancını benimsediklerini ilan ettiler. Aslında yıllardan beri gittikçe büyüyen Evanjelizm, diğer Protestanlar ve Roma Katoliklerin sayıları azalırken sayısını kırk ya da elli milyona ulaştırmıştı (Marsden, 1987: 195). 1974’lü yıllarda Pentakostal vaiz David Wilkerson tarafından yazılıp 23 dile tercüme edilen The Cross and the Switchblade adlı kitap milyonlarca adet sattı. Bunun yanında PTL Club* ve 700 Club gibi popüler TV programları, Evanjelik inanç sistemi ve değerleri adına geniş dinleyici kitlelerine yayınlar yapıyordu. 

Anketçi George Gallup 1976 yılında yaptığı bir ankette, halkın % 34’ünün born again (yeniden doğuş) inancını kabul ettiğini ve Protestanların % 48’inin kendilerini “Evanjelikler” olarak tanımladığını tespit etti ve ardından o yılı “Evanjelik yılı” olarak ilan etti. Evanjelik eğilim o tarihlerde değer kazanıyor gibi görünse de, Amerika’nın içinde bulunduğu sosyal ve siyasi şartlar hiç de iç açıcı bir durum arz etmiyordu. 

Suç, ahlaki dejenerasyon, vergi kaçırma ve cinsel sapkınlıklar gibi olumsuz hadiseler, toplumu adeta bir veba salgını gibi kemiriyordu (Davis, 1985: 12). 

Lindsell’in The Battle for the Bible kitabı Evanjelik çevrelerde Kutsal Kitap’ın yanılmazlığı konusunda yeni bir tartışmanın yaşanmasına neden oldu. 1978’de Jack Rogers ve Donald McKim, Lindsell’e cevap olarak algılanan The Authority and Interpretation of Bible adlı bir kitap yayınladılar. Ancak Rogers ve McKim, “sınırlı” yanılmazlığı veya yalnızca iman konusunda ve uygulamada yanılmazlığı savundukları için 

Francis Schaeffer, Charles F. H. Henry, John Gerstner ve Kenneth Kantzer 
gibi bazı Evanjelik liderler tarafından eleştirildiler. Kutsal Kitap’ın yanılmazlığı üzerine Uluslararası Kurul (International Council), Amerikan Kiliseleri’nde yanılmazlık konusunda seslerini duyurabilmek amacıyla bir grup muhafazakâr âlim eşliğinde kendi taraftarlarına ümit vermek ve onları yeniden canlandırarak farklı görüşleri birleştirmek amacıyla Ekim 1978’de Chicago Bildirisi’ni (Chicago Statement) yayınladılar. 

Kutsal Kitap’ın otoritesini tartışmak amacıyla Ağustos 1981’de Toronto’da bir konferansta Jack Rogers The Authority and Interpretation of Bible kitabındaki görüşlerinin yanlış anlaşıldığını ve başka taraflara çekildiğini öne sürerek, gerçekte Kutsal Kitap’ın yanılmazlığı hususunun güçlü bir savunucusu olduğunu iddia etti. Ancak onun bu değişken ifadeleri Amerikan Evanjelizminin yeni bir ivme kazanması ve birliği yönünde olumsuz etkiye sebep oldu (Davis, 1985: 16-17). 

Evanjelizm ve Siyaset 

Din, Amerikan siyasi hayatına yalnızca Evanjelik ve fundamentalist cemaatlerin etkileriyle girmemiş bilakis Amerika’nın politik geçmişi din ile her zaman iç içe olmuştur. Gerçekte batı uluslarının birçoğu da kiliseler tarafından kurulmuş ve din bu ulusların ayrılmaz birer parçası olmuştur. Bu bağlamda koloni dönemi Amerikan siyasi tarihine baktığımızda, genel olarak Katolik ve Protestanlar arasında geçen siyasi bir çekişmenin baş gösterdiğini görürüz. Bu dönemde iki kesim arasındaki çekişmeler zaman zaman Demokratların safında, zaman zaman da Cumhuriyetçilerin safında yer alma uğruna cereyan eden hadiselere 
şahitlik etmiştir (Marsden, 1991: 86). 

Evanjelikler 1970’lere kadar önemli ölçüde Demokratlara destek vermişler ancak bu tarihten sonra desteklerini Cumhuriyetçilerden yana kullanmaya başlamışlardır (Vural, 2003:10). Fakat bu tarihlerde toplumda suç oranları ve ahlaki yozlaşmaların artması, İncil’i Tanrı’nın doğrudan ve yanılmaz buyruğu olarak gören büyük muhafazakâr Hıristiyan yapılanmaları tedirgin ediyordu. Bu bağlamda muhafazakâr Protestanlık içerisinde ortaya çıkan The New Christian Right oluşumu, etkili toplumsal yapısı nedeniyle kısa zamanda yayıldı. Hareket içerisinde Virginia’da Jerry Falwell, Pat Robertson ve Texas Fort Worth’te 
James Robinson gibi ünlü televizyon Evanjelistleri, ahlak ve siyaset 
konularındaki görüşlerini etkili bir şekilde yayınlamaya başladılar. 

Bu kişiler çok sayıda izleyiciyi kendilerine çekmeyi başarmakta zorlanmadılar. 

Bununla birlikte Baptist vaiz Jerry Falwell tarafından Haziran 1979 yılında örgütlenen ve 1980 yılında ulusal çapta 400.000 üyesi olduğunu ve 48 eyalette politik kurullarda yer aldıklarını açıklayan Evanjelik Moral Majority grubu da, dinsel bir cemaat olarak siyasi arenada etkili olmaya başladı. Pat Robertson ise, 1990’larda Cumhuriyetçi Parti içinde etkin bir güç haline gelen Hıristiyan Koalisyonu adında bir örgüt kurmuştu. Ardından Memphis, Tennesse’de E. E. McAteer Religious Roundtable adıyla bir örgüt kurdu. Moral Majority, Christian Voice ve The National Federation for Decency gibi Hıristiyan sağ örgütler de, 
geniş seçim bölgelerinde ötenazi, kürtaj, homoseksüellik, pornografi, cinsellik eğitimi gibi konular etrafında birlikte hareket ettikleri propaganda faaliyetleri yürüttüler (Guth, 1983: 31-45). 

Amerikan siyasi arenasındaki etkinlikleriyle ön plana çıkan bu dinsel örgütlenmeler, çeşitli dönemlerdeki başkanlık seçimlerinde de nüfuzlarını kullanarak seçmenleri etkileme yönünde çalışmalardan geri kalmamışlardır. Örneğin Jerry Falwell ve Pat Robertson gibi vaizlerin önderlik ettiği, Carter’a karşı Ronald Reagan lehindeki kampanyalar, 1980’de Evanjeliklerin Amerikan siyasetindeki varlıklarını hissettiren somut örneklerdi. Moral Majority ve diğer Hıristiyan sağ örgütlenmeler 1980 Kasım seçimlerinde etkili olduklarını ve hatta Cumhuriyetçi parti programının şekillenmesinde önemli role sahip olduklarını düşünüyorlardı (Davis, 1985: 20-21). Reagan ve Baba Bush’un seçilmelerinde 
önemli rol oynayan Yeni Hıristiyan Sağı’nın bu çabaları karşılıksız kalmamış ve bu iki başkan döneminde kendi yapılanmalarının etkinlikleri konusunda zorluklarla karşılaşmamışlardır. Zaten Reagan’ın siyaset anlayışında İncil’in literal yorumlarının etkisi inkâr edilemez bir gerçek olmuştu (Hallsell, 2003: 125). Falwell ve Robertson 1988 yılında da Cumhuriyetçi başkanı aday göstermek için yapılan kampanyalara katıldılar. Yine Bill Clinton’un başarılı sayılan iki dönem Amerika başkanlığının ardından, 2000 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde, demokratların adayı Al Gore’un başkan olması beklenirken, tartışmalı bir seçim neticesinde Evanjeliklerin destek verdiği ve kendisi de bir Evanjelik olan George W. Bush başkan seçilmesi de Evanjeliklerin Amerikan siyasetindeki etkisini gözler önüne sermişti (Vural, 2003: 19-20). 

Aslında Amerikan başkanlarının birçoğu yeniden doğuşçu (born again) 
Hıristiyan olduklarını gizlememişlerdir. Başta Jimmy Carter olmak üzere Ronald Reagan ve son başkan George W. Bush’un yeniden doğuşçu/Evanjelik olduğunu dünyada duymayan yok gibidir (Erickson, 1993: 190).

Bu bağlamda oğul Bush’un başkan olmasının hemen ardından 11 Eylül 2001 yılında Amerika’nın yaşadığı terör saldırıları, başkan Bush’un söylemlerine dini inancının etkileri şeklinde yansımıştı. Saldırılardan sonra Bush, “şer ekseni”, “haçlı savaşı” ve “ya bizden yana/ bizimle olursunuz ya da bize karşı” gibi söylemlerle dünyaya yeni düşmanını ilan ederken tamamen dinsel argümanlarla konuşuyordu. Aynı zamanda Bush, kendisini Tanrısal bir görevi yerine getiren mehdi olarak gördüğünü ima eden açıklamalarda bulunmaktan geri kalmamıştır 
(Gönültaş, 2003: 87-104). 

Fundamentalist-Evanjelikler ve özellikle dispensasyonal tarihselciliği savunanlar, Orta Doğu’da meydana gelen olayları Kutsal Kitap kehanetlerinin gerçekleşmesi yönünde yorumlayan düşünceleri sebebiyle İsrail devletine karşı bir sempati duymaktadırlar. Öteden beri Amerika’nın İsrail’e önemli miktarda maddi destek sağladığı da bilinmektedir. Fakat Amerika’nın İsrail’e her yıl yaptığı maddi yardımların kesin miktarı, Amerikan kongre üyeleri tarafından açıklanmamakla 
birlikte resmi rakamlara göre 1949-1995 arası 46 yıllık süre zarfında Amerika, küçük bir devlet olan İsrail’e; Afrika, Karayip ve Latin Amerika ülkelerine yapılan yardım miktarına karşılık gelen 62.5 milyar dolar dış yardım sağlamıştır. 
Bir başka ifadeyle söylersek diğer ülkelere kişi başına yapılan yardım 40 dolara karşılık gelirken, İsrail’e yapılan yardımlar ise kişi başına 10.775 doları bulmaktadır (Hallsell, 2003: 118). 

Sonuç 

16. yüzyılda Katolisizmi protesto ederek Avrupa’nın dinsel ve sosyo- ekonomik algısına yeni bir yön vermiş olan Protestan Hıristiyanlık, katı Katolik anlayışa yeni bir pencere açarak daha özgürlükçü bir anlayışı doğurmuştur. Kutsal Kitap merkezli Protestan bir hareket olan Evanjelizm de ilk olarak protestan reform hareketinden sonra ortaya çıkmış ve Avrupa’daki kökleri özellikle Kuzey Amerika’ya göç eden Avrupalı Protestan misyonerlerce yeşertilerek burada dal budak salmıştır. 

Avrupa kökenli Amerikan Evanjelizmi, bu kıtada aynı kökten beslenen farklı kollar şeklinde oldukça geniş alanlara yayılmıştır. Aynı zamanda Amerika’nın bir ulus olarak yükselmesinde önemli etkilere sahip olan Amerikan Evanjelizmi, kendi içerisinde önemli ayrılık hareketleri yaşamış ve çeşitli tepkilere ve eleştirilere göğüs germek zorunda kalmıştır. 

Tarih boyunca dinsel inanç grupları kendi dini yapılarını güçlendirmek veya kendileri açısından yegâne kurtuluş yolu olarak gördükleri inançlarını, diğer inanç bağlılarına ulaştırmak için bir takım çabalar içerisinde olmuşlardır. Bu bağlamda dini inancın öteki inanç bağlılarına ulaştırılması konusu Hıristiyanlık dini bağlıları için öteden beri en başta gelen temel inanç akidelerinden birisi olmuştur. Hıristiyanlık dininin Protestan Evanjelik yorumu da, sahip olduğu dini öğretinin tüm dünyaya ulaştırılması konusunda bugün en yoğun faaliyet alanına sahip olan dinsel anlayıştır. Evanjelikler olarak adlandırılan bu geniş yapı 
İncil mesajlarını henüz bu mesajlardan haberdar olmamış ve kayıp saydıkları 
insanlara ulaştırmayı öncelikli hedef haline getiren farklı türden ve isimden Protestan kiliselerden oluşmaktadır. Bu bağlamda Evanjelizm, misyonerliğin dönüşüme uğramış adı olmuştur. Bizim için yeni olan bu ismin yanında asıl hedef tüm dünya olunca farklı kültürlerden insanlara yönelik çeşitli sosyolojik ve psikolojik araştırmalar yapılarak misyonerlik faaliyetlerinin alanı azami derecede genişletilmiştir. Diğer taraftan siyasetle de yakınlaşarak ulusal anlamda halkı yönlendirebilecek bir nüfuza sahip olmayı başaran Evanjelik anlayış bazı  Amerikan başkanlarının dinsel tercihlerine bile yansımıştır. II. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin dünya siyasetindeki etkisini artırmasıyla beraber siyasi arenadaki günümüzü de kapsayan Evanjelik etki küresel hale gelmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında, Evanjeliklerin Amerikan siyasetindeki etkisinin ve küresel Evanjelizm ve misyonerlik konusundaki faaliyetlerinin yeni bir olgu olmadığı anlaşılmaktadır.


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

11 Neo-evangelicalism, http://en.wikipedia.org/wiki/Neo-evangelicalism

Kaynakça ;

Aydın, Mahmut, (2002). Tarihsel İsa, İmanın Mesih’inden Tarihin İsa’sına, Ankara: 
Ankara Okulu Yay. 
Aydın, Mahmut, (2001). Monologdan Diyaloğa, Çağdaş Hıristiyan Düşüncesinde 
Hıristiyan-Müslüman Diyaloğu, Ankara: Ankara Okulu Yay. 
Barrett, David B, (1991). Annual Statistical Table on Global Mission. International 
Bulletin of Missionary Research, 15/1, ss. 24-25. 
Bıyık, Mustafa, (2007). Amerikan Protestan Fundamentalizmi’nin Köken ve Öğreti 
Açısından Bir Analizi. Dini Araştırmalar, 5-8/10, ss. 83-104.. 
Bosch, David J. (1993). Transforming Mission, Paradigm Shifts in Theology of 
Mission, New York: Orbis Books. 
Davis, John Jafferson, (1985). Foundations of Evangelical Theology, Grand Rapids: 
Baker Book House. 
Davutoğlu, Ahmet, (2000). Bunalımdan Dönüşüme Batı Medeniyeti ve Hıristiyanlık. 
Divan, 5/9, ss. 1-74. 
Erickson, Millard J. (1993). The Blackwell Encyclopedia of Modern Christian 
Thought. İçinde Alister E. Mc Grath (Ed), Evangelicalism. (ss. 184-192). Malden: 
Blacwell Reference. 
George, Timothy, (1989). Evangelism in the Twenty-First Century: The Critical 
Issues. İçinde Thom S. Rainer, (Ed.), The Challenge of Evangelism in the History 
of the Church. (ss. 9-20). Wheaton: Harold Shaw Publishers. 
Guth, James L., (1983). The New Christian Right, Mobilization and Legitimation, 
Robert C. Liebman, Robert Wuthnow, (Ed.), The New Christian Right. (ss. 
31-39). New York: Adline Publishing Company. 
Gönültaş, Nuh, (2003), Bush ve Evanjelizmin Mesih Planı, İstanbul: Q-Matris Yay. 
Hallsell, Grace, (2003). Tanrıyı Kıyamete Zorlamak, (M. Acar/H. Özmen Çev.) 
Ankara: Kim Yay. 
Hambrick-Stowe, Charles, (1996). E. Charles G. Finney and Spirit of American 
Evangelicalism. Grand Rapids: William B. Eerdmans Publishing Company. 
M. Marsden, George. (1987). The Encyclopedia of Religion V. İçinde Mircae 
Eliade (Ed.) Evangelical and Fundamental Christianity. NewYork: Macmillan 
Publishing Company. 
M. Marsden, George. (1991). Understanding Fundamentalism and Evangelicalism. 
Grand Rapids: William B. Eerdmans Publishing Company. 
Miles, Delos, (1989). Evangelism in the Twenty-First Century: The Critical 
Issues. İçinde Thom S. Rainer, (Ed.), Church Social Work and Evangelism as 
Partners. (s. 51-60). Wheaton: Harold Shaw Publishers. 
Özkan, Ali Rafet, (2002). Amerikan Fundamentalizmin Dünü Bugünü, Atatürk 
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 18, ss. 39-53. 
Özkan, Ali Rafet, (2005), Amerikan Evanjelikleri, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık. 
Paterson, Ross, (1994). Explaining Mission, Tonbridge: Sovereign World.
Rosas III, L. Joseph, (1989). Evangelism in the Twenty-First Century: The Critical 
Issues. İçinde Thom S. Rainer, (Ed.), Evangelism and Apologetics, (s. 113- 
120). Wheaton: Harold Shaw Publishers. 
Stott, John, (1995). The Contemporary Christian, Applying God’s Word to 
Today’s World, Wheaton: Intervarsity Press. 
Turan, Süleyman & Aydın, Mahmut, (2012). “10/40 Penceresi”: Misyonerlik 
Faaliyetlerinin Çağdaş Hedef Bölgesi”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 
12/3, ss. 47 -71. 
Van Engen, Charles E. (1995). Christianity and the Religions: A Biblical Theology of World Religions. İçinde Edward Romen, & Harold Netland (Ed.), The 
Uniqueness of Christ in Mission Theology. (s. 184-217). Pasadena: William Carey Library. Van Rheenen, Gailyn, (1996). Missions: Biblical Foundations and Contemporary Strategies, Grand Rapids: Zondervan Publishing House. 
Vural, İsmail, (2003). Evanjelizm, Beyaz Sarayın Gizli Dini, İstanbul: Karakutu Yay. Amerikan Tarihinin Ana Hatları. http://www.usemb-ankara.org.tr/ABDAna- 
Hatlar/Tarih.htm#b4 web adresinden 09.11.2013 tarihinde alınmıştır. 
Amerikan Tarihinin Ana Hatları, http://www.usemb-ankara.org.tr/ABDAna- 
Hatlar/Tarih.htm#b9 web adresinden 09.11.2013 tarihinde alınmıştır. 
Creative Access countries, http://home.snu.edu/~hculbert/access.htm web adresinden 30.10.2013 tarihinde alınmıştır. 
First Great Awakening. http://en.wikipedia.org/wiki/First_Great_Awakening 
web adresinden 15.10.2013 tarihinde alınmıştır. 
Neo-evangelicalism. http://en.wikipedia.org/wiki/Neo-evangelicalism web adresinden 30.10.2013 tarihinde alınmıştır. 
Second Great Awakening. http://en.wikipedia.org/wiki/Second_Great_Awakening 
web adresinden 15.10.2013 tarihinde alınmıştır. 
Kitabı Mukaddes, (1997). İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi. 
İncil-Müjde, (1994). İstanbul: Yeni Yaşam Yay. 


***