Misyonerlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Misyonerlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ağustos 2019 Pazar

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 15

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 15



HÜLÂSA,

İslâm güneşinin doğduğu andan, içinde yaşadığımız şu dakikaya kadar Müslümanlığı ve Müslüman dünyasını kuş bakışı ve bitaraf bir gözle tetkik ettik. 
Dinin kuruluşu, yayılışı, mücadeleleri ve gayesiyle siyaseti hakkında az çok malûmat topladık. Bu eser, bir fıkıh kitabı olmaktan ziyade dünya nizamında 
Müslümanların mevkilerini gösteren ve gidecekleri istikameti mehma emken tâyin eden bir kitaptır. Birbirleriyle yan yana ve muttasıl yaşayan yüz 
milyonlarca Müslümanın bir araya geldiği, aralarına düşmanlar tarafından sokulmuş anlaşmazlıklar bertaraf edildiği, cümlesi bir hedefe, bir gayeye bir 
inanca bağlandığı gün Müslüman milletlerini teker teker zincire vurmak şöyle dursun, bütün insanlık onun kuvvet ve vahdetini alkışlayacak ve medeniyet 
bundan ziyadesiyle faydalanacaktır.

Bugünün "dünya hâdiseleri ne şekil ve ne manzara arzederse etsin, iktisadî faktörler bunların cümlesine hâkimdir. Bugün mevcut kapitalizm ve komünizm 
de bu iktisadî varlığın iki kutbudur... Şöyle ki üstünkörü bîr düşünelim: Fastan Çine kadar uzanan, arada hiç bir fasıla olmayan, birbirlerine bitişik yediyüz 
milyon Müslümanın elinde ne muazzam servetler vardır. Bütün bakir ham madde kaynaklarının çoğu bizim elimizdedir. 

Memleketlerimiz tabiaten zengindir.

Birimizin noksanını ötekisi tamamlayabilir, iktisadî anlaşmalar, karşılıklı ticaret, kültür anlaşmaları, büyük sanayi, karşılıklı alış veriş müslümanları zengin 
yapar, âleme muhtaç olmaktan kurtarır. Bütün Müslüman milletler bu yoldadır. Hummalı bir çalışma ve gayreti kimse inkâr edemez. Bunun içindir ki 
yahudi iktisat ve devlet adamları fırıl fırıl, karış karış Afrikayı dolaşıyorlar. Oralarda altın, pırlanta, uranium, bakır madenle!inden, kalaydan, kauçuğa 
kadar ne yok ki...

En son gelen büyük yahudi gazetesi Jewish Cronicle.de şu yazı nazarı dikkatimi çekti:

«Türk hükümeti, ziraatciliği ve ham maddeyi bir tarafa terkederek sanayileşme yoluna girdi. Halbuki yanıbaşındaki israil hükümeti bu işi mükemmelen 
yapmaktadır."

Bu bir itiraftır, bir sırrın, bir iç arzunun ifadesidir. Bunun Türkçesi şudur: Türkler çobanlıkta devam etsinler .Tiftik keçilerinin yünlerini üç liradan bize satsınlar, 
biz onları imal edelim, kilosunu elli liradan onlara satalım ve böylece Orta Doğu¬nun göbeğinde bir İsrail çıbanı, iktisadî kan kanseri gibi bizi kemirsin, 
iliklerimizi emsin. Artık yağma yok. Bugüne kadar olanlar olmuştur, hem de fazlasiyle... Biz onlan eksiltmeye, kısaltmaya, hattâ büsbütün bertaraf etmeye 
çalışıyoruz.

Yirmi üç bin kilometre murabbaı gasbedilen topraklarda yaşayan ve fareler gibi üreyen insanların, Müslüman sırtından geçinmek için yapmayacakları şey yoktur. 

Çünkü bu kadar küçük bir arazı parçası bu kadar çok insanı geçindiremez. Onların Tevratı, onlara Nilden Fırata kadar olan yerleri bol keseden bağışlıyorsa, 
bizim Kur'anımız da bize: Allahın ipiyle birbirinizden ayrılmayınız, diyor. Bu hakikat tecelli ettiği gün Yakın Şark, Orta Şark, Uzak Şark ve bütün Müslüman 
memleketleri islâm kardeşliği parolası altında iktisadî, ticarî, siyasî ve harsî bir ittihat ve vifak içinde zengin, müreffeh ve mesut olacaklardır. Gayet hatırı 
sayılır bir kuvvet olacaktır, ona kimse yan bakamıyacaktır. Bütün kabarmış ihtiraslar, güneş karşısında kar gibi, bu  kuvvet karsısında eriyecektir.
Dünya ticaretini, iktisadiyatını diktatörce elinde tutan ve dünya hazinelerinin rakipsiz sahibi olan İsrail oğlu, bu sayede insanlık üzerinde müthiş bir otorite 
kurmuştur. Her teşkilât onun elindedir. O, bu mevkie iktisadî yollardan gelmiş, onun Talmuta, Tevratı bunda müessir olmuştur. Bunları bildikten ve bu kadar 
acı tecrübelere sahip olduktan sonra Müslüman dünyasının yekpareleştiğini bir tasavvur ediniz, o zaman yalnız bizim için değil, dünya için mes'ut bir tarih 
doğacaktır.

Bu tarihin doğmaması, Müslüman milletlerin o yüksek mevkie gelmemeleri için düşmanlarımız o derece müthiş gayret sarfediyorlar ki, akıllar durdurur... 

Her çeşit propaganda, sayısız para bu maksat için israf ediliyor. Müslüman düşmanları bu mevzuda o derece hassas, alıngan ve heyecanlıdır ki ufuklarda 
bir gölge müşahede etseler kıyameti koparıyor, rüzgâr bir ağaç yaprağını kıpırdatsa ondan fırtınalar seziyorlar. Bu hassasiyet karşısında biz Müslümanların soğukkanlılığı şayanı hayrettir. Evet; soğukkanlıyız fakat ölü değiliz. Bize cephe alan, her Müslüman memleketin harimine sokulup, orada beşinci kollarını kuran, her namuslu insana, her dindara, her mefkure sahibine saldıran, görünmez yeraltı faaliyetleri zehirlerini kusa dursunlar, Müslüman milletler maziden ders alarak, yoldan çıkmanın, ittihatsızlığın, tesanütsüzlüğün, dar milliyetçilik ve hodgâmlığın acı neticelerini idrâk ederek öyle bir uyanış uyanmışlardır ki... 
İslâm kongreleri, Asya ve Afrika milletlerinin kongreleri, daimî seyahatler ve temaslar, fikir teatileri, neşriyat ve hatırı sayılır gayretler Müslüman milletlerin 
de bir uyanış arifesinde ve hattâ içinde olduğunu gösterir.
Güneş, bir miktar bulutlarla kaplı olsa da ufuklardan sıyrılıyor. O balçıkla sıvanmaz. Bununla beraber onu gölgelemek, ziyasını örtmek ve nurunu karartmak için vaktiyle hazırlanmış, ceplerine altınlar doldurulmuş her memleketteki bozguncular gayretlerini arttırıyorlar. Ama o kadar nafile bir zahmetti.. 
Bir miktar asap bozmaktan, bir miktar tiksinti vermekten başka netice alamıyacaklardır. Siyonizm ve komünizm, bütün kuvvetiyle seferber halde cephe cephe bizim manevî varlığımıza hücum etse dahi yüzlerce senenin verdiği acı tecrübeden sonra gözleri faltaşı gibi açılmış Müslüman milletlerden alacağı 
tek şey Hüsran ve mahcubiyettir.

BUGÜNKÜ VAZİFEMİZ,

Kitap, yukarıdan aşağı, İslâmiyetin doğuşu, gelişmesi, yayılması, katlandığı zorluklar ve maruz kaldığı suikastlara dair malûmatla doludur. Bu mevzuda en 
ziyade üzerinde durduğumuz nokta, Müslümanlığı yok etmek ve Müslüman milletleri tarih sahifesinden silmek için hangi düşmanların ne gibi vasıta ve 
metodlara müracaat ettiğini gösteren noktalardır. Biz düşmanlarımızın bize reva gördükleri haksızlıkları birer birer sayarken, kendi kusurlarımızı ve 
hasımlarımızın istifade ettikleri aksak noktalan da elimizden geldiği kadar izah ve teşrih etmiş olduk. Bütün yanlışlıklar, bir çoklarımızın Müslümanlığı 
hakkiyle anlamamış olmasından doğmaktadır. Müslümanlığı sadece ibadet müessesesine inhisar ettirip onun mâna, maksat ve gayesinden bî haber 
olmak girdiğimiz çıkmaz yolların başlangıcıdır. Her din ve hattâ her cemiyetin kendine mahsus merasimi ve âdetleri vardır. Bunların icrası zarurî, 
Müslümanlıktakilerin de farzdır. Fakat şurasını daima ihmal ediyoruz ki: Bu feraiz bizi matlup olan hedefe ve gayeye îsâl içindir.
Müslümanlığın muayyen farzları ve iman esasları üzerinde hiç bir pazarlık ve eksiltme ve hattâ münakaşa caiz değildir. Çünkü onların samimiyet ve ihlâs 
ile tatbikidir ki, bizi hakikate yaklaştırır. Bütün feraizin lüzum ve hikmetleri aşikârdır, însanlar bu hikmetlere nüfuz ettikçe göğüslerindeki imanın 
kuvvetlendiğini ve mensup olduğumuz büyük din ve medeniyetin .azametini canlı olarak müşahede ederler.
Kulluğumuz ve ibadetlerimiz bir korku ve endişe veya ihtiyat mahsulü olup insiyaki bir şekil aldıkça bizi gayeden uzaklaştırır, ve dinimizin maksat ve 
büyük hedefini  idrakten bizi meneder.
Kur'am Kerimdeki âyât-i celilenin ihtiva ettiği elfaz ve maâninin her yerinde bir hikmet ve lüzum gizlidir, ibâdet müessesesiyle, iman esaslarının gayet 
şümullü mâna taşıdıkları muhakkaktır.
Bir insan, eğer bütün farzları tamamen yerine getirir, ve inanmağa mecbur olduğumuz hususları diliyle ikrar ve tasdik ederse elbette ki o Müslümandır. 

Fakat bu farzlar ve vecibeler şekilden ve dilden kalbe nüfuz etmemiş ise beklenilen faideyi vermez, neticeye ulaştırmaz.
İnanmağa mecbur olduğumuz altı umdeyi ağzımızla söylediğimiz gibi onu kalbimize nüfuz etmiş bulursak Müslümanların başaramıyacakları hiç bir 
muvaffakiyet tasavvur edilemez.

Bir misal alalım: İmanın bir şartı, kul kendi cüz'î iradesini istimal ettikten sonra, kendi arzu ve iradesinin haricinde tecelli eden hususlara «kader» demekteyiz. 
İnsan oğlu samimi¬yetle bu umdeye inandığı gün onun yolunu kesecek, gözünü yıldıracak birşey tasavvur edilemez. Cesaretine payan olmaz. 
Resulü Ekremin, taa bidayette bir avuç müminle, muazzam kuvvetlere karşı koymaları imanın kuvvetinden başka neye delâ-let eder? 

Biz: imam-ül-Mücahidin efendimizin mücahededeki azimlerini ve cesaretlerini nazar-ı im'ân ile, merakla ve dikkatle takip ettik. O sarsılmayan, zerre kadar 
fütur getirmeyen, talihin muvakkat ve makûs tecellilerinden yılmayan, uğradığı saygısızlıklar ve müşkülâta kafiyen ehemmiyet vermeyen büyük insanın, 
Habib-i Ekremin bu Peygamberane, bu müthiş, bu vakur iradesinin kaynağı ne olabilir? Hiç şüphesiz iman!
Kendilerine risalet ve hâtem-ül-enbiya payesini, ihsan buyuran kudretli Allahın, namütenahi gücüne ve iradesine inanmaktadır ki, nübüvvetini ilân ettiği 
vakitten, fani dünyaya verdiği son nefesine kadar onda zerre kadar bir sarsıntı ve tereddüt meydana getirmemiştir. Getirmediği için de muvaffak olmuştur. 
Onun, günün her dakika ve saniyesinde Cihanın dört köşesinden fasılasız arşa yükselen mübarek ismi ve hiç suikastdan sarsılmayan eseri, imanının mükâfatı 
olarak kadir-i mutIakın kendisine hir bahşâyisi değil midir?
Bundan dolayıdır ki, Müslümanlığı tam mânasiyle idrak eden insanlar, din kardeşleri hakkında daima iman selâmeti niyazında bulunmuşlardır. 

Allahın kitabına ve büyük dine hulûs ile iman edenlerin sırtı yere gelmez. Öyle insanlar vardır ki, beş vakit namazlarında, oruçlarında kusurları ve 
ihmalleri görülmemiştir. Hac farizasını da yapmışlardır. Fakat onlardan bazılarının önlerinde dinimize, mukaddesatımıza, Peygamberimize, kitabımıza 
hürmetsizlik edildiği vakit onların taş kesildikleri, ağızlarından tek itiraz çıkmadığı, mukabelede bulunmadıkları da görülmüştür.
İnsan, namütenahi azamet ve vüs'atte, aklın ve idrakin ve  havsalanın maverasında bir kudretin sahibi olan, kâinatın yaratıcısına kalbiyle inandığı gün, 
kendisini ateşe atmakta bile bir an tereddüt etmez.
Biz, böyle halis bir inançla îslâmiyete sarıldığımız gün, bu din-ü mübinin bizden ne istediğini bir lâhza düşünürüz. O zaman her türlü sefil ihtiraslar ve 
arzulardan sıyrılmış olan idrakimiz; eşref-i mahlûkat olan insan cemiyetlerinden sulh ve selâmet ve kardeşlik tesis etmek, bir medeniyet, bir vahdet, 
bir tesanüt içinde yaşamak, terakki ve teali etmek istendiğinin farkına varır.
Evet Müslümanlık, isminden de anlaşılacağı üzere selâmet ve müsalemet dinidir. Terakki dinidir. Mesai ve gayret ve yükselme dinidir, insanları, adalet 
ve hak çerçevesi dahilinde çalışmağa, birbirine yardıma, birbirini sevmeğe, birbirine destek olmağa davet eden bir dindir. Cemiyet ve cemaat halinde 
yasamayı, kardeşlik ve tesanüt bağlariyle birbirlerine bağlanmayı emreden ilâhî bir müessesedir.
Cihadı farz kılmış ve mücahedelere Allah nezdinde en büyük dereceyi tahsis buyurmuş olan Allah, bu cihadı, beşer cemiyetinin ve müminlerin selâmet 
ve devamlı saadeti için zarurî kılmıştır. Meselâ şimdi insan oğullarının, asrın medeniyetin akıllar durduran silâhlar icat etmesi ve idamei mevcudiyet 
etmek için daima silâhlı, talimli ve hazırlıklı bulunmaları hususunda sarfettikleri müthiş gayretlerin mânası bundan başka bir şey midir?

Şu varki: Müslümanlık âlemşümul bir medeniyet ve cihanşümul bir müsalemetin remzi ve sây-ü gayretin bir sembolü olduğu halde, onun muhteşem varlığını 
çekemeyen, onun istihdaf ettiği büyük gayeden ürken dalâlet erbabı, bu; terakkiyi emreden dini ve onun masum ve samimî mensuplarını en küçük 
bahane ve fırsatlarda irtica ile, gerilikle itham etmekten bir an geri kalmıyorlar.
Bu; husamây-ı dinin haksız ve necabetsiz hücumları karsısında bizim mukabele siz kalmaklığımız ve sahip olduğumuz azametli dini müdafaadan âciz olmaklığı  mız düşmanlara cesaret veriyor ve onları bu nâmeşru yolda yürümeğe teşvik ediyor. 

Bu da bizlere bir mesuliyet, bir vicdan azabı, bîr günah yüklemez  mi?

* * *
İslâm tarihini ve îslâmın neşir ve tebliğ vazifesini nasıl yaptığım bir miktar gözden geçirdik. Eshabı kiramın ve müminlerin dâvalarına ne kadar candan 
inandıklarmı ve ne kadar samimî bir surette bağlandıklarını da gördük. O ihlâs ve o azim ve imanladır ki, Müslümanlık, hıristiyanlık gibi asırlar boyu 
yerinde saymamış, güneş gibi, yıldırım gibi bir anda yeryüzüne yayılmıştır.
Türk tarihini, ta Alparslan'dan Selçuklardan, Osman oğullarından itibaren tetkik edelim. O bir avuç insanın kısa zamanda kazandıkları akıllar durduran 
zafer ve muvaffakiyetlerin sırrı ne idi? Hiç şüphesiz Müslümanlığın itilâl ve ona canla, yürekle bağlanmış olmak!..
Biz; bizi irticala itham eden, daha doğrusu İslâmiyeti bir gerilik sembolü diye tavsif edenlere karşı şimdiye kadar ne yaptık? 
Hiç! Din adamlarımız, münevverlerimiz, muharrirlerimiz, müelliflerimiz niçin bu nokta üzerinde durmuyor. Niçin kanunlar ve nizamlar çerçevesi içinde karşı 
tarafa hadlerini bildirmiyor?
Zengilerimizin bu dâvadaki hizmetleri nedir? O da hiç! Allahın geniş arazilerinden kendilerine bahşedilen nimetlerden ve servetlerden on binde bir fedakârlık yapmış olsalardı asırlar boyu Allah diye savaşmış ve son istiklâl savaşlarını Allah diye kazanmış olan bu milletin karşısına köpekler çıkıp havlayabilirler miydi? işte yukarıda bahsettiğimiz iman akidesinin o gibilerin ruhlarına nüfuz etmediğinin bir misali!..

* * *
İman ve ondan doğacak fedakârlık, gönlümüzün arzu ettiği gibi ruhlarımızda teessüs ve tecelli etmiş olsaydı, o zaman bu aziz milletin iç huzurunu bozan çatlak sesler yükselemez, düşman başları pervasızca havaya kalkamazdı.
Kalkmayınca ne olurdu? İşte o zaman dedikodular ve fitneden yakasını sıyırmış olan bir millet sıfatiyle biz de kendimizi gerilikten, iptidailikten sıyırır, 
muasır medeniyete ayak uydurmağa çalışırdık.

Vaktiyle garbe ilim ve teknik tahsiline giden gençlerimiz, orada şu cümleyi defaatle işitmişlerdir:

Din, terakkiye manîdir!

Bu sözün söylendiği garpta, bu bir hakikattir. Orada din; bütün tarihî vak'a ve ilmî delillerle sabittir ki terakkiye, mânidir. insan ruhuna bir atalet vermesi, 
Cenabı Hakkın insanlara lütuf ve ihsanı olan saymakla tükenmez dünya nimetlerine arkasmı çevirmek i'tizâl ve saire bütün bunlar insanların ilerilemesine, terakki etmesine bir mâni teşkil ediyordu, bunun için garbda din terakkiye manidir!  sözü adetâ hakikattin bir ifadesi olmuştur.
Fakat yarım yamalak tahsilli, kulaktan dolma ilim sahibi, basit insanlar şu mühim noktayı gözden ırak tutmuşlardır ki: İslâmiyette mes'ele tamamen ber akistir.

Tarih ve hâdiseler gösteriyor ki Müslüman milletler dinlerine ne kadar samimiyetle ve ciddiyetle sarılmış iseler o kadar terakki ve taalî etmişler, bu dinden ne kadar uzaklaşmışlarsa, işte o zaman irticaın, geriliğin kârına düşmüşlerdir.

Müslümanların ilimde, fende, matematikte, astronomide ve sair bilgi şubelerinde derecei kusvâya vardıkları zaman, garb iptidailik ve vahşet içinde 
yaşıyordu, bizden tam dörtyüz sene geride idi.

Fakat dinimizin mâna ve hikmetine arka çevirip de benliğimize aşağılık duyguların girdiği devirlerde Müslümanların başlarına ne belâlar geldiğini bilmeyen yoktur .

* * *
Bu Kitabı bitirirken son söz olarak şunları söylemek isterim ki, bugün milletler; iki dev müstesna olmak üzere, teker teker bir mâna ifade etmiyorlar.. 
Yirmi altı milyon Türk, altmış milyon Arab, milyarlar karşısında ne kemiyet teşkil eder?

Fakat iktisadî, ictimaî ve harsî faktörlerle birbirlerine dayanmış, birbirlerini tamamlamış, aralarındaki düşman tarafından körüklenen  anlaşmazlıkları def-ü ref etmiş yediyüz elli milyon kitle; o kadar manalı, o kadar güçlü, o kadar muhteşem ve mes'ut ki, bunun hayali bile insanın ruhuna şevk ve gayret ve cesaret verir!
Yahudiler, şu on iki milyon insan bunu yapmış ve muvaffak olmuştur. Biz niçin yapmayalım! Hem bizim öyle insanları köle yapmak, beşeriyeti kendi emrimizde 
bir sürü gibi idare etmek iddiamız da yok! Biz, bir inananlar kardeşliğinin neşvesi ve saadeti peşinde koşuyoruz. Menfaatimiz bunda, hayatiyetimiz ve 
istikbalimizin garantisi bundadır!

* * 

Allah'ın büyük kudreti Müslüman milletleri korusun ve birlik haline gelmeleri için sebepleri halk buyursun, Amin!..

***

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 14

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 14


Son asırda İslâm Birliği fikrinin mürevviçlerinden olan Cemal'üd-din Afgani bu mevzuda en ziyade gayret sarfedenlerin başında gelir. Merhum, böyle bir 
ittihat vücude gelmezse, Müslümanların birer  birer garplı  müstemlekecüer tarafından yutulacağına inanmış  bir insandı. Nitekim de  öyle olmuştur. 
Müslüman ittihadı fikrini hor ve hakir gören, yahudi ittihadı likrini hürmet ve takdirle alkışlayan bir çok soysuz düşmanlar Cemal-üd-din Afganî'nin 
Farmason olduğunu işâa etmekle onu gözden düşürmeğe çalışmışlardır. Müslümanlıkla Farmasonluk taban tabana zıt şevlerdir. İkisi bir araya gelmez. 
Bu sebeple bu mevzuda derin incelemeler yaparak işin hakikatine varmağa çalıştık. Aldığımız kat'î netice şudur: Cemal-üd-din Afganî filhakika farmason 
tarikatına intisab etmiştir. Sebebi de, Müslümanlığın, tekmil milliyetçilerin,  bütün  dindarların her türlü mukaddesatın bî aman düşmanı olan bu, 
beynelmilel teşekkülün, bu yahudi yataklarının hakikî mahiyetlerini anlamak ve , ona göre tedbirler almak içinmiş... Buna dair hatıraları Beyrut Üniversitesi tarih  profesörleri tarafından  neşredilmiştir.  Turkiyenin baş olduğu, islâm ittihadı dâvasında Cemal-üd-din Afganî, bütün Müslüman milletler arasında geniş bir hüsn-ü kabule mazhar olduğu gibi büyük Türk Veziri Âli Paşa tarafından da desteklenmiştir. Âli Paşaya; şimdiki insanların kullandığı gibi mürteci denilmeyip mutaassıp denilmişti. W. Palgrave'-in Londrada neşrettiği Essays on Eastern Questions, yâni «Şark Meselelerine Ait Tetkikler» ismindeki eserinin 111 inci sahifesinde Âli Paşanın şöyle dediği yazılıdır:

«Bizim arzumuz taasubu azaltmak değil, bilâkis onu art-tırmaktır.»
Müşarünileyh bu veciz beyanatiyîe pek çok şeyler ifade etmek istemiştir ki, anlayanlara ne mutlu! irtica diye bütün mukaddes hislere ve masum hareketlere 
saldıran insanlar, her türlü mukaddes ve asil duygulardan tecerrüd etmiş, robotlaşmış, midesi ve şehvetiyle müteharrik insanlar görmek isterler ki, 
bu sayede milletlere kolayca zincir vurulur ve o çeşit milletleri iliklerine kadar soymak mümkün olur. Meşhur müsteşrik Vamberi'nin Londrada 1906 
tarihinde neşretmiş olduğu Wastern Culture in Eastern Lands nam eserinin 351 inci sahifesinde şu malûmatı buluyoruz:

«Kırım harbinden biraz sonra Âli Paşanın konağında, İslâm dininin uzak yerlerinden İstanbula gelmiş «İslâm Birliği» mefkûrecileri toplanmışlardı.»
Demek oluyor ki bu fikir etrafında vaktiyle oldukça gayretler ve himmetler sarf olunmuştur. Şu var ki o gün ve bugün böyle bir ideal müthiş düşmanlarla 
karşı karşıyadır. Başında beynelmilel siyonizm ve onun emrindeki görünür, görünmez bütün teşekküller... Paralı, pullu, teşkilâtlı, gazeteli, kulüblü, localı,
bankalı... Hülâsa her türlü imkânlara sahip ve cümlesi bir kaynaktan zehirini alan ve en ufak, en küçük, en masura arzulara, yaygaralarla, ağız birliğiyle, 
el birliğiyle cephe alan... Her sesi boğan, her kıpırdamayı olduğu yerde felce uğratan bir düşman... Yalanın ve iftiranın yaratıcısı bir düşman! 
Bu düşmanın tek... Ama tek kuvveti.. Müslümanlar arasındaki dağınıklık ve anlaşmazlıktır.
Anlaşmazlıkları onlar icat ederler, araya bir fırsat sokarak bu vahdetin gerçekleşmesine onlar engel olurlar.
Beynelmilel düşmanların teşkilât ve faaliyetlerini yenerek yeryüzünde bir İslâm birliği; bizim bulduğumuz ve düşündüğümüz tarzda bir «Birleşmiş îslâm 
Milletleri» mefkuresinin tahakkuku bin türlü zorluk ve mânilerle çevrilidir. Bizim elimizde vasıta olur, Müslümanlar samimî bir surette bu mefkure etrafında 
toplanacak olurlarsa, hasımların bütün faaliyetleri ve baltalama hareketleri boşa gider.
Biz Türkler, böyle mukaddes bir mefkureyi kafiyen hiçe sayamayız. Bunun bu asırda bir faidesi yoktur diyemeyiz. Önümüzde canlı, tarihî ve çok kuvvetli 
misaller vardır. İstiklâl Savaşları... Biz bu mücadeleye girdiğimiz vakit, göğsümüzdeki imân, ruhumuzdaki vatan aşkı. gönüllerimizdeki istiklâl ateşinden başka silâhımız ve istinatgahımız yoktu. O vakit baş kumandandan dümen neferine kadar cümlemiz bir tek ümidin sıcak tesellisinden kuvvet alıyorduk O da Müslümanlığımız... Bu ümid ve bu his hiç de boş değildi. Hint yarımadasında yaşayan din kardeşlerimiz ingiliz zulüm ve ceberrutuna baş kaldırdılar, isyanlar ve mitingler tertiplediler. Kitaplar, gazeteler, broşürler neşrettiler. Konferanslar verdiler ve Türke reva görülen bütün bu haksızlıkları 
İSLAMA ÇEKiLEN KILIÇ diye vasıflandırdılar ve bu isimde kitaplar neşrettiler, grevler yaptılar ve ingilizleri hayli zor duruma düşürdüler. 
Pakistan müslümanlan her türlü fedakârlıkta bulundular, mekteplere boykot yaptılar ve bize büyük para yardımlarında bulundular. 
Medeniyet dünyası ve beşeriyet önünde hakkımızı müdafaa ettiler. Biz bunun büyük faidesini gördük, nasıl inkâr edebiliriz? Bu canlı ve tarihî misaller 
bize müdafaa ettiğimiz tezin hiç de boş olmadığını gösteren birer vesikadır.

* * *
İslâm Birliği fikrinin tarihimizde ve bilhassa son asırda en büyük kahramanı hiç şüphesiz İkinci Sultan Abdülhamid'dir. Müşarünileyh otuz yıl fasılasız bu 
dâva peşinde koşmuş ve büyük izler bırakmıştır. Aleyhinde yapılan her harekette bu faaliyetin tesiri olduğu muhakkaktır. Onun zamanı saltanatında 
dünyanın en uzak köşelerinden muteber zevat gelerek müşarünileyhe dindarâne hürmet ve tazimlerde bulunuyordu. Bir çok insanlar bu haleti ruhiyenin 
bir vecd ve heyecan halinde kalıp fiilî ve amelî netice vermediğini ileri sürerler. Bu da tarafsız bir görüş değildir. «Müslüman Birliği» ideali bu asırda 
«taarruz» için değil «müdafaa» içindir. Faidesi de yukarıda yazdığımız gibi Millî Mücadelede görülmüştür. Dünya müslümanlarını bu ateş, harekete 
getirdiği gibi Türk milletini de silâhsız ve cephanesiz cephelere sevkedip mucizeler yaratmasına saik olan da bu imândır.

*  * *
Müslüman kardeşliğinin bizim yaşadığımız devirde çok şayanı dikkat ve asil örneklerinden birini Trablusgarb harbi teşkil eder. İtalyanların yahudi ve 
mason teşkilâtı sayesinde kolayca istilâ ettikleri bu müslüman memleketinde derakab kurulan harb cephesinde Türk ve Arabların nasıl bir müslümanlık 
ateşi ve heyecaniyle birleştikleri, kardeş gibi omuz omuza döğüştükleri herkesi ve bütün dünyayı heyecana sevketmiş ve garbi hayli düşündürmüştü. 

O zaman ve ondan sonra Birinci Dünya Savaşında Mısırlı dindaşlarımızın  gösterdikleri alâka ve heyecan İngilizleri ziyadesiyle sarsmıştı.
Hindistanın müslüman liderlerinden Şeyh Muhammed Mi'metullah 1913 senesi Teşrinievvelinde Asiatic Eeview ismindeki gazetesinde: «Son Türkiye 
vukuatı ve müslüman Hindistan» başlıklı makalesinde şöyle yazmıştır :
«İngiliz devlet ricalinden şunu rica ediyorum: Milyonlarca Müslüman tab'anın galeyan ve hiddeti birdenbire alevlenip bir felâket doğurmadan evvel, 
İngiliz Hükümeti, Türk düşmanlığı siyasetini değiştirsin!..»
Bu kadar sarih, ve canlı misaller bu dâvanın ne kadar mühim olduğunu göstermeğe kâfidir sanırım.

* * *
Birinci Dünya Harbine geliyorum. Bu harbde Türk Milleti, mucizeler vücude getirmiştir. Buna mucizeden başka bir isim verilemez. Zira; Birkaç tümen 
Türk askerinin çelik kaleler, dev toplar, müttefik donanmaları ve Avrupanın muazzam devletlerinin muazzam kara ve deniz ordularını, sadece göğsündeki 
imânla karşılayıp Gelibolu yarımadasından hüsran ve mahcbiyetle yere sermesindeki en büyük sır Türk Mehmetçiğin manevî cephesindeki kuvvetten 
başka bir şey değildir. O zamanın hükümeti, bütün dünya müslümanlarını cihada davet etmişti. Bu davetin boşa gittiğini söyleyenler olmuştu, kafiyen 
yalan! Garb devletleri idaresinde veya kontrolünde bulunan müslüman memleketlerinde bu davet fırtınalar koparmış, isyanlar doğurmuştur. 
Mısırda öyle büyük heyecan ve kargaşalıklar olmuştur ki, bu kasırga ancak kuvvetli İngiliz askerî birliklerinin sayesinde ört bas edilebilmiştir. 

Aynı zamanda Trablusgarbda ihtilâller çıkmış, İtalyanlar deniz kıyılarına kadar sürünüp atılmıştır. Bu hâdiselerde, «İki Devrin Perde Arkası» eserinin müellifi olan Süvari Miralayı Hüsameddin Ertürk beyin büyük himmeti sebketmiştir. Hüsameddin bey, bir denizaltı ile bütün şimalî Afrika memleketlerini dolaşmış ve müslüman halkların gönüllerini tutuşturmuştur. Ne çare ki nasibsiz milletimiz, kendi gafletinin eseri olarak bağrına bastırdığı bir sürü sığıntının ve onların yeryüzündeki teşkilâtının suikast ve hiyanetine kurban giderek harbi kaybetmiş, Ehl-i Salib donanmasının memleketi mağrûrâne istilâsına şahit olmuştur.
Bizim, din kardeşlerimizi cihada davet edişimiz Afrikada, İngiliz idaresinde bulunan bütün müslümanları 1915 de ihtilâle sevkettiği İngiliz hükümet 
ricalinin itiraflarından öğrenil¬miştir.

* * *
Avrupalının maskesini yırtan, onun hürriyet ve insan hakları perdesi arkasında saklı zulüm ve kindar hüviyetini meydana koyan iki yüzlülüğünü bütün 
âleme isbat eden Versay Muahedesi İstiklâl Savaşlarında gösterdiğimiz kahramanlık ve fedakârlıkla, süngülerimizle param parça edilmişti. 
Bu muahedede hiç bir insan ve kahramanlığa hürmet, hiç bir ölçü ve nısfet bulunmaması ve Türk'ü bütün bütün tarihi beşerden silme gayesini gütmesi, tekmil İslâm dünyasınm dikkat nazarını çekmiş ve bütün Müslüman milletleri isyan, heyecan ve galeyana sürüklemişti. Versay muahedesi üzerine, yeryüzünde yaşayan bütün Müslüman milletler o şekilde ayaklanmış, gazaba gelmişlerdi ki, birçok Avrupalılar yeryüzünde kopacak yeni ve müthiş bir fırtınanın dehşetinden titremeğe başlamışlardır. Bu hâdisenin propaganda servisleri tarafından halk efkârından gizlenmesi için çok gayret sarfedilmiştir. 

Bu mesele hakkında şark ve İslâm meseleleri hakkında geniş malûmat ve ihtisas sahibi olan Leon Gaietani'nin Birinci Dünya Harbi sonunda ve 1919 senesinde dünya matbuatında çıkan şu beyanatı çok dikkate şayandır :
«Bu hiddet ve asabiyet bütün Müslüman ve şark medeniyetini kökünden sarsmıştır. Çinden Akdenize, uzak şarktan, uzak garbe kadar tekmil şark âlemi 
hiddet ve heyecan içindedir. Her yerde garblılardan nefret ve onlara karşı kin ateşi alev alev yanıyor. Fastaki karışıklıklar, Ceyazirdekî ayaklanmalar, 
Trablusgarbdaki hoşnutsuzluklar, Mısırda, Arabistanda ve çöllerde «milliyetçi grupların hareket ve faaliyetleri», bunların cümlesi aynı derin hislerin, aynı Müslüman kardeşliğinin, aynı Müslüman tesanüdünün birer tezahürüdür, şark âleminin Avrupalıya ve garb medeniyetine birer isyanıdır.»

Bu beyanat üzerinde duralım ve ondan sonraki vukuatı takip edelim. Müslüman milletler; son haddini ve son misalini Türk milletinde gördüğü garb ihtiras 
ve barbarlığına karsı baş kaldırmıştır. Evvelâ, bizim mîllî mücadelemiz esnasında rnaddî, manevî surette Türk milletini desteklemişler, sonra da garblıları insafa ve yola getirmek için her türlü tazyiki yapmışlar, her çareye baş vurmuşlardır.
Sonra ,asil ve kahraman Türk milletini ve onun başardığı mucizeleri örnek alarak yer yer isyanlar ve kıyamlar tertip etmişler ve hemen hemen Müslüman milletlerin cümlesi esaret zincirlerini kırarak istiklâllerine kavuşmuşlardır. Şimdi tek basına, hürriyet ve istiklâli için emsalsiz kahramanlık ve sonsuz fedakârlıklar gösteren «Cezayir» kalmıştır ki onun da yakında semalarında ayyıldızlı bayrağı dalgalanacak ve kâbus o kahra-man diyarın sırtından kalkacaktır.
Bütün bu hâdiseler gösteriyor kî, Müslüman milletlerin kendi aralarından ne kadar, ufak tefek ihtilâflar olursa olsun, hariçten vuku bulan tecavüz ve 
müdahaleler Müslümanları hemen bir gaye uğrunda birleştiriyor ki bu; teşkilâtsız ve isimsiz bir nevi «Birleşmiş islâm Milletleri» nden başka bir şey değildir.
Müslümanları birliğe ve kardeşliğe sevkeden sebeplerin başında sömürgeci ve emperyalistlerin asırlardan beri şahidi olduğumuz zulümleri ve i'tisâfları gelir. 
Haddizatında Müslüanları birbirine bağlayan derin kardeşlik hisleri, aynı iman esaslarında, aynı medeniyet yolunda yürüyen ve aynı mukaddes gayeye 
koşan, yeryüzünde barış ve saadeti hedef tutan insanların ruhlarında mevcut derin duyguların muhassalasıdır. Bu; sadece dinî değil, aynı zamanda 
sosyal bir ihtiyacın mahsulüdür; ve bütün dünya Müslümanları «Medeniyet-i Muhammediye» nin yeryüzüne yayılmasını kendileri için vazife bilmektedirler.

* * *

Sir T. Morison'un yazmış olduğu England and îslâm ,yâni ingiltere ve islâm ismini taşıyan eserinde bu mevzu hakkında şu mütalâa vardır:
«Yeryüzünde hiç bir Müslüman yoktur ki; islâm medeniyetinin ölmüş olduğunu veyahut tekrar kalkınıp, genişlemeye-ceğine inanmış olsun. 
Hakikatte herkes islâm medeniyetinin buhran geçirdiğini ve sarsıldığını kabul eder ve bunun sebeplerini bilir. Vaktiyle hıristiyanlık da insanları dar bir 
taassup ve zulmet içinde bırakan batıl fikirler yüzünden sukut etmişti. Ama şimdi herkes, Müslümanların inkılâblar ve yenilikler devrine girdiğini, garbe 
bakarak ondan şevk ve gayret aldığını ve islâm medeniyetinin yeni baştan canlandığını ayan beyan görmektedir.»
Şimdi bir de, mühim bir Müslüman şahsiyetin şayanı dikkat fikirlerini gözden geçirelim: Bu zat, tahsilini Avrupada yapmış Tuloz Üniversitesinden hukuk 
diploması almış Mısır hâkimlerinden «Yahya Sıddıks dır. Bu zatın Arabca olarak neşrettiği «Müslüman Milletlerin Uyanış ve intibahı» isimli eserinden  
şu parçayı alıyorum:

Büyük hükümetlerin müthiş bir surette silâhlanmaları yüzünden kendilerini iflâsa sürüklediklerini görüyoruz. Bu muazzam hükümetler, birbirlerine meydan 
okuyorlar, yekdiğerini tehdit ediyorlar. Devamlı surette ittifaklar aktediyorlar ki, bu ittifaklar dünyayı altüst edecek ve yeryüzünü harabeler, ateş ve kanlar 
kaplayacaktır. İstikbâl Allahındır ve onun ilâhî iradesinde başka bir şey baki değildir.

Soysuzlaşmış garb âleminin bu hali, kendimize örnek etmek istediğimiz tekâmül ve terakkinin eseri midir? Acaba Avrupa iki üç asırdan beri müthiş çalışması 
neticesi olarak tekmil varlığını harcamış mı bulunuyor? Avrupa daha şimdiden dejenere olmuş da bunun yerine daha az soysuzlaşmış, daha az sinirli, daha 
genç ve gürbüz, daha sağlam milletlere mi mevkiini terkedecektir. Benim kanaatımca Avrupa yükseleceği kadar yükselmiş, zirveye ulaşmıştır. 

Onun bugünkü itidalden uzak, müstemlekecilik gayreti kendisi için bir kuvvet değil, bir zaaftır. Avrupa, bugün görünen parlak kudretine ve ihtişamına 
rağmen eskisinden çok daha zayıftır, hastadır, muztariptir, ve bunu gizlemekten âcizdir. Artık onun kaderi taayyün etmiştir.
Avrupalının memleketimizle olan teması ve münasebetleri bize maddî ve manevî cihetlerce hem çok iyilik etmiş, hem de çok fenalık etmiştir. Fenalık 
ahlâk ve siyaset cihetinden olmuştur. Müslüman milletler daimî mücadelelerle bitap düşmüşler ve parlak medeniyetleri ve müreffeh hayatları yüzünden 
inhitat etmişler ve tabiatiyle zayıf düşmüşlerdir. Fakat bu milletler tamamen bitmiş, mahvolmuş değillerdir! Silâh kuvvetiyle tahakküm altına alınmak 
istenen Müslüman milletler, Avrupalıların tazyik ve hükümleri altında dahi birlik ve tesanütlerinden bir şey kaybetmemişlerdir...
Biz Müslümanların şu son senelerde ilimde ve fende, edebiyat ve sanatta terakkimiz o derece büyük olmuştur ki, böyle giderse elli sene sonra Avrupalılara ulaşırız...

Son asır bizim için yeni bir uyanış ve kalkınmanın mes'ut başlangıcı olacaktır. Her ırk ve millete mensup bütün Müslümanlar canlanıyorlar. Hepimiz kültür, 
say-ü gayret, san'at ve irfanın kıymet ve ehemmiyetini idrak ediyoruz. Şarkta müslümanlar arasında şayanı hayret bir faaliyet vardır ki bu, bun-dan yirmi 
beş yıl önce bütün dünyaya meçhuldü. Bugün şarkta ve Müslüman milletler arasında hakikî bir «efkârı umumiye» mevcuttur.
Artık hepimiz metin olalım, çalışalım ve ümit edelim! Bugün terakki yoluna girmiş bulunuyoruz, bundan istifade edelim... 
Bize bu inkılâbı yaptıran bizzat Avrupalının zulmü ve istibdadıdır, inkişafımızı ve terakkimizi temin eden, Müslümanları tahrik eden âmilde Avrupa ile olan 
temasımızdir. Bu hal tarihin tekerrüründen ibarettir. Bütün muhalefetlere, mukavemetlere ve zorluklar?, karsı Allahın İradesi karşı geliyor. Avrupalının 
Asya halkı ve Müslüman milletler üzerindeki tehakkümü yavaş yavaş kalkıyor ve Asyanın kapıları Avrupalıların yüzüne kapanıyor! Önümüzde büyük 
inkılâpların eserlerini görüyoruz ki, bugüne kadar dünya tarihinde eşine rastlanmamıştır. Önümüze yeni bir devir açılıyor!»

* * *
Mısırlı müellifin kitabından mühim gördüğümüz parçaları yukarıya aldık. Müellif bu eserinde cidden kehanet derecesinde mütalâalar ileri sürmüştür. 
Bu eser yazıldığı zaman henüz Birinci Dünya Harbi vuku bulmamıştı. O harp bir çok hanümanlar yıktı ve medeniyeti sarstı, dünyayı sefalet ve ıstıraba boğdu. 
Müellif garbın müthiş silâhlanması yüzünden kendi kendini iflâsa sürüklediğini yazmıştı. Öyle de oldu ve İkinci Dünya Harbi insanlığı mahv ve perişan etti. 
Maddesini, mânasını harab etti, yıktı kül etti. Fakat sulh olmadı. Soğuk harb ismi altında devam ediyor. Atom, Hidrojen, Füze ve daha henüz açıklanmamış 
nice silâhlar icap ve istif ediliyor. Biz Müslümanlar bundan istifade etmeliyiz ve ediyoruz da... Cezayirden başka esaret zincirlerini kırmamış millet hemen 
hemen kalmadı. Cezayir işi de yakında halledilemezse ki, mutlaka halledilecek-tir ki o zaman yeryüzündeki bütün Müslüman milletlerin görülmemiş bir el 
birliği, müthiş bir tesanüt ve hamlesi sayesinde o da istediğimiz gibi hallü fasl edilecek, yeryüzünde tahakküm ve esaret altında hiç bir Müslüman millet 
ve memleket kalmıyacaktır.
Her fırsat düştükçe tekrarladığımız gibi garbın sömürgeciliği ve sultasından yakasını sıyırmış olan Müslüman milletlerin karşısında daimî, kadim ve en 
tehlikeli bir düşman vardır. Bu düşman «İsrail»dir ve koynumuzda cephe tutmuştur. Onun teşkilâtı, gazeteleri, propagandası, fitnesi ve fesadı ve hepsinden ziyade parası bizim baş düşmanımız ve tehlikemizdir. Bütün esaret zincirlerini kırmış, meskenet ve ataletten sıyrılmış, cehaletin acısını tatmış olan 
Müslüman milletler yeni ve müthiş bir inkılâp ve terakkinin içindedirler. Bunların birleşmesine, kuvvet haline gelmesine, eski şevket ve itibarı kazanmasına 
şimdi garb değil, daha ziyade Siyonistler mani olmak istiyor. Garb ve Amerika, bugün bütün beşeriyeti tehdit eden komünizmin karşısında en kuvvetli 
olarak kurulacak cephenin, mania hattının Müslümanlar olduğunu biliyor ve takdir ediyor. Onun için muvakkaten nazarlarımızı garblılardan çekerek israil 
üzerine döndürelim: Araplarla - Türkler arasında yeni bir sui tefehhüm var. 
Bu fesat, İsrail'den gelmiştir. Afrikada Milyonlarca Müslüman istiklâline kavuşmuştur. 

Oraları servet hazineleri ve ham madde kaynaklariyle tıklım tıklım doludur. İsrailin koca karı Hariciye Vekili nefes aldırmadan o bakir memleketlere koşuyor, fesat tohumunu ekiyor ve bu defa silâhla değil, iktisadî ve malî yollarla o zengin memleketleri sömürmeğe teşebbüs ediyor. Afrikanın garbında otuz beş 
milyon nüfuslu, hepsi zenci ve Sünnî Müslüman olan saf, temiz, iyi kalbli Nijeryalılar yukarıda yazdığımız gibi her sene bir «islâm Liderleri Kongresi» 
topluyor, bizi davet ediyor, fakat ben gidemiyorum. Bayar'ın emri bu... Nijeryalılar, bu, Afrika'nın bizden fersah fersah uzak köşesindeki Müslüman 
kardeşlerimiz diyor ki:
«İslâmın rehberi, ümidi, lideri, ağabeyi Türklerdir. Onların şanlı tarihlerini ve Islâmiyete yaptığı hizmetleri ve fedakârlığı biliyoruz. Başka milletleri ve 
onların zâlim idaresini gördükten sonra, şimdi Türklere daha çok hürmet ediyoruz. Bu millet bizim de, bütün Müslüman milletlerin de, medeniyetin de 
ümidi ve meş'alesidir.»
Evet bu; bizzat o milletin rüesasının, liderlerinin kendi ifadeleridir. Ne çare ki, yahudi ve dönme; kemal-i izzet ve itibarla kollarını sallayarak gidiyor, biz 
yerimizde sayıyoruz. Mısırlı müellifin dediği gibi «irâde Allahındır», bu irade bizi yur¬dumuzda hapseden insanları, simdi bütün dünyadan tecrit ediyor, 
ıssız adalarda derin bir sessizliğe mahkûm ediyor...

* * *
Garbî Afrikadan bahsettik. Asya Müslümanlarının bize olan hürmet ve bağlılıkları hiç de ötekinden aşağı değildir. Bizim İstiklâl Savaşımız esnasında Hint 
yarımadasında yüz milyonu bulan din kardeşlerimizin Türkiye'ye reva görülen haksızlıklara karşı kopardıkları figân ve isyan ingilizleri dehşete sürüklemişti. 
Sir Teodor Morrison'un bu husustaki sözleri çok mühimdir, diyor ki:
«İngiliz halk efkârı şarktaki hâdiselerin vahametini anlayacak vakte gelmiştir. Türkiyenin parçalanmak istenmesinden dolayı bütün Müslüman dünya hiddet 
ve ateş içindedir. Kabil ve Kahire gibi merkezlerde şiddetli kargaşalıkların çıkması, bu geniş nefret ve hiddetin göze batan eserleridir. Ben, Hindistan 
Müslümanlariyle otuz sene temas halinde bulundum, bunun için Türk İmparatorluğunun parçalanmak istenmesine karşı Müslümanların duydukları gayet şiddetli küskünlük ve tehev-vürden İngiliz halk efkârını haberdar etmeyi kendime vazife bilirim. Pek âlâ anlaşılıyor ki: Versay'da toplanan politika adamları Türk yurdu dışında Türkleri seven ve acıyan kimse yoktur zannettiler. Bu, müthiş ve felâketli bir ihtardır. Bugün Müslümanların ne derece müthiş bir infial içinde olduklarını anlamak için Londradaki Müslümanlarla konuşmak bile kâfidir. Bizzat Hindistnada Peşaver'den tutunuz da Arkot'a kadar bütün İslâm âlemi Türkiye meselesinden dolayı korkunç bir kazan gibi kaynamaktadır. Hindistan Müslüman kadınları evlerinde bu meseleden dolayı ağlıyorlar. Tüccarlar, yâni bu siyasete ehemmiyet vermeyen insanlar mağazalarını, dükkânlarını, yazıhanelerini terk ederek gösteriler, nümayişler ve protesto mitingleri yapıyorlar. 
Din adamları bile uzletgâh ve İba-dethanelerinden, Müslümanlığın bu şekilde tahrip ve ifnasını protesto etmek için fevc fevc harekete geliyorlar.»

* * *
Bütün bu misaller gösteriyor ki bir Müslüman birliği, kardeşliği, tesanüdü ve en nihayet bir «Birleşmiş İslâm Milletleri» ideali hiç de ham bir hayal değildir. 
Bunu böyle tasvir ve tasavvur edenler, bu mefkurenin gerçekleşmesinden korkan insanlar ve zümrelerdir. Onlar, asırlar boyu iliklerine kadar sömürdükleri 
Müslüman milletleri daimî derin bir cehalet içinde görmek isterler, zira bu sayede bizim hazinelerimizi soyup, servetlerimizi yağma edebilirler. 

Bu mefkure aleyhinde işittiğimin ve işiteceğimiz bütün sesler aynı menbadan, aynı yerden gelir... israil oğullarından...

Onların kan, ateş, zulüm, entrika ve dalavere ile elde ettikleri mukaddes topraklarda kurdukları fesat yuvasını methüsena etmeyen, müstevliyi gök yüzüne çıkarmayan kalem mi kaldı?

Bugün mazide işlenmiş günahların kefâret-i zünübü gibi, gafletten ve ataletten silkinen cemiyetler ve milletler, hatalarını müdrik bir şekilde çalışıyorlar. 
Vücude gelen kuvvetli ordular, iktisadî ve siyasî hamleler, geceyi gündüze katan gayretler... Ve yarını milyon şehidin mübarek kanı üzerinde kurulmakta olan müstakil ve şanlı Cezayir... Bütün bunlar düş-manlarımızın aklını başından alıyor ve yürüyüşümüze çelme atmak için var kuvvetleriyle çalışıyorlar. Biz de uyanık ve gay¬retliyiz, azimli ve kararlıyız. Bu yürüyüşü durdurmak, bu azmi ve ateşi söndürmek için düşmanlarımızın başvurdukları çarelerin en mühimmi, Müslüman mîlletler arasına nifak ve ayrılık tohumlan saçmaktır. Plânlarının basına Türk milletini bütün diğer dünya Müslümanlarından tecrit etmek gelir. Bu sebeple var kuvvetleriyle bizim üzerimize çullanmışlardır. Değerli ilim adamımız İsmail Hamî Danişmend Beyin bir konuşmasını dinledim, hatırımda kalanları aşağıya alıyorum:
«Birbirlerini tanımayan bir çok garb müellifleri şu noktada fikir birliği halindedirler, o da: Türk milletini harblerle yok etmenin, tarihten silmenin imkânsızlığı.. 

Yine bu müelliflerin ifadesine göre Türkleri maddeten yıkmak mümkün olmadığına göre onun binay-ı manevisine hücum ve çıkar yoldur. O halde Türkleri kendi benliklerinden uzaklaştırmak ve onları besleyen ve ayakta tutan bütün manevî faktörleri bertaraf etmek lâzımdır. Bu maksatla da garbın aleyhimizde yapmadığı kalma¬mıştır. O garb ki: Meselâ Kanunî Sultan Süleyman zamanında, bütün medeniyet âlemi için bir örnek teşkil eden Türk adliyesini tetkik etmek üzere ingiltere kralı Kanunî'yo adamlar göndermiş, Türk adliyesini inceletmiş ve kendi adalet mekanizmasını ona göre kurmuştur.»
Bu; hiç şüphesiz Müslüman adaleti idi. Doğru işlediği müddetçe semeresini bol bol vermiştir.

* * *
Ortada bir hakikat var. Biz bu hakikati İslâmın doğuşundan itibaren takip edersek; mekârim-i ahlâk ve fazilet üzerine kurulmuş bir din görürüz. 
Bu muazzam dinin esaslarını, emirlerini ve nehiylerini tebliğ eden âyetler ve onların nüzul sırası ve sebeplerini de dikkatle incelersek, bütün beşeriyetin 
saadet ve selâmetini isteyen ve bütün insanları bir iman halkası etrafında kardeş telâkki eden gayet muhteşem ve muazzam bir medeniyet gözlerimizin 
Önünde canlanır. Biz, bu medeniyetin esasları, temelleri ve hikmetleriyle çok az meşgul olmuşuzdur. Halbuki tekmil ibadetleri ve hukuk vecibeleriyle 
Müslümanlık gayet esaslı ve geniş bir medeniyetin ta kendisidir.
Bugünün ilmi; demokrasinin Müslümanlıkta esas olduğunu ve bu rejim ile idare edilen ilk İslâm hükümetleri, günün sahte ve yalnız isimden ibaret bir 
demokrasiyi değil, onun hakikisini yaşatıyorlardı. İlk Halife seçilen Hazreti Ebubekir'in halka yaptığı şu aşağıdaki hitabe ne kadar canlı, samimî ve manalıdır. 

Bakınız, büyük insan ne diyor:

«Ey millet! Sizler beni; aranızda en az lâyık olanı halifeniz olarak seçtiniz; hareketim âdilâne olduğu müddetçe beni tutunuz; olmadığı takdirde de beni 
tevbih ediniz ve beni uyandırınız. Makbul olan ancak doğruluk ve hakikattir. Yalan kötüdür. Ben âcizlerin müdafii olduğumdan, sizler bana ancak kanuna 
riayet ettiğim müddetçe itaat ediniz; fakat beni doğru yoldan en az ayrıldığımı görürseniz, artık bana itaate mecbur değilsiniz!»
Bu şahane hitabeyi dinleyen her insan bu beyandaki ve bu dîndeki büyüklüğü takdir eder. Ne yazık ki biz bu kadar haklı, bu kadar meşru, bu kadar ulvî bir 
dâvayı müdafaa edemiyoruz. Müslüman Türkün ilham aldığı bu hakikî medeniyetin düşmanları, bizi bu yol üzerinde gördükleri vakit yaygarayı basıyorlar. 

Hiç bir vicdan ve ahlâk kaydiyle mukayyet olmayan, gördükleri bunca nimet ve lûtuflara rağmen ruhlarındaki kini islâm düşmanlığını bir türlü söndüremiyen, damarlarında bir damla Türk kanı bulunmayan, ağızlan salyalı, ne, cabetsiz siyosinst ve komünist uşakları en masum ve hattâ en basit hareketlere irtica damgası vurmaktan haya etmezler. Zira onlar bu sayede geçiniyor, bu sayede lükslerini ve şehvet-lerini tatmin ediyorlar. 

Bizim müdafaada gösterdiğimiz aciz, bizim dâvamızın ne kadar kutsi, ne kadar ulvî olduğunu lâyıkiyle bilmemekliğimiz Müslüman düşmanlarına kuvvet 
veriyor. Her şeyi bilen Allah, bundan ötürüdür ki Kelâm-ı Kadiminde cihadı, mücadeleyi ön plâna almış ve büyük dereceyi Allah yolunda mallariyle ve 
canlariyle mücadele edenlere tahsis buyurmuştur. Ama nerede?!.. Bizim din ve Müslümanlık anlayışımız o kadar zayıf ve biçare ki, ferdî ve derunî ihtiyaçlarımız bertaraf oldu mu, artık gerisiyle meşgul olmuyoruz. Halbuki Müslümanlık cemiyete ve beşeriyete hitab eden âlemşümul bir dindir.

15.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 13

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 13


BİRLEŞMİŞ İSLAM MÎLLETLERİ İDEALİ

Bugün müslüman dünyası, içinde yaşadığı keşmekeşlere rağmen bir tek mefkure etrafında toplanmanın ihtiyaç ve lüzumunu fazlasiyle idrâk ediyor. 
Bütün yeryüzünde mevcutları on beş milyonu bulmayan İsrail oğullarının tesanüt ve bitlik sayesinde bugünkü mevkie gelmeleri, müslümanlan ziyadesiyle 
ikaz etmiştir. Bize gelince, yedi yüz elli milyon müslümanın birleşmesini ve bir kuvvet teşkil etmesini hayal-i muhal telâkki edenler, bir avuç yahudinin 
ulaştığı mevkii görerek susmak ve biraz da utanmak zorunda kaldılar. Fakat bu; bizim yolumuzu kesen, aramıza nifak sokan ve islâmı yeryüzünden 
kaldırmak isteyen insanları yolundan alıkoymaz. Düşmanlarımız, kürre-i arz üzerinde bir, birleşmiş islâm milletleri görmeğe asla tahammül edemezler. 

Bunun için ellerinden gelenden fazlasını yapmaktadırlar. Her memlekette ve her iklimde kiralık ve satılık vicdanlar bulunur. Dünya hazinelerini ve servetini 
ellerinde tutanlar için istedikleri yerde bu satılık vicdanlar sayesinde istediklerini yaptırmak, birleşmeğe, anlaşmağa, sevişmeğe, sözleşmeğe mani 
olacak her çareye baş vurmakta tereddüt etmezler. Atom devrinin insan zekâsı, ilk ve ortaçağın şeytanlarını gölgede bırakır.
Bugün insanoğlu, tasarladığı suikastı ve fitneyi her yerde ve her istediği mahalde o derece san'atkârâne ve maharetle yapıyor ki akıllar durur... 
Daima hak maskesine bürünmüş, daima hayırhah ve âlicenab, daima terakkiperver görünen bir sürü nazariyeler, biz müslümanlan gayemizden uzaklaştıran «İslâm Birliği» fikri, en geniş mânâda bir tesanüt ve kardeşlik hissidir. Bu his, Resûl-i Ekrem zamanından beri mevcuttur. Zaman-ı risaletinde, 
Peygamberimiz ve esbabı kiramı kendilerini yok etmek isteyen düşmanlara karşı birbirlerine sımsıkı sarılmış, tam bir ittihat ve vifâk içinde idiler. 
Bu sayede muvaffak olmuşlar ve müslümanlık bu sayede yeryüzünün dört kögesine yayılmıştır.
Cenabı Peygamberin bütün arzu ve gayesi, kürre-i arz üzerinde yekvücut ve yek emel bir müslüman birliği görmek ve beşeriyeti medeniyeti Muhammediye
 ile sulha, saadete, huzur ve refaha ulaştırmaktı. İslâmın büyük hedefi budur. 
Bu gayenin temelleri o derece sağlam bir şekilde atılmıştı ki, asırlar o varlığa tesir etmekten âciz kalmış ve müslümanlık kudretine zaaf târî olmamıştır.
Müslümanlığın tarih boyunca maruz kaldığı suikastlar ve aleyhine tertiplenen fitnelere rağmen müslümanlar arasında mevcut kardeşlik başka hiçbir 
din ve millette görülmez. Bu¬nun başka bir delili, ecdat dinini terk edip hidayete ermiş olan yüz milyonlarca insandan hiç bir kimsenin irtidat etmemiş 
olmasıdır.

«Hac» müessesesi, müslüman birliği ve tesanüdünü sağlayan en mühim âmillerden biridir. Taşıdığı manevî ve dinî mânâya muvazi olarak «Hac» 
dünyanın her bucağındaki müslümanları  bir araya toplayıp onları  birbirleriyle tanıştırmak, yekdiğerinin halleriyle hem hâl olmak, birbirlerine yaklaştırmak 
ve bir vahdet teşkil etmek için büyük hikmetler taşıyan bir farizadır. Borçsuz,  harçsız insanların,  hâli vakti yerinde, sahib-ü hallü akis olan kimselerin 
senede bir defa Kâbe-i Muazzamada buluşmalarının temin ettiği faideler gayet çoktur. Bu sayede müslümanlar dünyanın dört bir köşesinden gelerek 
orada buluşur, dertleşir ve yapılması iktiza eden hususlan kararlaştırırlar. Hac müessesesine daimî bir islâm kongresi  demek mübalâğalı olmaz. 
Fakat orada ve Hac esnasında müslüman liderleri ve şahsiyetleri bu hususları nazar-ı dikkate almazlar da sadece ferdî ve şahsî bir maksat takip ederlerse 
bu farzın azamet ve ehemmiyetini idrak etmemiş sayılırlar, îslâmiyetî, insiyak hâline getirilmiş, vecd ve heyecandan uzaklaştırılmış sadece birer merasim-i 
diniye telâkki edenler, medeniyet-i Islâmiyenin hangi gayeyi hedef tuttuğundan bihaber olan insanlardır.

MÜSLÜMAN ALEMİNE YAPILAN TECAVÜZLER,

Hıristiyan taassubunun en canlı misalini «Endülüs» hâdiseleri teşkil eder. Bu ülkenin asırlar boyu İslâmın elinde kalması, haçlıların asla hazin edemedikleri 
bir meseledir. Koyu katolik olan «Endülüs» halkı müslümanlardan gördüğü iyi muamele ve bu sayede sahip ve şahit olduğu muhteşem eserlere rağmen 
îslâmiyetin üstünlük ve asaletini bir türlü hazmedememiştir.

«Endülüs»e yapılan baskının hakikî sebep ve saiki Ehl-i Salib muharebelerinden dolayı garblıların ruhunda biriken intikam duygularında aramak lâzımdır. 
Haçlılar, şarka yaptıkları hücumlarda mağlûp olduklarından ters yüzü ve eli boş ge¬riye dönmüşler yüreklerinde müslümanlara karşı kin ve nefret 
alevlenmşitir. Artık bir daha şarka hücum ve taarruz etmelerine imkân kalmayınca garbda «Endülüs» e taarruz ve tecavüz suretiyle ruhlarında yanan 
ateşi söndürmek zorunda kalmışlardır. Haçlıların bu saldırışı gayet vahşiyâne ve canavarca olmuştur. Garb medeniyet âlemi için ebedî bir leke teşkil eden 
engizisyon mahkemeleri, bu mahkemelerin baş vurduğu korkunç ve tüyler ürpertici işkenceler, insan kafası kesmek için icat edilen baltalar hep orada 
görülmüştür. Endülüste müslümanlar aleyhine korkunç mezalim ve işkenceler devam ederken diğer müslüman memleketlerin bu facialara seyirci kalmaları 
da esef olunacak hallerdendir. O zaman müslüman memleketler oldukça kuvvetli ve Endülüs'e yardım edecek vaziyette idiler. 

Bunu yapmadılar. 

Biz bunu, islâm güneşinin kararmağa bağladığı tarihe mebde, addederiz. Endülüs'ün kolay bir lokma gibi garblılar tarafından yutulması, onların 
cesaretlerini arttırmış bize olan kinlerini alevlemiştir. Bereket versin ki, Osmanlı Türkleri tarih sahnesinde boy göstermeğe bağlamış ve onların himmet 
ve gayretleri işin daha ziyade ilerlemesine mâni olmuştur.

Osmanlı Türklerinin muhteşem varlığı ve kuvveti ve Avrupaya yaptığı baskınlarla kazandığı zaferler, garbın gözünü müthiş surette yıldırmış ve onları 
sindirmiştir. Artık Ehl-i Salib kendinde müslüman memleketlerine tecavüz cesaretini bulamamıştır.

* * *
Müslüman dünyasının bölündüğü üç halifeliğin en küçüğü olan «Endülüs» devleti sekiz asırlık müddet-i hayatında «Leon», «Castille», «Navarre» ve 
«Aragon» kirallıklariyle daimî bir savaş hâlinde idi. Garbdaki Emevî hilâfet sairesi onuncu ve onbirinci asırlardaki hıristiyan tecavüzlerinden bunaldığı 
sıralarda, şarktaki Abbasî hilâfet dairesinin Şiî, İsmaüî ve Kamaratî istilalariyle hâkimiyetleri altında bir gölge gibi kalması da Bizans İmparatorluğunu 
da ümide kaptırmış o da hattâ tâ Hicaz'ın istilâ ve imhası gibi hıristiyanlığın büyük hedefine doğru yol almağa heveslemnişti.
Buna dair Rene Grousset'in Bizansname ismindeki eserinden şu parçalan iktibas ediyoruz :
«Arab ırkının inhitatı ve İran inhitatiyle Bizansın istirdat hareketi arasındaki silik vaziyeti hakkında hakaretamiz imâlardan sonra Bizans Ehi-i Salibinin tam 
bir programı geliyor.»
Müslümanlığı temelinden tehdit eden Bizans İmparatorunun bu koyu taassup programı da şöyle ifade edilmektedir:
«Karanlık gecelere benzeyen asker yığınlarım peşime taka-rak «Mekke» üzerine yürüyeceğim. O şehri zaptedip mevcudatın en hayırlısı olan Mesih için 
orada bir taht kuracağım. Ondan sonra «Kudüs»e teveccüh edeceğim. Şark ile garbı fethedip Salibin dinini her tarafa yayacağım.»
Saltanat devrini bir istirdat kahramanı şeklinde geçiren «Nicephore Phoccas. Girid ve Kıbrıs adalariyle Adana havalisi ve Suriyeyi Arablardan geri almış ve 
Nusaybin'e kadar şimalî Irak'ı yağma ve tahrip etmişti. Yine aynı Fransız müellifinin eserinden İslâmm o günkü vaziyetini anlatan şu parçayı olduğu gibi 
aşağıya alıyoruz:
«Uğradığı tefrikalar yüzünden mefluç bir hâle gelen islâm âlemi, o sırada hıristiyan müstevliye karşı müşterek bir harekete muktedir değildi.»

Buraya bir de bir Rus tarihçisinin şayan-ı ibret yazısını alacağız. Rus profesörü Vasiliev'in yazdığı «Bizans ımparatorluğunun Tarihi» nam eserin 1932 tarihinde 
Pariste Fransızca olarak basılan tercemesinin 408 - 410 uncu sahifelerinde bu kötü vaziyet şöyle tasvir edilmektedir:
«Müslümanlar hiç bîr zaman Phocas'ın kendilerini uğrattığı zillet derecesine düşmemişlerdi. Adana ve Antakya ile beraber Suriyenin bir kısmını ellerinden 
almış ve islâm arazisinin mühim bir kısmını da Bizans imparatorluğunun yüksek hâkimiyeti altına sokmuştu. On birinci asır Arab tarihçilerinden Antakyalı 
«Yahya ibni Said»in izahına göre islâm eyaletlerinin ahalisi Bizanslıların bütün Suriye ile diğer bir takım vilâyetleri zaptedeceğinden ve tekmil o 
arazinin Rumlara ait olacağından emindi.
«Nicephoren un akınları, askerleri için bir zevk oldu; zira hiç kimse kendilerine taarruz etmiyor ve karşı gelmiyordu, imparator, canı nereye isterse oraya 
doğru ilerliyor, istediği yeri yıkıyor ve kendisini ondan çevirecek veyahut istediğini yapmaktan menedecek hiç bir müslümana tesadüf etmiyordu.»
Bütün bunları okuduktan sonra Osmanlı Türklerinin, bu mağrur Bizanslılarla, diğer garb devletlerinin karşısına çıkıp îslâmın şan ve şerefini kurtarmak ve 
sönmekte olan meş'alesini canlandırmak için yaptığı hizmetlerin ehemmiyet ve azameti daha iyi anlaşılır.
Türklerin müslümanlığa yaptığı bu muhteşem hizmetler vesilesiyle tarihin bir sırrını çözmek ve bir muammanın mânâsına ermek mümkündür. Garb, 
asırlardanberi bütün gücüyle Türkün sırtına çullanmakta, olanca hıncını bizden çıkarmak istemekte, var kuvvetini aleyhimize seferber etmiş bulunmaktadır. 
Bunun tek sebebinin îslâmın keskin kılına ve bayrakta¬rı olan Türk milletinin elinden bu kudreti ve bu sıfatı nez'etmek evvelâ Türkü bu mevkie yükselten, 
ona bu kudreti bahşeden, Türkü Türk yapan ve onu islâm ve medeniyet dünyasının bir zamanlar tek sesi ve tek hüküm sahibi yapan faktörler ne ise onları 
silip süpürmek... işte bir buçuk asırdanberi menba' ve masdarını bir türlü lâyıkıyla keşfedemediğimiz sır budur. Bu sırrın peşi sıra gidenlerin, bu sırra 
dayanıp dolaplar döndürenlerin maskelerini bir türlü yırtamadık, foyalarını bir türlü meydana çıkaramadık.
Bir defa bütün hıristiyan milletler ve garbın obur sömürgecileri, müslüman millet aleyhine yaptıkları devamlı tecavüzleri ve tazyikleri mazur göstermek için: 
Müslüman milletlerin medeniyette geriliğini, barbarlığını ileri sürüyorlar. Fakat kendilerinin istilâ ettikleri müslüman memleketlerinde yaptıkları zulüm ve 
şenaatten hiç bahsetmiyorlar. Müslümanlar ne zaman bir yenilik, bîr icat, bir terakki, bir kalkınmaya teşebbüs etmiş, medeniyete iyi bir hizmet yapmağa 
kalkmışlarsa o ıslahatı, o terakki hamlesini boğmak için harb etmek ve katliâmlar yapmağı hemen lüzumlu ve mubah görüyorlar.
Garb; müslümanların her asil ve meşru duygusunu kötüler ve çeşitli yalan ve iftiralarla ona hücum eder. Garbın kendileri için vatanperverlik ve 
milliyetperverlik dedikleri şeyi, müslüman millet için taassub ismini alır. Garbın millî gurur, millî şeref ve izzetinefis dediği şey bizim için derakap mânâsını 
değiştirir, «ecnebi düşmanlığı» «gerilik» ismini alır. Bu mevzuda Avrupalının en büyük hedefi Türk'dür ve bir buçuk asır¬dır garb bu kahraman milletle 
meşguldür. Eğer harbler vesaire ile onun sırtını yere getiremez ise, elindeki diğer vasıtalarla, yeraltı faaliyetleri ve gizli teşekkülleriyle onu içinden vurmak 
ahlâkını, maneviyatını, asaletini, tarihini ve gururunu lekelemek yolunu tutar. Bizim Üçüncü Sultan Selim, Sultan Mahmut ve Sultan Mecid, hattâ hattâ 
Sultan Abdülâziz ve Sultan ikinci Abdülhamid zamanlarında teceddüd ve inkılâp namiyle sarfettiğimiz bütün gayretler başta yahudiler, farmasonlar ve 
sömürgeciler tarafından soysuzlaştırılmak için çalışılmıştır.
Türkler yaradılışta medenî bir millettir. Garbın barbarlık ve iptidailik içinde yüzdüğü ortaçağda Türkler medeniyet yolunda çok ileri gitmiştir. Avrupanın 
bitaraf ilim adamları bir çok misallerle bunu tasdik ve teyit etmektedirler.
Bizim İslâmiyete hizmetimiz de bu nisbette büyüktür. Cenabı Peygamber bir hâdis-i şerifinde: «Allahın ihsanlarını milletimin elinden en evvel Türkler 
alacaklardır.» buyurmuştur. Bunun gibi bir çok hadîs-i şerifler, büyük Peygamberimizin milletimiz hakkındaki teveccühünü ve itimadım beyan eder ki bunların 
en mühimmi tstanbulun fethine ait olan hadîs-i şeriftir.
Şimdi bu malûmatın ve bu mütalealarm ışığı altında tarihin seyrini takip edelim :

* * *
Er meydanında; tarih sahnesinde, başlan göklere kalkmış, kalbleri Allaha bağlanmış Türkler var. Bütün savletlere o göğüs geriyor. Bütün ihtiraslar ve 
kinler onun üzerinde toplanmış. Türk imparatorluğunun daha kuruluş devirlerinde Murad-ı Hudavendigâr gibi eşsiz kahramanlar garbın ayaklanmış bütün 
taassup kuvvetlerini bir hamlede yere seriyor, Ehl-i Salib topyekûn ve yeni baştan sernügûn oluyor. Burada istîdrâd kabilinden adlî bir hâdiseyi nakledeyim :
Sultan Murad, birleşmiş hıristiyan ordularının sırtını yere serip emsalsiz bir zafer ve muvaffakiyetle Bursa'ya avdet ediyor. Beraberinde esir düşmüş 
hıristiyan prensleri ve asilzadeleri var. Bursada görülmekte olan bir dâva var... Sultan Murad şahid olarak gösterilmiştir. 
Kadı meşhur Molla Şemsüddin-i Fenâri... Hükümdara soruyor, bu bir müslüman mahkemesidir..

—  Adın ne?
—  Murad...
—  Ananın adı?
—  Gülçîçek Hatun.. 
—  Ne iğ yaparsın?
—  Türk milletine hizmetkârlık ederim.

Ne muazzam bir hâdisedir ki Kadı, Padişahın şahidliğini kabul etmiyor. Koca muzaffer ve şevketli hükümdar adaletin hükmüne boyun eğiyor ve mahkemeyi 
terk ediyor.

İslâm adaletinin bu en asil örneği karşısında başta Marti Godfurva olmak üzere bütün esir asilzadeler can ve gönülden müsluman oluyorlar..
Böylece bu adalet asırlar boyu ayakta durdu, bu kılınç asırlar boyu işledi.
Ve böylece 1762 - 1769 yıllarına ulaştık Rus Çarı Katerin Osmanlılara harb açtı. Elimizden  bazı yerleri kopardı. Kırımı aldı, Sivastopol'da askerî bir üs 
meydana getirdi. Karadenizde büyük Odesa ticaret limanını kurdu. Artık Rusya Türk İmparatorluğunun haricî siyasetinde mühim rol  oynamağa başladı. 
Romanya prensliklerinin ve hıristiyanlığm hâmisi oldu. 1884 de Türkistanı elimizden aldı. Ondan sonra tekmil Kafkasyanın işgalini tamamladı. 
Artık diğer bütün garb devletleri de harekete geçmişlerdi. 1798 Temmuzunda Napolyon Bonapart Mısırı işgal etmiş 1799 tarihinde de Suriyenin cenup 
kısmına taarruzla Gazze, Remle ve Yafaya  girmiştir. Napolyon,  Alekâ kalesi önünde Cizâr Ahmet Paşadan Türkün  sillesini  yemiş ve yüz geri ederek 
geldiği yere gitmiştir. 1891  de yapılan hücumlar boşa gitmiş ise de Osmanlı devletini oldukça sarsmıştır. Bizim geçirdiğimiz bu sarsıntı diğer devletlerin 
de müslüman ülkelerine tecavüzlerini mümkün kılmış, Fransızlar 1830 da Cezayiri 1881 de Tunus'u aldıkları gibi  1912 tarihinde de Merakeşi ele geçirmişlerdir. 

1911  senesi Ramazan - Ağustos ayında  Fas hü¬kümdarı Mollay-ı Hafîz'i ziyaretimde müşarünileyh :
— Fransızların ihtirasları kabardı. Vatanımızı işgale teşebbüs edecekler. Keyfiyeti büyük hükümdarınıza arzediniz ve yardımlarını isteyiniz demişti.
Avdetimde keyfiyeti Harbiye Mektebi Müdürü Vehib Beye (sonraları Üçüncü Ordu Kumandanı Vehib Paşa) arzettim, beraberce Harbiye Nazırı 
Mahmud Şevket Paşaya gittik, bize şunları söyledi:
— Oğlum bu sene Harbiyeden diploma alacaksınız. Bir kaç fedakâr arkadaşınızla din kardeşlerimizin imdadına koşarsınız, biz de size elimizden geleni yaparız..
Felek bî nasîb milletimize yâr olmadı. Aynı sene İtalya Trablusgarbı istilâ etti ve bütün Afrika böylece müslümanların elinden, garbın emperyalist 
sömürgecilerinin eline geçti.
Burada bir noktayı tekrarlamak isterim, bir kaç kitabımda yazdığım gibi: Trablusgarb, İtalyan askerî kuvvetinden ziyade, milletimizin uğradığı hıyanet 
yüzünden elimizden çıkmıştır. Bu hainler de malûm olan yahudilerle farmasonlardır. 
Bununla beraber ve hattâ yahudi ve farmasonların İtalyan meşrîk-i azamı Yahudi Nathan'dan aldıkları altmış bin altın mukabilinden Trablusgarb'daki 
silâhları tamir bahanesiyle İstanbula getirmek ve oradaki askeri Yemen'e sevkettirmek suretiyle hazırladıkları zemine rağmen Türk ve Trablusgarbın 
asil evlâtları bu lokmayı İtalyanlara kolay yutturmamışlardır. Aylarca harb etmişler ve İtalyanlara bunu pahalıya maletmişlerdir.

* * *
Garb; bununla kanaat etmedi. İngiltere 1839 tarihinde Aden'i zabt ve işgal ettikten başka Lehaç şehrini himayesine almış, Yemen'in cenup hudutlarından 
dokuz şehri işgal etmiştir. Bundan epey evvel İngiltere, Hindistanı zaptedip kendisi¬ne müstemleke yapmış ve şayanı dikkattir ki Hint yarımadasında 
yaşayan yüz elli milyon müslümanı tazyik altında bu-lundurmuş ve bütün zulüm ve ceberûtunu müslümanlara tatbik etmiştir. Zira Hindistanda 
hükümranlık Müslüman unsurlar elinde bulunuyordu. Vukuat birbirini kovalıyordu. Yine islamın en büyük düşmanı olan İngiltere; 1882 de Mısırı 1898 
tarihinde de Sudan'ı eline geçirdi. Komşumuz ve din kardeşimiz İran senelerce Rus ve İngiliz tazyiki altında kaldı. Afganistan keza... Böylece garblıların 
müslüman memleketlerine reva gördükleri zulüm ve istilâ tabiatiyle aksülameller doğurdu ve garblılara, sömürgecilere, müstevlilere, emperyalistlere karşı 
bir ayaklanma baş gösterdi. Cezayir zulme ve işgale baş kaldırdı, isyan etti. Cezayirin cesur ve kahraman evlâdları, kadınlı, erkekli silâha sarıldı, 
müstevlinin kargısına dikildi. Senelerden beri en modern silâhlarla mücehhez, asri Fransız ordusu karşısında din kardeşlerimiz vatanlarının ,istiklâllerinin, 
dinlerinin müdafaası için arslanlar gibi çarpışıyor, elbetteki yakında zafere ulaşacak ve istiklâline sahip olacaktır.
Çin müslümanları da harekete geldiler. Onlar da istiklâlleri peşindedir. Sudan ve Trablusgarb da istiklâllerini istirdat ve esaret zincirlerini kırdılar.
Bütün bunlar müslüman âleminin henüz ayakta ve hayatta olduğunu gösteren delillerdir.

* * *
Bütün bu hâdiselere muvazi olarak garb da yürüyüşünü durdurmuş ve elini İslâm âleminin yakasından çekmiş değildir. Avrupalının bu defaki saldırışları 
cepheden olmaktan ziyade siyasî ve kültürel sahalardan olmaktadır. Müslümanları birbirine düşman etmek, aralarına nifak sokmak, harslarını bozmak, 
garb hayranlığı yaratmak, çeşitli nifak ve ahlâksızlık tohumları ekmek, bugünkü îslâm düşmanlarının baş vurdukları çarelerdir.
Batılıların 1804 tarihinden beri, en büyük İslâm devleti olan Osmanlı hükümetini yok etmek için sarfettikleri gayretler müthiştir. 1804 tarihi, garbın 
Balkan milletlerini ayaklandırdığı tarihtir. 1821 de Yunanlıları kışkırtan batılı, 1830 yılında Yunanistanm istiklâlini sağladı ve Türkiyeden ayırdı. 
Ondan sonra tekmil güçleriyle Balkanlarda daimî bir sûriş ve huzursuzluk yarattılar. Devletimiz senelerce komitecilerle uğraştı ve 1912 faciası vukua 
gelerek Rumeli elimizden gitti. Bu gidiş,   Türk ordusunun  kudretsizliğinden   değil,    düşmanların içimize soktukları fesat ve nifak yüzünden vuku buldu.

Ondan sonra sıra, Osmanlı devletinin büsbütün tarih sahifesinden silinmesine geldi. Bunun en kısa yolu ,bu devleti vücude getiren ana unsurları birbirine 
düşürmek, birbirine düşman etmekti. Türkler İttihat ve Terakki Cemiyetini, Arablar da İstiklâl Partisini kurdular. Her ikisini de kuran, her ikisini de tahrik 
eden dünya siyonizmidir. Ve bunu gayan-ı hayret bir maharetle yapmıştır. Her iki müslüman millet aralarına sokulan bu fesadın nereden geldiğinin 
farkına bile varmadılar, belki hâlâ çoğu farkında değildir. Osmanlı devleti Kümeliyi kaybettikten sonra elinde kalan memleketler ahalisinin ekseriyetini 
Arablar teşkil ediyordu. Suriye, Lübnan, Irak, Filistin, Hicaz ve Yemen... Mühim bîr yekûn ve çoğunluk Arablarda idi. Birinci Dünya Savaşında İngilterenin 
Arab yarımadasına musallat ettiği meşhur Albay Lavrens bütün çölleri tutuşturdu ve tekmil Arabları aleyhimize ayaklandırdı. Türkler içli, dışlı düşmanlarla, 
cephe gerilerinde, önden arkadan mücadeleye mecbur kaldı. Bütün bu tertibat İslâmın en güvenilir, en kahraman kolu, kanadı olan Türkler aleyhine alındı. 
Buna rağmen Türk; dört yüz yıl her türlü hâdiselere karşı kahramanca göğüs gerdi ve en sonunda bütün bunlara inzimam eden yahudî casusluğu ve 
hiyaneti yüzünden mağlûp oldu ve memleketimiz işgale uğradı.
Yine bu arslan Türk; hiyanet üstüne hiyanet, kahbelik üstüne kahbeliğe uğradığı ve vahşi hıristiyan sürülerinin barbarca izmir havalisini işgal etmeleri 
üzerine silâhsız, cephanesiz ve imkânsızlıklara rağmen müdhiş bir ayaklanma ve yeni baştan dört yıl süren Millî Mücadeleden sonra müstevlinin leşini 
yere serdi ve ordusunu denize döktü.
Son Ehl-i Salib harbini de Türkler kazanmış ve istiklâlini haris müstemlekeci ve emperyalistlerin ellerinden kurtarmıştır. Dünyaya da bir ders vermiş, 
kendisini yeni bastan tanıttırınmıştır.

* * *
Tarihin bu karanlık sahifeleri kapandı. Yeni ve beyaz sahifeler önümüze serildi. Yer yüzünde bulunan yedi yüz elli milyon Müslümanın ekseriyet-i mutlakası 
istiklâllerini kazanmış bir vaziyettedirler. Uzun yıllar garbın tahakküm ve esareti altında kalmış, iliklerine kadar  sömürülmüş olan Müslüman milletler 
başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamışlardır. Hürriyet ve istiklâl ateşi  kürrei arzın her köşesinde bulunan Müslümanları tutuşturmuş, 
Asya ve Afrika milletleri birer birer yakalarını müstevlilerden sıyırmışlardır. Hiç şüphe edilmemelidir  ki Müslümanlar istiklâllerini artık kolay  kolay ellerinden  
kaptıracak değildirler.  Hem de buna, dünyanın bu. karışık durumunda kimsenin gücü yetmez. Şunu  unutmamalı ki, içimize sokulan Siyonistler ve onlara 
bağlı teşekküller Müslüman milletleri  kendi hallerine  bırakacak değillerdir. Çeşitli propagandalar ve bozguncu faaliyetler komşuları birbirine düşürmek ve 
Müslüman milletleri birbirinden uzaklaştırmak için durmadan çalışıyor. Buna el birliğiyle çare bulmak ve her türlü fesadın önüne geçmek tedbirleri almak 
bugünün Müslümanları için farz-ı ayındır. Bunun için  düşünülen  en büyük  çare ve teşekkül şu olmalıdır :

«BİRLEŞMİŞ İSLAM MİLLETLERİ»

Bu hareket zannolunduğu kadar basit ve kolay değildir. Bundan evvel asırlarca «İttihad-ı İslâm» ismi altında fikir sahasına sürülmüş olan bu ideal bir çok 
istihaleler geçirmiş ve birçok manilerle karşılaşmıştır. Yahudilerin Alliance İsraelite Üniverselle, yâni dünya yahudi ittihadı fikrini tasvip ve takdir eden bazı 
soysuzlar «Müslüman Birliği» fikrini bir gerilik, bir taassup şeklinde tasvir etmişler ve çeşitli zehirli propagandalarla bu fikrin aleyhinde bulunmuşlardır. 

Yahudi emrindeki bütün dünya matbuatı bu mefkureye karşı cephe almıştır. Her memlekette yahudiye kiralanmış kalemler bu ideal aleyhine çalışmıştır.
Yer yüzünde mecmu nüfusları ondört milyonu geçmeyen ve hiç bir memlekette, hiç bir millet tarafından sevilmeyen bir avuç yahudinin ittihat ve tesanüt 
sayesinde ne muazzam isler başardığı, ne mertebe muvaffakiyetler kazandığı dünyanın hayret nazarları Önündedir. Hiç kimse bu kuvveti inkâr edemiyor.
Bu birlik, bu tesanüt, bu gayret sayesindedir ki bu bir avuç yahudi, sesini bütün dünyaya duyuruyor ve sözünü bütün insanlara dinletiyor. Hedefine ulaşmak 
için de gece gündüz çalışıyor.
«Birleşmiş İslâm Milletleri» fikri; Müslüman milletleri bir daha teker teker yakalayıp onları soymak ve istiklâllerini çiğnemek isteyen emperyalistlere karşı 
tek müdafaa caresidir. Komünizmin karşısına yıkılmaz bir set gibi çıkacağı için bütün dünyaca zaruri bir kuvvettir.
Birleşmiş İslâm Milletleri İdeali, en geniş mânasiyle bütün Müslümanlar atasında birlik ve tesanüt hissidir ki dinimizin kuruluşunda ve esasında bu fikir mevcuttur. Büyük Peygamberimiz, Müslümanlar arasında kardeşlik ve tesanütte fevkalâde ehemmiyet vermişlerdir; o derecede ki, bin üç yüz yıl bu fikir zayıflamadan ayakta durmuştur. Bugün dahi Müslümanlar orasında, diğer hiç bir dinde görülmeyen bir kardeşlik rabıta ve hissiyata mevcuttur ki, diğer dinlerde emsali görülmez. İsrail oğullan bu bağı koparmak, bu rabıtayı bozmak, bu birliği parçalamak için asırlardanberi yorulmadan çalışıyor. 
Başlangıçta mezheplere ayırmak suretiyle yaptığı bu işi bugün muhtelif Müslüman milletler arasına soğukluk ve nifak sokmakla yapıyor.
«Birleşmiş İslâm Milletleri» idealine hizmet edecek vasıtaların başında «Hac» müessesesi gelir, her sene dünyanın dört bucağından Kâbe-i Muazzamaya 
gelen yarım milyon Müslüman, Müslümanlığın mühim meselelerini gözden geçirip buna dair müdafaa ve terakki plânlan hazırlarlar ki bu sıfatla Hac; 
daimî ve müselsel bir İslâm kongresi demektir.

Şayanı memnuniyettir ki, uzun zamandan beri Asya ve Afrikada her sene bir İslâm kongresi toplanarak dâvalarımız gözden geçiriliyor ve lüzumlu kararlar 
alınıyor. Bu sebeple nev'ima bir İslâm birliği manzarası arzeder. İki senedenberi 35 milyon ahalinin hepsi Sünnî Müslüman olan Garbi Afrikadaki Nijerya 
hükümet merkezinde «İslâm Liderleri Kongresi» toplanmakta ve mühim kararlar almaktadır. Gayet radikal ve ehemmiyetli kararlar  meyamnda şunlar vardır:

1  — Her memlekette Müslüman kardeşliği ve tesanüdünü takviye etmek için sürekli neşriyat yapmak.
2  — Bunun için mühim  merkezlerde matbaalar ve neşriyat müesseseleri meydana getirmek.
3  — Müslüman münevverlerini müteaddit seyahatlerle İslâm  ülkelerinde dolaştırıp aramızda yakınlık tesis etmek vs tesanüdü takviye  etmek.
4  — Müslüman milletlerden her hangi birine yapılacak tecavüz ve haksızlığa karşı el birliği ile cephe almak.
5  — Müslüman milletler ticarî ve iktisadî münasebetlerde birbirlerine destek olarak yardımlaşma temin etmek...

Nijerya, tabiî serveti gayet bol bir memlekettir. Türkiye ile geniş mikyasta ticaret yapmak ve münasebet tesis etmek arzusundadır. Bizim için fevkalâde 
bir döviz kaynağıdır, İki sene üst üste toplanan bu kongreye davet ve riyaset divanına bu âciz seçilmiş isem de Celâl Bayar'ın kat'î emir ve talimatı üzerine 
pasaport alıp, Türk'ün sesini yükseltmek imkânını bulamadım. Ne acıdır ki israil Dışişleri Vekili Bayan Gold Meier, o bakir memleketleri karış karış gezerek 
müthiş iktisadî menfaatler temin etmektedir. Afrikada her gün istiklâle kavuşan milyonlarca insanın ekserisi Müslümandı. Ham madde kaynaklan, döviz 
hazineleriyle dolu olan bu memleketler, Türkiyeyi tercih etmekte ve bize ağabey gözüyle bakmaktadırlar. Ne çare ki yollar kapalı, imkânlar mefkud, 
düşmanlarımız mebzuldür. Böyle olmasa, memleketimiz için ne büyük iktisadî menfaatler elde edilebilir.

* * *
«Birleşmiş İslâm Milletleri» mefkuresini gerçekleştirmek hududuna yaklaştıran hâdiselerin başında, yukarıda da yazdığımız gibi Fransızların Cezayir'i istilâsı, 
Rusların Kafkasyayı zabtetmeleri, İngilizlerin Hindistan ve diğer Müslüman memleketlerini hükümleri altına alması başlıca sebep teşkil eder, 
Bu hareketler ve tecavüzden sonradır ki Müslüman milletlerde birleşmek ve kuvvetlenmik fikri meydana geldi. Cezayir'de Emir Abdülkadir, 
Kafkasya'da imam Şamil gibi büyük kahramanlar garbın hunhar müstevlilerine karşı cephe aldılar ve senelerce emperyalistlerle mücadele ettiler. 
Bugünkü Cezayir istiklâl hareketi, birincinin devamı ve tamamıdır. Müslüman milletler arasında maatteessüf sıkı bir rabıta ve bir teşkilât mevcut değildir. 
Buna rağmen sömürgecilerin istilâ hareketleri bütün İslâm âleminde aksülâmeller ve fırtınalar koparmış, Türk milletinin şanlı istiklâl savaşlarında son 
mânasını bulan ayaklanmalar, bizim zannolunduğu gibi uykuda olmadığımızı göstermiştir.

Garb'a ve onun zulmüne baş kaldıran hâdiseler meyaninde 1871 de Sudan'da vuku bulan büyük ihtilâli unutmamak lâzım gelir. Bu muazzam ihtilâl taa on 
dokuzuncu asrın son senelerine kadar İngiliz hükümetini işgal etmiştir.
Müslüman hareketi bu kadar da değildir. Afganistan ve Hindistan da İngilizlere baş kaldırmaktadır. Bu hareket daha sarka yayılmış Çin Türkistanı ve 
Çinin Yennan eyaletindeki Çin Müslümanları pek şiddetli kıyam ve ihtilâl tertip etmişlerdir. Zafer îslâm cephesindedir. Fakat henüz kat'î netice alınmamıştır. 
Bu netice, yeryüzündeki bütün dindaşlarımızın bu muazzam mefkure etrafında birleştikleri gün gerçekleşecektir. O zaman zengin Müslüman ülkeleri, refah, 
saadet ve emniyet içinde yaşayacaklardır. Dünya sulhuna hizmet edecek ve yer yüzünde nâzım rolü oynayacaktır. Bu ideal gerçekleşmesin diye 
düşmanlarımız ın fevkalâde çalıştıklarını daima hatırda tutmak lâzımdır. Orta Doğunun iki büyük milleti olan Türk ve Arablar arasına suitefehhümler 
koyan onlardır. Aramızda bizi bile birbirimizden soğutan onlardır. Her masum fikre siyah bir leke süren onlardır. Milletleri huzursuzluklara sürükleyip bu 
sayede kendi refah ve servetlerini temin edenler onlardır.
Onlar kim?
Artık Müslüman milletlerin, profesöründen en cahil köylüsüne kadar bilmeyen kalmadı. İnsanlar düşmanlarını tanıdıktan sonra gerisi kolaydır. Yeter ki, 
fertler ve cemiyetler dostlarını ve düşmanlarını iyi tanısınlar.

Bugün Müslümanlık yeni hamleler ve kalkınmalar içindedir. Eski atalet ve uyuşukluğu yırtmış, zincirleri parçalamıştır. Uğradığı bütün suikastler ve 
taarruzlara rağmen, İslâmın güneşi koyu bulutlar arasından sıyrılmış, yine eskisi gibi nurunu; karanlıklara gömülmüş, yolunu şaşırmış kin ve ihtiras 
içinde bunalmış Avrupalının üstüne saçıyor. Sıcak harp, soğuk harp ve korkunç üçüncü dünya harbinin endişesi içinde huzur ve sükûnu kaybetmiş Avrupalı; 
Müslüman milletlerin varlığından cesaret alıyor ve bu varlık ona ümit ve teselli veriyor.
Müslümanlık bütün Afrikayı başlan başa istilâ ediyor, Afrika zencileri bu din sayesinde en kısa yoldan ve gayet sür'atle medeniyete kavuşuyor. Müslümanlık 
Afrikada şayanı hayret bir surette yayılıyor, orada putperestliği ortadan kaldırıyor, misyoner faaliyetini hiçe sıfıra indiriyor.

Bütün dünyada Müslümanlık kafiyen duraklamadan ilerliyor. Önüne çıkan bütün manilere ve zorluklara rağmen azimle, imanla ve yeni bir şevk ve hevesle 
ilerliyor. Artık Müslü¬manların hiç bir şeyden korkuları kalmamıştır. Bütün rakiplerini kinsiz, nefretsiz soğukkanlılıkla karşılıyor. Bu; imanından aldığı 
itimadın neticesidir. Garb'ın ve Amerika'lının kıymetli şahsiyetleri Müslümanlığın zaferini ve kuvvetlenmesini can ve yürekten arzuluyor.
Yahudi zekâsının mahsulü olan ve onun şeytanî metodlariyle işleyen; milletlerin dirlik ve düzenliğini bozan, müesses nizamları yıkan, mukaddesat, din, 
iman, mal ve mülk tanımıyan komünizmin karşısına ancak Müslümanların çıkacağını bilen garbın insaf ve idrak sahibi insanları bugün Müslümanlığın 
birlik içinde ve kuvvetli olmasını samimiyetle istiyorlar. Düşmanlar bunu bildikleri için var kuvvetleriyle ve çeşitli vasıtalariyle manevî cephemize saldırıyor. 
Bu manevî cepheyi sarsmak, ellerinden gelirse yıkmak için fasılasız çalışıyorlar. Her çareye baş vuruyorlar..

14. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***