25 Ağustos 2019 Pazar

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 13

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 13


BİRLEŞMİŞ İSLAM MÎLLETLERİ İDEALİ

Bugün müslüman dünyası, içinde yaşadığı keşmekeşlere rağmen bir tek mefkure etrafında toplanmanın ihtiyaç ve lüzumunu fazlasiyle idrâk ediyor. 
Bütün yeryüzünde mevcutları on beş milyonu bulmayan İsrail oğullarının tesanüt ve bitlik sayesinde bugünkü mevkie gelmeleri, müslümanlan ziyadesiyle 
ikaz etmiştir. Bize gelince, yedi yüz elli milyon müslümanın birleşmesini ve bir kuvvet teşkil etmesini hayal-i muhal telâkki edenler, bir avuç yahudinin 
ulaştığı mevkii görerek susmak ve biraz da utanmak zorunda kaldılar. Fakat bu; bizim yolumuzu kesen, aramıza nifak sokan ve islâmı yeryüzünden 
kaldırmak isteyen insanları yolundan alıkoymaz. Düşmanlarımız, kürre-i arz üzerinde bir, birleşmiş islâm milletleri görmeğe asla tahammül edemezler. 

Bunun için ellerinden gelenden fazlasını yapmaktadırlar. Her memlekette ve her iklimde kiralık ve satılık vicdanlar bulunur. Dünya hazinelerini ve servetini 
ellerinde tutanlar için istedikleri yerde bu satılık vicdanlar sayesinde istediklerini yaptırmak, birleşmeğe, anlaşmağa, sevişmeğe, sözleşmeğe mani 
olacak her çareye baş vurmakta tereddüt etmezler. Atom devrinin insan zekâsı, ilk ve ortaçağın şeytanlarını gölgede bırakır.
Bugün insanoğlu, tasarladığı suikastı ve fitneyi her yerde ve her istediği mahalde o derece san'atkârâne ve maharetle yapıyor ki akıllar durur... 
Daima hak maskesine bürünmüş, daima hayırhah ve âlicenab, daima terakkiperver görünen bir sürü nazariyeler, biz müslümanlan gayemizden uzaklaştıran «İslâm Birliği» fikri, en geniş mânâda bir tesanüt ve kardeşlik hissidir. Bu his, Resûl-i Ekrem zamanından beri mevcuttur. Zaman-ı risaletinde, 
Peygamberimiz ve esbabı kiramı kendilerini yok etmek isteyen düşmanlara karşı birbirlerine sımsıkı sarılmış, tam bir ittihat ve vifâk içinde idiler. 
Bu sayede muvaffak olmuşlar ve müslümanlık bu sayede yeryüzünün dört kögesine yayılmıştır.
Cenabı Peygamberin bütün arzu ve gayesi, kürre-i arz üzerinde yekvücut ve yek emel bir müslüman birliği görmek ve beşeriyeti medeniyeti Muhammediye
 ile sulha, saadete, huzur ve refaha ulaştırmaktı. İslâmın büyük hedefi budur. 
Bu gayenin temelleri o derece sağlam bir şekilde atılmıştı ki, asırlar o varlığa tesir etmekten âciz kalmış ve müslümanlık kudretine zaaf târî olmamıştır.
Müslümanlığın tarih boyunca maruz kaldığı suikastlar ve aleyhine tertiplenen fitnelere rağmen müslümanlar arasında mevcut kardeşlik başka hiçbir 
din ve millette görülmez. Bu¬nun başka bir delili, ecdat dinini terk edip hidayete ermiş olan yüz milyonlarca insandan hiç bir kimsenin irtidat etmemiş 
olmasıdır.

«Hac» müessesesi, müslüman birliği ve tesanüdünü sağlayan en mühim âmillerden biridir. Taşıdığı manevî ve dinî mânâya muvazi olarak «Hac» 
dünyanın her bucağındaki müslümanları  bir araya toplayıp onları  birbirleriyle tanıştırmak, yekdiğerinin halleriyle hem hâl olmak, birbirlerine yaklaştırmak 
ve bir vahdet teşkil etmek için büyük hikmetler taşıyan bir farizadır. Borçsuz,  harçsız insanların,  hâli vakti yerinde, sahib-ü hallü akis olan kimselerin 
senede bir defa Kâbe-i Muazzamada buluşmalarının temin ettiği faideler gayet çoktur. Bu sayede müslümanlar dünyanın dört bir köşesinden gelerek 
orada buluşur, dertleşir ve yapılması iktiza eden hususlan kararlaştırırlar. Hac müessesesine daimî bir islâm kongresi  demek mübalâğalı olmaz. 
Fakat orada ve Hac esnasında müslüman liderleri ve şahsiyetleri bu hususları nazar-ı dikkate almazlar da sadece ferdî ve şahsî bir maksat takip ederlerse 
bu farzın azamet ve ehemmiyetini idrak etmemiş sayılırlar, îslâmiyetî, insiyak hâline getirilmiş, vecd ve heyecandan uzaklaştırılmış sadece birer merasim-i 
diniye telâkki edenler, medeniyet-i Islâmiyenin hangi gayeyi hedef tuttuğundan bihaber olan insanlardır.

MÜSLÜMAN ALEMİNE YAPILAN TECAVÜZLER,

Hıristiyan taassubunun en canlı misalini «Endülüs» hâdiseleri teşkil eder. Bu ülkenin asırlar boyu İslâmın elinde kalması, haçlıların asla hazin edemedikleri 
bir meseledir. Koyu katolik olan «Endülüs» halkı müslümanlardan gördüğü iyi muamele ve bu sayede sahip ve şahit olduğu muhteşem eserlere rağmen 
îslâmiyetin üstünlük ve asaletini bir türlü hazmedememiştir.

«Endülüs»e yapılan baskının hakikî sebep ve saiki Ehl-i Salib muharebelerinden dolayı garblıların ruhunda biriken intikam duygularında aramak lâzımdır. 
Haçlılar, şarka yaptıkları hücumlarda mağlûp olduklarından ters yüzü ve eli boş ge¬riye dönmüşler yüreklerinde müslümanlara karşı kin ve nefret 
alevlenmşitir. Artık bir daha şarka hücum ve taarruz etmelerine imkân kalmayınca garbda «Endülüs» e taarruz ve tecavüz suretiyle ruhlarında yanan 
ateşi söndürmek zorunda kalmışlardır. Haçlıların bu saldırışı gayet vahşiyâne ve canavarca olmuştur. Garb medeniyet âlemi için ebedî bir leke teşkil eden 
engizisyon mahkemeleri, bu mahkemelerin baş vurduğu korkunç ve tüyler ürpertici işkenceler, insan kafası kesmek için icat edilen baltalar hep orada 
görülmüştür. Endülüste müslümanlar aleyhine korkunç mezalim ve işkenceler devam ederken diğer müslüman memleketlerin bu facialara seyirci kalmaları 
da esef olunacak hallerdendir. O zaman müslüman memleketler oldukça kuvvetli ve Endülüs'e yardım edecek vaziyette idiler. 

Bunu yapmadılar. 

Biz bunu, islâm güneşinin kararmağa bağladığı tarihe mebde, addederiz. Endülüs'ün kolay bir lokma gibi garblılar tarafından yutulması, onların 
cesaretlerini arttırmış bize olan kinlerini alevlemiştir. Bereket versin ki, Osmanlı Türkleri tarih sahnesinde boy göstermeğe bağlamış ve onların himmet 
ve gayretleri işin daha ziyade ilerlemesine mâni olmuştur.

Osmanlı Türklerinin muhteşem varlığı ve kuvveti ve Avrupaya yaptığı baskınlarla kazandığı zaferler, garbın gözünü müthiş surette yıldırmış ve onları 
sindirmiştir. Artık Ehl-i Salib kendinde müslüman memleketlerine tecavüz cesaretini bulamamıştır.

* * *
Müslüman dünyasının bölündüğü üç halifeliğin en küçüğü olan «Endülüs» devleti sekiz asırlık müddet-i hayatında «Leon», «Castille», «Navarre» ve 
«Aragon» kirallıklariyle daimî bir savaş hâlinde idi. Garbdaki Emevî hilâfet sairesi onuncu ve onbirinci asırlardaki hıristiyan tecavüzlerinden bunaldığı 
sıralarda, şarktaki Abbasî hilâfet dairesinin Şiî, İsmaüî ve Kamaratî istilalariyle hâkimiyetleri altında bir gölge gibi kalması da Bizans İmparatorluğunu 
da ümide kaptırmış o da hattâ tâ Hicaz'ın istilâ ve imhası gibi hıristiyanlığın büyük hedefine doğru yol almağa heveslemnişti.
Buna dair Rene Grousset'in Bizansname ismindeki eserinden şu parçalan iktibas ediyoruz :
«Arab ırkının inhitatı ve İran inhitatiyle Bizansın istirdat hareketi arasındaki silik vaziyeti hakkında hakaretamiz imâlardan sonra Bizans Ehi-i Salibinin tam 
bir programı geliyor.»
Müslümanlığı temelinden tehdit eden Bizans İmparatorunun bu koyu taassup programı da şöyle ifade edilmektedir:
«Karanlık gecelere benzeyen asker yığınlarım peşime taka-rak «Mekke» üzerine yürüyeceğim. O şehri zaptedip mevcudatın en hayırlısı olan Mesih için 
orada bir taht kuracağım. Ondan sonra «Kudüs»e teveccüh edeceğim. Şark ile garbı fethedip Salibin dinini her tarafa yayacağım.»
Saltanat devrini bir istirdat kahramanı şeklinde geçiren «Nicephore Phoccas. Girid ve Kıbrıs adalariyle Adana havalisi ve Suriyeyi Arablardan geri almış ve 
Nusaybin'e kadar şimalî Irak'ı yağma ve tahrip etmişti. Yine aynı Fransız müellifinin eserinden İslâmm o günkü vaziyetini anlatan şu parçayı olduğu gibi 
aşağıya alıyoruz:
«Uğradığı tefrikalar yüzünden mefluç bir hâle gelen islâm âlemi, o sırada hıristiyan müstevliye karşı müşterek bir harekete muktedir değildi.»

Buraya bir de bir Rus tarihçisinin şayan-ı ibret yazısını alacağız. Rus profesörü Vasiliev'in yazdığı «Bizans ımparatorluğunun Tarihi» nam eserin 1932 tarihinde 
Pariste Fransızca olarak basılan tercemesinin 408 - 410 uncu sahifelerinde bu kötü vaziyet şöyle tasvir edilmektedir:
«Müslümanlar hiç bîr zaman Phocas'ın kendilerini uğrattığı zillet derecesine düşmemişlerdi. Adana ve Antakya ile beraber Suriyenin bir kısmını ellerinden 
almış ve islâm arazisinin mühim bir kısmını da Bizans imparatorluğunun yüksek hâkimiyeti altına sokmuştu. On birinci asır Arab tarihçilerinden Antakyalı 
«Yahya ibni Said»in izahına göre islâm eyaletlerinin ahalisi Bizanslıların bütün Suriye ile diğer bir takım vilâyetleri zaptedeceğinden ve tekmil o 
arazinin Rumlara ait olacağından emindi.
«Nicephoren un akınları, askerleri için bir zevk oldu; zira hiç kimse kendilerine taarruz etmiyor ve karşı gelmiyordu, imparator, canı nereye isterse oraya 
doğru ilerliyor, istediği yeri yıkıyor ve kendisini ondan çevirecek veyahut istediğini yapmaktan menedecek hiç bir müslümana tesadüf etmiyordu.»
Bütün bunları okuduktan sonra Osmanlı Türklerinin, bu mağrur Bizanslılarla, diğer garb devletlerinin karşısına çıkıp îslâmın şan ve şerefini kurtarmak ve 
sönmekte olan meş'alesini canlandırmak için yaptığı hizmetlerin ehemmiyet ve azameti daha iyi anlaşılır.
Türklerin müslümanlığa yaptığı bu muhteşem hizmetler vesilesiyle tarihin bir sırrını çözmek ve bir muammanın mânâsına ermek mümkündür. Garb, 
asırlardanberi bütün gücüyle Türkün sırtına çullanmakta, olanca hıncını bizden çıkarmak istemekte, var kuvvetini aleyhimize seferber etmiş bulunmaktadır. 
Bunun tek sebebinin îslâmın keskin kılına ve bayrakta¬rı olan Türk milletinin elinden bu kudreti ve bu sıfatı nez'etmek evvelâ Türkü bu mevkie yükselten, 
ona bu kudreti bahşeden, Türkü Türk yapan ve onu islâm ve medeniyet dünyasının bir zamanlar tek sesi ve tek hüküm sahibi yapan faktörler ne ise onları 
silip süpürmek... işte bir buçuk asırdanberi menba' ve masdarını bir türlü lâyıkıyla keşfedemediğimiz sır budur. Bu sırrın peşi sıra gidenlerin, bu sırra 
dayanıp dolaplar döndürenlerin maskelerini bir türlü yırtamadık, foyalarını bir türlü meydana çıkaramadık.
Bir defa bütün hıristiyan milletler ve garbın obur sömürgecileri, müslüman millet aleyhine yaptıkları devamlı tecavüzleri ve tazyikleri mazur göstermek için: 
Müslüman milletlerin medeniyette geriliğini, barbarlığını ileri sürüyorlar. Fakat kendilerinin istilâ ettikleri müslüman memleketlerinde yaptıkları zulüm ve 
şenaatten hiç bahsetmiyorlar. Müslümanlar ne zaman bir yenilik, bîr icat, bir terakki, bir kalkınmaya teşebbüs etmiş, medeniyete iyi bir hizmet yapmağa 
kalkmışlarsa o ıslahatı, o terakki hamlesini boğmak için harb etmek ve katliâmlar yapmağı hemen lüzumlu ve mubah görüyorlar.
Garb; müslümanların her asil ve meşru duygusunu kötüler ve çeşitli yalan ve iftiralarla ona hücum eder. Garbın kendileri için vatanperverlik ve 
milliyetperverlik dedikleri şeyi, müslüman millet için taassub ismini alır. Garbın millî gurur, millî şeref ve izzetinefis dediği şey bizim için derakap mânâsını 
değiştirir, «ecnebi düşmanlığı» «gerilik» ismini alır. Bu mevzuda Avrupalının en büyük hedefi Türk'dür ve bir buçuk asır¬dır garb bu kahraman milletle 
meşguldür. Eğer harbler vesaire ile onun sırtını yere getiremez ise, elindeki diğer vasıtalarla, yeraltı faaliyetleri ve gizli teşekkülleriyle onu içinden vurmak 
ahlâkını, maneviyatını, asaletini, tarihini ve gururunu lekelemek yolunu tutar. Bizim Üçüncü Sultan Selim, Sultan Mahmut ve Sultan Mecid, hattâ hattâ 
Sultan Abdülâziz ve Sultan ikinci Abdülhamid zamanlarında teceddüd ve inkılâp namiyle sarfettiğimiz bütün gayretler başta yahudiler, farmasonlar ve 
sömürgeciler tarafından soysuzlaştırılmak için çalışılmıştır.
Türkler yaradılışta medenî bir millettir. Garbın barbarlık ve iptidailik içinde yüzdüğü ortaçağda Türkler medeniyet yolunda çok ileri gitmiştir. Avrupanın 
bitaraf ilim adamları bir çok misallerle bunu tasdik ve teyit etmektedirler.
Bizim İslâmiyete hizmetimiz de bu nisbette büyüktür. Cenabı Peygamber bir hâdis-i şerifinde: «Allahın ihsanlarını milletimin elinden en evvel Türkler 
alacaklardır.» buyurmuştur. Bunun gibi bir çok hadîs-i şerifler, büyük Peygamberimizin milletimiz hakkındaki teveccühünü ve itimadım beyan eder ki bunların 
en mühimmi tstanbulun fethine ait olan hadîs-i şeriftir.
Şimdi bu malûmatın ve bu mütalealarm ışığı altında tarihin seyrini takip edelim :

* * *
Er meydanında; tarih sahnesinde, başlan göklere kalkmış, kalbleri Allaha bağlanmış Türkler var. Bütün savletlere o göğüs geriyor. Bütün ihtiraslar ve 
kinler onun üzerinde toplanmış. Türk imparatorluğunun daha kuruluş devirlerinde Murad-ı Hudavendigâr gibi eşsiz kahramanlar garbın ayaklanmış bütün 
taassup kuvvetlerini bir hamlede yere seriyor, Ehl-i Salib topyekûn ve yeni baştan sernügûn oluyor. Burada istîdrâd kabilinden adlî bir hâdiseyi nakledeyim :
Sultan Murad, birleşmiş hıristiyan ordularının sırtını yere serip emsalsiz bir zafer ve muvaffakiyetle Bursa'ya avdet ediyor. Beraberinde esir düşmüş 
hıristiyan prensleri ve asilzadeleri var. Bursada görülmekte olan bir dâva var... Sultan Murad şahid olarak gösterilmiştir. 
Kadı meşhur Molla Şemsüddin-i Fenâri... Hükümdara soruyor, bu bir müslüman mahkemesidir..

—  Adın ne?
—  Murad...
—  Ananın adı?
—  Gülçîçek Hatun.. 
—  Ne iğ yaparsın?
—  Türk milletine hizmetkârlık ederim.

Ne muazzam bir hâdisedir ki Kadı, Padişahın şahidliğini kabul etmiyor. Koca muzaffer ve şevketli hükümdar adaletin hükmüne boyun eğiyor ve mahkemeyi 
terk ediyor.

İslâm adaletinin bu en asil örneği karşısında başta Marti Godfurva olmak üzere bütün esir asilzadeler can ve gönülden müsluman oluyorlar..
Böylece bu adalet asırlar boyu ayakta durdu, bu kılınç asırlar boyu işledi.
Ve böylece 1762 - 1769 yıllarına ulaştık Rus Çarı Katerin Osmanlılara harb açtı. Elimizden  bazı yerleri kopardı. Kırımı aldı, Sivastopol'da askerî bir üs 
meydana getirdi. Karadenizde büyük Odesa ticaret limanını kurdu. Artık Rusya Türk İmparatorluğunun haricî siyasetinde mühim rol  oynamağa başladı. 
Romanya prensliklerinin ve hıristiyanlığm hâmisi oldu. 1884 de Türkistanı elimizden aldı. Ondan sonra tekmil Kafkasyanın işgalini tamamladı. 
Artık diğer bütün garb devletleri de harekete geçmişlerdi. 1798 Temmuzunda Napolyon Bonapart Mısırı işgal etmiş 1799 tarihinde de Suriyenin cenup 
kısmına taarruzla Gazze, Remle ve Yafaya  girmiştir. Napolyon,  Alekâ kalesi önünde Cizâr Ahmet Paşadan Türkün  sillesini  yemiş ve yüz geri ederek 
geldiği yere gitmiştir. 1891  de yapılan hücumlar boşa gitmiş ise de Osmanlı devletini oldukça sarsmıştır. Bizim geçirdiğimiz bu sarsıntı diğer devletlerin 
de müslüman ülkelerine tecavüzlerini mümkün kılmış, Fransızlar 1830 da Cezayiri 1881 de Tunus'u aldıkları gibi  1912 tarihinde de Merakeşi ele geçirmişlerdir. 

1911  senesi Ramazan - Ağustos ayında  Fas hü¬kümdarı Mollay-ı Hafîz'i ziyaretimde müşarünileyh :
— Fransızların ihtirasları kabardı. Vatanımızı işgale teşebbüs edecekler. Keyfiyeti büyük hükümdarınıza arzediniz ve yardımlarını isteyiniz demişti.
Avdetimde keyfiyeti Harbiye Mektebi Müdürü Vehib Beye (sonraları Üçüncü Ordu Kumandanı Vehib Paşa) arzettim, beraberce Harbiye Nazırı 
Mahmud Şevket Paşaya gittik, bize şunları söyledi:
— Oğlum bu sene Harbiyeden diploma alacaksınız. Bir kaç fedakâr arkadaşınızla din kardeşlerimizin imdadına koşarsınız, biz de size elimizden geleni yaparız..
Felek bî nasîb milletimize yâr olmadı. Aynı sene İtalya Trablusgarbı istilâ etti ve bütün Afrika böylece müslümanların elinden, garbın emperyalist 
sömürgecilerinin eline geçti.
Burada bir noktayı tekrarlamak isterim, bir kaç kitabımda yazdığım gibi: Trablusgarb, İtalyan askerî kuvvetinden ziyade, milletimizin uğradığı hıyanet 
yüzünden elimizden çıkmıştır. Bu hainler de malûm olan yahudilerle farmasonlardır. 
Bununla beraber ve hattâ yahudi ve farmasonların İtalyan meşrîk-i azamı Yahudi Nathan'dan aldıkları altmış bin altın mukabilinden Trablusgarb'daki 
silâhları tamir bahanesiyle İstanbula getirmek ve oradaki askeri Yemen'e sevkettirmek suretiyle hazırladıkları zemine rağmen Türk ve Trablusgarbın 
asil evlâtları bu lokmayı İtalyanlara kolay yutturmamışlardır. Aylarca harb etmişler ve İtalyanlara bunu pahalıya maletmişlerdir.

* * *
Garb; bununla kanaat etmedi. İngiltere 1839 tarihinde Aden'i zabt ve işgal ettikten başka Lehaç şehrini himayesine almış, Yemen'in cenup hudutlarından 
dokuz şehri işgal etmiştir. Bundan epey evvel İngiltere, Hindistanı zaptedip kendisi¬ne müstemleke yapmış ve şayanı dikkattir ki Hint yarımadasında 
yaşayan yüz elli milyon müslümanı tazyik altında bu-lundurmuş ve bütün zulüm ve ceberûtunu müslümanlara tatbik etmiştir. Zira Hindistanda 
hükümranlık Müslüman unsurlar elinde bulunuyordu. Vukuat birbirini kovalıyordu. Yine islamın en büyük düşmanı olan İngiltere; 1882 de Mısırı 1898 
tarihinde de Sudan'ı eline geçirdi. Komşumuz ve din kardeşimiz İran senelerce Rus ve İngiliz tazyiki altında kaldı. Afganistan keza... Böylece garblıların 
müslüman memleketlerine reva gördükleri zulüm ve istilâ tabiatiyle aksülameller doğurdu ve garblılara, sömürgecilere, müstevlilere, emperyalistlere karşı 
bir ayaklanma baş gösterdi. Cezayir zulme ve işgale baş kaldırdı, isyan etti. Cezayirin cesur ve kahraman evlâdları, kadınlı, erkekli silâha sarıldı, 
müstevlinin kargısına dikildi. Senelerden beri en modern silâhlarla mücehhez, asri Fransız ordusu karşısında din kardeşlerimiz vatanlarının ,istiklâllerinin, 
dinlerinin müdafaası için arslanlar gibi çarpışıyor, elbetteki yakında zafere ulaşacak ve istiklâline sahip olacaktır.
Çin müslümanları da harekete geldiler. Onlar da istiklâlleri peşindedir. Sudan ve Trablusgarb da istiklâllerini istirdat ve esaret zincirlerini kırdılar.
Bütün bunlar müslüman âleminin henüz ayakta ve hayatta olduğunu gösteren delillerdir.

* * *
Bütün bu hâdiselere muvazi olarak garb da yürüyüşünü durdurmuş ve elini İslâm âleminin yakasından çekmiş değildir. Avrupalının bu defaki saldırışları 
cepheden olmaktan ziyade siyasî ve kültürel sahalardan olmaktadır. Müslümanları birbirine düşman etmek, aralarına nifak sokmak, harslarını bozmak, 
garb hayranlığı yaratmak, çeşitli nifak ve ahlâksızlık tohumları ekmek, bugünkü îslâm düşmanlarının baş vurdukları çarelerdir.
Batılıların 1804 tarihinden beri, en büyük İslâm devleti olan Osmanlı hükümetini yok etmek için sarfettikleri gayretler müthiştir. 1804 tarihi, garbın 
Balkan milletlerini ayaklandırdığı tarihtir. 1821 de Yunanlıları kışkırtan batılı, 1830 yılında Yunanistanm istiklâlini sağladı ve Türkiyeden ayırdı. 
Ondan sonra tekmil güçleriyle Balkanlarda daimî bir sûriş ve huzursuzluk yarattılar. Devletimiz senelerce komitecilerle uğraştı ve 1912 faciası vukua 
gelerek Rumeli elimizden gitti. Bu gidiş,   Türk ordusunun  kudretsizliğinden   değil,    düşmanların içimize soktukları fesat ve nifak yüzünden vuku buldu.

Ondan sonra sıra, Osmanlı devletinin büsbütün tarih sahifesinden silinmesine geldi. Bunun en kısa yolu ,bu devleti vücude getiren ana unsurları birbirine 
düşürmek, birbirine düşman etmekti. Türkler İttihat ve Terakki Cemiyetini, Arablar da İstiklâl Partisini kurdular. Her ikisini de kuran, her ikisini de tahrik 
eden dünya siyonizmidir. Ve bunu gayan-ı hayret bir maharetle yapmıştır. Her iki müslüman millet aralarına sokulan bu fesadın nereden geldiğinin 
farkına bile varmadılar, belki hâlâ çoğu farkında değildir. Osmanlı devleti Kümeliyi kaybettikten sonra elinde kalan memleketler ahalisinin ekseriyetini 
Arablar teşkil ediyordu. Suriye, Lübnan, Irak, Filistin, Hicaz ve Yemen... Mühim bîr yekûn ve çoğunluk Arablarda idi. Birinci Dünya Savaşında İngilterenin 
Arab yarımadasına musallat ettiği meşhur Albay Lavrens bütün çölleri tutuşturdu ve tekmil Arabları aleyhimize ayaklandırdı. Türkler içli, dışlı düşmanlarla, 
cephe gerilerinde, önden arkadan mücadeleye mecbur kaldı. Bütün bu tertibat İslâmın en güvenilir, en kahraman kolu, kanadı olan Türkler aleyhine alındı. 
Buna rağmen Türk; dört yüz yıl her türlü hâdiselere karşı kahramanca göğüs gerdi ve en sonunda bütün bunlara inzimam eden yahudî casusluğu ve 
hiyaneti yüzünden mağlûp oldu ve memleketimiz işgale uğradı.
Yine bu arslan Türk; hiyanet üstüne hiyanet, kahbelik üstüne kahbeliğe uğradığı ve vahşi hıristiyan sürülerinin barbarca izmir havalisini işgal etmeleri 
üzerine silâhsız, cephanesiz ve imkânsızlıklara rağmen müdhiş bir ayaklanma ve yeni baştan dört yıl süren Millî Mücadeleden sonra müstevlinin leşini 
yere serdi ve ordusunu denize döktü.
Son Ehl-i Salib harbini de Türkler kazanmış ve istiklâlini haris müstemlekeci ve emperyalistlerin ellerinden kurtarmıştır. Dünyaya da bir ders vermiş, 
kendisini yeni bastan tanıttırınmıştır.

* * *
Tarihin bu karanlık sahifeleri kapandı. Yeni ve beyaz sahifeler önümüze serildi. Yer yüzünde bulunan yedi yüz elli milyon Müslümanın ekseriyet-i mutlakası 
istiklâllerini kazanmış bir vaziyettedirler. Uzun yıllar garbın tahakküm ve esareti altında kalmış, iliklerine kadar  sömürülmüş olan Müslüman milletler 
başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamışlardır. Hürriyet ve istiklâl ateşi  kürrei arzın her köşesinde bulunan Müslümanları tutuşturmuş, 
Asya ve Afrika milletleri birer birer yakalarını müstevlilerden sıyırmışlardır. Hiç şüphe edilmemelidir  ki Müslümanlar istiklâllerini artık kolay  kolay ellerinden  
kaptıracak değildirler.  Hem de buna, dünyanın bu. karışık durumunda kimsenin gücü yetmez. Şunu  unutmamalı ki, içimize sokulan Siyonistler ve onlara 
bağlı teşekküller Müslüman milletleri  kendi hallerine  bırakacak değillerdir. Çeşitli propagandalar ve bozguncu faaliyetler komşuları birbirine düşürmek ve 
Müslüman milletleri birbirinden uzaklaştırmak için durmadan çalışıyor. Buna el birliğiyle çare bulmak ve her türlü fesadın önüne geçmek tedbirleri almak 
bugünün Müslümanları için farz-ı ayındır. Bunun için  düşünülen  en büyük  çare ve teşekkül şu olmalıdır :

«BİRLEŞMİŞ İSLAM MİLLETLERİ»

Bu hareket zannolunduğu kadar basit ve kolay değildir. Bundan evvel asırlarca «İttihad-ı İslâm» ismi altında fikir sahasına sürülmüş olan bu ideal bir çok 
istihaleler geçirmiş ve birçok manilerle karşılaşmıştır. Yahudilerin Alliance İsraelite Üniverselle, yâni dünya yahudi ittihadı fikrini tasvip ve takdir eden bazı 
soysuzlar «Müslüman Birliği» fikrini bir gerilik, bir taassup şeklinde tasvir etmişler ve çeşitli zehirli propagandalarla bu fikrin aleyhinde bulunmuşlardır. 

Yahudi emrindeki bütün dünya matbuatı bu mefkureye karşı cephe almıştır. Her memlekette yahudiye kiralanmış kalemler bu ideal aleyhine çalışmıştır.
Yer yüzünde mecmu nüfusları ondört milyonu geçmeyen ve hiç bir memlekette, hiç bir millet tarafından sevilmeyen bir avuç yahudinin ittihat ve tesanüt 
sayesinde ne muazzam isler başardığı, ne mertebe muvaffakiyetler kazandığı dünyanın hayret nazarları Önündedir. Hiç kimse bu kuvveti inkâr edemiyor.
Bu birlik, bu tesanüt, bu gayret sayesindedir ki bu bir avuç yahudi, sesini bütün dünyaya duyuruyor ve sözünü bütün insanlara dinletiyor. Hedefine ulaşmak 
için de gece gündüz çalışıyor.
«Birleşmiş İslâm Milletleri» fikri; Müslüman milletleri bir daha teker teker yakalayıp onları soymak ve istiklâllerini çiğnemek isteyen emperyalistlere karşı 
tek müdafaa caresidir. Komünizmin karşısına yıkılmaz bir set gibi çıkacağı için bütün dünyaca zaruri bir kuvvettir.
Birleşmiş İslâm Milletleri İdeali, en geniş mânasiyle bütün Müslümanlar atasında birlik ve tesanüt hissidir ki dinimizin kuruluşunda ve esasında bu fikir mevcuttur. Büyük Peygamberimiz, Müslümanlar arasında kardeşlik ve tesanütte fevkalâde ehemmiyet vermişlerdir; o derecede ki, bin üç yüz yıl bu fikir zayıflamadan ayakta durmuştur. Bugün dahi Müslümanlar orasında, diğer hiç bir dinde görülmeyen bir kardeşlik rabıta ve hissiyata mevcuttur ki, diğer dinlerde emsali görülmez. İsrail oğullan bu bağı koparmak, bu rabıtayı bozmak, bu birliği parçalamak için asırlardanberi yorulmadan çalışıyor. 
Başlangıçta mezheplere ayırmak suretiyle yaptığı bu işi bugün muhtelif Müslüman milletler arasına soğukluk ve nifak sokmakla yapıyor.
«Birleşmiş İslâm Milletleri» idealine hizmet edecek vasıtaların başında «Hac» müessesesi gelir, her sene dünyanın dört bucağından Kâbe-i Muazzamaya 
gelen yarım milyon Müslüman, Müslümanlığın mühim meselelerini gözden geçirip buna dair müdafaa ve terakki plânlan hazırlarlar ki bu sıfatla Hac; 
daimî ve müselsel bir İslâm kongresi demektir.

Şayanı memnuniyettir ki, uzun zamandan beri Asya ve Afrikada her sene bir İslâm kongresi toplanarak dâvalarımız gözden geçiriliyor ve lüzumlu kararlar 
alınıyor. Bu sebeple nev'ima bir İslâm birliği manzarası arzeder. İki senedenberi 35 milyon ahalinin hepsi Sünnî Müslüman olan Garbi Afrikadaki Nijerya 
hükümet merkezinde «İslâm Liderleri Kongresi» toplanmakta ve mühim kararlar almaktadır. Gayet radikal ve ehemmiyetli kararlar  meyamnda şunlar vardır:

1  — Her memlekette Müslüman kardeşliği ve tesanüdünü takviye etmek için sürekli neşriyat yapmak.
2  — Bunun için mühim  merkezlerde matbaalar ve neşriyat müesseseleri meydana getirmek.
3  — Müslüman münevverlerini müteaddit seyahatlerle İslâm  ülkelerinde dolaştırıp aramızda yakınlık tesis etmek vs tesanüdü takviye  etmek.
4  — Müslüman milletlerden her hangi birine yapılacak tecavüz ve haksızlığa karşı el birliği ile cephe almak.
5  — Müslüman milletler ticarî ve iktisadî münasebetlerde birbirlerine destek olarak yardımlaşma temin etmek...

Nijerya, tabiî serveti gayet bol bir memlekettir. Türkiye ile geniş mikyasta ticaret yapmak ve münasebet tesis etmek arzusundadır. Bizim için fevkalâde 
bir döviz kaynağıdır, İki sene üst üste toplanan bu kongreye davet ve riyaset divanına bu âciz seçilmiş isem de Celâl Bayar'ın kat'î emir ve talimatı üzerine 
pasaport alıp, Türk'ün sesini yükseltmek imkânını bulamadım. Ne acıdır ki israil Dışişleri Vekili Bayan Gold Meier, o bakir memleketleri karış karış gezerek 
müthiş iktisadî menfaatler temin etmektedir. Afrikada her gün istiklâle kavuşan milyonlarca insanın ekserisi Müslümandı. Ham madde kaynaklan, döviz 
hazineleriyle dolu olan bu memleketler, Türkiyeyi tercih etmekte ve bize ağabey gözüyle bakmaktadırlar. Ne çare ki yollar kapalı, imkânlar mefkud, 
düşmanlarımız mebzuldür. Böyle olmasa, memleketimiz için ne büyük iktisadî menfaatler elde edilebilir.

* * *
«Birleşmiş İslâm Milletleri» mefkuresini gerçekleştirmek hududuna yaklaştıran hâdiselerin başında, yukarıda da yazdığımız gibi Fransızların Cezayir'i istilâsı, 
Rusların Kafkasyayı zabtetmeleri, İngilizlerin Hindistan ve diğer Müslüman memleketlerini hükümleri altına alması başlıca sebep teşkil eder, 
Bu hareketler ve tecavüzden sonradır ki Müslüman milletlerde birleşmek ve kuvvetlenmik fikri meydana geldi. Cezayir'de Emir Abdülkadir, 
Kafkasya'da imam Şamil gibi büyük kahramanlar garbın hunhar müstevlilerine karşı cephe aldılar ve senelerce emperyalistlerle mücadele ettiler. 
Bugünkü Cezayir istiklâl hareketi, birincinin devamı ve tamamıdır. Müslüman milletler arasında maatteessüf sıkı bir rabıta ve bir teşkilât mevcut değildir. 
Buna rağmen sömürgecilerin istilâ hareketleri bütün İslâm âleminde aksülâmeller ve fırtınalar koparmış, Türk milletinin şanlı istiklâl savaşlarında son 
mânasını bulan ayaklanmalar, bizim zannolunduğu gibi uykuda olmadığımızı göstermiştir.

Garb'a ve onun zulmüne baş kaldıran hâdiseler meyaninde 1871 de Sudan'da vuku bulan büyük ihtilâli unutmamak lâzım gelir. Bu muazzam ihtilâl taa on 
dokuzuncu asrın son senelerine kadar İngiliz hükümetini işgal etmiştir.
Müslüman hareketi bu kadar da değildir. Afganistan ve Hindistan da İngilizlere baş kaldırmaktadır. Bu hareket daha sarka yayılmış Çin Türkistanı ve 
Çinin Yennan eyaletindeki Çin Müslümanları pek şiddetli kıyam ve ihtilâl tertip etmişlerdir. Zafer îslâm cephesindedir. Fakat henüz kat'î netice alınmamıştır. 
Bu netice, yeryüzündeki bütün dindaşlarımızın bu muazzam mefkure etrafında birleştikleri gün gerçekleşecektir. O zaman zengin Müslüman ülkeleri, refah, 
saadet ve emniyet içinde yaşayacaklardır. Dünya sulhuna hizmet edecek ve yer yüzünde nâzım rolü oynayacaktır. Bu ideal gerçekleşmesin diye 
düşmanlarımız ın fevkalâde çalıştıklarını daima hatırda tutmak lâzımdır. Orta Doğunun iki büyük milleti olan Türk ve Arablar arasına suitefehhümler 
koyan onlardır. Aramızda bizi bile birbirimizden soğutan onlardır. Her masum fikre siyah bir leke süren onlardır. Milletleri huzursuzluklara sürükleyip bu 
sayede kendi refah ve servetlerini temin edenler onlardır.
Onlar kim?
Artık Müslüman milletlerin, profesöründen en cahil köylüsüne kadar bilmeyen kalmadı. İnsanlar düşmanlarını tanıdıktan sonra gerisi kolaydır. Yeter ki, 
fertler ve cemiyetler dostlarını ve düşmanlarını iyi tanısınlar.

Bugün Müslümanlık yeni hamleler ve kalkınmalar içindedir. Eski atalet ve uyuşukluğu yırtmış, zincirleri parçalamıştır. Uğradığı bütün suikastler ve 
taarruzlara rağmen, İslâmın güneşi koyu bulutlar arasından sıyrılmış, yine eskisi gibi nurunu; karanlıklara gömülmüş, yolunu şaşırmış kin ve ihtiras 
içinde bunalmış Avrupalının üstüne saçıyor. Sıcak harp, soğuk harp ve korkunç üçüncü dünya harbinin endişesi içinde huzur ve sükûnu kaybetmiş Avrupalı; 
Müslüman milletlerin varlığından cesaret alıyor ve bu varlık ona ümit ve teselli veriyor.
Müslümanlık bütün Afrikayı başlan başa istilâ ediyor, Afrika zencileri bu din sayesinde en kısa yoldan ve gayet sür'atle medeniyete kavuşuyor. Müslümanlık 
Afrikada şayanı hayret bir surette yayılıyor, orada putperestliği ortadan kaldırıyor, misyoner faaliyetini hiçe sıfıra indiriyor.

Bütün dünyada Müslümanlık kafiyen duraklamadan ilerliyor. Önüne çıkan bütün manilere ve zorluklara rağmen azimle, imanla ve yeni bir şevk ve hevesle 
ilerliyor. Artık Müslü¬manların hiç bir şeyden korkuları kalmamıştır. Bütün rakiplerini kinsiz, nefretsiz soğukkanlılıkla karşılıyor. Bu; imanından aldığı 
itimadın neticesidir. Garb'ın ve Amerika'lının kıymetli şahsiyetleri Müslümanlığın zaferini ve kuvvetlenmesini can ve yürekten arzuluyor.
Yahudi zekâsının mahsulü olan ve onun şeytanî metodlariyle işleyen; milletlerin dirlik ve düzenliğini bozan, müesses nizamları yıkan, mukaddesat, din, 
iman, mal ve mülk tanımıyan komünizmin karşısına ancak Müslümanların çıkacağını bilen garbın insaf ve idrak sahibi insanları bugün Müslümanlığın 
birlik içinde ve kuvvetli olmasını samimiyetle istiyorlar. Düşmanlar bunu bildikleri için var kuvvetleriyle ve çeşitli vasıtalariyle manevî cephemize saldırıyor. 
Bu manevî cepheyi sarsmak, ellerinden gelirse yıkmak için fasılasız çalışıyorlar. Her çareye baş vuruyorlar..

14. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder