31 Ağustos 2019 Cumartesi

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 3

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 3


Doç. Dr. Ali Murat ÖZDEMİR 

Gelinen noktada Lenin’in emperyalizmi neden “kapitalizmin en üst aşaması olarak” tanımladığını anlamak mümkündür: Emperyalizm en üst aşamadır zira 
sermayenin çelişkileri bu yolla savaşa, sömürüye ve şiddetin başka biçimlerine tahvil edilerek dünyanın en uzak köşelerine taşınmaktadır.28 En üst aşama terimi son manasına gelmemektedir ve bu bağlamda mevcut küreselleşme de emperyalist aşamaya ya da onun yeni bir ifadesine karşılık gelebilir.29 

Gelebilir ancak gelebilmesi için: 
1) uluslararası işbölümündeki dönüşümlerin hesaba katılması, daha doğrusu aralarında yeni sanayileşen ülkeler olgusu da bulunan bir seri dinamiğin göz önüne alınması ve 
2) sermayenin siyasi iktidar içerisinde temsilinin doğasındaki dönüşümün hesaplanması gerekir. İlk hususla ilgili olarak şunlar söylenebilir: 

Merkez ekonomilerin ürünleri olan mamul malların satışları karşısında, çok az katma değer içeren birincil malların satışı için dünya pazarına girmeye çalışan 
çevresel formasyonların oluşturduğu uluslararası işbölümü görüntüsü, -mekânsal ve zamansal biçimlenişini emperyal siyasetlerin vesayeti altında gerçekleştiren- Ondokuzuncu yüzyıl dünyasında belirginleşmeye başlamıştır. 

Marksistler emperyalizm kavramsallaştırmalarını geliştirirken bu şablonu verili kabul etmişlerdir. Örneğin Buharin’in ülkeleri gelişmiş kapitalizm ve hammadde 
üreten tarım ülkeleri olarak ikiye ayırmasının ardında bu mantık bulunmaktadır.30 
Aynı şekilde Lenin de, bu şemaya referansla, merkez ülkeleri çevresel dünyadaki pazarlardan mahrum kılmanın devrimci bir strateji olabileceğini iddia etmişti.31 
Luxemburg32 kapitalizmin azgelişmişliği de yaratarak yayılışında, erken kapitalistleşen ülkelerin bu şemadaki tarımsal ürün sağlayıcılarına empoze ettiklerinin, bir başka deyişle siyasi zorun etkilerinin hesaba katılmasını önerirken; aklında yine bu şema vardı.33 

Yine Üçüncü Enternasyonal’in imgeleminde ulusal burjuvazi ile komprador burjuvazi kavramsallaştırmasını 34 yaratan bu kavramsallaştırmaydı. 
Sözü edilen şablon içerisinde piyasanın uyguladığı şiddet, söz konusu şablonun değiştiği (yeni sanayileşen ülkelerin doğuşu ile ortaya çıkan) dönemle karşılaştırıldığında geri plandadır. 

Önce ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan üretim ve tüketim normlarının uluslararasılaşmasıyla başlayan, ardından 1960’ların sonunda yeni sanayileşen ülkelerin ortaya çıkmasıyla neticelenen iki uluslararasılaşma dalgası klasik emperyalizm teorisyenlerinin veri saydığı şablonu esaslı olarak değiştirmiştir. Diğer yandan, bugün küresel piyasalar için sermaye yoğun yüksek teknolojili üretimin coğrafyası, klasik emperyalizm teorisyenlerinin çizdiği uluslararası işbölümü haritasıyla örtüşmemekle birlikte, uluslararası düzlemde piyasalar ekseninde oluşan yeni bağımlılık ilişkileri ve kar transferlerinin belirleyiciliğinde türlü kaynak/zenginlik aktarma yöntemleri gündemdedir. Klasik emperyalizm teorilerinin çizdiği anlamıyla emperyalizmin mevcudiyeti bugün için tartışmalı olsa da, kapitalist dünya ekonomisinin işleyişinin tahrip edici ve eşitsiz sonuçları ortadadır. 

Ne diyordu Marx? 

–Emperyalizm kapitalist üretim tarzının ürünüdür. 

İkinci hususla (sermayenin devlet içerisinde temsili) ilgili olarak şunlar söylenebilir: Hilferding, Buharin ve Lenin’in Birinci Dünya Savaşının hemen öncesinde ya da başında belirttikleri gibi sermaye yirminci yüzyılın başları gibi erken bir dönemde bile ulusal devlet içerisindeki temsili ile yetinemeyecek kadar yoğunlaşıp merkezileşmişti. Varlık koşullarını tekelci teşebbüslerin işleyişinde bulan tarihsel bloklar, sermaye birikiminin koşullarını tek bir ulusal devlet ve onun sömürgeleri ötesine geçirme itkisini derinden hissediyorlardı. Bugünün dinamiklerini anlamanın yolu (kısaca değindiğimiz iki uluslararasılaşma dalgasından sonra) sermayenin küresel ölçekte yeniden üretilebilmesinin koşullarını sağlama işlevini yerine getiren hegemon devleti ve bunun müttefiklerini yalnızca ulusal devletler olarak kavramsallaştırmamaktan 
(bu devlet formları içerisinde temsil edilen çıkarları ayrıştırabilmekten) ve yine aynı işlevi yerine getiren uluslararası kuruluş ve kurumlarda temsil edilen çıkarları sınıfsal bağlantıları ile okuyabilmekten geçmektedir. Geriye kalan satırlarda, önce 1945 yılından başlayıp Sovyet sisteminin çöküşüne kadar 
olan dönemde gündeme gelen tartışma konularına kısaca değinecek sonra bu hususla (sermayenin ve devletin uluslararasılaşması) ilgileneceğiz. 

İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Emperyalizm Çalışmaları 

Şu ana kadar yirminci yüzyılın ilk iki on yılında geliştirilen yaklaşımlarla ilgilendik. Rus Devrimi’nin başarısı ve ardından meydana gelen kamplaşmalar süreci içerisinde Avrupa Sosyal Demokratları ile Komünistler arasındaki ayrım belirginleşmiş ve bu durum sosyal demokratlar için Yeni İkinci Enternasyonal ve komünistler için 3. Enternasyonal’in (Komünist Enternasyonal’in) kuruluşu ile kurumsallaşmıştı.35 3. Enternasyonal’in kuruluşundan daha beş yıl geçmeden 
Lenin ölecek, Sovyetler Birliği’nin kendisine beden veren devrimci dalga durgunlaşacak ve Sovyetler Birliği izole edilecekti. Tek ülkede sosyalizm tezi etrafında gelişen tartışmalar, 1925-1929 tarihleri arasındaki iç siyasi çekişmenin Troçki karşısındaki galibi olan Stalin’in istediği gibi neticelenecek, Troçki’nin tezleri Sovyet eksenli doktrin içerisinden dışlanacaktı. Bu bağlamda Stalin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çıkarını öne alacak şekilde, enternasyonalizm ilkesinin tanımını değiştirmişti: Tek ülkede sosyalizm koşullarında dünya sosyalizminin çıkarları en iyi, sosyalizmi SSCB’de kurmak ve 1917 Devrimi’nin kazanımlarını korumak yolu ile savunulabilirdi. Bu teze göre artık SSCB’nin çıkarları ile uluslararası proletaryanın çıkarları arasında tam bir uyum olduğu söylenebilirdi. Stalin’in öldüğü sene olan 1953’e kadar Komünist partilerin stratejilerini SSCB ile kurulan ilişki belirleyecekti.36,37 Anılan koşullar altında emperyalizm teorileri dinamizmlerini yitirdiler; İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni okulların çıkışına kadar. 

Batı ülkelerindeki Marksist teorisyenler İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist güçler arası silahlı rekabetin yatıştığını ve sömürge imparatorluklarının pasifleşip gerilediğini gördüler.38 Güç kavramının içeriği ve teorik kullanımı da değişti İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra. Azgelişmiş ülkeleri sermayenin merkez 
ülkelerde başlayıp merkez ülkelerde realizasyonla sona eren sermaye döngüsüne çıplak güç aracılığıyla sokma eylemine tekabül eden emperyalist iktidar ve şiddet kavramları, bu tarihten sonra piyasa aracılığı ile tatbik edilen gücü de kapsayacak şekilde genişleyip, yeni kullanım alanları buldular. Piyasaların tatbik ettiği gücün, çıplak güç karşısındaki teorik itibarı arttı. Çok uluslu şirketlerin piyasalarda kurduğu tahakküm ve bunun sonuçları emperyalizmin faaliyet listesine eklendi. Az gelişmişliğin dünya kapitalizminin işleyişinin yapısal sonucu olarak özel ilgiye mazhar olması durumu, sömürğesiz emperyalizm tezi, hegemonya tartışmaları, bu dönemde emperyalizm başlığı altına sokulabilecek çalışmaların içerdiği yeniliklere tekabül eden konulardır. 

Azgelişmişliğin dünya kapitalizminin işleyişinin yapısal sonucu olarak görülmeye başlaması sürecinde en önemli isim Paul Sweezy’dir. Onun etkisi İkinci Dünya Savaşı sonrası Marksist emperyalizm tartışmalarında belirleyici olmuştur. Sweezy, hem kendi çalışma arkadaşlarından oluşan Monthly Review çevresini hem de Bağımlılık Okulu, Dünya Sistemi, Düzenleme Okulu çevrelerini ve çağdaş temsilini Mandel’de bulan Troçkizmi kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak etkilemiştir. 

Sweezy Lenin’den çağdaş kapitalizmin tanımını almıştır: Tekelci kapitalizm. Ancak Sweezy’nin çabaları Lenin’in politikaya ve “tarihin hayal gücüne” yüklediği anlamların önemli bir kısmını, kapitalizmin doğasına özgü iktisadi yasalar karşısında geri plana atmaktadır. Buradaki yasalar tek bir ülke sınırları içerisinde kendi enerjisini üreterek gelişen hücresel bir sistemin değil küresel ölçekte kapitalizmin yasalarıdır. Sweezy’ye göre farklı emperyal güçlerce yürütülmüş olsalar bile, bütünüyle bakıldığında, emperyalist müdahaleler dünyayı öyle bir biçimlendirmişlerdir ki, azgelişmiş ülkeler coğrafyası gelişmiş ülkelerdeki birikimin sürdürülmesi için gerekli olandan fazlasını (ve bu bağlamda da kendi içsel dinamiklerini) üretemeyecek şekilde azgelişmişliğe mahkûm kalmıştır. Ona göre emperyalist politikalarda somutlaşan kapitalist dünya ekonomisi, azgelişmişliği sürekliliğe mahkûm eden siyasi (devlet) ve iktisadi (toplumsal artık) mekanizmalar göz önünde tutarak suretiyle incelenmelidir. Emperyalizm belirli bir ülkenin saldırgan politikalarda değil söz konusu mekanizmaların sürekliliğinin sağlanmasında etkinleşen (iç ve dış katılımcıları 
olan) politikalarda aranmalıdır.39 

Daha sonraları Sweezy’nin yanı sıra aynı ekolden olan Magdoff,40 Baran41 gibi yazarların çalışmalarında geliştirilen teze göre azgelişmiş ülkelerin birikim yapma yetenekleri bu ülkelerde bulunan üretim güçlerinden önce küresel ölçekte etkin üretim ilişkileriyle bağlantılıdır. Bu bağlantı da azgelişmişliği sürekli hale getirmektedir. 

Anılan tez küresel ölçekte artan toplumsal fazlanın, azalan emperyalistler arası rekabetin geçersizleştirmeye başladığı Marksist emperyalizm yorumlarına bir 
dinamizm getiriyordu. Bu çerçevede emperyalist etkinlik, küresel ölçekte artan toplumsal fazlanın merkez ülkelere transferinde açığa çıkar. Andığımız damardan ilerlendikte, söz konusu artığın geniş kitlelerin menfaati için kullanmanın yollarını bulmak devrimci çevrelerin hedefi haline gelmektedir. Stratejiniz bu olursa, vurgu öncelikle sınıf mücadelesinden akla uygun bölüşüme, sınıf siyasetinden kitle siyasetine kayar.42 Anılan kayma İkinci Dünya Savaşı sonrasında artan sosyal demokratik örgütlenme ve siyasetle de uyumlu olacaktır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder