14 Ağustos 2019 Çarşamba

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 2

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 2



4) Kıbrıs'ta Türklerin Rumlarla ve İngilizlerle Çatışmaları 

Kıbrıs 1878'de İngiliz yönetimi altına girmeden önce de adada özellikle, Rumların Ortodoks Kilisesi aracılığı ile Türklere (ve Müslümanlara) karşı sistemli bir hareketinin bulunduğunu görüyoruz. Ancak 1878'de adaya İngiliz yönetimi geldikten sonra Rumlar Ortodoks Kilisesini, adada Rum hakimiyetini sağlamak için çok daha rahat kullanmaya başlamışlardır. 

Bilindiği üzere Yunanistan, başta İngiltere olmak üzere, büyük Avrupa ülkelerinin kukla yöneticilerinin denetiminde idi. İngilizler adaya gelince, Yunanistan üzerindeki bu etki ve denetimleri, Kıbrıs adası ile "bütünleştirilerek" yürütülmeğe başlanmıştır. 

Güney Ege adalarının, Girit'in ve Kıbrıs'ın stratejik deniz ticaret yolları üzerinde bulunması, Süveyş Kanalı'nın açılmasından sonra daha da önemli olmuştur. Kıbrıs, Doğu Akdeniz'de, Orta-Doğu petrol bölgesine yakınlığı dolayısıyla da , yüzyılın başından sonra, bölgedeki stratejik önemini korudu. 
İngilizlerin bu politika çercevesinde, "kendi denetimleri altındaki Atina yönetimleri ile Kıbrıs adasında izledikleri politikayı birleştirmeleri çok doğaldı. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra, Kıbrıs ile Anadolu arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel bağları koparmaya çalışmak istemeleri", bölgesel politikalarının doğal bir sonucu idi. 
Birinci Dünya Savaşı'nda Kıbrıs'ı Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir üs olarak kullandılar. İkinci Dünya Savaşı'nda, Almanlar tarafından işgal edilen Ege 
adaları ve Yunanistan'a karşı Kıbrıs yine kullanıldı. 
Bütün bu gelişmeler olurken Kıbrıs'taki Rumlar ve Ortodoks Kilisesi, adada Türk varlığını (ve Müslümanlığı) zayıflatmak için "doğal bir ortam" bulmuşlardır. Bu 
ortamı kullandılar. Lozan'da Kıbrıs'a ilişkin verilmiş olan kararlar da Rumların işine yarıyordu. 

* Hem Türk nüfusun azaltılması bakımından, 
* Hem de Türklerin ekonomik durumlarının zayıflatılması bakımından bu gelişmeleri kullandılar. 

1878'de nüfus ve ekonomik olarak egemen unsur olan Türkler, bu tarihten sonra zemin kaybetmeye başlamalarına rağmen direnç göstermişlerdir. 
Rumların adayı Yunanistan ile birleştirme çabaları (Enosis) 19) yüzyıla kadar gider. Bu hareketin öncülüğünü, hep Ortodoks Kilisesi yapmıştır. 
Kıbrıs Türkleri, adanın Anadolu'ya yakınlığı dolayısyla, dışardan yardım gelmese bile, kendi girişimleri ile destek sağlamışlardır. Zaten denizin karşı yakasında 
(Anadolu'da) çok sayıda Kıbrıslı Türk'ün yaşamakta oluşu, bu ilişkiyi doğal olarak sağladı. Akrabaları, bölünmüş aileler, gönüllü destek verebiliyorlardı. 
Kıbrıs'ta ilk Türk gazetesi 1889'da yayınlandı (Saded gazetesi). Türklerin İngiliz yönetimi ile olan ilişkilerinde de, Türk-Rum sorunları konuların başında  geliyordu.  Türk arazilerinin sistematik bir biçimde Rumlar ve İngilizler tarafından ele geçirilmekte oluşu, büyük sorunlar yaratıyordu. 
19.yüzyılın sonlarında Türkler, Rumların baskısını İngiliz yönetimine sürekli şikayet etmeye başladılar (1885). Türkler, Rumlarla eşitlik istiyorlardı; Rum 
baskısından yakınıyorlardı. Türkler bu tarihte (1885), Rum baskısına karşı mitingler düzünlediler. Rumların "Enosis" taleplerinden büyük rahatsızlık 
duyuyorlardı. 

Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan Savaşları nedeni ile güç durumda kaldığı yıllarda(1911'i izleyen yıllar), Rumlar adada Türkler üzerindeki baskılarını 
arttırdılar. 1911 yılında büyük bir miting düzenlediler. 
1912'de Rumların Türklere saldırdığını görüyoruz. Osmanlı İmparatorluğu'nun Trablusgarp'ta İtalya'ya yenilgisi, bunda önemli rol oynadı. 

Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Paris Konferansı dolayısıyla, Rumlar hem Enosis girişimlerini, hem de Türkler üzerindeki baskı ve saldırılarını 
yaygınlaştırdılar. Yenilen Osmanlı İmmparatorluğu parçalanırken Rumlar da, bir İngiliz sömürgesi konumunda olan Kıbrıs'ta Türklerin varlığını ortadan kaldırmak 
istiyorlardı. 

Rumların bu girişimlerine karşı ada Türkleri 10-12 Aralık 1918'de Lefkoşe Ulusal Türk Kongresi'ni topladılar. Ulusal Kongre'ye 190 delege katıldı. Kongre'de, 
adanın Yunanistan ile birleşmesine karşı çıkma kararı alındı. Adanın tekrar Osmanlı İmparatorluğu'na geri verilmesi isteniyordu. 
Kıbrıs Türklerinin siyasal örgütlenmesinde, 1924 yılında Kıbrıs Türk Cemaat-ı İslamiyesi önemli bir adımdır. Osmanlılık yerine Türk Cemaati ifadesi, yeni bir 
siyasal kimliği ortaya koyuyordu. Çünkü artık Anadolu'da, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. 

Adadaki bu girişim, Kıbrıs Türklerinin, Türkiye Cumhuriyeti eşgüdümünde bir değişime, gönüllü olarak girdiklerini gösterir.

Zaten 1919-1922 arasında Anadolu'daki Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında da Kıbrıs Türkleri Anadolu'ya destek girişimlerinde bulunmak için çaba göstermişlerdir. 
Anadolu'ya yaydım etmek çabası içinde bulunan Kıbrıs Türklerinin çoğu da İngiliz yönetimi tarafından tutuklanmışlardır. 

Kıbrıs'taki Türk gazeteleri, Anadolu devrimine yoğun destek veren yayınlar yaptılar, gönüllü kuruluşlar ise para toplamak için etkinliklerde bulundular. 
Anadolu'daki Türk-Yunan Savaşı, adanın bir İngiliz sömürge yönetiminde bulunmasına karşın, Türk-Rum çatışmaları biçiminde adaya yansımıştır. 

5) Lozan Sonrasında Kıbrıs Türkleri ve Bir Benzerlik 

Lozan antlaşması ile Kıbrıs'ın İngilizlere bırakılması adada Türklerin durumunu kötüleştirdi. Daha önce de belirtildiği gibi Türkleri adadan ayrılmaya zorlayan 
maddeler Lozan antlaşmasına kondu. Rum ve İngiliz baskısı ile çok sayıda Türk'ün adadan ayrıldığını görüyoruz. Adada kalanlar ise, İngilizler ve Rumlar 
karşısında direnmişlerdir. 

Bu arada, Lozan'daki "Musul Meselesi" ile 10-11 Aralık 1999 Helsinki Doruğun daki kararlar arasında ilginç benzerlikler ve paralellikler bulunmaktadır. 

Lozan'da Türkiye ve İngiltere'nin Musul konusunda anlaşamamaları, Lozan antlaşmasının üçüncü maddesine bir ekleme yapılmasına yol açtı. "Türkiye ve Irak (İngiltere) arasındaki sınır, anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra dokuz ay içinde, Türkiye ve İngiltere arasında görüşmeler yolu ile çözülecektir. Anlaşma sağlanamaması durumunda konu Milletler Cemiyeti'ne götürülecek ve orada çözüme kavuşturulacaktır". 

Bu ekleme, 10-11 Aralık 1999'da Helsinki Doruğu'nda, Türkiye'nin "koşullu adaylığına" getirilen "koşullları" anımsatmaktadır. Türkiye'nin önüne konan 
koşullarda dolaylı olarak; "Türk-Yunan sınır anlaşmazlıkları (Ege) 2004 yılına kadar görüşmeler yolu ile çözülemediği taktirde uluslararası kurumlarda (Lahey 
Yüksek Adalet Divanı) çözülecek" denmektedir. 

Bu koşul Kıbrıs için de şu şekilde yorumlanabilir; Türkiye'nin önüne, "Kıbrıs uyuşmazlığı çözülmese de, Kıbrıs'ın (Güney Kıbrıs Rum Yönetim) A.B.ye alınacağı" ifade ediliyor. Eğer Kıbrıs (GKRY), Kıbrıs adasının bütününü temsilen AB'ye alınabiliyor ise, KKTC (ve Türkiye) ile Kıbrıs'ta sınır uyuşmazlığı, AB'nin bir "iç sorunu olarak", AB tarafından çözüme götürülecek anlamına gelir. 
Avrupa Birliği'nin Kıbrıs'a ilişkin politikası ise, Ankara'daki yetkililerin (S.Demirel, M.Yılmaz, B.Ecevit) tarafından da 1990-1999 tarihleri arasında defalarca kamuoyu önünde açıkladıkları gibi tek yanlıdır. Bunu yalnız Türk yetkililer değil, B.M.Genel Sekreteri de net bir biçimde ortaya koymuştur; AB, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti'nin tam üyelik başvurusunu görüşeceğini açıkladıktan sonra Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Peres de Cuellar, "AB'nin bu tutumu 
bütün parametreleri değiştiriyor ve uyuşmazlığı daha da çözümsüz duruma sokuyor" demiştir. 

İnsiyatifin AB'nin "denetimine geçirilmesinden" BM.Genel Sekreteri bile rahatsızlık  duyuyordu. Çünkü Yunanistan AB içinde bulunduğundan ve AB'nin de o güne kadar olan Kıbrıs politikası Türkiye karşıtı olduğundan, Türkiye üzerindeki tek yanlı baskının daha da artacağı korkusu B.M.Genel Sekreterini bile 
korkutmuştu. 

Tekrar düne dönelim; Kıbrıs'ta Lozan'a karşın önemli bir Türk nüfusu kalmıştı. 1571'den beri adayı yurt olarak benimsemiş insanlardı. Lozan'daki olumsuz 
sonuçlara karşın adadaki varlıklarını sürdürmekte kararlıydılar. 
Yavaş yavaş siyasal örgütlenme gereğini duyuyorlardı. Anadolu'daki Kemalist devrim ve Cumhuriyet'in gelişmekte oluşu, Lozan'daki olumsuz kararlara rağmen Kıbrıs Türklerini cesaretlendirmişti. Yunanistan'ın Anadolu'daki yeni Türk Cumhuriyeti ile bir paralellik kurma ümidi doğmuştu. Ama İngiliz sömürgesi 
altında yaşamaktaydılar. 

1930 yılında yapılan yerel seçimlerde birlikte hareket ettiler. 1931 yılında Kıbrıs Türkleri Ulusal Kongresi'ni topladılar. 
Aynı yıl (1931), Rumların Enosis için yeniden hareketlenmeye başladığını görüyoruz. 

1942 yılında Dr.Fazıl Küçük'ün Halkın Sesi gazetesini yayın hayatına sokarak İngiliz sömürge yönetimine ve Rumlara karşı yeni bir ivme kazanılmasına yol 
açtı. Yine aynı yıl (1942) Katak (Kıbrıs adası Türk azınlığı kurumu) oluşuturuldu. Bu örgüt çevresinde bir dayanışma sağlandı. 
Katak hem İngiliz sömürgeciliğine, hem de Rumların Enosis isteklerine karşı direniyordu. Amaç, Kıbrıs'ta Türk varlığını sürdürmek ve Türk halkının haklarını 
savunmaktı. 

İkinci Dünya Savaşı boyunca Kıbrıs adası, İngiltere'nin bir askeri üssü olarak kullanıldı. Savaş dolayısıyla ilgi bu alana çekilmişti. Almanlar Ege adalarına 
ve Yunanistan'a kadar geldikleri için Türkler üzerindeki baskı hafiflemişti.Türkler içerde girişimlerini sürdürüyorlardı.1944 yılında Dr. Fazıl Küçük'ün öncülüğünde Milli Parti kuruldu. Bu parti adını daha sonra, Kıbrıs Türktür Partisi olarak değiştirdi. 

Yine bu yıllarda Türkler, işci örgütlenmelerine de gittiler. Amele Birliği (İşci Sendikası) kuruldu. Adı 1943'te Yapıcı ve Amele Birliği olarak değiştirildi. 
1945'te, Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Teşkilatı kuruldu. Tarım sektöründekiler de Türk Çiftçi Birliği'ni kurdular. 
Bu yıllarda Kıbrıs Türkleri arasında örgütlenme eylemlerinin arttığını görüyoruz. Ayrı ayrı kurulan örgütler 1949'da, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu 
adı altında toplandılar. 
Bu kurum uzun yıllar, Kıbrıs Türk halkının ayakta kalıp direnç göstermesinde çok önemli görevler üstlenmiştir. 

6) İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Rumların Artan Enosis Girişimleri ve Yanıt 

Savaş sonrasında İngiltere ve Yunanistan kazanan taraftaydılar. Bu durum Rumlar ve Atina açısından bir rahatlama sağlamıştı. 
1947 yılında Ege Türk karasularının yanıbaşında bulunan (Oniki) ada, İtalyanlardan alınıp Yunanistan'a verilmişti. 
ABD'den yardım beklentileri içinde bulunan Türkiye, bu karara tepki göstermemişti. Ayrıca sürmekte olan Sovyetler Birliği tehdidi Türkiye'nin 
pazarlık gücünü zayıflatmıştı. ABD desteği isteniyordu. 
Bu koşullar Kıbrıs'ta Rumlar'ın Enosis konusunda girişimlerini arttırmalarına yol açtı. İşin ilginç yanı, hem Ortodoks Kilisesi, hem de Rumların Komünist Akel 
Partisi, Enosis konusunda birbirleri ile yarış içindeydiler. 
1950'de Kıbrıs'ta, Rumların kendi içinde düzenledikleri "plebisit"te, Enosis'e %96 destek çıktı. Bu konuda kilise ve komünistler tam bir işbirliği içindeydiler. Rumlar arasında Enosis havası eserken Makaryos, kiliseye başpiskopos seçildi. 1955 yılında da, bir Rum terör örgütü olan EOKA kuruldu. 
Artık bir asker olan Grivas'ın başkanlığındaki EOKA yer altı örgütü, silâhlı eylemlerine başlayacaktı. Bu eylemlerde en önemli hedef ise Kıbrıs Türkleri idi. 
Kuruluş amaçlarında da belirtildiği gibi EOKA, adayı Türklerden temizlemek ve (Enosis)i gerçekleştirmek için kurulmuştu 1950'li yıllardaki yeni Rum girişimleri Türklerin adadaki durumunu daha da zorlaştırmıştı. Türkiye'deki kuruluşlar, gençlik örgütleri başta olmak üzere, Kıbrıs Türklerine destek vermeye başladılar. 
Rumların Enosis girişimleri karışsında Türkiye'nin sessiz kalması beklenemezdi. 
1947'de oniki adalar konusunda düşülen hatanın, yinelenmesi isteniyordu. 
Türkiye'de de, Kıbrıs Türklerine destek veren yaygın mitingler başlamıştı. Bu eylemlerde, gençlik örgütleri öndeydi. 
Rumların Türklere karşı artan baskısı ve "Enosis" girişimleri Kıbrıs Türklerinin de, silâhla karşı koyabilecek bir örgüt kurmalarını zorunlu kılıyordu. 
1957 yılında Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kemâl Tanrısever'in öncülüğünde Türk Mukavemet Teşkilâtı (TMT) kuruluyordu. TMT, Rumların ve EOKA'nın silâhlı saldırılarına karşı ada Türkleri'nin "korunmaları" amacı ile kurulmuştu. 
Saldıran değil savunmada olan bir örgüttü. 
Rumların "Enosis" tezlerine ve girişimlerine karşılık Kıbrıs Türkleri "taksim" tezini ortaya koymuşlardı. Adada artık, Rumların arkasındaki Yunanistan'a karşılık ada Türkleri'nin arkasında Türkiye kendisini göstermeye başlamıştı. 

7) Sömürgelerinden Çekilen İmparatorluk ve Ortada Duran Kıbrıs 

1950'li yıllar dünyanın yeniden biçimlendiği yıllardı. Bu biçimlenme içinde İngiliz İmparatoruğu da çoktan geri çekilme hareketlerini başlatmıştı. İki bloklu dünya'da Batı'nın önderliğini, kesin bir biçimde ABD üslenmişti. 
İngiltere eski İmparatorluk topraklarını gerçek sahiplerine, yerel halklara bırakırken sıra, kaçınılmaz olarak Kıbrıs'a da gelecekti. Ancak Kıbrıs'ta "iki 
halk" vardı; Türkler ve Rumlar. İki halk arasında, daha 19.yüzyıldan başlamış olan sorunlar yaşanıyordu. 
Doğu Akdeniz'deki koskoca Kıbrıs adası Türkiye'nin yanıbaşındaydı. 1571'den beri yerleşik ve köklü bir Türk toplumu oluşmuştu. Rumlar da ikinci ada halkını 
oluşturuyorlardı ve uzun yıllardan beri, Ortodoks Kilisesi'nin önderliğinde "Enosis" amacını güdüyorlardı. Enosis tezine karşılık, Kıbrıs Türklerinin 
yanında, Türkiye de ağırlığını koymaya başlamıştı. 
Adada, hem iki halk arasında sorunlar yaşanıyor, hem de, iki NATO üyesi ülke, Türkiye ve Yunanistan karşı karşıya geliyordu. 
Ancak İngiltere, hem adayı İngiliz Milletler Topluluğu içinde tutarak buradaki etkisini sürdürmek, hem de askeri üsleri kendine mal ederek korumak istiyordu. 
Göstermelik bir "muhtariyet" şemsiyesi altında böyle bir statünün hazırlığı içindeydi. 

1947-1958 döneminde, bu amacı gerçekleştirmek için çeşitli formüller oluşturulmuştu (8). Lord Winster Plânı(1947) Jackson Plânı (1948), l.Mac Millan 
Plânı (1955), Harding Plânı (1955), Rad Cliffe Plânı (1956), 11.Mac Millan Plânı (1958), Spaak Plânı (1958) bunlar arasındaydı. 
İngiliz yönetimi boyunca, baskılarla adadan ayrılan Türk nüfus sonucu Rumlar çoğunluk durumundaydılar ve Rum çoğunluğa göre, yapılacak bir "plebisit", kesin olarak "Enosis" sonucunu doğuracaktı.Sorun Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında, aşılması çok zor bir duruma gelmişti. Rumlar Enosis peşindeydiler; 
Türkiye bunu kabul edemezdi, İngiltere ise adadaki stratejik çıkarlarını korumak istiyordu. Üç tarafı ve adadaki iki halkı tatmin edecek ortak bir çözüm çok zordu.


Üç ülke arasında ilk konferans 1955'de Londra'da yapıldı. Türkiye, her iki halkın ayrı ayrı self-determinasyonunu (kendi geleceğini belirleme hakkını) savunurken Yunanistan, bütün ada için ortak bir self-determinasyon görüşünde ısrarlı idi. Yunan tezi, Rum çoğunluğu dolayısıyla, Enosis'e açılan bir kapı oluyordu. Londra'da bir sonuç alınamadı, 

İKİNCİ BÖLÜM 

1960 ve Sonrası.,

1960 öncesi yıllarda Kıbrıs Türk halkının kendi self-determinasyon hakkkını ısrarla savunması "Enosis" yolunu kapamıştı.Yunanistan'ın Enosis'e götüren 
yolları açmaya çalışması Türkiye ve Yunanistanı karşı karşıya getirmişti. İki ülke de NATO üyesiydi ve soğuk savaşın tırmandığı yıllar yaşanıyordu. 
ABD, İngiltere'nin yanında devreye girdi. Artık yeni bir formül aranıyordu. Bu formül şu ögeleri içermeliydi: 

* Ada üzerinde Türkiye ve Yunanistan arasında denge sağlanmalıydı. 
* İngiltere'nin stratejik çıkarları korunmalı idi. 
* Ada, Batı Bloku'nun (Türkiye-Yunanistan-İngiltere) denetimi dışına çıkmamalıydı. 
* Adadaki Türk ve Rum halklarının güvenceleri, Türkiye ve Yunanistan tarafından sağlanmalı idi. 

Kıbrıs'ta tarihsel bağlarla anavatanlarına bağlı iki halkın (Türk ve Rum halkının) bulunması, imparatorluğu tasfiye yoluna giren İngiltere'nin bir bakıma, "kendi hükümranlık (garantörlük) haklarını Türkiye ve Yunanistan'a devretmesi (paylaşması)" zorunluluğunu ortaya çıkarıyordu. 
Bu konuda en sağlıklı değerlendirmeyi, bölgeyi çok iyi tanıyan İngiliz araştırmacı ve tarihçi Dr.Andrew Mango yapmıştır. Kendi ifadesi ile; "Bugün (2000) Kıbrıs'ta bir Türk Devleti'nin bulunması, İngiltere'nin geri çekildiği topraklardaki Türk halkının ve varlığının korunması içindir" demektedir(9). 
Dr.Mango Kıbrıs konusunu dünyada en iyi bilen 2-3 araştırmacıdan birisidir. 
Kendisi, bu konudaki 40 yıllık birikimi ile bu doğru sonuca varmıştır. Dr.Mango'nun bugün (2000) vardığı bu sonuç, 1960'lara yaklaşırken henüz açık 
olarak "telaffuz" edilmiyor ama "realpolitik" olarak el yordamı ile hissedilebiliyor du. İngiltere İmparatorluk topraklarını terkederken bu toprakların "gerçek sahiplerine" devredilmesi sıkıntıları, 1950'li yılların sonlarında Kıbrıs'ta, 
hem de iç çatışmalarla birlikte kanlı bir biçimde yaşanmaktaydı. Zürih ve Londra konferansları, hem adada, hem de Türkiye ile Yunanistan arasında, "yeni dengeleri" yerli yerine oturtmak için yapıldı. 


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder