Demirel-Denktaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Demirel-Denktaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2019 Çarşamba

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 8

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 8


Son Gelişmeler ve Kıbrıs.,


1) Helsinki Doruğu ve Kıbrıs.

Helsinki doruğunu iyi görebilmek ve anlayabilmek için 1995-1999 döneminde, 

* AB'nin Türkiye ve Kıbrıs Politikasını 
* Ve Yunanistan'ın Türkiye ve Kıbrıs politikasını incelemek gerekir. 

a. AB'nin Türkiye ve Kıbrıs Politikası 

A.B. Türkiye'yi "Gümrük Birliği anlaşması ile tek yanlı bağlarken, AB ile GKRY arasında tam üyelik görüşmelerini başlatmak istiyordu". AB(ve Yunanistan), 
1995'te Ankara'daki hükümetin gösterdiği zaaf sonucu, "iki avantajı da birlikte sağladı". 

Ancak AB'nin (ve Yunanistan'ın) ummadıkları bir şey oldu; İşin perde arkası açığa çıkmaya başlayınca Milli Güvenlik Kurulu ise el koymuş ve arkasından da 28 Aralık 1995 Demirel-Denktaş deklarasyonu, hükümete rağmen gelmişti. Türkiye, AB'nin Kıbrıs'ı içeri alma operasyonunu engelliyordu. AB işin üzerine fazla gidemedi. Çünkü haksızdı, hukuk dışına çıkıyordu. Buna rağmen girişimlerini sürdürdü Yunanistan da Türkiye'nin bu konuda, "son anda sağlam durma kararından" hiç memnun olmamıştı. 

AB 1997 Lüksemburg doruğunda Türkiye'ye karşı "samimi davrandı ve gerçek düşüncelerini ortaya koydu". Ancak büyük bir hata yapmıştı; Türkiye'yi 
uyandırmıştı. 
* AB Türkiye'yi içine almayacaksa Gümrük Birliği niye imzalanmıştı? Türkiye boşu boşuna mı tek yanlı bağlanmıştı. 
* 1.1.1996'dan itibaren Gümrük Birliği'nin olumsuz etkileri dağ gibi çökmüştü; 
AB ile dış ticaret açığı patlamıştı, yatırım gelmiyordu, Türkiye'nin üçüncü ülkelerle ilişkileri ipotek altına alınmıştı, iş çevrelerinin eli-kolu bağlanmıştı. AB söz verdiği para yardımını yapmıyordu. 
Bu gerçekler gün ışığına çıktığı gibi AB'nin "Türkiye üzerinde baskı yapma olasılığı da kalmamıştı" Türkiye nasıl olsa AB'ye alınmayacaktı, onun için de 
AB'nin istekleri (dayatmaları) geçerli değildi. 
* AB artık Kıbrıs konusunda "bastıramazdı". 
* Diğer Türk-Yunan ilişkilerinde (Ege) ödün isteyemezdi. 
* Güneydoğu konusunda dayatma yapamazdı. 1977'de Türkiye'yi içine alamaycağını açık olarak göstermekle AB elindeki "kozları kaybetmişti". Açık ve samimi davranması Avrupa'ya pahalıya patlamıştı. Üstelik Türk-Amerikan ilişkileri "stratejik ortaklığı" doğru gidiyordu. Almanya, Fransa, İtalya bundan hoşnut değildiler, ABD Türkiye ve yakın çevresine tamamen yerleşiyordu. 
AB taktiğini değiştirmeli ve Türkiye'ye "umut vermeli idi" O zaman kaybetiği kozlar yeniden AB'nin eline geçecek, Türkiye geleceğinin Avrupa'da olduğuna 
inanacak ve "Avrupa perspektifi" oluşacaktı. Türkiye'ye "sen adaysın" diyerek umut vermenin AB'ye getireceği hiçbir yükümlülük ve sorumluluk da yoktu. 
Öte yandan 1995'te kurulan Gümrük Birliği düzeni, Türkiye'yi tek yanlı AB'ye bağlı kılıyor ve AB için "ideal" bir yapılanma yaratıyordu. Türkiye'nin adaylığı 
kabul edilince, 1995'te kurulan bu yapıyı çok uzun yıllar sürdürme olanağı doğuyordu. 

AB bu yaklaşım içinde, 1999'da Türkiye'ye ilişkin politikasını değiştirdi ve aday yapmaya karar verdi. Bu arada önlenmini de aldı; Ekim 1999'da AB Komisyonu 
genişleme raporunda "adaylığın" statüsünü aşağı indirdi. 
* Adaylık, otomotik görüşme sürecine başlamayı gerektirmez 
* Aday ev ödevini yapsa da, "AB'ye girişi AB'nin iç dengelerini bozuyorsa yine de içeri alınmaz" diyerek, sanki Türkiye'nin adaylığına göre hazırlanmış yeni 
"genişleme politikasını" açıkladı. Bu "ayrıntılar" Türkiye'deki medyada ne yer aldı, ne de tartışmaya açıldı. 

b. Helsinki Öncesi Yunanistan'ın Türkiye Politikası Mayıs 1999'da AB Ankara'ya sıcak mesajlar (mektuplar) göndermeye başladı. 
Arkasından Öcalan krizi patlak vermişti ve Atina suçüstü yakalanmıştı. PKK ve Öcalan Atina'dan her türlü destek almışlardı. Öcalan'ın ağzından kamuoyuna 
açıklandı. 
Atina'da AB'nin politikası paralelinde Ankara'ya sıcak mesajlar göndermeye başladı. Hükümet hem dış, hem de iç (bazı büyük sermaye çevreleri) telkinlerle 
Atina'yı Öcalan konusunda köşeye sıkıştırmak yerine dostluk mesajına olumlu yanıt verdi. 
Atina hem suçluluktan (köşeye sıkıştırılmaktan) kurtuluyor, hem de AB'nin yeni Türkiye yaklaşımı beraberinde, önce Kıbrıs sonra da Ege konusunda ödün 
sağlamayı umut ediyordu. Ve arkasından deprem felâketi geldi. Toplumsal psikoloji açından ortam çok uygundu. Ödün sağlama olanağı artıyordu. 
Bu ortam içinde başlayacak Helsinki doruğu öncesinde, Atina AB'nin diğer 14 tam üyesi ile pazarlığa oturdu. Türkiye'nin adaylığı konusunda veto'yu kaldıracaktı ama karşılığında Kıbrıs ve Ege konusunda ödün istiyordu. 

Ödün Neydi? 

a. Kıbrıs uyuşmazlığı çözülmese de GKRY (Kıbrıs Cumhuriyeti) AB'ye tam üye yapılacaktı. 
b. Ege konusunda iki taraf anlaşamazlarsa Lahey'e gidilecekti. 10-11 Aralık 1999 Helsinki doruğunda Türkiye 13) adaydır denirken, aynı metin içinde koşullar 
sıralanıyordu. Ankara'ya "sen ancak bu koşulları kabul edersen aday olabilirsin (kalabilirsin)" dayatması getiriliyordu. 

Başbakan Ecevit Helsinki öncesinde 1 hafta boyunca hemen her gün "adaylık koşullu gelirse kabul etmeyiz" dedi. Ancak koşullu gelen adaylığı, bazı iç ve 
dış çevrelerin baskısı ile kabul etti. Ve bütün bunlar, Amerika'da Denktaş-Klerides dolaylı görüşmeleri sürerken oldu. Dolaylı görüşme tarihi de 
önceden Helsinki'nin birkaç gün öncesine takvimlenmişti. Amaç açıktı, baskı yaratıp ödün almak istiyorlardı. 

AB Helsinki'de Türkiye'nin karşısına , "ya Kıbrıs ve Ege'de ödün, ya da AB adaylığı" diye geldi.AB (ve Yunanistan) istediğini aldı. 
Başbakan Ecevit basına sürekli olarak, "Bizim Kıbrıs politikamızda bir değişiklik yok ve olmayacak" dedi. Ancak bu tutumunu bir (nota) ile AB'ye 
bildirmedi. AB 1995'de Ankara hükümetine oynadığı oyunun aynını 1999'da bu sefer Ecevit hükümetine oynuyordu. 

Yunanistan'ın 1999 Ağustosundan 1999 Aralık sonuna kadar Türkiye'ye karşı dostluk ifadelerine rağmen, izlediği politikanın hiç değişmediğini şunlardan 
anlıyoruz: 

* Başbakan Smitis müteaddit defalar (en az 5 defa) Kıbrıs politikalarının değişmediğini ve hiçbir değişiklik de yapılmayacağını açıkladı. 
* Aynı ifadeler Papandreu tarafından Yunanistan, Türkiye ve GKRY'de tekrarlandı. 
* Yunanistan GKRY'de askeri manevralarını 1999 sonbaharında da sürdürdü. Savunma bakanı, Türkiye'ye ağır ifadelerle saldırdı. 
* Yunanistan Cumhurbaşkanı Kıbrıs ve Ege konularında Türkiye'yi suçlayan açıklamalarda bulundu. 
* Ağustos 1999'da Yunan Meclisi, belirli bir günü, Türklerin Rumlara karşı soykırım günü ilân eden kararı aldı. 
* 1999 sonbaharında, BatıTrakya Türklerine yönelik saldırılar yapıldı. 
* 1999 Sonbaharında Yunanistan'dan Ermenistan'a gizlice silâh taşıyan bir Yunan kargo uçağı tespit edildi. 

Yunanistan vitrinde dostluk havası estirirken, mutfakta bildiği eski politikasını yürütüyordu. Ellerindeki en önemli silâh da, arkasında bazı 
işadamları bulunan bazı Türk medya çevrelerinin, Atina'nın bu tutumuna alet olmaları idi. 

Yayılmak istenen hava şuydu; Kıbrıs, Türk-Yunan dostluğunu önlüyor, Türkiye ödün verirse hem dostluk kurulur, hem de Türkiye AB'ye girer. Yakın gelecekte "bu mesajın" ne kadar yanlış olduğu ve Türkiye'nin ulusal çıkarlarına ne kadar zarar verdiği görülecektir. 
Türkiye'nin AB'ye aday olmasından sonra ortaya çıkan gelişmeler, yukarıdaki değerlendirmelerin geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. 

Şöyle ki; 

a. AB, Türkiye dışındaki ülkelerle tam üyelik görüşmelerine başlayacağını Şubat 2000'de açıkladı. Bulgaristan, Romanya, Slovakya, Polonya, GKRY gibi adayların 
hepsinin adı geçiyordu ama Türkiye'nin adı yoktu. Türkiye, AB'nin tam üyelik görüşmelerine başlayacağı ülkelerin bir çoğundan çok daha ileri düzeydeydi. 

Helsinki'nin hemen ertesinde, AB'nin genişlemeden sorumlu komisyonun başkan yardımcısı Brüksel'de basına yaptığı açıklamada şunları söylüyordu, "Türkiye 
sadece adaydır, üyelik konusunda hiçbir garanti bulunmuyor, biz zaten Türkiye'yi, Avrupa'ya gücenmesin diye aday yaptık Bu çok önemli açıklamaya da maalesef Türk medyasında yer verilmedi. 

b. AB ülkeleri, geçen yıl kararını NATO'dan çıkarttıkları ve Batı Avrupa Birliği (BAB)'ın yerini alacak savunma örgütü Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimligi'ne 
Türkiye'yi almama kararı verdiler. Bu karar 2000 yılının ilk haftaları içinde Brüksel'de çıktı. 

c. Helsinki doruğundan Mart 2000'e kadar AB ülkelerinin birçok hükümet yetkilisi, iktidar ve muhalefet partileri yöneticileri, sendikaları, Türkiye'nin 
ileride de tam üye yapılmayacağı konusunda çok sayıda değerlendirme yaptılar. 

Bunlar ajans haberlerinde yayınlandı. 

Helsinki'de Türkiye'nin adaylığı, AB'nin Türkiye'ye karşı elinde tutuğu kozları kaybetmemek ve bazı iç ve dış politika konularında baskı yapıp ödün sağlamak 
için bir düzenlemedir. Bunlara Kıbrıs da dahildir. Geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde AB'nin Türkiye'ye yer vermesi, AB için çok büyük siyasal, 
ekonomik, sosyal ve kültürel bedel getirmektedir. AB'nin bu büyük bedele katlanmak için hiçbir akılcı nedeni yoktur(21). 

AB Türkiye'den alacağı herşeyi 6 Mart 1995 belgesi ile almıştır. Hem de hiçbir yük altına girmeden. 

2) Kıbrıs Türkiyesiz AB'ye Girerse Sonuç Ne Olur? 

G.K.R.Y.ile A.B.arasında tam üyelik görüşmeleri, 2000 yılı itibarıyla sürmektedir. Ortada duran olasılıklar şunlardır; 
a. AB birkaç yıl sonra G.K.R.Y.ni Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tam üye yapabilir. 
b. Türk ve Yunan tarafları aralarında anlaşırlar ve girerler. Bu durumda anlaşmanın "biçimine" bakmak federasyon mu, konfederasyon mu olduğunu görerek değerlendirme yapmak gerekir. 
a. AB'nin GKRY'ni tam üye yapması durumu, AB halen GKRY ile sürdürdüğü görüşmeleri, iki taraf anlaşma sağlamadan AB'ye tam üye yaparsa bunun doğuracağı sonuçlar nelerdir? 

* AB GKRY'ni aldığı taktirde, adayı fiilen bölmüş ve iki devletli yapıyı meşrulaştırmış olur. Ancak AB bugün, uluslararası anlaşmalara aykırı bir 
biçimde, GKRY'nin Kıbrıs Cumhuriyeti olarak (kağıt üzerinde) kabul etmektedir. 
Bu durum da GKRY AB'ye girdiğinde, KKTC'nin bulunduğu bölge de AB tarafından GKRY'nin (Kıbrıs Cumhuriyeti'nin) bulunduğu bölge de AB tarafından GKRY'nin (Kıbrıs Cumhuriyeti'nin) bir parçası olarak mütâlaa edilecektir. Bu değerlendirmenin pratikte, realpolitik olarak "hiçbir anlamı yoktur." Çünkü KKTC 
kendi sınırları içinden egemen, bağımsız ve bütün devlet kurumları ile hayatta dır. Öte yandan Türkiye, kendisinin KKTC'yi güvence altına aldığını, 
T.B.M.M.kararları ile, Cumhurbaşkanları deklarasyonları ile, Hükümet kararları ile, M.G.K.kararları ile ortaya koymuş ve dünyaya ilân etmiştir. AB GKRY'ni, Türkiye'nin "ortaya koyduğu bu pozisyonunu bile bile almış olacaktır". 
Bu durum kağıt üzerinde Türkiye ile AB'yi karşı karşyıya getirmiş olsa da kozlar Türkiye'nin ve KKTC'nin elindedir. 
25 yıldır oluşmuş bir yapılanma vardır ve fiilen adada iki devlet bulunmaktadır. AB ancak, Türkiye'nin, "AB'ye adaylık statüsü içinde bulunmasından dolayı", 
diplomatik baskı yapma olanaklarına sahiptir. Zaten 10-11 Aralık 1999 Helsinki doruğunda Türkiye'nin AB'ye aday yapılmasının önemli nedenlerinden birisi de 
budur. Türkiye'ye "kağıt üzerinde" AB perspektifi vermek, AB perspektifinin diğer konulara (ve Kıbrıs'a) önceliğini sağlamak, Türkiye'nin KKTC'nin varlığını 
sürdürme direncini kırmak. 
Türkiye ile AB (ve Yunanistan) arasında yeni bir diplomatik çekişme süreci başlar ve bu çekişme zaman içinde azalarak sürer. Burada herşey, Türkiye'nin ve 
KKTC'nin "kararlığına bağlı olur". Türkiye ve KKTC'de zaaf gösteren yönetimler ortaya çıkarsa bu direnç zayıflar. Zaten AB'nin (ve Yunanistan'ın) uzun vadede 
projeksiyonları bu olasılık üzerine oturtulmuştur. 
b. Türk ve Rum tarafları bir çözüm üzerinde anlaşırlar ve bu formül altında Kıbrıs AB'ye girer. Bu olasılık iki ayrı başlık altında inclenmek zorundadır; 
Birincisi, iki tarafın ayrı egemenliklerini öngören bir çözümdür. Türk tarafı da, Rum tarafı da karşılıklı olarak birbirlerini "egemenlik haklarına saygı gösterirler. Ayrı egemenliğin tanınması pratikte, iki ayrı devletin, iki taraf arasında mutlak "eşitliğin" bulunduğunun kabulü anlamına gelir. 
Bu durumda da uzlaşmanın çatısı, "konfederasyon" formülünde kurulmuş olacaktır. 
Bu Kıbrıs konfederasyonu, Türkiye'nin içinde bulunmadığı AB'ye üye olur ise, Türkler bakımından sorun yine de çözülmüş olmaz. Çünkü Türk tarafı 
"konfederasyon içinde ayrı egemenliğe sahip bir taraf olsa bile", AB içindeki konumu farklı olacaktır.Türk tarafının, "konfederasyonu oluşturan egemen 
taraflardan birisi olması", Türk tarafına, AB içindeki siyasal yapılanma sisteminde, "herhangi bir tam üye gibi, AB mekanizmaları içinde bağmsız hareket etme, yetki kullanma olanağı sağlamaz". AB sistemini içtihatlarla yürüten organlar ve birimler şunlardır. 

* AB Parlamentosu 
* AB Bakanlar Konseyi 
* AB Komisyonu 
* Ve tam üye bulunan "ülkeler" 

Türk tarafı "konfederasyonun egemenliği bulunan bir tarafı" konumundadır. 
Bağımsız bir devlet değildir. Türk tarafı bağımsız olarak oy kullanamaz, veto hakkı yoktur. Örneğin, Belçika içindeki Valon veya Flamanların konumundadır. 
AB, "ev içi işlerini" içtihatlarla (organların aldıkları kararlarla) yürüttüğü için AB organları, konfederasyon içindeki bir taraf aleyhine, "yeni kararlar" alabilir.  AB'ye konfederasyon olarak girişte, Türk tarafına ve Türkiye'ye "güvenceler" verilmiş olsa bile, bu güvenceler "uluslararası anlaşma" niteliği 
taşıyamaz. Çünkü AB ilerde şöyle diyebilir; 
"Bu benim evimin içindeki bir hadisedir. Bu konfederasyonun iki ayağı da AB egemenlik (tasarruf) alanı içindedir. Yeni bir karar aldım ve şöyle değişiklik 
yaptım" diyebilir Bu sistem Türkiye AB gümrük birliği sürecinde işletildi; AB 1995'de Türkiye ile malî yardım konusunda bir belge imzaladı. Ve bu belge ile Türkiye'ye yardım taahhüdü altına girdi. Hemen arkasından da; "Ne yapayım, içerdeki bir ülke (Yunanistan) bu paranın verilmesini veto etti, parayı veremem, benim sistemim böyle çalışıyor" dedi. 
Aynı şey, Türk tarafına ve Türkiye'ye "verilebilecek güvenceler" için de geçerli olacaktır". ''Güvence var ama üyemiz bu güvencenin çalıştırılmasını veto etti" 
diyebilir. Buna bile gerek kalmadan, yetkili organları güvenceyi kaldıran başka bir karar alabilir. AB'nin gerekçesi ise; "Bu benim iç sorunumdur. İç sorunlarda 
organlar her türlü karar alabilirler, AB'de işler kararlarla (içtihatlarla) yürür" diyebilir. 

AB bunu dediği zaman da, kendi sistemi içinde "hukuken haklıdır". Aynen 
Türkiye'ye, altında imzası bulunan yardımı vermemesi gibi. 
Federasyon formülü; Türk ve Rum tarafları konfederasyon yerine federasyon çatısı altında AB'ye giriyorsa, bu da ikinci durumu meydana getirir. Burada tarafların "egmenlik hakları" da yoktur. Taraflar topluluk (cemaat) konumundadırlar. İki tarafın aralarında anlaştıkları "federasyon formülü" çok dengeli, iki tarafın karşılıklı çıkarlarını koruyan bir biçimde bulunabilir. Ancak bu federasyon AB içine girince durum değişir. Örneğin, "Rumlar biz bu federasyon da çoğunluğu oluşturuyoruz, çoğulcu ve üniter bir yapı kuruyoruz" diye dayattıkları zaman; Rumların artık 1963'te yaptıkları gibi, bu işi zorla ve silâh yolu ile gerçekleştirmelerine de gerek kalmayacaktır. AB organlarının ve Kıbrıs federasyonunun oluşturan bir tarafın (Rum tarafı) isteği ile bu amaca kolayca ulaşılır ve federasyonun bir tarafı olan Kıbrıslı Türkler, hukuken ve fiilen 
"azınlık" statüsüne düşürülebilir. Bu iş, "AB"nin bir iç sorunu olarak mütalâa edilir. 

Türkiye'nin "dışardaki üçüncü bir ülke olarak" ne konfederasyon formülünde, ne de federasyon formulünde bir söz ve müdahale hakkı olmayacaktır. Yanıt çok 
basittir; Bu iş AB'nin iç sorunudur. Dışardakileri ilgilendirmez. 

* Kıbrıs Türklerinin (KKTC'nin) AB içinde kendi hakkını AB sistemi çerçevesinde koruyabilmesi için; KKTC'nin ayrı bir ülke olarak AB'ye tam üye olması gerekir. 
Bu durumda bile fiili olarak durumunu koruyamaz. Sınırlar kalktığı için KKTC bölgesi, Rumların ve Yunanlıların ekonomik, sosyal ve kültürel işgali altına 
girer. Kıbrıs Türkleri de AB içinde değişik bölgelere yayılmış ve kaybolmuş "fiili bir azınlık" olur. 

Türkiye AB dışında iken ne konfederasyon, ne de federasyon formülü Kıbrıs Türklerinin eriyip koybolmasını engelleyemez. 
Türkiye AB içine girmiş olsa tek gerçekci formül şudur; 

* Konfederasyon çatısı altında Türkler ve Rumlar AB'ye girerler, 
* Veya Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum devletleri olarak AB'ye girerler, 

Ancak Türkiye AB dışındadır ve dışında da tutulacaktır. İşte bu nedenle AB ve Yunanistan, "üniter ve tek bir Kıbrıs'ın AB'ye sokulmasını" ısrarla 
istemektedirler. AB eğer Türkiye'yi yarın içine almaya niyetli olsa şunu diyebilirdi; 

"Bugün Kıbrıs uyuşmazlığını çözmeye gerek yok, iki devlet yan yana barış içinde yaşasın; birkaç yıl sonra Türkiye AB'ye tam üye olurken fedrerasyon veya 
konfederasyon, hatta ayrı ayrı iki devlet olarak Türkleri ve Rumları AB'ye alırız".Türkiye, Yunanistan ve adadakiler, AB çatısı altında birlikte barış 
içinde yaşarlar." 
Ama AB bunu diyemiyor çünkü Türkiye yarın da AB içine alınmayacak; geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri içinde Türkiye bulunmayacak. Neden? Türkiye girince 
AB kaybediyor ve tek kazanan taraf Türkiye oluyor.Bunun nedeni şu; Türkiye'nin AB'ye sosyal, politik, ekonomik ve kültürel bedeli olağanüstü yüksek. Hiç neden 
yokken, AB bu olağanüstü bedeli yok etmek istemiyor. AB içindeki toplumsal demokrasi de, kültür dokusu da bunu gerektiriyor. 
Zaten AB'nin Kıbrıs'a ilişkin politikası ile, "görünürde Türkiye'ye söyledikleri arasındaki çelişki", AB'nin gerçek Türkiye politikasını bir turnusol kağıdı gibi 
ortaya seriyor. 

3) Gerçek Barış Nasıl Sağlanır.,

Kıbrıs'ta Türk ve Rum tarafları arasında üzerinde iki tarafın da anlaşabileceği bir barışın sağlanabilmesi için böyle bir anlaşmanın şu sonuçları yaratacak 
nitelikte olması gerekir. 
a. Adada iki tarafın (iki devletin), bir diğeri üzerinde egemenlik ve üstünlük yaratabileceği bir sonuca, uzun dönemde de yol açmamalıdır. 
b. Ada üzerinde ve Ege'de Türkiye ve Yunanistan arasında "dengeli ve adil" bir sonuca ulaşılmalıdır. 

a. Ada üzerinde iki tarafın bir diğeri üzerinde egemenlik ve üstünlük yaratabilecek sonuçların üzun dönemde de ortaya çıkmaması için; 
a.1) İki tarafın da ayrı ayrı egemenlik" haklarının bulunması 
a.2) İki bölgeli yapılanmanın (veya iki devletli yapılanmanın) karşılıklı olarak kabul edilmesi 
a.3) Türkiye ve Yunanistan'ın adanın bütünü üzerinde "etkin garantörlük" haklarının ve fiili durumunun bulunması gerekir. 
b. Türkiye ve Yunanistan'ın Ege'de dengeli ve adil bir çözüme ikili görüşmeler yolu ile varmaları Kıbrıs'taki iki devletin aralarındaki ilişki düzenini 
doğrudan doğruya ilgilendirdiğini görmek de gerçekci bir yaklaşım olur. Türkiye ve Yunanistan'ın Ege'deki sorunu çözmüş bulunmaları Kıbrıs'ı doğrudan doğruya 
etkiler. Ege'de sorun sürüyorsa; 

* Bu Kıbrıs'ta iki devlet arasındaki ilişkilere de yansır 
* Kıbrıs'ta iki taraf arasında çözüm olur Ege'de bir sonuç alınamaz ise, 

Kıbrıs'taki durum, her an bozulmaya hazır bir risk taşır. 
Kıbrıs'ta denge ve Ege'de denge sorunları birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. 
Türkiye ve Yunanistan, Kıbrıs ve Ege'de eş-zamanlı olarak uzlaşma zorunluluğu vardır. Çünkü Kıbrıs'taki uyuşmazlık, "Kıbrıs'taki Türk ve Rum tarafları 
arasında olduğu kadar, Türkiye ve Yunanistan arasındadır da." 

Kıbrıs ve Ege'de Anlaşmanın Gerekleri 

Türkiye'nin ve Yunanistan'ın Kıbrıs ve Ege'de uzlaşabilmeleri için "iki ülkenin siyasi iradeleri yanında ve bundan da "önemli"olarak, A.B.nin ve ABD'nin Türkiye ve Yunanistan ile "ilişkileri" söz konusudur. Çünkü, Yunanistan'ın Kıbrıs ve Ege'de uzun yıllardan beri sürdürmekte olduğu "üstünlüğü ele geçirme" 
politikasının arkasında, A.B.nin ve ABD'nin Yunanistan'a verdikleri "destek" yatmaktadır. 
Yunanistan, AB'nin ve ABD'nin "kendi arkasında bulunduğunu" gördüğü ve hissetiği sürece, Kıbrıs'ta ve Ege'de "üstünlüğü ele geçirme çabalarından ve 
politikalarından" hiçbir zaman vazgeçmeyecektir. 
Helsinki doruğu öncesinde ve sonrasında Yunanistan'ın Türkiye ile "dostluk görüntüsü" vermesinin arkasında", bu üstünlüğü sağlamak için AB desteğinin de 
kendi arkasında bulunmasında yatmaktadır. Gerçekler ortaya çıkmaya başladıkça, bu yolun da bir çıkış yolu olmadığını A.B.de sonunda anlayacaktır. 
Çünkü Türkiye'nin, Kıbrıs'ta ve Ege'de, "Yunanistan'a üstünlük sağlaycak bir çözümü" kabul etmesi söz konusu değildir. 
Kıbrıs'ta çözümün sağlanabilmesi için, AB'nin ve ABD'ninTürkiye ve Yunanistan'a eşit uzaklıkta durmaları ve Türkiye'ye dış baskı uygulamamaları gerekir. Bu 
yapılabilirse, Yunanistan ve Rumlar, "Türkiye ve KKTC ile,adil ve dengeli bir anlaşmadan başka çözüm kalmadığını" görürler ve kendilerine üstünlük sağlayacak çözümlere bel bağlamaktan vazgeçerler. 
Tarihte de, Batı'nın Yunanistan'ın arkasında durmadığı dönemlerde Türk-Yunan ilişkileri adil ve dengeli bir biçimde yürümüştür. 
Bundan önceki bölümlerde, yakın geçmişte yaşanmış olaylarla ilgili açıklamalar, bu görüşü doğrulamaktadır. 
2000 yılının başında "aldatıcı bir iyimserlik havası" özellikle yaratılmış bulunmaktadır. Yunanistan'ın "dostluk adı altında" Kıbrıs'ta ve Ege'de üstünlüğü 
AB desteği ile elde etme" çabaları sürmektedir.Türk kamuoyuna "enjekte edilmeye çalışılan ortam",Yunanistan'ın bu üstünlük sağlama politikasına yardımcı olmaktadır.Türkiye'nin AB'ye "adaylığı" formülü altında, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını koruma direncinin kırılabileceği varsayımına dayandırılan bu 
politika, zaman geçtikçe yerini gerçeklere bırakacak ve bu gerçeklerin, "gösterilmek istenenden çok farklı olduğu" anlaşılacaktır. 

O zaman yeniden başlangıç noktasına dönülecektir.Bugün temel politika, AB'nin Yunanistan tarafında yer alarak, Yunanistan'ın Kıbrıs ve Ege'de üstünlüğü ele 
geçirmesi politikasına oturtulmuştur. AB'nin bu hatasını zaman geçirmeden görmesi gerekir. 

Aksi halde Türkiye-AB ilişkileri de bundan büyük zarar görecektir. 

KAYNAKLAR 

1) Dr.Cosmos Megalommatis, "Turkish-Greek Relations", Cyprus Foundation, 1994 
2) Kıbrıs Rehberi, TTOK, İstanbul, 1994. 
3) 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, Sabahaddin İsmail, KKTC, Lefkoşe, Kastaş Yayın, İstanbul 1998. 
4) Kıbrıs'ta Gaspedilen ve Yitirilen Türk Tapu ve Arazi Hakları, M.Haşim Altan, KKTC, Başbakanlık, Lefkoşe, 1999. 
5) Kıbrıs'ta Hristiyanlaştırma ve Rumlaştırma Hareketleri, M.Haşim Altan, KKTC, Girne 1997. 
6) Atatürk Devrimlerinin Kıbrıs Türk Toplumuna Yansıması, M.Haşim Altan, KKTC, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1997. 
7) The Western Question in Greece and Turkey, Arnold J.Toynbee, Londra, 1923 
8) Sabahaddin İsmail, a.g.e. 
9) Dr.Andrew Mango, "Atatürk" P.538, John Murray Ltd, London, 1999. 
10) Dr.V.D.Volkan and Norman ltzkuwitz, "Turks and Greeks", The Eothen Press, England, 1994. 
11) Dr.Christian Heinze, "The Cyprus Conflict, Lefkoşa, 1997. 
12) Prof.Dr.Richard A.Patrik, "Political Geography and Cyprus Conflict", Ontario, 1976. 
13) Rauf Denktaş, "The Cyprus Triangle, K.Rustem and Brother, London, 1988. 
14) Rauf Denktaş, Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-1974, Boğaziçi Yay., İstanbul. 
15) Dr.Andrew Mango, a.g.e. 
16) Dr.Andrew Mango, a.g.e. 
17) Dr.Andrew Mango, a.g.e. 
18) Rauf Denktaş, The Cyprus Triangle, K.Rustem and Brother, London, 1988. 
19) T.Tülümen, "İran Devrimi Hatıraları", İstanbul, 1998. 
20) Dr.Christian Heinze, "Cyprus 2000" München, 1999. 
21) Erol Manisalı, "Bıçak Sırtındaki Dünya ve Türkiye" Cumhuriyet Yayınları, İstanbul 1998. 

***

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 7

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 7



Ama birkaç yıl sonra Avrupa biraz palazlanınca, kendisi de dış yardımlarla biraz düzelince elini hemen Kıbrıs'a uzattı. Öyle ya, İngiltere sömürgelerinden (ve 
Kıbrıs'tan) birkaç yıl içinde çekilecekti. 1955'te EOKA lideri Abay Grivas Kıbrıs'a çıkıyordu. Amacı da Enosis'i gerçekleştirmekti. Yunanistan yine rahat 
durmamıştı. 

Avrupa ve ABD'nin yukarıda belirttiğim nedenlerle hep Yunanistan'ın arkasında olması Yunanistan'ın Türkiye karşıtı politikasını belirleyen esas neden 
olmuştur. 
Burada bir noktayı daha açıklamak gerekir; Yunanistan'da Ortodoks Kilisesi'nin "Megali idea"nın bayraktarı olması ve Yunan Ortodoks Kilisesi'nin Yunanistan'ın 
devlet yönetiminde "çok etkili" bulunması,, Yunanistan'ın Türkiye (ve Kıbrıs) politikalarında, "akılcı ve barışcı" çizgiden uzak kalmasında çok etkili olmuştur. 

Bu etki bugün de sürmektedir. Yunanistan laik bir devlet değildir. Ortodoks Kilisesi devlet yönetiminin bir parçasıdır Daha önemlisi Yunanistan'da Ortodoks 
Kilisesi "Yunan milliyetciliği" ile özdeşleşmiştir. 

* Bu nedenle Kıbrıs'ta, KKTC sınırlarının ihlali, ellerinde Yunan bayrağı taşıyan papazların öncülüğünde yapılagelmiştir. 
* Kardak adasına bir sivil ya da Yunanlı bir askerden önce, elinde Yunan bayrağı ile bir Ortodoks papazı çıkmıştır. 
* Başpiskopos Makarios Cumhurbaşkanlığı yaparken bile dini giyisisini sırtından hiç çıkarmamıştır. Din adamlığı ile başkanlığı özdeşleştirmiştir. 
Türk-Yunan ilişkilerinde uzman değerli bilim adamı Prof.Dr.Suat Bilge yıllar önce bana şunu söylemişti; "Düşünüyordum, düşünüyordum da bir türlü içinden 
çıkamıyordum. 
Yunanlıların acaba Türklerden farkı nedir? 
Sonunda buldum; 
Yunanistan'da Yunan milliyetciliği ile Ortodoks kilisesi özdeşleşmiş; Devlet ve hükümet politikaları, papazların önderlik ettiği Yunan milliyetciliğinin etkisi 
altında; Kilise devlet yönetiminde etkili olduğu sürece bu böyle sürer gider". 
Yunanistan'ın yıllardır süregelen, akıldışı Türkiye karşıtı politikasının arkasında yatan birinci neden Avrupa ve ABD'nin Yunanistan'ın arkasında olması 
ise, ikinci neden de Prof.Dr.Suat Bilge'nin ortaya koyduğu gerçekti. Ve bu gerçek bugün hâlâ sürüyor. 
İstanbul'a gelen Yunanlı siyasiler ilk ziyaretlerini Fener Patrikhanesine yapmıyorlar mı? Heybeliada Ruhban Okulu konusunda bu kadar ısrarlı olmaları 
bundan değil mi? ABD'yi ziyaret eden Yunan başbakanlarının, cumhurbaşkalarının Amerika'daki Ortodoks Piskoposunu "Başkanı" ziyaretlerinde bile yanlarında taşımaları bunun göstergesi değil mi? 

Turgut Özal'ın ABD gezisinde oradaki Ortodoks Başpiskopos'unu "resmen" ziyaret etmesi bile bunu göstermiyor mu? 

Yunanistan'ın Kıbrıs politikasında, 

* Rum çoğunluğun egemenliğine dayalı üniter bir devlet yapısından vazgeçmemesi, 
* Doğrudan veya dolaylı (AB kanalı ile) adayı kendine bağlama düşüncesinden ayrılamaması, Türkiye ve Yunanistan'ın Avrupa ve ABD tarafından 
" Farklı algılanmalarından" ve Ortodoks Kilisesi'nin bu konudaki bağnaz tutumundan kaynakladığını söylersek, bugün de sürmekte olan tarihi gerçekleri 
yansıtmış oluruz kanısındayım Türkiye'nin Yunanistan politikasında ise Türkiye tarih boyunca hoşgörülü davranmıştır. 
Sadece, Yunanistan'ın ve Ortodoks Kilisesinin somut düşmanlıklarına karşı "tepki" vermiştir. 
1980'li yılların sonlarında Turgut Özal'ın ekonomik ögeleri ve bazı Türk büyük sermaye çevrelerini devreye sokması, konunun Yunanistan tarafından istismar 
edilmesine neden oldu. Özellikle 1990'lı yılların başlarında, Yunanistan bir taraftan Türkiye karşıtı politikalarını uluslararası alanda sürdürürken öte 
yandan bazı Türk büyük sermaye çevreleri aracılığı ile, Türk medyasını kullanarak, " Yunanistan'ın gerçek amaçlarının gizlenmesine " ortam hazırlatmış tır. Yunanistan Türkiye'yi "Avrupa ve ABD'de baskı altında tutarak ve "bazı iş çevreleri yardımı ile Türk medyasını kullanarak" Türkiye üzerinde oldukça 
başarılı bir politika izlemiştir. Türkiye'de bazı büyük sermaye çevrelerinin bu konuda zaaf göstermeleri yanlızca Atina'nın Türkiye'ye yönelik politikaları 
bakımından değil, AB'nin Türkiye üzerinde yürüttüğü politika bakımından da etkisini gösterdi. 
Medya tekelinin bulunması bunun sonucu halkın yanlış ve eksik bilgilendirilmesi Yunanistan'ın ve AB'nin yararına olurken Türkiye'nin ulusal çıkarları bundan 
zarar görmüştür. 
Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasında (işgal döneminde) benzer bir durum yaşadığını burada belirtmek, bazı tarihi gerçeklerin ortaya konması 
açısından önemlidir. 

BEŞİNCİ BÖLÜM 

Türkiye ve Kıbrıs.,

1) Kıbrıs'ın Türkiye İçin Taşıdığı Önem 

Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı önem nedir sorusunun iyi anlaşılması gerekir. Türkiye'nin 40 mil güneyindeki, açık havada Kıbrıs'tan Toros dağlarının 
rahatlıkla görüldüğü bu büyük ada Türkiye için ne anlam taşımaktadır. 

a. Türkiye'nin Akdeniz'e açılan kapısı niteliğindeki bu bölge üzerinde bulunan Kıbrıs adası tarih boyunca 7-8 ayrı uygarlığın kısmen veya tamamen egemenliği 
altında kaldı. Bazen de değişik bölgeleri farklı ticaret kavimlerinin denetimleri altına girdi. 
Osmanlı İmparatorluğu 1571'de adayı Cenevizli'erden aldı. Cenevizliler adayı daha çok ticari amaçlarla ellerinde tutuyorlardı. O dönemde Kıbrıs bir korsan 
adası görünümünde idi. 
Adanın sadece kontrolü, 1878'de Osmanlılarla İngilizler arasında yapılan bir anlaşma sonucu İngilizlere kira ile verildiğinde Kıbrıs'ta Osmanlı-Türk kimliği 
tamamen hakimdi. 1880'li yıllarda ada nüfusunun %44'ü Anadolu'dan 1571 sonrası gelen Türklerden oluşuyordu. Türkler en büyük topluluk idiler. Kıbrıs adası üzerinde de, Vakıflar İdaresi 'nin arazileri ile birlikte, adanın (%50)den fazlası Türklerin elinde idi. 

Daha önce de açıklandığı gibi İngilizlerin, Rumların ve Ortodoks Kilisesinin uyguladıkları sistemli baskılar sonucu 1950'lere gelindiğinde Rumlar çoğunluğu 
elde etmiş bulunuyorlardı. 

Tarihsel bir perspektiften bakıldığında Kıbrıs'ta iki halk ve iki kültür hâkimdi; Rumlar ve Türkler. Eski uygarlıkların etkileri, Lusinyenler ve Cenevizliler hariç, silinmişti. Lâtin uygarlıklarının etkisi ise sosyal değil, fiziki yapılar (tarihi eserler) olarak ayakta duruyordu. 
Tarihi ve sosyal değerler açısından Kıbrıs, Türk ve Rum ögelerin birlikte oluşturduğu bir ağırlık taşımaktadır. Bugün (2000) adada 200.000 Türk ve 600.000 Rum yaşamaktadır. Üçüncü ülkelerden ise 50.000 dolayında geçici ve sürekli yaşayan nüfus bulunmaktadır. 

b. Kıbrıs'ın Türkiye Bakımından Stratejik Önemi 

Kıbrıs adası Türkiye'nin hemen yanıbaşında, Türkiye için Akdeniz'e (ve uluslararası sulara) çıkış yolu üzerindedir. Yunanistan Batı'da Ege'yi büyük 
ölçüde kapatmıştır. İstanbul'dan İzmir'e yada Marmaris yöresine giderken Türk gemileri ve tekneleri, Yunanlıların denetimi altında bulunan adalardan, Yunan 
karasularına girmemek için dolaşmak zorundadırlar. Güney (Akdeniz'e), Türkiye'nin tek rahat çıkış alanı(deniz ve hava) olarak kalmıştır. 
Türkiye 40 mil yanında ve tarihi ve kültürel olarak daTürk kimliğinin bulunduğu, ikinci büyük nüfusu Türklerden oluşan bu adayı, bir başka ülkenin (Rumlar ve 
Yunanistan) tam denetimine bırakamaz. Bu , tarih, çoğrafya ve toplumsal doku açısından "adil olmaz". 

c. Türkiye aynı zamanda bir Akdeniz ve Orta Doğu ülkesidir. Bölgenin en büyük ülkesinin Doğu Akdeniz ve Orta Doğu'da ekonomik ve siyasal varlığını 
sürdürebilmesi için Kıbrıs'ta Türk varlığının korunması (KKTC'nin korunması) yaşamsal bir önem taşımaktadır. 
Türkiye'nin Afrika ve Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerini sağlıklı sürdürebilmesi de KKTC'nin varlığına ve Kıbrıs'ın tamamının başka ülkelerin 
eline geçmemesine bağlıdır. 

d. 1990 sonrası gelişmeleri, Kafkasya'da önemli değişklikleri ortaya çıkardı. 
Bakü-Ceyhan enerji hattı Türkiye'nin geleceği ve bölgedeki yeri bakımından büyük önem taşıyor Türkiye yakın bir gelecekte dünyanın önemli enerji 
terminallerinden birisi olacaktır. 
Bakü-Ceyhan hattı gözönüne alındığında, Kıbrıs'ın hemen karşısındaki kıyı, bu enerji terminallerinin bulunduğu bölge olacaktır. Bu bölgenin ticari önemi daha 
da artmaktadır. Türkiye bu ekonomik ve ticari potansiyeli "güvence altına almak" zorundadır. 

e. Güney Doğu Anadolu (GAP) projesi kısmen tamamlanmıştır. 2010 yılında tam olarak devreye girdiğinde GAP bölgesinin dünya ile bağlantısı İskenderun, 
Mersin ve bu bölgede yeni yapılacak limanlar üzerinden sağlanacaktır. Anamur'un 40 mil güneyindeki Kıbrıs bu açıdan da büyük önem taşıyor. Ticari 
yollar bu bölgeden geçmektedir. 

f. Türkiye yeni doğmakta olan Asya ekonomik pazarının Batı Kapısı üzerindedir. 
Asya, Dünya ile deniz bağlantısını Batı'da, Türkiye'nin Akdeniz kapısı üzerinden sağlayacaktır. 

Bu Batı Kapısı'nın önünde de Kıbrıs adası durmaktadır. 

g. Ada üzerinde Türk-Yunan dengesinin sağlanması konusu da önemlidir. Kıbrıs'ın bir Yunan (Rum) adası haline gelmesi, Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengeleri tamamen ortadan kaldıracaktır. 
Ege'de dengeYunanistan lehine, Türkiye aleyhine dönmüştür. Meis'ten Midilli'ye kadar Anadolu Yunanistan'ın egemenliği altındaki Ege adaları tarafından 
kuşatılmıştır. 
Akdeniz'de de Kıbrıs Yunanistan'ın (Rumların) egemen oldukları bir konuma gelirse, bölgenin en büyük ölçekli ülkesi nefes alamayacak bir duruma düşer. 
Türkiye ile Yunanistan arasındaki bölgesel denge tamamen bozulmuş olur. Adada KKTC'nin (ve Türk varlığının) korunması, en azından Kıbrıs ve çevresi için iki ülke arasında "denge" yaratır. Zaten ülkeler arasındaki ilişkiler, "ancak denge ortamında" gelişir ve iyileşir. Bir tarafa avantaj yaratan dengesizlikler, uzun 
dönemde yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açar. 

h. Güvenlik konusu; Kıbrıs adası Türkiye'nin güvenliği bakımından yaşamsal bir önem gösterir. Özelilkle 1990 sonrasında soğuk savaş bittikten sonra Türkiye 
içinde bulunduğu bölgede, "güvenliği açısından kendi inisiyatifini daha fazla kullanmak" zorunda kalmıştır ve bundan sonra da kalacaktır. 
Ayrıca Türkiye'nin ortasında bulunduğu bölge, dünyanın en istikrarsız ve sıcak çatışmalara gebe bölgesidir. Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar, her üçü de tam 
olarak oturmamış, önümüzdeki dönemde de sıcak çatışmaların beklendiği bölgelerdir. 

Bu durum Türkiye'nin güvenliği ve dış bağlantıları açısından Kıbrıs'ın önemini daha da arttırmaktadır. Kısacası, Kıbrıs'ta KKTC'nin (ve Türk varlığının) devamı 
Türkiye'nin ulusal güvenliği için büyük önem taşır. 
Yukarıda özetlenen bilgi ve değerlendirmeler Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı büyük önemi ortaya koymaktadır. Politik, ekonomik, kültürel ve askeri 
boyutları ile bu önem, yarın da azalmayacak aksine artacaktır. Hazar petrollerinden Gap'a, Asya pazarından Irak sorununa kadar önümüzdeki yıllarda 
beklenen gelişmeler, bu önemi açık bir biçimde ortaya çıkarır. 

2) Türkiye'nin Uluslararası İlişkileri ve Kıbrıs 

İkinci Dünya Şavaşı sonrasında Batı Bloku içinde yer alan Türkiye, bu "yer almayı" iyi değerlendirememiştir. Türkiye'nin "iyi değerlendirememesinde" kendi kabahatleri yanında Batı'nın Türkiye'ye bakış açısı da etkili oldu. Türkiye bölgede daha çok, "ileri bir karakol" olarak değerlendirildi. 

Savunmamız "tamamen" ABD ve NATO'ya bırakıldı. Öylesine bırakıldı ki Türkiye'ye haber bile verilmeden Türkiye üzerinde ABD, Rusya ile pazarlık yaptı. Küba krizinde Türkiye içinde ABD (ve NATO) denetiminde olan füzelerin pazarlığı yapılırken Türkiye'nin bundan haberi yoktu. Türkiye'den kalkan U2 casus uçağı, Türkiye'yi de zor durumda bıraktı. 
Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki tarihi hakları ve adanın Türkiye için taşıdığı önem Batı'ya iyi anlatılmadığı gibi, Batı da bunu anlamak istemedi. Batı (Avrupa 
ve ABD) Kıbrıs uyuşmazlığını değerlendirirken, "Türkiye'ye karşı tarihi ön yargılarından" hiçbir zaman kurtulamadılar. Dünya medyası olayları daha çok 
Yunanlıların ve Rumların gözlüğü ile gördü. 
1963 yılına kadar Türkiye kendisini "normal bir Batılı ülke" gibi görüyor ve Batı'nın da kendisini öyle gördügünü zannediyordu. Türk halkı ilk defa 1963, 
1964 ve 1967 olaylarında gerçeği görmeye başladı. Kıbrıs'ta Türkler Rumların saldırılarına uğrarken, 

* Türkiye'nin eli kolu bağlanıyor, "müdahale" engelleniyordu, 
* BM ve NATO da Rum saldırılarının önlenmesi konusunda "sonuç alıcı" eylemlerden kaçınıyorlardı. 
Johnson Başbakan İnönü'ye "Kıbrıs'a müdahale edemessiniz, ederseniz karşınızda bizi bulursunuz" diye mektup (ültimatom) gönderdiği zaman, Türkiye ilk defa gerçeği görmeye başladı. ABD, Yunan lobisinin ve diğer etkenlerin doğrultusunda hareket ederek, Türklere saldıran Rumları (ve Yunanistan'ı) koruyordu. 
Türkiye işte o zaman Batı tarafından, "farklı algılandığını" anlamaya başlamıştı. 
Hele 1974'te Türkiye'nin çok haklı olarak ve uluslararası anlaşmalara dayanarak, Kıbrıs'ta Türkleri Rum saldırılarından kurtarmak ve Enosis'i önlemek için 
"müdahale" etmesinden sonra Türkiye gerçeklerle yüz yüze geliyordu. 
Türkiye bir rüyadan uyanıyordu; İkinci Dünya Savaşı sonrasında "kendisini teslim ettiği Batı" Türkiye'yi kendi içinde görmüyor, "dışardaki bir ülke gibi" 
bakıyordu. 
* ABD, NATO sadık üyesi Türkiye'ye silâh ambargosu koymuştu. 
* Güvenlik Konseyi, 1964 Mart'ında yaptığı bilinçli hatayı inatla sürdürüyor, suçlu Rumları "meşru Kıbrıs yönetimi" olarak tanıyorlardı. 
* Kıbrıs'taki Türk yönetimini tanıyan Bengaldeş'e ABD büyük baskı yaparak, kararını geri aldırıyor. Tanıma hazırlığındaki Pakistan tehdit ediliyordu. 
* Amerikan Kongresi Rum lobisinin maşası gibi hareket ederek Türkiye'ye karşı kararlar çıkartıyordu. 
* Ortodoks (ve Hristiyan) Dünyası, Kıbrıs'ta , Ortodoksların (Rumların) egemen olduğunu görmek için Türkiye'ye karşı savaş açıyordu. 
   Türkiye, "gerçekten yanlız olduğunu" işte o zaman analamaya başladı. 
* Türkiye hukuka saygılı idi 
* Türkiye adada soykırımı engelleniyordu 
* Türkiye, Atina'daki Albaylar Juntasının Enosis girişimini önlüyordu. 

Bütün bunları yaptığı için de ABD ve Batı Avrupa tarafından, hatta Sovyetler Birliği tarafından suçlanıyordu. 
Ulusal çıkarlarını uluslararası anlaşmalara dayanarak korumak isteyen Türkiye yalnız bırakılabiliyordu. 
Kıbrıs Alayları Türkiye'nin gözünü açtı. Türkiye bundan sonra iki konuda değişiklik yaptı; 
* Uluslararası ilişkilerde çeşitlenmeye gidilecekti. Bütün dünya devletleri ve değişik bölgelerle yeni ilişkiler kurulacak, uluslararası ilişkilerde "tek 
   boyutluluk" azaltılacaktı. 
* Türkiye savunma sanayiini geliştirecek, ulusal çıkarların korunmasında görülen "zaaflar" ortadan kaldırılacaktı. 
Ancak soğuk savaş sürüyordu ve Türkiye "Batı Bloku" içindeki yerini koruyordu. 

1975-1980 döneminde tırmanan iç istikrarsızlıklar ve koalisyon hükümetlerinin zaafları uluslar arası ilişkilere de yansıyor ve zorluklar giderilemiyordu. 
Üstelik petrol krizi de büyük bir ekonomik bunalım yaratmıştı. 

Kıbrıs uyuşmazlığı sonucu ABD'nin ve Batı Avrupa'nın uyuşmazlık karşısında "Yunanistan'ın yanında yer almaları" Türkiye'nin dış politikasını değiştirmese 
de, Türkiye'nin gerçekleri görmesine yol açtı. 
Dr.Andrew Mango 1999 yılında yaptığımız bir görüşmede şu gözlemini ortaya koyuyordu; Türkiye Marshall Yardımı ile başlayan dönemde, 1950'li yıllarda Batı 
ile ilişkilerinde borçlanma politikasını iyi idare edemedi. 
Dr.Mango'nun söylemek istediği şuydu; Borçlanma ile Türkiye aşırı bağımlı duruma geldi ve Batı ile tek yanlı bir ilişki düzeni kuruldu" Kuşkusuz, bunun sonucu olarak da Türkiye, "fazlaca yönlendirilen" bir ülke konumuna geldi, ulusal çıkarlarını yeteri kadar koruyamadı. 
Ve 1974'de kendi "inisiyatifi" ile ulusal çıkarlarını korumaya kalkıştığı zaman da Batı Türkiye'ye "çizilen çizginin dışına çıktığını" söylüyor ve baskı 
yapıyordu. 
Kıbrıs konusu Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde çok önemli köşe taşlarından birisidir. Çünkü Türkiye Kıbrıs'ta, "Atatürk döneminden beri ilk defa, inisiyatif kullanmış ve kendi ulusal çıkarlarını korumayı başarmıştır. 
Bu yönü ile Kıbrıs Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır. 
1974'e kadar "hep kendisine söyleneni yapan" Türkiye ilk defa 1974'te "dış politikada bağımsız davranmıştır". 
Batı'da olaya tarafsız bakabilen bazı düşünürler ve stratejistler Türkiye'nin bu tutumunu takdir etmişler, haklı bulmuşlardır. Öte yandan Türkiye'nin ulusal 
çıkarlarını "kendi inisiyatifi ile" koruma girişimi, yeni bağımsızlıklarını kazanmakta olan veya mücadele eden az-gelişmiş dünyada da "yeni bir pırıltı, 
yeni bir umut ışığı" olmuştur.Güçlü büyük devletlerin baskısı altında bulunan ülkeler ve insanlar, "bu zircirlerin kırılabileceğini" görmüşlerdir. 

3) Türkiye-Kıbrıs İlişkileri.,

Türkiye'nin Kıbrıs'a ilişkin politikaları 1960'ta Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluşundan başlayarak bugüne kadar ele alındığında, 

* Türkiye ile Kıbrıs'taki Türkler (Türk Yönetimleri) arasındaki izlediği politikalar, 
* Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler 
* Türkiye'nin KKTC'ye destek vermek ama bir üçüncü ülke gibi izlediği politikalar 
* Zürih ve Londra antlaşmalarına göre Kıbrıs adasının bütününden "bir garantör ülke olarak" izlediği politikalar olarak alt-başlıklara ayrılır. 

a. Türkiye 1960-1963 döneminde anayasının işlemesi için her türlü yardımı yapmıştır. Garantör ülke olarak Kıbrıs'ta Türk askeri (Türk alayı) bulundurmuş  tur. 1962 yılında Makarios'u Anayasa'yı değiştirme konusunda ilk girişimleri başlayınca, Kıbrıs'taki Türk tarafı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr.Fazıl Küçük ile birlikte, Ankara da gerekli uyarıları yapmıştır. 
1960-1963 dönemi, Rumlar henüz saldırılara başlamadan önce, Ankara Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmuş olmasından çok memnundu. Çünkü bu anlaşmalarla, 
* Kıbrıs Türkleri, aynen Rumlar gibi, bir taraf olarak, yeni Cumhuriyet'in "ortağı" durumuna geldiler. Kendi bağımsız idari, mali, adli ve polis yönetimleri de vardı. Hükümetleri 10 bakandan (3)ü Türk idi. Türk olan Cumhurbaşkanı Yardımcısının "veto" hakkı bulunuyordu. 
Anayasa mahkemesi bile tarafsız bir başkandan meydana geliyordu. 
Ve Türkiye'nin "garantörlük" hakkı bulunduğu gibi, antlaşmalara göre bir Türk alayı da Kıbrıs'ta sürekli olarak konuşlandırılmıştır. 
Ankara'nın bu yapılanmadan hoşnuttu ve iki tarafın iyi niyeti ile bunun işletilmesini bekliyordu. 

b. 1963'te Rumlar Türklere saldırdılar ve işler bozuldu. Makarios ve Rum tarafı anayasası çalıştırmak istemiyordu. Nedeni çok açıktı; Bu anayasa ve yasalar 
uygulandığı taktirde Rumların Türkler üzerinde egemenlik sağlamaları olanak dışı idi. Makarios zaten Londra'da antlaşmayı "baskılar sonucu" ve istemeyerek 
imzalamıştı. Bunu açık açık da söylemişti. 
1963'den itibaren Rumların Türklere silâhla saldırmaları ve anayasayı ortadan kaldırmalarından sonra Ankara'nın Kıbrıs politikası 1974'e kadar şu çizgide 
seyretti, 
* Türklere karşı silâhlı saldırıların engellenmesi. Birkaç defa jet uçaklarının havadan fiili müdahalesi yanında 1464'de Erenköy'de gönüllülerin Kıbrıs'a 
çıkmalarına yardımcı oldu. 
* Birleşmiş Milletlere çok sayıda başvuru yapılarak Rum silâhlı saldırılarının önlenmesi istendi. 
* Bir müdahale girişimi oldu, ancak ABD Başkanı Johnson'un İnönü'ye mektubu (ültimatonu), bu girişimi durdurdu, Ankara geri adım attı. 
* Türk alayının "değiştirilmesi" dönemlerinde, Makarios'un engelleme ve zorluk çıkarma girişimlerini çözmeye çalıştı. 
1963-1974 döneminde Ankara hükümetlerinin Kıbrıs politikası, ağırlıklı olarak, Rumların ve Eoka'nın Türklere olan saldırılarını önlemeye çalışma çabaları 
olarak değerlendirilebilir. 

c. 1974'te toplu saldırılar ve Nikos Samson'un Enosis'i sağlama girişimi karşısındaki müdahale, 1963-1974 döneminin politikasından farklıdır. 1963-1974 döneminde Ankara BM'den ve ABD'den "yardım istemiştir". Buna karşılık 20 Temmuz 1974'te onbir yıllık yaşananlar ile ortaya çıkan gerçekler doğrultusunda, "yardıma kendisi gitmiştir". Hatta gitmeden önce de İngiltere'ye "birlikte müdahale" için çağrıda bulundu. Ancak Londra, Ankara'nın çağrısını kabul etmedi. 

d. 1974'den sonra Türkiye, garantör ülke olarak, "Kıbrıs Türklerinin iç yapılanmasında her türlü mali ve idari desteği" yaptı. 1975'te Kıbrıs Türk 
Federe Devleti kurulduktan sonra da Kıbrıs içinde ve uluslararası alanda KTFD ile tam bir işbirliği içinde kaldı. 
Bir taraftan KTFD içinde "teşkilatlanmalara" yardımcı olurken, Öte yandan uluslararası alanda, KTFD'nin ticari ve siyasi ilişkilerine katkı sağladı. 
KTFD kendi yasaları, kurumları olan otonamdan öteye bağımsız çalışan bir teşkilatlanma oluşturdu. Adı "federe" olmasına karşın bir "devlet" gibi çalışan 
sistem vardı. 

* Sınırları TSK'nin güvencesi altına alınmış 
* Türkiye ile çok yakın işbirliği içinde 
* Türkiye'den mali destek alan 
* Dünyanın tanımaması dolayısıyla Türkiye ile "özel bir ilişki düzeni" içine oturtulmuş bir yapılanma vardı. 

1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti yerine, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilânını savunanlar çoğunluktadır. Bunlar 1975'den 1983 sekiz yılı, kayıp olarak 
değerlendirirler. 

e. KKTC ile başlayan yeni dönem; 

15 Kasım 1983'te Kıbrıs Türk Federe Meclisi'nin 40 milletvekili, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ilân ediyordu. Ankara KKTC'yi derhal tanıdı. 
Türkiye KKTC ile ilişkilerinde idari, mali, siyasi askeri tam bir işbirliğine giriyordu. KKTC'nin Cumhurbaşkanlığı, Cumhuriyet Meclisi, Yüksek Mahkemeleri ve diğer idari kurumları oluştukça, Türkiye'deki mütekabil kurumlar, KKTC'nin kurumları ile anlaşmalar yapıyor, politika oluşturuyorlardı. 
Adada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin oluşumu kadar doğal bir şey olamazdı. Adanın güneyinde bir Rum devleti (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) bulunuyordu. 
Türklerin halâ, 1975'te ilân ettikleri Kıbrıs Türk Federe Devleti'ni sürdürmeleri bir anlam taşımıyordu. Güneydeki devlete karışılık kuzeyde de Türklerin zaten yıllırdanberi fiilen sürdürdükleri bağımsızlıklarını bir devlet çatısı altına sokmaları çok doğaldı. Artık 1960'daki Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki "iki ortak" ayrılmışlar ve kendi devletlerini kurmuşlardır. Önce Rumlar, mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti'ni işgal ederek kendilerini dünyaya meşru bir devlet olarak kabul ettirmişler, sonra da kuzeydeki Türk yönetimi bağımsız devletini kurmuştur. 
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan, özel ilişkiler içindedir. 

Şöyle ki; 

* GKRY'de Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağından çok Yunan bayrağı çekilidir.Kıbrıs bayrağını, uluslararası ilişkilerde ve B.M.de, ayrı bir devlet olduklarını 
göstermek için kullanırlar. Rumların Kıbrıs'ta yapay olarak yarattıkları sınır ihlâllerinde, ellerinde hep Yunan bayrağı taşırlar. 
* GKRY askerleri, Yunanlı subayların denetimi altındadır. GKRY'deki askeri tesislerde Yunanistan komuta zincirinin başındadır. 
* GKRY'de 10.000 dolayında Yunan askeri ve subayı vardır. 
* GKRY yöneticileri, bütün önemli kararlarda Atina'nın onayını alır. 
* Uluslararası politik ve diplomatik ilişklerde, Yunanistan ve GKRY tek bir devlet gibi çalışır ve hareket eder. 

Aynı şekilde Türkiye KKTC arasında "çok yakın bir ilişki düzeni" kurulmuştur. 
Hem KKTC hem de GKRY, kendi anavatanları ile "özel ilişki" içindedirler. 
AB'nin Devreye Girmesi ve Değişen Parametreler 1995'te AB'nin GKRY ile Kıbrıs Cumhuriyeti olarak görüşmelere başlayacağını açıklaması Ankara'nın KKTC ile ilişkilerini etkiledi. 28 Aralık 1995 Demirel-Denktaş Deklarasyonu, Brüksel'e gönderilen bir mesaj niteliğinde idi. 
* Türkiye'nin içinde bulunmadığı AB'ye Kıbrıs (GKRY) giremez . 
* AB'nin GKRY'ye ilişkilerini geliştirdiği ve bütünleştiği oranda , Türkiye de KKTC ile bütünleşecektir. 
* Türkiye KKTC'ye desteğini sürdürecektir. 

1995'i izleyen yıllarda AB, GKRY ile ilişkilerini (siyasal) geliştirdi. Bu arada Yunanistan'ın da GKRY ile, askeri alandaki ortaklığı ve işbirliği arttı. 
Türkiye, KKTC'nin altındaki zeminin kaymaması için, KKTC ile bütünleşme çabalarını yoğunlaştırdı. 
AB ve Atina artık Zürih ve Londra antlaşmalarını "tanımadıklarını" uygulamaları ile çok açık gösteriyorlardı. Bu durumda Türkiye'nin ve KKTC'nin kendi 
yakınlaşmaları yönünde "daha bağımsız" hareket etmeleri çok doğaldı. Zaten Türkiye ve KKTC'ye başka bir seçenek de bırakılmamıştı. 
AB ve Yunanistan bütün parametreleri değiştirmişlerdi. 
Türkiye'nin Kıbrıs politikasını belirleyen temel çizgiler, 

* TBMM'den 
* Cumhurbaşkanları deklarasyonlarından, 
* Milli Güvenlik Kurulu kararlarından, 
* Hükümet kararlarından, ardarda gelmeye başlamıştı. 28 Aralık 1995'ten sonra Türkiye ile KKTC arasında 20 Ocak 1977'de (iki hükümet arasında) anlaşma imzalandı, 21 Ocak 1977'de de TBMM çok önemli kararlar aldı. 

AB ve Atina, adada Rumların adanının bütününde egemenlik sağlamaları için kapıları aralamaya çalışırken Türkiye de bu yolu açmayacağını en üst kurumları 
ile dünyaya ilân ediyordu. 
Siyasi ve dipolmatik çalışma sürerken Kıbrıs'ta iki ayrı devlet, tüm demokratik kurumları ile içerde kendi işlerini yürütüyorlardı. Adada bir sorun yoktu, 
çatışma yoktu, 1974'den beri barış vardı. Temmuz 1977 Türkiye'nin KKTC ile ilişkileri ve Kıbrıs politikası açısından bir dönüm noktasıdır. Hükümetler arası 
yapılan anlaşma ile, 
* Türkiye ve KKTC "bütünleşme" yolunda yeni adımlar atmaya başlıyordu. 
* Türkiye ile KKTC arasında ortak savunma konsepti oluşturulmuştu. Fiili durum, bir anlaşma ile "hukuki statüye" kavuşuyurdu. 
* Ağustos 1997'de ise Türkiye-KKTC Ortaklık Konseyi kuruluyordu. 

Türkiye'nin ve KKTC'nin uyuşmazlığa yaklaşımlarında, Türk tarafınının ayrı egemenlik hakkının tanınması yaklaşımı, 1995 sonrası AB'nin tutumu ile daha da önem kazanmaya başlamıştı. 
KKTC Cumhurbaşkanı R.Denktaş başta olmak üzere "ayrı egemenliğin" ve "görüşmelerde mutlak eşitliğin" öne çıkarılmaya başlaması, çok doğal olarak, 
görüşmelerin (ve ilişkilerin), adada iki devlet arasında yapılması sonucunu doğuracaktı. Olması gereken de buydu. 
Eşitlik olmaz ise, taraflardan birisi devlet, diğeri ise azınlık statüsünde kalıyorlardı. "Devlet" konumunda görülen kendi egemenliğini hiçbir zaman 
"paylaşmaya" razı olmayacaktı. 
Anlaşma zemini oluşturulması, iki eşit taraf arasında sağlanabilirdi. Rum tarafı devlet ise, Türk tarafı da aynı statüde masaya oturmalı idi. 
1963'te Rumların Türklere saldırarak başlattıkları süreç bugün gelinen durumu hazırlamıştır. 
Realpolitik ve AB'nin bütün parmetreleri değiştirmesi, KKTC'nin GKRY ile eşit konumda algılanması politikasını kaçınılmaz olarak gündeme getirecekti. 

Görüşme olacaksa, artık " Konfederasyon" görüşülecekti. 

8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 6

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 6



3) Demirel-Denktaş Deklarasyonunun Önemi 

28 Aralık 1995 Demirel-Denktaş deklarasyonu, sadece dünyaya değil içerdeki bazı çevrelere de yöneliktir. 
1995 yılındaki hükümetin, Türkiye'yi AB'ye tek yanlı bağlayan Gümrük Birliği'ni, kamuoyunda iç politika malzemesi yaparak yanlış tanıtması yalnız Türkiye-AB 
ilişkilerinde değil, Ankara'nın Kıbrıs politikasında da çelişkiler doğurmuştu. 
Hükümetin bu belirsiz ve kaypak politikasını düzeltmek de M.G.K.na düşmüştü. M.G.K. kararları doğrultusunda, 28 Aralık 1995'te Cumhurbaşkanları(Demirel-Denktaş) deklarasyonları ile Türkiye yapılan yanlışı düzeltiyordu. 
a. Kıbrıs'ta çözüm sağlanmadan AB'ye katılma söz konusu olamaz 
b. Türkiye'nin ada üzerinde garantörlüğü sürecektir 
c. Adada Rumlar ne kadar "egemenliğe" sahipseler Türkler de o kadar egemenliğe sahiptir. (egemen eşitlik) 
d. Türkiye AB içinde değil ise Kıbrıs da giremez denmekteydi Arkasından 1996'da, TBMM.nin Kıbrıs uyuşmazlığına ve KKTC'ye ilişkin 
açıklamaları geldi. AB çevreleri ve Yunanistan 1994 ve 1995'te Kıbrıs konusunda oynadıkları oyuna, Türkiye'nin katılmayacağını görüyorlardı. 
Buna rağmen Brüksel daha sonraki yıllarda, 1995 yılındaki Ankara hükümetinin "sözlü olarak kabul ettikleri" şeyleri, 24 Şubat 1995 Avrupa Birliği Komisyon 
Başkanlığı bildirgesine dayanarak referans verdiler ve kullandılar. 
Bir taraftan Denktaş-Klerides görüşmeleri Newyork'ta sürerken öte yandan Brüksel açıklama yapıyor ve "Rumlarla görüşme sürecinin sürdürüleceğini" Komisyon başkanı basına açıklıyordu. Dayanak (gerekçe) olarak da; 1995 yılındaki Ankara hükümetinin Şubat 1995'te kendilerine söz verdiklerini basın önünde söylüyordu. 
Ortada ilginç bir durum vardı; 
* Ankara, TBMM başta olmak üzere bütün devlet kurumları ile Türkiye'nin Kıbrıs politikasını ortaya koyuyordu. KKTC'nin varlığının sürdürüleceği açıklanıyordu. 
Türkiye bildiğini okuyordu. 
Buna karşılık AB de 1995'te başlattığı, "Rumlarla tam üyelik görüşme sürecinin kesilmeyeceğini", uygulamaları ile ortaya koyuyordu. AB'de GKRY ile 
ilişkilerinde kendi bildiği yolda yürüyordu. 
Bu durum devam ederse, AB GKRY ile görüşmeleri ilerleterek güneyi AB'ye alacak, kuzeydeki KKTC'de Türkiye ile daha da yakınlaşacaktı. 
1997 yılında, Mesut Yılmaz hükümeti döneminde Başbakan Yardımcısı Ecevit'in Denktaş ile ortak açklamaları ve Türkiye-KKTC hükümetleri arası yeni 
anlaşmaların yapılmaya başlaması AB'yi ve Yunanistan'ı korkuttu. 
Adada iki devlet vardı ve AB Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile tam üyelik görüşmelerini sürdürüyordu. GKRY'nin adına Kıbrıs Cumhuriyeti deseler ve adanın bütününü temsil ettiğini söyleseler bile bu tamamen kağıt üzerinde idi ve KKTC'yi bağlamıyordu. 
AB güneyi içeri alırsa adayı kendisi bölmüş ve bir bakıma da KKTC'yi meşrulaştırmış olacaktı. 

Avrupa Birliği, "Kıbrıs'ta uyuşmazlık çözülmeden ada AB'ye tam üye yapılamaz" demeye başladı. Birçok AB üyesi bu görüşte idiler. Sorunlu ve bölünmüş bir 
adanın güneydeki parçasını bir devlet olarak içeri almak büyük bir kaosa neden olacaktı. AB, GKRY ile tam üyelik görüşmelerini yavaşlattı. 

Bir bakıma askıya aldı. 

1997 yılı sonunda Avrupa Birliği Lüksemburg doruğunda Türkiye ile ilgili olarak yapılan açıklama hem Türkiye-AB ilişkilerine, hem de Brüksel-GKRY ilişkilerine 
darbe indirdi. Türkiye'nin AB dışında tutulacağı, aday bile olmadığı Lüksemburg doruğunda açıklandı. 
- Türkiye artık KKTC ile "bütünleşme" sürecini hızlandırıyordu. 
- AB GKRY ile "hangi ölçüde yakınlaşırsa, Türkiye de KKTC ile aynı ölçüde bütüleşecek" ifadesi bütün ortak deklarasyonlarda, TBMM kararlarında, Milli 
Güvenlik Kurulu kararlarında görülmeye başladı. 
AB, 1995'te GKRY ile başlattığı ve "yakaladığını sandığı fırsatın", Brüksel ve Rumlar için çıkmaz bir yol olduğunu görmeğe başlamıştı. 1997'de Türkiye'yi tam üye yapamayacağını açıklamış, Rumları da AB içine almak istediğini söylemişti. 
Bu durumda Türkiye ve KKTC'nin önünde "tek yol" bırakmış oluyordu; Türkiye ve KKTC bütünleşecekti. AB bu hatasını anladı ve taktiğini 1999'da değiştirdi; 
Lüksemburg doruğu yalnızca AB'nin Kıbrıs politikası bakımından değil Türkiye-AB ilişkileri bakımından da AB'ye zarar vermeye başlamıştı. 
Türkiye'nin KKTC ile bütüleşme sürecinin "kesilebilmesi"için Türkiye'nin "denetim altına alınması" gerekiyordu. Bunun için de 10-11 Aralık 1999'a kadar 
beklemek gerekti; Türkiye'ye "sen de adaysın denecek" ve bununla; 
* Hem Türkiye-KKTC ilişkilerinin gelişmesine "müdahale" olanağı yaratılacak, 
* Hem de KKTC içinde sarsıntı yaşanacağı için "iç parametreler" değişecekti. 

4) Dolaylı "Enosis"e Götürülen Yol; 

GKRY-AB ilişkileri.,

Avrupa Birliği 1990'dan başlayarak safha safha 

* 1993'te GKRY'nin başvurusunu kabul ederek 
* 1995'te tam üyelik görüşmelerine başlayarak 

Güney Kıbrıs Rum Yönetimini (Kıbrıs'ı), yalnızca AB içine alma girişiminde bulunmuyor, aynı zamanda da "dolaylı enosisin yolunu" açmaya çalışıyordu. 
Yunanistan AB içinde idi. GKRY'nin (Kıbrıs) AB içine alınması demek, AB şemsiyesi altında GKRY'nin Yunanistan ile birleştirilmesi demekti. Türkiye ise 
dışarıda bulunuyordu. 
1964'den beri Birleşmiş Milletler gözetimi altında yüryütülen görüşmeler, BM.in genelde tek yanlı kararlarına rağmen Ankara tarafından destekleniyordu. Belirli 
bir ölçüde de olsa denge vardı. Bazı Güvenlik Konseyi kararlarında da, "iki tarafın siyasal eşitliğine yakın değerlendirmeler" ortaya konuyordu. 
AB'nin Kıbrıs konusunda devreye girmesi bütün parametreleri değiştiriyordu. 
AB(ve Yunanistan) hem hakim, hem de savcı konumuna geliyorlardı. Türkiye'nin yalnız Yunanistan ile değil AB ile de "çekişmesi" zorunluluğu ortaya çıkıyordu. 
Oysa Türkiye'nin öte yandan AB ile ikili ilişkileri vardı. Bu ikili ilişkiler 1995'te Gümrük Birliği belgesi ile tek yanlı bir bağımlılığa dönüşmüştü. 
Ankara'nın AB karşısındaki bu "zayıf konumu", AB'nin (ve Yunanistan'ın) eline koz veriyordu. 

Buna rağmen AB (ve Yunanistan) Türkiye'nin kararlı tutumu karşısında, "adanın bütününü Rum çoğunluğun egemenliği altında AB'ye sokacak bir yolu" açamadılar. 
Bunun nedenleri şunlardır: 

a. Türkiye Kıbrıs konusunda haklıydı ve kararlı idi. Adada, Türkiye ve Yunanistan arasında, GKRY ve KKTC arasında "bir denge" kurulmasını, Enosis(dolaylı Enosis) yolunun kapanmasını istiyordu. 
b. Uluslararası hukuk açısından Türkiye (ve KKTC) haklıydı. Zürih ve Londra antlaşmaları, Kıbrıs'ta iki halk arasında bir denge kurmuştu. Türkiye garantör 
bir ülke idi. Ada üzerinde hakları vardı ve Kıbrıs Türkleri Türkiye'nin güvencesi altında idi. 
c. 1974'te Türkiye'nin Enosis'i önleme "müdahalesi"nden sonra adada iki devlet oluşmuştu. Zürih ve Londra anlaşmaları açısından bakıldığında ve Kıbrıs 
Cumhuriyeti'ni 1963'te Rum tarafının ortadan kaldırdığı göz önüne alındığında; GKRY bir devlet olarak ne kadar "meşru" ise KKTC'de o kadar meşrudur. 
Mart 1964'te Güvenlik Konseyi'nin haksız ve yanlış bir kararla, yanlızca Rumları "meşru yönetim" kabul etmesi, bu gerçekleri değiştiremezdi. 
d. 1963-1974 döneminin sıkıntılı yıllarında bile Türkler, silâh baskısı altında bile, kendi yönetimlerini sürdürdü. 1974'den sonra ise, daha düzenli ve bütünlük 
içinde (kuzeyde) tamamen bağımsız hale geldi. Ortada artık bir KKTC gerçeği vardı. Anayasası, Meclisi, Hükümeti, ve tüm devlet kurumları ile B.Avrupa 
demokrasilerine benzer bir sistem işlemekteydi. 

Bu durumda AB'nin KKTC'yi "yok varsayması" siyasal, hukuki, ekonomik, sosyal ve insani bakımlardan olanak dışıydı. 

AB'nin (ve Yunanistan'ın), bu gerçeklere rağmen, GKRY'ni, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında ve Kıbrıs'ın bütününü "temsilen" AB buna rağmen, bu yolu seçti. 
Çünkü 1990 sonrasının Yeni Dünya Düzeni içinde, Doğu Akdeniz'deki bu stratejik adayı, Rum çoğunluğun egemenliği altında, AB'nin bir parçası yapmak istiyordu. 

AB için Kıbrıs'taki halklar da önemli değildi. Özellikle Kıt'a Avrupa'sının "büyükleri", adaya göz dikmişlerdi. Onlar da AB şemsiyesi altında, Kıbrıs'ta söz sahibi olmak istiyorlardı. AB soruna; "ben öyle istediğim için olacak"gözü ile baktı. 
Türkiye ve Türkler Kıbrıs'tan "tecrid" edilmeli, adanın Anadolu ile siyasi ve askeri bağları koparmalıydı. Çünkü Türkiye "geleceğin Avrupa Birleşik Devletlerinde yer almayacaktı". Türkiye AB içinde yer alacak olsa, zaten sorunu çözmek çok kolaydı.GKRY ve KKTC birkaç yıl sonra, Türkiye ile birlikte AB'ye girerler ve geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri içinde Türkiye, Yunanistan, GKRY ve KKTC, birbirleri ile bütünleşmiş olarak yaşarlardı. Ancak AB böyle düşünmüyordu. 

AB'nin Kıbrıs politikası, AB'nin Türkiye politakasını da bir "turnusol kağıdı" gibi açığa çıkarmaktadır. AB'nin ısrarla, "adada iki devlet yoktur" demesinin 
arkasında bu yatmaktadır. 

5) Eski Yugoslavya, Eski Çekoslavakya ve Kıbrıs'taki Devletler 

AB ısrarla "Kıbrıs'ın bölünmesine karşıdır" Oysa 1960'da kurulan cumhuriyet, iki halkın haklarını "ayrı ayrı kabul eden", Türkiye ve Yunanistan'a (anavatanlara) 
ada üzerinde garantörlük ve asker bulundurma hakkı tanıyan, kendine özgü bir yapılanma gösterir. 
1990 sonrası yeni dünya oluşumunda Çekoslovakya Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrıldı. Eski Yugoslavya'dan Hırvatista'nın, Slovenya'nın, 
Makadonya'nın ayrılmasını ve bağımsız devletler kurmalarını Almanya başta olmak üzere teşvik ettiler. 
Kıbrıs'ta ise zaten, iki ayrı coğrafyada iki ayrı halkın fiilen kurdukları ve bütün devlet sistemleri ile demokrasinin işlediği oluşumu kabul etmemekle Avrupa 
Birliği, kendi uygulamalarına da ters düşmektedir. 
Bunun nedeni ise çok açıktır; AB Kıbrıs'ı, Türkiye'den " Kopararak ", Rum egemenliği altında bir bütün olarak AB'ye dahil etmek istemektedir. Bu nedenle 
Doğu Avrupa'da, eski Yugoslavya'da izlediği politikanın tam tersini Kıbrıs'ta izlemektedir. 

Ve AB çevreleri, bu çifte standartı açıklayamamaktadır. Brüksel'den Kıbrıs'a ilişkin açıklamalar çok ilginçtir. 

a. 1995 yılının şubat ayında AB Komisyon Başkanlığı, "Kıbrıs artık AB'nin ilgi alanı içindedir. Biz Kıbrıs'ı, geleceğin A.B.nin sınırları içinde görüyoruz, 
bundan sonra ada ile ilişkilerimiz sürecektir" diyordu. 
Bu açıklama ile Brüksel, "Kıbrıs adasının sahibi olacağını" söylemeye çalışıyordu. Oysa ortada uluslararası anlaşmalar vardı; B.M.çerçevesinde Türk ve 
Rum tarafları arasında yürütülen görüşmeler vardı. AB açık açık, "ben öyle istediğim için öyle olacak" demeye başlamıştı. Yeni Dünya Düzeni'nin "bir büyüğü olarak" koşul dayatıyordu. 

b. Cumhurbaşkanı R.Denktaş ve KKTC hükümeti yetkilileri ile görüşmeye gelen AB temsilcileri, "Bize hukuktan ve anlaşmalardan söz etmeyin, biz size AB'nin 
siyasal yaklaşımını ve yapmak istediklerini söylüyoruz" diyorlardı. AB'nin dış ilişkilerden sorumlu yöneticisi Van der Broeke Cumhurbaşkanı R.Denktaş'a, "Bize 
hukuki argümanlar göstermeyin bu siyasi bir hadisedir, ve AB olaya böyle bakıyor" diyebiliyordu. Bir görüşmemizde R.Denktaş bu olayı bana anlatmıştı. 
Çok ilginçtir; AB KKTC'ye karşı "hukuk tanımayan bir yaklaşım içindeydi ve orman kanunu uygulamak istiyordu". AB KKTC'nin Zurih ve Londra anlaşmalarından kaynaklanan haklarını tanımadığını ilân ediyordu. Buna karşılık aynı anlaşmalardan yararlanan, üstelik 1963'te silâh zoru ile Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasasını ve kurumlarını ortadan kaldıran Rum tarafını destekliyordu. 
AB Rum ve Türk tarafına "eşit mesafede" durmuyor, Rumları desteklerken KKTC'ye karşı çıkıyordu. Bu haksız tutumun 1994 yılında, KKTC ürünlerine ekonomik ambargo koyarak da gösterdi. 
AB'nin Kıbrıs politikası, özellikle 1990 'dan itibaren tek yanlı ve hukuk dışı bir çizgide seyretti. 1993'den başlayarak AB Kıbrıs'a ilişkin izlediği politikalar ile bütün parametreleri değiştirdi. 1995'den itibaren B.M.in inisiyatifini ve ağırlığı Brüksel'e geçirdi. Türkiye ile imzaladığı Gümrük Birliği belgesi ile Türkiye'yi tek yanlı bağlayarak ödün sağlamak istedi. 10-11 Aralık 1999'da da Helsinki doruğunda, "Türkiye'nin adaylığı teyid edilirken", AB'nin esas amaçlarından birisi, Kıbrıs'ta Türkiye'den ödün sağlamaktı. Adaylık, "Ankara üzerinde baskı kurmanın bir aracı" olarak değerlendiriliyordu. 

6) Yunanistan ile GKRY Arasında Askeri İşbirliği ve AB

1990 sonrası yeni dönem, Yunanistan-GKRY ilişkilerinde, "işbirliği ve bütünleş me" hareketlerinin artmasına yol açtı. Soğuk savaş artık bitmişti ve AB 
içindeki Yunanistan, Amerika'daki Yunan lobisini de arkasına alarak yeni girişimler başlatmak ve Enosis politikasını günün koşullarına göre gündeme 
getirmek istiyordu. 
Kıbrıs'ın, Rum çoğunluğun eğemenliği altında üniter bir yapıya kavuşturulması ve Türklerin bir "azınlık" konumuna indirilmesi umutları, AB'de yürütülen 
görüşmelerde "kaybolmaya" başlamıştı. 1990 öncesinde 1980'li yıllarda dünya Kıbrıs uyuşmazlığını çoktan unutmuştu. Adada iki devletli yapı "kemikleşiyordu". 
Kıbrıs'ta barış vardı ve GKRY de ekonomik olarak iyi durumdaydı. Bu durum Rumları ve Yunanistan'ı rahatsız ediyordu. 
1990'da Doğu Bloku'nun çökmesi, AB'nin "Akdeniz bölgesini nüfuzu altına alma politikası Yunanistan'ı harekete geçirdi. Yukarıda da değindiğim gibi 
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde, Türkiye "zaaf gösteriyordu". 1995'te Yunanistan ve Rumlar için yeni bir fırsat yaratılabilirdi. 
Ve Atina Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile anlaşarak ikili ilişkileri bir bütünleşmeye götürecek uygulamalara geçti. 
a. 1993 yılında "Ortak Savunma Doktrini" adı altında Yunanistan ve GKRY, Atina'da ortak bir deklarasyon imzaladılar. Ortak Savunma Doktrinine göre 
Yunanistan ve GKRY askeri güçlerini Ege, GKRY ve Doğu Akdeniz'de "bütünleştiriyorlardı". Bu "bütünleştirme", askeri açıdan "tek bir komuta 
altında, tek bir ordu" gibi hareket etmek amacını güdüyordu. Bu nokta da açıklandı. 
Bu ortaklık ve bütünleşmenin hedefi Türkiye ve KKTC idi. Rum siyasiler bunu daaçık olarak ortaya koydular. Ortak Savunma Doktrini çerçevesinde. 
* GKRY Yunanistan'a hava ve deniz üsleri verecekti (bunlar 1999'da gerçekleşti). 
* Yunanistan asker ve silâh olarak, GKRY'deki güçünü arttıracaktı. 
* GKRY, topraklarında ve denizlerde ortak manevralar düzenli olarak yapılacaktı (bunlara da başlandı). 
* Yunanistan GKRY'nin silâh tedarikinde yardım sağlayacaktı(Bu da devam edegelmektedir). 

Türkiye, Yunanistan ve GKRY arasında 1993'te başlatılan ortak savunma doktrini "aynı üslup içinde" 1998'de yanıt verebildi. Türkiye ile KKTC arasında kapsamlı 
düzenlemeler bu tarihte başladı. 

Yunanistan'ın ve GKRY'nin 1993'te imzaladıkları ortak savunma doktrinine AB'den, Amerika'dan ve NATO'dan bir "tepki gelmedi". 
Bu tarihten itibaren GKRY silâh alımlarını hızlandırdı. Fransa, İtalya ve Rusya'dan tanklar, ağır zırhlı araçlar, orta menzilli füzeler (Fransa) alımı 
arttı. Yıllık 460 milyon dolar silâh alımına başladılar. 
Yunanistan'ın GKRY'de 10.000 askeri bulunuyordu. Yunan zırhlı araçları GKRY ordusunda kullanılıyordu. GKRY ölçeğine ve nüfusuna oranlandığında, "olağanüstü bir silâhlânma" içine girmişti. Bu aşırı silâhlanmaya AB ve ABD göz yumuyor, hiçbir tepki göstermiyorlardı. GKRY'deki deniz ve hava üslerinin yapımı da, Yunanistan'ın desteği ile hızla ilerliyordu (bunlar 1999'da tamamlandı). 
1996 yılında GKRY Rusya Federasyonu ile S 300 füzeleri alımı konusunda anlaşma yaptı. Tutarı 600 milyon dolardı. Türkiye büyük tepki gösterdi. Çünkü S 300 füzelerinin menzili 160 km.idi ve Türkiye'nin Akdeniz kıyısındaki illerine rahatlıkla ulaşıyordu. 
Türkiye'nin baskısı sonucu pazarlıklar başladı ve S 300 füzeleri Girit'e yerleşti. Ancak unutmamak gerekirki bu füzeler sabit değil, tekerlekli araçlar 
üzerinde kullanılan füzelerdir. 
GKRY'nin Rusya Federasyonu'ndan füze alımı kararı, "Türkiye ve KKTC üzerinden baskı yaratmaya ve gerektiğinde Türkiye'yi de vurmaya yönelik" bir davranıştır. 
Yunanistan GKRY'deki deniz ve hava üslerini 1999'da tamamladı ve kullanılabilir hale getirdi. 
GKRY halen düzenli olarak ortak manevralarını sürdürmektedirler. 
Bu manevralar, Ankara ve Atina arasında "barış çağrılarının" yapıldığı 1999 sonbaharında bile, GKRY'de bütün hızı ile sürmekteydi. Yunan Dışişleri Bakanı Papandreu Türkiye'de barışcı sözler söylerken Yunan savunma bakanı Kıbrıs'ta Türkiye'yi ve KKTC'yi tehdit ediyordu. 

AB Türk askerinin KKTC'den çekilmesini her açıklamasında isterken, 

a. Rumların yıllık 400 milyon dolarlık silâh alımına, 
b. Fransa'dan orta menzilli füze alımına, 
c. Yunanistan'ın modern silâhları ile birlikte GKRY'de, 10.000 asker bulundurmasına, 
d. Yunanistan'ın kullanımı için GKRY'de deniz ve hava üslerinin yapımına, 
e. GKRY'nin 1996'da Rusya Federasyonu ile 600 milyon dolarlık S 300 füzesi alımı anlaşması yapmasına, nedense sessiz kalıyordu. 
AB, Yunanistan'ın 1993'te başlattığı ve 2000 yılında da sürmekte olan GKRY ile askeri bütünleşmesini desteklemektedir. Halen kurulmakta olan ve AB'nin askeri örgütü Batı Avrupa Birliği (BAB)nin yerini alacak olan Avrupa Güvenlik ve Savunma Örgütü (A.G.S.K.), GKRY'de Yunanistan'la birlikte gerçekleştirilen 
askeri tesisleri, üsleri ve diğer askeri potansiyeli, doğal olarak kendi bünyesine alacak ve kullanacaktır. 
AB Yunanistan'ın GKRY'deki bütün askeri faaliyetlerine sessiz kalmakta, buna karşılık Türkiye'nin KKTC'deki faaliyetlerini sürekli olarak eleştirmektedir. 
Oysa TSK Kıbrıs'a, Türkleri Rumlardan korumak için çıkmışlardır ve bugün adadaki varlıkları, aynı amaca yöneliktir. 

7) Türk-Yunan İlişkileri ve Kıbrıs

Türk-Yunan ilişkilerinde Kıbrıs uyuşmazlığı önemlidir. Ancak, bundan daha önemli olan Yunanistan'ın "Türkiye karşıtı tutumunu ulusal bir politika" olarak 
benimsemiş olmasıdır. Yunanistan'ın Türkiye karşıtı politikayı benimsemiş olmasında ise, ABD'nin ve Avrupa'nın Yunanistan'ı Türkiye'ye ve diğer bölge 
ülkelerine karşı desteklemesi yatmaktadır. 
Eğer Yunanistan Avrupa ve ABD tarafından desteklenmese idi ne megali idea (büyük ülkü) gibi hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir düşünceye bağlanır, 
ne de "ulusal dış politikasını Türkiye karşıtı bir zemine oturturdu. ABD ve Avrupa Yunanistan'ı niçin desteklemişlerdi? Bu sorunun yanıtı Türkiye'nin 
tarihinden ve coğrafyasından geçmektedir. 
a. Avrupa "kendi Avrupalı kimliğini" eski Yunan ve Roma üzerine oturtmuştur. 
Avrupa Yunanistan'ı bu nedenle kendine yakın görmüştür. Buna karşılık 600 yıl öncesinden başlayarak, Osmanlı'nın (Türklerin) Avrupa ve Hristiyanlık ile 
kavgası vardı. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu (Avrupa'ya göre Türkler), Avrupa'nın ortalarına kadar girmişler, oralarda 500 yıl yaşamışlardır. 
Hala Balkanlar bölgesi Osmanlı (Türk ve Müslüman) izlerini ve toplumsal birikimini yoğun bir biçimde yaşamaktadır. 
Avrupa(ve Hristiyanlık) Osmanlı'yı (Türkleri ve Müslümanları) 600 yıl öncesinden başlayarak, kendine düşman görmüştür. 2000'li yılların içine girdiğimiz bu 
dönemde bile 600 yıllık tarihin izleri henüz Avrupa'dan silinmiş değildir. 
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin Avrupa Konseyinde, NATO'da ve daha birçok Avrupa uluslararası kurumunda bulunması da Avrupa'daki bu eski tortuları ortadan kaldırmamıştır. 
ABD de Türkiye ile Yunanistan'ı yan yana koyduğunda, 
* ABD'nin kuruluşundan beri eski Yunan hayranlığının bu topraklarda yayılmış olması, 
* Yunanlıların Hristiyan (Ortodoks) olmaları, 
* ABD'de baştan beri Yunan kökenli nüfusun zaman içinde palazlanarak ABD'nin ayrılmaz bir parçası haline gelmeleri ve çok güçlü bir lobi oluşturmaları, 
ABD'nin Yunan yandaşlığını etkileyen en önemli faktörlerdir. 
Yukarıda ana başlıklarını gösterdiğim nedenlerden dolayı Avrupada, ABD de Türk-Yunan ilişkilerinde hiçbir zaman "tarafsız kalamamışlar", şu ya da bu 
ölçüde Yunanistan tarafına meyletmişlerdir. 
ABD'nin ve Avrupa'nın bu Yunan yandaşlığı Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı politikasını da belirlemiştir. ABD'yi ve Avrupa'yı "arkasında gören" 
Yunanistan,19 yüzyılın ilk yarısındaki Mora isyanından beri Osmanlı'ya (ve Türkiye'ye) karşı, hep Avrupa desteği ile genişleyebilmiştir. 
* İngiltere, Mora isyanının çıkmasından Yunanistan'ın Kuzey'e ve Batı Trakya'ya yayılmasına kadar Yunanistan'ı hem yönetmiş, hem de destek vermiştir. 
* Girit'i ve birçok Ege adasını Yunanistan İngilizlerin desteği ile elde etmişlerdi. 
* İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Trakya'da Bulgarların elindeki topraklar Yunanistan'a İngilizler tarafından verilmiştir. 
* 1947'de İtalyanların yenilerek bıraktıkları sahipsiz kalmış Anadolu kıyılarının yanıbaşındaki 12 ada, yine İngilizlerin desteği ile Yunanistan'a 
hediye edilmiştir. 
Yunanistan o dönemlerde, İngiltere'yi (ve Avrupa'yı) hep arkasında gördü. 
* Kurtuluş Savaşı öncesinde Yunanlıları Anadolu'ya sokan da İngilizlerdir. 1917'de Rusya'da ihtilal başladığı için, Rusya'nın güneye sarkmasından korkan 
İngiltere, Yunanistan'ın arkasında o dönem fazla duramamıştı. 
Türk-Yunan ilişkilerinde bahar havası esen iki kısa dönem vardır. Yunanistan'ın Türkiye karşıtı politikadan kısa bir süre vazgeçmesi ise Yunanistan'ın çok zayıf 
durumda olması ve arkasında Batı desteğinin bulunmamasıdır. 
a. 1930 'lu yıllarda Atatürk-Venizelos döneminde dostluk havası esti. Çünkü Avrupa'da Hitler (faşizm) tehlikesi doğmaktaydı ve İngiltere kendi işleri ile 
meşguldu. İngiltere'nin Yunanistan'a da arka çıkacak lüksü yoktu.Öte yandan Yunanistan Türkiye karşısında savaşı kaybetmiş, yenik bir ülke idi ve büyük iç 
sorunlar yaşıyordu. Bu nedenlerle Türkiye ile iyi geçinmek zorundaydı. Hele Türkiye Cumhuriyet'nin başında Atatürk gibi bir insan varken. Venizelos dostluk 
elini, bu koşullar altında uzatmak zorunda idi, başka bir seçeneği yoktu. 
b. 1950'lerin başında 3-4 yıl da özel koşullar ortaya koyuyordu. Sınırındaki Bulgaristan Sovyetler Birliği'nin denetimindeydi ve Rusya'nın Boğazlar ve 
Balkanlar üzerinde çok ağır baskısı ve tehdidi vardı. Türkiye kadar Yunanistan da baskı ve sıkıntı içindeydi. İşte bu kısa dönemde de Türk-Yunan ilişkileri iyi 
gitti. Yunanistan'ın kafa tutup toprak talep edecek hali yoktu. 
Yeni savaştan çıkmış Avrupa da arkasında olamazdı. Batı Avrupa(ve İngiltere) kendi evinin içini düzeltmekle meşguldü. Ve Türk-Yunan ilişkileri bu nedenle, 
birkaç yıl iyi gitti.

7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***