14 Ağustos 2019 Çarşamba

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 7

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 7



Ama birkaç yıl sonra Avrupa biraz palazlanınca, kendisi de dış yardımlarla biraz düzelince elini hemen Kıbrıs'a uzattı. Öyle ya, İngiltere sömürgelerinden (ve 
Kıbrıs'tan) birkaç yıl içinde çekilecekti. 1955'te EOKA lideri Abay Grivas Kıbrıs'a çıkıyordu. Amacı da Enosis'i gerçekleştirmekti. Yunanistan yine rahat 
durmamıştı. 

Avrupa ve ABD'nin yukarıda belirttiğim nedenlerle hep Yunanistan'ın arkasında olması Yunanistan'ın Türkiye karşıtı politikasını belirleyen esas neden 
olmuştur. 
Burada bir noktayı daha açıklamak gerekir; Yunanistan'da Ortodoks Kilisesi'nin "Megali idea"nın bayraktarı olması ve Yunan Ortodoks Kilisesi'nin Yunanistan'ın 
devlet yönetiminde "çok etkili" bulunması,, Yunanistan'ın Türkiye (ve Kıbrıs) politikalarında, "akılcı ve barışcı" çizgiden uzak kalmasında çok etkili olmuştur. 

Bu etki bugün de sürmektedir. Yunanistan laik bir devlet değildir. Ortodoks Kilisesi devlet yönetiminin bir parçasıdır Daha önemlisi Yunanistan'da Ortodoks 
Kilisesi "Yunan milliyetciliği" ile özdeşleşmiştir. 

* Bu nedenle Kıbrıs'ta, KKTC sınırlarının ihlali, ellerinde Yunan bayrağı taşıyan papazların öncülüğünde yapılagelmiştir. 
* Kardak adasına bir sivil ya da Yunanlı bir askerden önce, elinde Yunan bayrağı ile bir Ortodoks papazı çıkmıştır. 
* Başpiskopos Makarios Cumhurbaşkanlığı yaparken bile dini giyisisini sırtından hiç çıkarmamıştır. Din adamlığı ile başkanlığı özdeşleştirmiştir. 
Türk-Yunan ilişkilerinde uzman değerli bilim adamı Prof.Dr.Suat Bilge yıllar önce bana şunu söylemişti; "Düşünüyordum, düşünüyordum da bir türlü içinden 
çıkamıyordum. 
Yunanlıların acaba Türklerden farkı nedir? 
Sonunda buldum; 
Yunanistan'da Yunan milliyetciliği ile Ortodoks kilisesi özdeşleşmiş; Devlet ve hükümet politikaları, papazların önderlik ettiği Yunan milliyetciliğinin etkisi 
altında; Kilise devlet yönetiminde etkili olduğu sürece bu böyle sürer gider". 
Yunanistan'ın yıllardır süregelen, akıldışı Türkiye karşıtı politikasının arkasında yatan birinci neden Avrupa ve ABD'nin Yunanistan'ın arkasında olması 
ise, ikinci neden de Prof.Dr.Suat Bilge'nin ortaya koyduğu gerçekti. Ve bu gerçek bugün hâlâ sürüyor. 
İstanbul'a gelen Yunanlı siyasiler ilk ziyaretlerini Fener Patrikhanesine yapmıyorlar mı? Heybeliada Ruhban Okulu konusunda bu kadar ısrarlı olmaları 
bundan değil mi? ABD'yi ziyaret eden Yunan başbakanlarının, cumhurbaşkalarının Amerika'daki Ortodoks Piskoposunu "Başkanı" ziyaretlerinde bile yanlarında taşımaları bunun göstergesi değil mi? 

Turgut Özal'ın ABD gezisinde oradaki Ortodoks Başpiskopos'unu "resmen" ziyaret etmesi bile bunu göstermiyor mu? 

Yunanistan'ın Kıbrıs politikasında, 

* Rum çoğunluğun egemenliğine dayalı üniter bir devlet yapısından vazgeçmemesi, 
* Doğrudan veya dolaylı (AB kanalı ile) adayı kendine bağlama düşüncesinden ayrılamaması, Türkiye ve Yunanistan'ın Avrupa ve ABD tarafından 
" Farklı algılanmalarından" ve Ortodoks Kilisesi'nin bu konudaki bağnaz tutumundan kaynakladığını söylersek, bugün de sürmekte olan tarihi gerçekleri 
yansıtmış oluruz kanısındayım Türkiye'nin Yunanistan politikasında ise Türkiye tarih boyunca hoşgörülü davranmıştır. 
Sadece, Yunanistan'ın ve Ortodoks Kilisesinin somut düşmanlıklarına karşı "tepki" vermiştir. 
1980'li yılların sonlarında Turgut Özal'ın ekonomik ögeleri ve bazı Türk büyük sermaye çevrelerini devreye sokması, konunun Yunanistan tarafından istismar 
edilmesine neden oldu. Özellikle 1990'lı yılların başlarında, Yunanistan bir taraftan Türkiye karşıtı politikalarını uluslararası alanda sürdürürken öte 
yandan bazı Türk büyük sermaye çevreleri aracılığı ile, Türk medyasını kullanarak, " Yunanistan'ın gerçek amaçlarının gizlenmesine " ortam hazırlatmış tır. Yunanistan Türkiye'yi "Avrupa ve ABD'de baskı altında tutarak ve "bazı iş çevreleri yardımı ile Türk medyasını kullanarak" Türkiye üzerinde oldukça 
başarılı bir politika izlemiştir. Türkiye'de bazı büyük sermaye çevrelerinin bu konuda zaaf göstermeleri yanlızca Atina'nın Türkiye'ye yönelik politikaları 
bakımından değil, AB'nin Türkiye üzerinde yürüttüğü politika bakımından da etkisini gösterdi. 
Medya tekelinin bulunması bunun sonucu halkın yanlış ve eksik bilgilendirilmesi Yunanistan'ın ve AB'nin yararına olurken Türkiye'nin ulusal çıkarları bundan 
zarar görmüştür. 
Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasında (işgal döneminde) benzer bir durum yaşadığını burada belirtmek, bazı tarihi gerçeklerin ortaya konması 
açısından önemlidir. 

BEŞİNCİ BÖLÜM 

Türkiye ve Kıbrıs.,

1) Kıbrıs'ın Türkiye İçin Taşıdığı Önem 

Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı önem nedir sorusunun iyi anlaşılması gerekir. Türkiye'nin 40 mil güneyindeki, açık havada Kıbrıs'tan Toros dağlarının 
rahatlıkla görüldüğü bu büyük ada Türkiye için ne anlam taşımaktadır. 

a. Türkiye'nin Akdeniz'e açılan kapısı niteliğindeki bu bölge üzerinde bulunan Kıbrıs adası tarih boyunca 7-8 ayrı uygarlığın kısmen veya tamamen egemenliği 
altında kaldı. Bazen de değişik bölgeleri farklı ticaret kavimlerinin denetimleri altına girdi. 
Osmanlı İmparatorluğu 1571'de adayı Cenevizli'erden aldı. Cenevizliler adayı daha çok ticari amaçlarla ellerinde tutuyorlardı. O dönemde Kıbrıs bir korsan 
adası görünümünde idi. 
Adanın sadece kontrolü, 1878'de Osmanlılarla İngilizler arasında yapılan bir anlaşma sonucu İngilizlere kira ile verildiğinde Kıbrıs'ta Osmanlı-Türk kimliği 
tamamen hakimdi. 1880'li yıllarda ada nüfusunun %44'ü Anadolu'dan 1571 sonrası gelen Türklerden oluşuyordu. Türkler en büyük topluluk idiler. Kıbrıs adası üzerinde de, Vakıflar İdaresi 'nin arazileri ile birlikte, adanın (%50)den fazlası Türklerin elinde idi. 

Daha önce de açıklandığı gibi İngilizlerin, Rumların ve Ortodoks Kilisesinin uyguladıkları sistemli baskılar sonucu 1950'lere gelindiğinde Rumlar çoğunluğu 
elde etmiş bulunuyorlardı. 

Tarihsel bir perspektiften bakıldığında Kıbrıs'ta iki halk ve iki kültür hâkimdi; Rumlar ve Türkler. Eski uygarlıkların etkileri, Lusinyenler ve Cenevizliler hariç, silinmişti. Lâtin uygarlıklarının etkisi ise sosyal değil, fiziki yapılar (tarihi eserler) olarak ayakta duruyordu. 
Tarihi ve sosyal değerler açısından Kıbrıs, Türk ve Rum ögelerin birlikte oluşturduğu bir ağırlık taşımaktadır. Bugün (2000) adada 200.000 Türk ve 600.000 Rum yaşamaktadır. Üçüncü ülkelerden ise 50.000 dolayında geçici ve sürekli yaşayan nüfus bulunmaktadır. 

b. Kıbrıs'ın Türkiye Bakımından Stratejik Önemi 

Kıbrıs adası Türkiye'nin hemen yanıbaşında, Türkiye için Akdeniz'e (ve uluslararası sulara) çıkış yolu üzerindedir. Yunanistan Batı'da Ege'yi büyük 
ölçüde kapatmıştır. İstanbul'dan İzmir'e yada Marmaris yöresine giderken Türk gemileri ve tekneleri, Yunanlıların denetimi altında bulunan adalardan, Yunan 
karasularına girmemek için dolaşmak zorundadırlar. Güney (Akdeniz'e), Türkiye'nin tek rahat çıkış alanı(deniz ve hava) olarak kalmıştır. 
Türkiye 40 mil yanında ve tarihi ve kültürel olarak daTürk kimliğinin bulunduğu, ikinci büyük nüfusu Türklerden oluşan bu adayı, bir başka ülkenin (Rumlar ve 
Yunanistan) tam denetimine bırakamaz. Bu , tarih, çoğrafya ve toplumsal doku açısından "adil olmaz". 

c. Türkiye aynı zamanda bir Akdeniz ve Orta Doğu ülkesidir. Bölgenin en büyük ülkesinin Doğu Akdeniz ve Orta Doğu'da ekonomik ve siyasal varlığını 
sürdürebilmesi için Kıbrıs'ta Türk varlığının korunması (KKTC'nin korunması) yaşamsal bir önem taşımaktadır. 
Türkiye'nin Afrika ve Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerini sağlıklı sürdürebilmesi de KKTC'nin varlığına ve Kıbrıs'ın tamamının başka ülkelerin 
eline geçmemesine bağlıdır. 

d. 1990 sonrası gelişmeleri, Kafkasya'da önemli değişklikleri ortaya çıkardı. 
Bakü-Ceyhan enerji hattı Türkiye'nin geleceği ve bölgedeki yeri bakımından büyük önem taşıyor Türkiye yakın bir gelecekte dünyanın önemli enerji 
terminallerinden birisi olacaktır. 
Bakü-Ceyhan hattı gözönüne alındığında, Kıbrıs'ın hemen karşısındaki kıyı, bu enerji terminallerinin bulunduğu bölge olacaktır. Bu bölgenin ticari önemi daha 
da artmaktadır. Türkiye bu ekonomik ve ticari potansiyeli "güvence altına almak" zorundadır. 

e. Güney Doğu Anadolu (GAP) projesi kısmen tamamlanmıştır. 2010 yılında tam olarak devreye girdiğinde GAP bölgesinin dünya ile bağlantısı İskenderun, 
Mersin ve bu bölgede yeni yapılacak limanlar üzerinden sağlanacaktır. Anamur'un 40 mil güneyindeki Kıbrıs bu açıdan da büyük önem taşıyor. Ticari 
yollar bu bölgeden geçmektedir. 

f. Türkiye yeni doğmakta olan Asya ekonomik pazarının Batı Kapısı üzerindedir. 
Asya, Dünya ile deniz bağlantısını Batı'da, Türkiye'nin Akdeniz kapısı üzerinden sağlayacaktır. 

Bu Batı Kapısı'nın önünde de Kıbrıs adası durmaktadır. 

g. Ada üzerinde Türk-Yunan dengesinin sağlanması konusu da önemlidir. Kıbrıs'ın bir Yunan (Rum) adası haline gelmesi, Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengeleri tamamen ortadan kaldıracaktır. 
Ege'de dengeYunanistan lehine, Türkiye aleyhine dönmüştür. Meis'ten Midilli'ye kadar Anadolu Yunanistan'ın egemenliği altındaki Ege adaları tarafından 
kuşatılmıştır. 
Akdeniz'de de Kıbrıs Yunanistan'ın (Rumların) egemen oldukları bir konuma gelirse, bölgenin en büyük ölçekli ülkesi nefes alamayacak bir duruma düşer. 
Türkiye ile Yunanistan arasındaki bölgesel denge tamamen bozulmuş olur. Adada KKTC'nin (ve Türk varlığının) korunması, en azından Kıbrıs ve çevresi için iki ülke arasında "denge" yaratır. Zaten ülkeler arasındaki ilişkiler, "ancak denge ortamında" gelişir ve iyileşir. Bir tarafa avantaj yaratan dengesizlikler, uzun 
dönemde yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açar. 

h. Güvenlik konusu; Kıbrıs adası Türkiye'nin güvenliği bakımından yaşamsal bir önem gösterir. Özelilkle 1990 sonrasında soğuk savaş bittikten sonra Türkiye 
içinde bulunduğu bölgede, "güvenliği açısından kendi inisiyatifini daha fazla kullanmak" zorunda kalmıştır ve bundan sonra da kalacaktır. 
Ayrıca Türkiye'nin ortasında bulunduğu bölge, dünyanın en istikrarsız ve sıcak çatışmalara gebe bölgesidir. Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar, her üçü de tam 
olarak oturmamış, önümüzdeki dönemde de sıcak çatışmaların beklendiği bölgelerdir. 

Bu durum Türkiye'nin güvenliği ve dış bağlantıları açısından Kıbrıs'ın önemini daha da arttırmaktadır. Kısacası, Kıbrıs'ta KKTC'nin (ve Türk varlığının) devamı 
Türkiye'nin ulusal güvenliği için büyük önem taşır. 
Yukarıda özetlenen bilgi ve değerlendirmeler Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı büyük önemi ortaya koymaktadır. Politik, ekonomik, kültürel ve askeri 
boyutları ile bu önem, yarın da azalmayacak aksine artacaktır. Hazar petrollerinden Gap'a, Asya pazarından Irak sorununa kadar önümüzdeki yıllarda 
beklenen gelişmeler, bu önemi açık bir biçimde ortaya çıkarır. 

2) Türkiye'nin Uluslararası İlişkileri ve Kıbrıs 

İkinci Dünya Şavaşı sonrasında Batı Bloku içinde yer alan Türkiye, bu "yer almayı" iyi değerlendirememiştir. Türkiye'nin "iyi değerlendirememesinde" kendi kabahatleri yanında Batı'nın Türkiye'ye bakış açısı da etkili oldu. Türkiye bölgede daha çok, "ileri bir karakol" olarak değerlendirildi. 

Savunmamız "tamamen" ABD ve NATO'ya bırakıldı. Öylesine bırakıldı ki Türkiye'ye haber bile verilmeden Türkiye üzerinde ABD, Rusya ile pazarlık yaptı. Küba krizinde Türkiye içinde ABD (ve NATO) denetiminde olan füzelerin pazarlığı yapılırken Türkiye'nin bundan haberi yoktu. Türkiye'den kalkan U2 casus uçağı, Türkiye'yi de zor durumda bıraktı. 
Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki tarihi hakları ve adanın Türkiye için taşıdığı önem Batı'ya iyi anlatılmadığı gibi, Batı da bunu anlamak istemedi. Batı (Avrupa 
ve ABD) Kıbrıs uyuşmazlığını değerlendirirken, "Türkiye'ye karşı tarihi ön yargılarından" hiçbir zaman kurtulamadılar. Dünya medyası olayları daha çok 
Yunanlıların ve Rumların gözlüğü ile gördü. 
1963 yılına kadar Türkiye kendisini "normal bir Batılı ülke" gibi görüyor ve Batı'nın da kendisini öyle gördügünü zannediyordu. Türk halkı ilk defa 1963, 
1964 ve 1967 olaylarında gerçeği görmeye başladı. Kıbrıs'ta Türkler Rumların saldırılarına uğrarken, 

* Türkiye'nin eli kolu bağlanıyor, "müdahale" engelleniyordu, 
* BM ve NATO da Rum saldırılarının önlenmesi konusunda "sonuç alıcı" eylemlerden kaçınıyorlardı. 
Johnson Başbakan İnönü'ye "Kıbrıs'a müdahale edemessiniz, ederseniz karşınızda bizi bulursunuz" diye mektup (ültimatom) gönderdiği zaman, Türkiye ilk defa gerçeği görmeye başladı. ABD, Yunan lobisinin ve diğer etkenlerin doğrultusunda hareket ederek, Türklere saldıran Rumları (ve Yunanistan'ı) koruyordu. 
Türkiye işte o zaman Batı tarafından, "farklı algılandığını" anlamaya başlamıştı. 
Hele 1974'te Türkiye'nin çok haklı olarak ve uluslararası anlaşmalara dayanarak, Kıbrıs'ta Türkleri Rum saldırılarından kurtarmak ve Enosis'i önlemek için 
"müdahale" etmesinden sonra Türkiye gerçeklerle yüz yüze geliyordu. 
Türkiye bir rüyadan uyanıyordu; İkinci Dünya Savaşı sonrasında "kendisini teslim ettiği Batı" Türkiye'yi kendi içinde görmüyor, "dışardaki bir ülke gibi" 
bakıyordu. 
* ABD, NATO sadık üyesi Türkiye'ye silâh ambargosu koymuştu. 
* Güvenlik Konseyi, 1964 Mart'ında yaptığı bilinçli hatayı inatla sürdürüyor, suçlu Rumları "meşru Kıbrıs yönetimi" olarak tanıyorlardı. 
* Kıbrıs'taki Türk yönetimini tanıyan Bengaldeş'e ABD büyük baskı yaparak, kararını geri aldırıyor. Tanıma hazırlığındaki Pakistan tehdit ediliyordu. 
* Amerikan Kongresi Rum lobisinin maşası gibi hareket ederek Türkiye'ye karşı kararlar çıkartıyordu. 
* Ortodoks (ve Hristiyan) Dünyası, Kıbrıs'ta , Ortodoksların (Rumların) egemen olduğunu görmek için Türkiye'ye karşı savaş açıyordu. 
   Türkiye, "gerçekten yanlız olduğunu" işte o zaman analamaya başladı. 
* Türkiye hukuka saygılı idi 
* Türkiye adada soykırımı engelleniyordu 
* Türkiye, Atina'daki Albaylar Juntasının Enosis girişimini önlüyordu. 

Bütün bunları yaptığı için de ABD ve Batı Avrupa tarafından, hatta Sovyetler Birliği tarafından suçlanıyordu. 
Ulusal çıkarlarını uluslararası anlaşmalara dayanarak korumak isteyen Türkiye yalnız bırakılabiliyordu. 
Kıbrıs Alayları Türkiye'nin gözünü açtı. Türkiye bundan sonra iki konuda değişiklik yaptı; 
* Uluslararası ilişkilerde çeşitlenmeye gidilecekti. Bütün dünya devletleri ve değişik bölgelerle yeni ilişkiler kurulacak, uluslararası ilişkilerde "tek 
   boyutluluk" azaltılacaktı. 
* Türkiye savunma sanayiini geliştirecek, ulusal çıkarların korunmasında görülen "zaaflar" ortadan kaldırılacaktı. 
Ancak soğuk savaş sürüyordu ve Türkiye "Batı Bloku" içindeki yerini koruyordu. 

1975-1980 döneminde tırmanan iç istikrarsızlıklar ve koalisyon hükümetlerinin zaafları uluslar arası ilişkilere de yansıyor ve zorluklar giderilemiyordu. 
Üstelik petrol krizi de büyük bir ekonomik bunalım yaratmıştı. 

Kıbrıs uyuşmazlığı sonucu ABD'nin ve Batı Avrupa'nın uyuşmazlık karşısında "Yunanistan'ın yanında yer almaları" Türkiye'nin dış politikasını değiştirmese 
de, Türkiye'nin gerçekleri görmesine yol açtı. 
Dr.Andrew Mango 1999 yılında yaptığımız bir görüşmede şu gözlemini ortaya koyuyordu; Türkiye Marshall Yardımı ile başlayan dönemde, 1950'li yıllarda Batı 
ile ilişkilerinde borçlanma politikasını iyi idare edemedi. 
Dr.Mango'nun söylemek istediği şuydu; Borçlanma ile Türkiye aşırı bağımlı duruma geldi ve Batı ile tek yanlı bir ilişki düzeni kuruldu" Kuşkusuz, bunun sonucu olarak da Türkiye, "fazlaca yönlendirilen" bir ülke konumuna geldi, ulusal çıkarlarını yeteri kadar koruyamadı. 
Ve 1974'de kendi "inisiyatifi" ile ulusal çıkarlarını korumaya kalkıştığı zaman da Batı Türkiye'ye "çizilen çizginin dışına çıktığını" söylüyor ve baskı 
yapıyordu. 
Kıbrıs konusu Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde çok önemli köşe taşlarından birisidir. Çünkü Türkiye Kıbrıs'ta, "Atatürk döneminden beri ilk defa, inisiyatif kullanmış ve kendi ulusal çıkarlarını korumayı başarmıştır. 
Bu yönü ile Kıbrıs Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır. 
1974'e kadar "hep kendisine söyleneni yapan" Türkiye ilk defa 1974'te "dış politikada bağımsız davranmıştır". 
Batı'da olaya tarafsız bakabilen bazı düşünürler ve stratejistler Türkiye'nin bu tutumunu takdir etmişler, haklı bulmuşlardır. Öte yandan Türkiye'nin ulusal 
çıkarlarını "kendi inisiyatifi ile" koruma girişimi, yeni bağımsızlıklarını kazanmakta olan veya mücadele eden az-gelişmiş dünyada da "yeni bir pırıltı, 
yeni bir umut ışığı" olmuştur.Güçlü büyük devletlerin baskısı altında bulunan ülkeler ve insanlar, "bu zircirlerin kırılabileceğini" görmüşlerdir. 

3) Türkiye-Kıbrıs İlişkileri.,

Türkiye'nin Kıbrıs'a ilişkin politikaları 1960'ta Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluşundan başlayarak bugüne kadar ele alındığında, 

* Türkiye ile Kıbrıs'taki Türkler (Türk Yönetimleri) arasındaki izlediği politikalar, 
* Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler 
* Türkiye'nin KKTC'ye destek vermek ama bir üçüncü ülke gibi izlediği politikalar 
* Zürih ve Londra antlaşmalarına göre Kıbrıs adasının bütününden "bir garantör ülke olarak" izlediği politikalar olarak alt-başlıklara ayrılır. 

a. Türkiye 1960-1963 döneminde anayasının işlemesi için her türlü yardımı yapmıştır. Garantör ülke olarak Kıbrıs'ta Türk askeri (Türk alayı) bulundurmuş  tur. 1962 yılında Makarios'u Anayasa'yı değiştirme konusunda ilk girişimleri başlayınca, Kıbrıs'taki Türk tarafı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr.Fazıl Küçük ile birlikte, Ankara da gerekli uyarıları yapmıştır. 
1960-1963 dönemi, Rumlar henüz saldırılara başlamadan önce, Ankara Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmuş olmasından çok memnundu. Çünkü bu anlaşmalarla, 
* Kıbrıs Türkleri, aynen Rumlar gibi, bir taraf olarak, yeni Cumhuriyet'in "ortağı" durumuna geldiler. Kendi bağımsız idari, mali, adli ve polis yönetimleri de vardı. Hükümetleri 10 bakandan (3)ü Türk idi. Türk olan Cumhurbaşkanı Yardımcısının "veto" hakkı bulunuyordu. 
Anayasa mahkemesi bile tarafsız bir başkandan meydana geliyordu. 
Ve Türkiye'nin "garantörlük" hakkı bulunduğu gibi, antlaşmalara göre bir Türk alayı da Kıbrıs'ta sürekli olarak konuşlandırılmıştır. 
Ankara'nın bu yapılanmadan hoşnuttu ve iki tarafın iyi niyeti ile bunun işletilmesini bekliyordu. 

b. 1963'te Rumlar Türklere saldırdılar ve işler bozuldu. Makarios ve Rum tarafı anayasası çalıştırmak istemiyordu. Nedeni çok açıktı; Bu anayasa ve yasalar 
uygulandığı taktirde Rumların Türkler üzerinde egemenlik sağlamaları olanak dışı idi. Makarios zaten Londra'da antlaşmayı "baskılar sonucu" ve istemeyerek 
imzalamıştı. Bunu açık açık da söylemişti. 
1963'den itibaren Rumların Türklere silâhla saldırmaları ve anayasayı ortadan kaldırmalarından sonra Ankara'nın Kıbrıs politikası 1974'e kadar şu çizgide 
seyretti, 
* Türklere karşı silâhlı saldırıların engellenmesi. Birkaç defa jet uçaklarının havadan fiili müdahalesi yanında 1464'de Erenköy'de gönüllülerin Kıbrıs'a 
çıkmalarına yardımcı oldu. 
* Birleşmiş Milletlere çok sayıda başvuru yapılarak Rum silâhlı saldırılarının önlenmesi istendi. 
* Bir müdahale girişimi oldu, ancak ABD Başkanı Johnson'un İnönü'ye mektubu (ültimatonu), bu girişimi durdurdu, Ankara geri adım attı. 
* Türk alayının "değiştirilmesi" dönemlerinde, Makarios'un engelleme ve zorluk çıkarma girişimlerini çözmeye çalıştı. 
1963-1974 döneminde Ankara hükümetlerinin Kıbrıs politikası, ağırlıklı olarak, Rumların ve Eoka'nın Türklere olan saldırılarını önlemeye çalışma çabaları 
olarak değerlendirilebilir. 

c. 1974'te toplu saldırılar ve Nikos Samson'un Enosis'i sağlama girişimi karşısındaki müdahale, 1963-1974 döneminin politikasından farklıdır. 1963-1974 döneminde Ankara BM'den ve ABD'den "yardım istemiştir". Buna karşılık 20 Temmuz 1974'te onbir yıllık yaşananlar ile ortaya çıkan gerçekler doğrultusunda, "yardıma kendisi gitmiştir". Hatta gitmeden önce de İngiltere'ye "birlikte müdahale" için çağrıda bulundu. Ancak Londra, Ankara'nın çağrısını kabul etmedi. 

d. 1974'den sonra Türkiye, garantör ülke olarak, "Kıbrıs Türklerinin iç yapılanmasında her türlü mali ve idari desteği" yaptı. 1975'te Kıbrıs Türk 
Federe Devleti kurulduktan sonra da Kıbrıs içinde ve uluslararası alanda KTFD ile tam bir işbirliği içinde kaldı. 
Bir taraftan KTFD içinde "teşkilatlanmalara" yardımcı olurken, Öte yandan uluslararası alanda, KTFD'nin ticari ve siyasi ilişkilerine katkı sağladı. 
KTFD kendi yasaları, kurumları olan otonamdan öteye bağımsız çalışan bir teşkilatlanma oluşturdu. Adı "federe" olmasına karşın bir "devlet" gibi çalışan 
sistem vardı. 

* Sınırları TSK'nin güvencesi altına alınmış 
* Türkiye ile çok yakın işbirliği içinde 
* Türkiye'den mali destek alan 
* Dünyanın tanımaması dolayısıyla Türkiye ile "özel bir ilişki düzeni" içine oturtulmuş bir yapılanma vardı. 

1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti yerine, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilânını savunanlar çoğunluktadır. Bunlar 1975'den 1983 sekiz yılı, kayıp olarak 
değerlendirirler. 

e. KKTC ile başlayan yeni dönem; 

15 Kasım 1983'te Kıbrıs Türk Federe Meclisi'nin 40 milletvekili, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ilân ediyordu. Ankara KKTC'yi derhal tanıdı. 
Türkiye KKTC ile ilişkilerinde idari, mali, siyasi askeri tam bir işbirliğine giriyordu. KKTC'nin Cumhurbaşkanlığı, Cumhuriyet Meclisi, Yüksek Mahkemeleri ve diğer idari kurumları oluştukça, Türkiye'deki mütekabil kurumlar, KKTC'nin kurumları ile anlaşmalar yapıyor, politika oluşturuyorlardı. 
Adada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin oluşumu kadar doğal bir şey olamazdı. Adanın güneyinde bir Rum devleti (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) bulunuyordu. 
Türklerin halâ, 1975'te ilân ettikleri Kıbrıs Türk Federe Devleti'ni sürdürmeleri bir anlam taşımıyordu. Güneydeki devlete karışılık kuzeyde de Türklerin zaten yıllırdanberi fiilen sürdürdükleri bağımsızlıklarını bir devlet çatısı altına sokmaları çok doğaldı. Artık 1960'daki Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki "iki ortak" ayrılmışlar ve kendi devletlerini kurmuşlardır. Önce Rumlar, mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti'ni işgal ederek kendilerini dünyaya meşru bir devlet olarak kabul ettirmişler, sonra da kuzeydeki Türk yönetimi bağımsız devletini kurmuştur. 
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan, özel ilişkiler içindedir. 

Şöyle ki; 

* GKRY'de Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağından çok Yunan bayrağı çekilidir.Kıbrıs bayrağını, uluslararası ilişkilerde ve B.M.de, ayrı bir devlet olduklarını 
göstermek için kullanırlar. Rumların Kıbrıs'ta yapay olarak yarattıkları sınır ihlâllerinde, ellerinde hep Yunan bayrağı taşırlar. 
* GKRY askerleri, Yunanlı subayların denetimi altındadır. GKRY'deki askeri tesislerde Yunanistan komuta zincirinin başındadır. 
* GKRY'de 10.000 dolayında Yunan askeri ve subayı vardır. 
* GKRY yöneticileri, bütün önemli kararlarda Atina'nın onayını alır. 
* Uluslararası politik ve diplomatik ilişklerde, Yunanistan ve GKRY tek bir devlet gibi çalışır ve hareket eder. 

Aynı şekilde Türkiye KKTC arasında "çok yakın bir ilişki düzeni" kurulmuştur. 
Hem KKTC hem de GKRY, kendi anavatanları ile "özel ilişki" içindedirler. 
AB'nin Devreye Girmesi ve Değişen Parametreler 1995'te AB'nin GKRY ile Kıbrıs Cumhuriyeti olarak görüşmelere başlayacağını açıklaması Ankara'nın KKTC ile ilişkilerini etkiledi. 28 Aralık 1995 Demirel-Denktaş Deklarasyonu, Brüksel'e gönderilen bir mesaj niteliğinde idi. 
* Türkiye'nin içinde bulunmadığı AB'ye Kıbrıs (GKRY) giremez . 
* AB'nin GKRY'ye ilişkilerini geliştirdiği ve bütünleştiği oranda , Türkiye de KKTC ile bütünleşecektir. 
* Türkiye KKTC'ye desteğini sürdürecektir. 

1995'i izleyen yıllarda AB, GKRY ile ilişkilerini (siyasal) geliştirdi. Bu arada Yunanistan'ın da GKRY ile, askeri alandaki ortaklığı ve işbirliği arttı. 
Türkiye, KKTC'nin altındaki zeminin kaymaması için, KKTC ile bütünleşme çabalarını yoğunlaştırdı. 
AB ve Atina artık Zürih ve Londra antlaşmalarını "tanımadıklarını" uygulamaları ile çok açık gösteriyorlardı. Bu durumda Türkiye'nin ve KKTC'nin kendi 
yakınlaşmaları yönünde "daha bağımsız" hareket etmeleri çok doğaldı. Zaten Türkiye ve KKTC'ye başka bir seçenek de bırakılmamıştı. 
AB ve Yunanistan bütün parametreleri değiştirmişlerdi. 
Türkiye'nin Kıbrıs politikasını belirleyen temel çizgiler, 

* TBMM'den 
* Cumhurbaşkanları deklarasyonlarından, 
* Milli Güvenlik Kurulu kararlarından, 
* Hükümet kararlarından, ardarda gelmeye başlamıştı. 28 Aralık 1995'ten sonra Türkiye ile KKTC arasında 20 Ocak 1977'de (iki hükümet arasında) anlaşma imzalandı, 21 Ocak 1977'de de TBMM çok önemli kararlar aldı. 

AB ve Atina, adada Rumların adanının bütününde egemenlik sağlamaları için kapıları aralamaya çalışırken Türkiye de bu yolu açmayacağını en üst kurumları 
ile dünyaya ilân ediyordu. 
Siyasi ve dipolmatik çalışma sürerken Kıbrıs'ta iki ayrı devlet, tüm demokratik kurumları ile içerde kendi işlerini yürütüyorlardı. Adada bir sorun yoktu, 
çatışma yoktu, 1974'den beri barış vardı. Temmuz 1977 Türkiye'nin KKTC ile ilişkileri ve Kıbrıs politikası açısından bir dönüm noktasıdır. Hükümetler arası 
yapılan anlaşma ile, 
* Türkiye ve KKTC "bütünleşme" yolunda yeni adımlar atmaya başlıyordu. 
* Türkiye ile KKTC arasında ortak savunma konsepti oluşturulmuştu. Fiili durum, bir anlaşma ile "hukuki statüye" kavuşuyurdu. 
* Ağustos 1997'de ise Türkiye-KKTC Ortaklık Konseyi kuruluyordu. 

Türkiye'nin ve KKTC'nin uyuşmazlığa yaklaşımlarında, Türk tarafınının ayrı egemenlik hakkının tanınması yaklaşımı, 1995 sonrası AB'nin tutumu ile daha da önem kazanmaya başlamıştı. 
KKTC Cumhurbaşkanı R.Denktaş başta olmak üzere "ayrı egemenliğin" ve "görüşmelerde mutlak eşitliğin" öne çıkarılmaya başlaması, çok doğal olarak, 
görüşmelerin (ve ilişkilerin), adada iki devlet arasında yapılması sonucunu doğuracaktı. Olması gereken de buydu. 
Eşitlik olmaz ise, taraflardan birisi devlet, diğeri ise azınlık statüsünde kalıyorlardı. "Devlet" konumunda görülen kendi egemenliğini hiçbir zaman 
"paylaşmaya" razı olmayacaktı. 
Anlaşma zemini oluşturulması, iki eşit taraf arasında sağlanabilirdi. Rum tarafı devlet ise, Türk tarafı da aynı statüde masaya oturmalı idi. 
1963'te Rumların Türklere saldırarak başlattıkları süreç bugün gelinen durumu hazırlamıştır. 
Realpolitik ve AB'nin bütün parmetreleri değiştirmesi, KKTC'nin GKRY ile eşit konumda algılanması politikasını kaçınılmaz olarak gündeme getirecekti. 

Görüşme olacaksa, artık " Konfederasyon" görüşülecekti. 

8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder