25 Ağustos 2019 Pazar

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 12

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 12



Türkler ele geçirdikleri memleketleri idare ederlerken gayet müslümanca hareket etmişler ve bu sayede asırlar boyu payidar olmuşlardı. Türk devlet adamları, tab'aları olan insanlara şefkat ve merhametle, adaletle muamele etmekle şöhret bulmuşlardır. Müslüman olmayan tab'anın zayıflarını hoş tutmak, fakirlerine yardım etmek, açlarını doyurmak, çıplaklarını giydirmek ve onlarla konuşurken yumuşak ve tatlı bulunmak, komşulara karşı nazik ve âlicenab davranmak, tab'anın bütün işlerini kolaylıkla görmek, hülâsa nıüslüman ahlâkı ve müslüman usulleriyle hareket etmek milletimizin ve onun devlet adamlarının şiarı idi. Bu sayede de hıristiyan tab'a idaremizden memnun ve sayemizde mes'ut olmuşlardı. Her nedense, bu asil muameleye fazlasiyle nail olan yahudileri milletimiz hiç bir zaman memnun ve minnettar görmemiştir. İslâmın sebeb-i za'fı ve felâketi olan İsrail oğlu siyasî, dinî, içtimaî ve iktisadî her yönden bizi uçuruma sürüklemeyi kendisine vazife edinmiş ve bu bozguncu faaliyetinden bir an bile hâli kalmamıştır. Müslümanların ve bilhassa Türklerin kendi tab'alarına karşı bu derece âlicenab ve âdil davranmaları hulûl-ü muslihane ile memleketi mize sokulan misyonerlerin, sömürgeci ve emperyalist garb öncülerinin işini zorlaştırmıştı. Müslüman olmayan milletlerin, fetheyledikleri memleket halkına reva gördükleri zulüm ve hakaret ve istibdat o derece şiddetli ve merhametsizce idi ki, müslüman idare ve kanunlarının üstünlüğü bütün misyoner faaliyetini verimsiz bırakmakta idi.

* * *
On altıncı asrın sonlarında Malta Adasında misyonerlik için bir merkez kuruldu. Orasını tekmil müslüman dünyasına saldırmak için üs yaptılar. 

Orada 1625 tarihinde faaliyete geçerek bazı mektepler açmak ve dinî eserler yaymakla işe başladılar. Bu hareket müslüman halklar tarafından nefretle karşılandı. Fakat misyonerleri yıldırmadı, azimlerini kırmadı. 1773 de hıristiyanlar misyonerlik faaliyetini bir müddet için durdurmağa mecbur oldular. 1820 tarihine kadar Maltadan başka bir mahalde misyonerlik faaliyeti görülmedi. 1820 tarihinde Beyrutta ilk misyonerlik merkezi kurulmuş fakat pek çok zorluklarla karşılaşmışlardır. Onlar bu müşkülâttan asla fütur getirmeyerek dinî neşriyat ve din propagandasiyle işe başlamışlardır 1834 tarihinde bu maksat için Lübnan'ın Antura köyünde bir kollej açılmış ve Amerikalı misyonerler bu merkezden etrafa neşriyat ve tebligat yapmağa başlamışlardır. Meşhur Amerikalı misyoner ili Şmit bu merkezde apaçık çalışıyordu. Vaktiyle Maltada bu vazifeyi fahri olarak yapıyordu. 

Mezkûr köyde bir de matbaa kurulmuştur. Daha sonra Beyruta dönerek orada kızlar için de bir kollej açmıştır. Fakat bu faaliyet bir sene içinde misyonerlerin 
cesaretlerini kırmış Maltaya geri dönmelerini icap ettirmiştir. Bununla beraber tekrar Beyruta dönerek Beyrutta hususî ve Şamda umumî olarak çalışmağa 
başlamışlardır. Misyonerler, aynı hedef ve gayeye müteveccih çalışmalarında birbirlerine şayanı hayret yardımlarda bulunmuşlar ve elbirliğiyle çalışmışlardır. 
Bütün bu faaliyetler müslümanlar arasındaki dinî vahdeti bozmak, itikatlarını zayıflatmak, onlara aşağılık duygusu aşılamak ve aralarında ayrılık yaratmak 
gayesini takip ediyordu. Bu maksat için ellerinde üç koz vardı: Müslümanlar, hıristiyanlar ve dürziler... Bu üç din arasındaki ayrılık ateşini körüklemek ve 
oralarda yasayan bu üç unsuru birbirine düşman etmek... işte misyonerlerin, İslâmın kalbgâhı olan bir memlekette yaptıkları faaliyet...

Garip ve gayet acıdır ki bugün bu türlü mektepler, hıristiyanların ve dönmelerin açtıkları muazzam tedris müesseseleri ve şayanı hayret dinî neşriyat  alabildiği ne, serbest ve hattâ mağrur ve mütehakkim yoluna devam etmektedir. Asılları ibranice bir sürü batıllar, hurafeler ve ilk çağ efsâneleriyle dolu kitaplar, sudan ucuz bir fiyatla ortalığı istilâ etmiş iken kimse bunlara İrticaî mahiyet vermiyor, kimse bu yaraya parmak basmak cesaretini göstermiyor.

Günün münevveri ve zengini; büyük adamlar, müslüman ve milliyetçi kıymetli unsurlar yetiştirecek hususî mektepler açmak ve bu yolda neşriyat yapmak 
yoluna gitmiyor. Gidenlere de yardım etmiyor. 

Cehalet!

Sene 180... Mısırlı İbrahim Paşa Suriyeden çekildiği zaman oralarda idarî bir keşmekeş ve huzursuzluk hüküm sürüyordu. Ecnebi sefirler, misyonerler ve 
daha bir çok gizli teşekküller bu fırsattan istifade ederek Osmanlı - Türk devletinin nüfuzunu kifayetsiz görerek bu fırsattan istifadeye kalktılar. 1841 
tarihinde Lübnan dağlarında dürzü ve hıristiyan cemaatleri arasında karışıklıklar çıkardılar. Ecnebilerin işe müdahalesi Türk devletini, Lübnan sancağını dürzülere ve hıristiyanlara mahsus olmak üzere iki rnıntakaya taksime mecbur etti. Fakat bunun amelî bir faidesi görülmedi. Bütün bu kargaşalıkta İngiltere ve Fransanın büyük rolü ve mes'uliyeti vardır. Fransızlar, Lübnandaki hıristiyan Mârûnileri, İngilizler ise dürzüleri tutar görünüyor ve her iki devlet de bu cemaatler arasında kendi icâdgerdeleri olan yangını körüklüyorlardı. 1845 de bu karışıklıklar son haddine ulaşmış, manastırlar ve kiliseler tecavüze uğramış, hırsızlık ve cinayetler Osmanlı devletini zor duruma düşürmüştür. Bunun üzerine hükümet geniş selâhiyetle Hariciye Nazırını Lübnan'a göndermiş ise de müsbet bir netice alınamamıştır. Misyonerlerin faaliyetleri artmıştır. 1857 yılında Marûnî papaslan halkı kışkırtarak şimalî Lübnan'da silâhlı bir ayaklanmaya sebep olmuşlardır. Bu kıyam cenuba da sirayet edince hıristiyan köylüler arazi sahibi dürzilere hücum etmişlerdir. Bu fırsatı hazırlayan İngiltere ve Fransa, kendi himayelerine aldıkları cemaatleri desteklemeğe başladılar. Bu isyan tekmil Lübnanı kapladı. Misyonerler, ecnebi casuslar, sömürgeciler; kendi ihdas ettikleri bu vaziyeti, bu yangını alevlendirmek için dürzileri tekmil hıristiyanları kati ve imha etmek için harekete geçirdiler. 

Bu ayaklanma o derece şiddetli olmuştur ki binlerce Hıristiyan maktul düşmüş, evleri yakılmış, bir çok insanlar yurtsuz, meskensiz kalmıştır. Bu kargaşalık 
gün geçtikçe etrafa sirayet etmiş ve hemen hemen bütün Suriyeyi istilâ etmiştir. 1860 senesi temmuz ayında müslümanlar hıristiyan mahallelerine hücum 
edip yakıp yıkmağa ve çeşitli zararlar vermeğe başlamışlardır. Devlet bu harekâtı bastırmak için asker göndermeğe teşebbüs etmiş ise de, garb devletleri bu fırsatı ganimet bilerek ve daha çabuk davranarak Suriye limanlarına harb gemileri göndermiş ve aynı senenin ağustos ayında da bir Fransız kara kuvveti Beyruta asker çıkararak karışıklığı kendisi bastırmak istemiştir. Böylece garb, kendi eliyle hazırladığı bu fitneyi bahane ederek devletin iş işlerine fiilen 
müdahale etmiş ve Türk devletini Lübnana imtiyaz ve muhtariyet vermeğe zorlamıştır. Böylece hükümet içinde hükümet kurulmuş ve Lübnan her türlü 
fesat hareketleri için geniş bir merkez haline sokulmuştur. İmtiyaz ve muhtariyet kazanan Lübnan hıristiyan bir mutasarrıfın idaresinde ahaliyi temsil 
eden bir meclis ile âdeta yan müstakil bir hâle gelmiştir. Bundan sonra ecnebi devletler Lübnanla alâkalarını arttırarak orasını müslüman Osmanlı - Türk 
devleti aleyhine bir köprü başı haline sokmuşlardır. Ondan sonra artık serbestçe mektepler, matbalar, hastahaneler açmağa, cemiyetler kurmağa başlamışlar 
ve 1847 tarihinde «Fenler ve İlimler» isminde bir cemiyet kurarak bazı mühim Lübnanlı şahsiyetleri bu partiye kaydetmişlerdir. Bu cemiyete zamanın meşhur 
şahsi¬yetlerinden İngiliz albayı Çörçil’i de âza olarak almışlardır. Bu cemiyet zahirde «ilim yayma» teşekkülü şeklinde gözüküyorsa da hakikatte çok maksatlı 
bir gaye takip ediyor, gençleri tamamiyle garb kültüriyle yetiştirmeğe çalışıyor, müslüman düşmanlığını aşılıyordu. Bütün bu gayretlere rağmen iki yıl içinde 
ancak elli kadar insan bu cemiyete kaydedilmiştir. Sünnî müslüman ve dürzilerden kimse bu cemiyete kaydedilmemiştir. Misyonerlerin bu gayretleri boşa gidince onlar da bu teşebbüsten vaz geçmişlerdir. 1850 tarihinde bu defa «Şark Cemiyeti» ismiyle başka bir cemiyet kurulmuştur. Bu teşekkül de Fransız 
papazlarından Henry de Bronier tarafından tesis edilmiştir. Mensuplarının cümlesi hıristiyanlardan mürekkepti. Bu da «Fenler ve İlimler» cemiyeti yolundan gitmiş ise de payidar olamamıştır. Bundan sonra arka arkaya cemiyetler kurmak suretiyle misyonerler mesaisine devam etmişler ise de hiç biri tutunamamıştır. 1857 senesinde bütün âzası Arablardan olmak ve içine hiç bir ecnebi almamak üzere «Suriye İlim Cemiyeti» adiyle bir teşekkül faaliyete geçmiştir. Bu cemiyetin içinde hiç bir yabancının bulunmaması ve azalan arasına müslüman ve dürzi beylerinden insanlar alınması bu teşkilâtın ya¬şamasına 
imkân vermiştir.

Görülüyor ki, Türk ırkının ifrata varan müsamaha ve âli-cenablığı sayesinde yaşayan memleketleri birer birer elimizden koparmak için yabancılar, şu son 
asır içinde durmadan çalışmışlar ve her çareye baş vurmuşlardır. Lubnanda köprü başı ve merkez kuran bu teşekküller, Osmanlı - Türk imparatorluğunda 
Arab milliyetçiliğini yaratmak ve o geniş memleketleri elimizden koparmak için var kuvvetleriyle çalışmışlardır. Bizde Türk milliyetçiliğini ikinci plâna alan ve unsuru asliye hiç bir imtiyaz tanımıyan devlet idaresi oldum olası hatalı bir siyaset takip etmiştir, nedense kimseyi memnun etmemiştir. Bu da müslüman Türk ırkının karakteriyle, diğer unsurların yaradılışları arasındaki farktan doğmuştur.

Lübnanda kurulan bu cemiyetler kuvvetli Osmanlı îslâm devletini zayıf düşürmek ve Arab milliyetçiliğini tahrik etmek için şu propagandayı yapıyordu: 
«Hükümet, Türk devletidir, îslâmın riyasetini zorla Arablann elinden almıştır. İslâm kanunlarına kıymet verilmemiştir. Avrupalı müstemlekeci lerin 
körükledikleri bu fesad, sadece Türk devletini değil, bütün dünya müslümanhğını zayıf düşürmek ve parçalamak gayesini takip ediyordu. 
Bunu ecnebi konsolosların o zaman ele geçen telgraflarından da anlayabiliriz. Meselâ 28 Temmuz 1880 tarihinde îngiliz konsolosunun hükümetine çektiği şu telgraf çok şayanı dikkattir:

«Bir takım isyan beyannameleri ortaya çıkmıştır. Bunların Mithat tarafından çıkarıldığı şüphesi vardır . Bununla beraber sükûnet hüküm sürüyor. 
Tafsilât postadadır.»

Bu telgraf, yukarıda adı geçen cemiyetin Beyrut sokaklarında duvarlara yapıştırdığı beyannameler üzerine çekilmiştir. Bu tahrik bütün Suriye şehirlerinde yayılıyordu. İş o derece genişlik ve ciddiyet kazanmıştır ki Cidde'deki ingiliz mümessili de 1883 de hükümetine şöyle bir haber ulaştırmıştı :
«Öğrendiğime göre bazı şahsiyetler, hattâ Mekke'de bile hürriyet fikriyle harekete geçmişlerdir. Kulağımıza gelen malûmattan anlaşılıyor ki ortada çizilmiş bir plân vardır: Nedi kıt'ası, Mezopotamya denilen Irakın cenup kısmı ile birleştirilerek oraya bir Arab emîri tâyini düşünülüyor.»

Ecnebilerin Türk devletini zayıf düşürmek için tertipledikleri bu milliyetçilik cereyanının bir gün Arabları yalnız yakalayarak Filistini ellerinden alacağını ve 
bu maksat için bir milyon Arab muhacirinin paçavra gibi yurtlarından atılacağını ve binlerce masum müslümanın yahudi süngüsü ve işkencesi altında müthiş 
bir katliâma maruz bırakılacağını kim düşünebiliyordu? O zaman kimin aklına geliyordu. Hele, hele, müslüman Türkün ahının yerde kalmayacağını...
Türkün asil idaresi, kuvvetli süngüsü altında bu cinayetlerin, bu kadar kolay ve bu kadar hunharca yapılamayacağını pek iyi takdir eden düşman, yarım asra 
yakın bir zaman, bu maksat için Türklerin aleyhine çalışmış ve onun bir kenara çekilmesinden sonra muradına nail olmuştur.

*  * *
1882 de Beyrutta bulunan Fransızlardan biri, Suriye ve Lübnan'da cereyan eden hâdiselerden mülhem olarak şöyle bir yazı yazmıştı:
«istiklâl fikri geniş ölçüde yayılmış olup, Beyrut'da bulunduğum müddet zarfında mektepler, hastahaneler kurarak memleketin kalkınmasını sağlayacak 
cemiyetler kurmak teşebbüslerini gördüm. Bunda nazar-ı dikkatimi celb eden nokta bu çalışmada din ve mezhep ayırmaksızın bütün Arabları milliyetçilik  
ruhîyle büyülemektir.»
Bağdad'da yaşayan Fransızlardan biri de şu son derece manidar malûmatı veriyor :
«Her yerde ve geniş mikyasta - Türk düşmanlığı - fikrinin yayıldığını görüyorum. Bu sevimsiz boyunduruğu başlarından atmak için umumî bir çalışma fikri 
etrafa yayılıyor. Ufuklardan Arablık fikri doğuyor. Şimdiye kadar tazyik altında yaşayan bu millet, yakında islâm alemindeki tabiî mevkiini eline alarak kendi 
hedefine doğru yol alacaktır.»
Kırk yıldan beri kendi başlarına yaşayan, Türk idaresinden uzaklaşan Arab milliyetçilerinin bu zaman zarfında hangi muvaffakiyetleri elde ettikleri sorulabilir. 
Gönül, istisnasız bütün dünya müslüman milletlerini hür ve müstakil ve birbirlerine bağlı ve kuvvetli görmek ister. Fakat şu dakikada henüz kendi aralarında dahi teessüs etmiş bir vahdet ve tesanüt gözükmüyor. Görünen sadece, her gün biraz daha kuvvetlenen, biraz daha şımaran ve her gün ihtirası bir miktar daha kabaran îsrâil oğullarının hançer gibi bağrımıza saplanmış olmasıdır. Biz Türkler, yaradılıgımızdaki necabet ve müslümanlığa olan samimî bağlılığımız dolayısiyle bir gün Arabların başlarındaki belâyı defederek kendi yurtlarının sahibi ve efendisi olmak temennisindeyiz.

Din ve ilim namına misyonerlerin faaliyetleri Amerika, İngiltere ve Fransaya münhasır kalmayarak diğer bütün garblı devletler de bu işe katılmışlardır. 
Bunlardan biri Çarlık Rusya olup diğeri de Almanyadır. Bu devletlerin siyasî görüşleri birbirinden ayrı olmakla beraber cümlesi bir noktada birleşiyorlardı: 
Hıristiyan dinini yaymak, Avrupa kültürünü neşretmek ve müslüman dinini itibardan düşürmek, garb medeniyetini yüksek görerek müslümanlığı horlamak ve kendimizi geri ve iptidaî bilerek içimize aşağılık duygusu aşılamak ve sonra da memleketleri mizi geniş iktisadî sistemlerle ilâ nihaye sömürmek...


HAÇLI DÜŞMANLIĞI

Fransız âlimlerinden Kont  Hanri do Pasteri  1896 da yazlığı «İslâm» adındaki eserinde şöyle demektedir :
«Müslümanlar orta cağların masallarını öğrenip hıristiyan bestecilerinin şarkılarında neler terennüm ettiklerini bir bilseler ne diyecekler acaba? Bu şarkılar on ikinci asırdan beri ruhları haçlı seferlere hazırlamıştır. Bu şarkıların hepsi bizim nıüslümanlığı bilememekliğimiz yüzünden onlara karsı kinle doludur. 
Bu destanlar zihinlere müslümanlık aleyhine bir hava yaratmıştır. Biz müslümanlığı o kadar yanlış biliyoruz ki hâlâ bazı kafalar, nıüslümanları Allaha şirk koşan imansız put¬perestler olarak tanıyor.»
Bu;  orta çağda hıristiyan  papaslarının müslümanlık  aleyhine ne kadar haksız ve cahilce bir propaganda  yaptıklarını gösterir. Butun bu hareketler 
müslümanlara karşı kin ve düşmanlık yaratmak için yapılıyordu. Ve nihayet hıristiyan âlemi coşarak haçlı seferler meydana geldi. Bu  haçlı harbler  
sona erince, on beşinci asırda sıra müslümanlara  geldi, onlar da Türklerin bayrağı altında Avrupayı vurmağa kalktılar, İstanbulu fethettiler ve on altıncı 
asırda da Avrupanın cenup ve şarkını ele geçirerek Arnavutluk, Sırbistan ve Bulgarîstanı istilâ  ederek milyonlarca  insanlar müslüman oldular.  
Bundan sonra Ehl-i Salib yeni bir parola ile karşımıza çıktı. Bu parola: Şark meselesi idi. Bunun mânası İslâm - Türk ordularını geri çevirerek İslâm 
fütuhatının durdurulması ve müslüman tehlikesinin bertaraf edilmesi.
Bütün garb hıristiyanları mektep, hastahane, cemiyetler ve kulüpler ismi altında memleketimizde faaliyete başladılar. Bunlar arasında en sinsisi ve tehlikelisi olan farmason locaları ve kulüpleri, güçlü, kuvvetli Türk bünyesine kanser gibi musallat oldular. Bu maksat için gayet çok paralar ve gayretler sarfedildi ve aleyhimize akla ve hayale sığmayan şeyler yapıldı. Garb; Türkleri, İslâm âleminin başından ayırdıktan sonra, bakıyesiyle uğraşmanın kolay olduğunu biliyordu. Onun için mutaassıp ve muhteris Avrupalı, seneler senesi bütün ağırlığiyle Türkün üzerine çullandı. Bütün varlığını ve kudretini bizim aleyhimize seferber etti ve bunda haklı olduğunu da şu son 1948 Filistin faciası meydana koydu.
Müslümanlığın imhası için cehennemi plânlar meydana getiren ve biz müslümanları itibardan düşürüp yok etmek için en soysuz bir kinle çalışanların 
başında, yukarıda da zikrettiği¬miz gibi ingiltere gelir. O, bizim Hindistan yolları üzerinde büyük bir tehlike ve müslüman dünyasında büyük bir nüfuz ve 
itibara sahip olmaklığımızı asla çekemiyordu. Birinci Dünya Harbinde «Lavrens» adlı bir ihtilâlci ile Arabistan yarımadasında isyanlar çıkarıp Türk ordusunu 
dört taraftan meşgul etmekle iktifa etmemiş, bir kaç defa Gazze önlerinde tattığı mağlûbiyetin acısını, Filistine gafil ellerimizle yerleştirdiğimiz yahudilere 
topyekûn casusluk ettirerek, onların arkamızdan sapladıkları kancık hançerler sayesinde bizi mağlûp etmiştir.1917 tarihinde Kudüs'ü ele geçiren general Allenbi'nin Şu sözü ne kadar manâlıdır:

«Ancak bugün haçlı seferler sona ermiştir.»

Bu beyanat, İngilizlerin ruhlarında gizli sönmez kinin bir tezahürü, bir ifadesidir.
Herhangi bir garbimin bize karşı olan hissi de bundan başka bir şey değildir. Cenabı Hak Kur'anı Kerîminde: «Nefretleri ağızlarından belli oldu. içlerinde 
gizledikleri daha büyüktür.» diye buyurmuştur. Ne büyük hakikat...
Garbın sayılı ilim adamlarından Leopold Faos «İslâmlık Yollarının Başında» isimli eserinde şu hakikati belirtmektedir:
«Avrupanın kalkınması, ilim ve fen sahasında yükselmesi, müslümanlığın ilim ve fen hazineleri sayesinde ve şark ile garb arasındaki münasebetler yüzünden olmuştur. İslâm âleminden edindiğimiz istifadenin kıymetini bileceğimiz yerde aksine olarak onlara karşı husumet beslemekliğimiz bize tabiî gibi gelmistir. «Müslüman» sözü söylendiği vakit Avrupalı her kadın ve erkeğin gönlünde bir husumet canlanır. Bunların hepsinden ziyade şaşılacak şey; bu soğukluğun İslâm kültüründen istifade ettiğimizden sonra dahi ayakta kalmış olmasıdır. Avrupada çeşitli fikir ve siyaset cereyanları meydana çıkıp, Rönesans devri başlayıp her zümre diğerine karşı tepeden tırnağa kadar silâhlandığı sırada dahi bunların cümlesinde müslüman düşmanlığı mevcuttu. 

Garbda din duyguları sönmeğe bağladığı hâlde müslüman düşmanlığı devam etmiştir. Bunun böyle olduğunu gösteren delillerden biri de Fransız şair ve 
filozofu Volter on sekizinci asırda hıristiyanlığın ve kilisenin en koyu düşmanı olduğu hâlde İslâmiyete ve onun peygamberine müfrit derecede düşman idi. 
Aradan bir kaç yüz yıl geçtikten sonra bir zaman geldi ki: Avrupa ilim adamları yabancı kültürünü öğrenmek arzusuna kapıldılar, fakat müslüman kültürüne 
gelince, onlara ecdaddan miras kalan müslümanlığı hakir görme tesiri altında bunu yapmadılar. Bu suretle tarihin Avrupa ile müslüman âlemi arasında 
açmış olduğu çukur öylece kaldı.»

Üstad Leopold Fass'ın yukarıya aldığımız yazısı garb dünyasındaki müslüman düşmanlığının, Ehl-i Salib harblerinin başlıca sebepleri ve saiklarından dır. 
Bütün bu gayretler aradan zaman geçmesi, medeniyet telâkkisinin ve şartların değişmesine rağmen dünya kültürüne, servetine, iktisadiyatına ve 
fikriyatına hâkim olan israil oğullarının bozguncu ve menfi gayretleri yüzünden müslüman düşmanlığı garb dünyasında ayakta kalmıştır.

Bu kin tohumlan o şekilde yayılmıştır ki herhangi bir ateşperestliği, putperestliği ve komünistliği bir tarafa bırakarak bunlar hakkında hiç bir nefret duymadan müslüman düşmanlığında ısrar eder. Varsın Öyle olsun, müslüman milletler bu hakikati bilip aralarında tam bir ittihad, vahdet ve kardeşlik tesis edecek olurlarsa muazzam bir kudret teşkil ederler ki, bugünün medeniyeti sadece kuvvete tapar, başka hak tanımaz. Yedi yüz milyonluk müslümanlık, 
yekpareleştiği ve asrî silâhlarla ve fenlerle mücehhez olduğu gün bütün bu nahoş bakışlar yerini hürmet ve itibara terk eder.

birer engel, birer mani olarak kullanılıyor. Her müslüman memleketin kendi bünyesine göre tatbik edilen bu sinsi program, ayrıca her müslüman milleti 
Ötekinden ayıran, uzaklaştıran nifak ve bozgun tohumları ekmekte büyük bir maharete sahiptirler.

Vaktiyle Ittihad-ı İslâm şeklinde ifadesini bulmuş olan bu samimî arzu bir çok istihaleler geçirmiş, pek çok manilerle karşılaşmıştır. Birinci Dünya Harbinin 
sonunda harb talihi aleyhimize döndüğü sıralarda,ekmeğimizle beslenen, nimetimizle perverde olan Salomon isimli bir dönme, İslâm birliğinin bir hayal 
ve hattâ bîr irtica olduğunu, fakat yahudilerin henüz Türk askerinin kan dökmekte olduğu topraklar üzerinde bir israil devleti kurulmasının zaruret olduğunu yazacak kadar küstahlaşmış, ne yazık ki hiç bir taraftan ne bir fısıltı ne de bir itiraz sesi yükselmemiştir. Bu dâvayı benimsemiş olan Müslümanlardan 
münevver bir azınlık, karşısında koyu cehalete gark olmuş bir müslüman avamı karşısındadır. Onlara yeni ifadesini «Birleşmiş islâm Milletleri» şeklinde bulan bu ihtiyacı fa, hemen hemen istisnasız bütün müslüman memleketlerin anlatmak zannolunduğu kadar basit ve kolay değildir. Bir dedeki matbuat üzerinde yahudinin nüfuzu hakimdir. Sonra halis ve samimî bir inançla bu dâvayı benimsemiş olanların elinde dâvalarım müdafaa edecek vasıta ve imkân yoktur. Olsa olsa, bu işi zaman ve zaruretler yerine getirecektir. Küçük küçük devletlere bölünmüş ve herbiri sırtını yabancı bir devlete dayamış olan devletçikleri düşmanlar birer birer yutmak imkânına sahiptir. Bu, hepimizi bir «vahdet zinciri etrafında halkalanmağa davet eder. 1948 Filistinfaciası bu zaruretin lüzumunu gösteren en büyük bir misaldir. Amerikadan, Avrupadan, Afrikadan ve dünyanın dört köşesinden çekirge sürüleri gibi o mukaddes topraklara üşüşen yahudileri muvaffak kılan tek faktör, müslüman milletlerin halk toplulukları asırlar süren bir atalet ve gerilikten henüz yakalarını sıyırmağa başlamıştır. Bunları idare eden liderler ve rehberlerin ekserisi garb medeniyetinin hayranı ve onun tesir ve nüfuzu altındadırlar.

Şurasını kaydetmek de bir insaf eseridir ki, bugün uyanan ve çeşitli ideolojiler ve gaileler içinde bunalan hıristiyan âleminin bitaraf ve insaflı şahsiyetleri, 
beşeriyeti tehdit eden komünizm, siyonizm ve emsali bozguncu ve yıkıcı kuvvetlere karşı, birleşmiş müslümanlığı bir kurtarıcı, bir kale, bir hami gibi 
telâkki etmekte ve müslümanlığın hatırı sayılır bir kuvvet hâline gelmesini can ve gönülden arzu etmektedirler.

13. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder