KÜRESELLEŞME VE EKONOMİDE NEOLİBERALİZM., BÖLÜM 4
Bu arada “ Tatlı Cadı” olarak tanınan ve 2007’de Citibank hakkındaki raporu ile Lehman Brothers batmadan, Merrill Lynch zora düşmeden önceki ikazları ile
küresel sermaye “eke”lerinin öfkesini üzerine çeken mali analist Meredith Whitney uyarıyor: “ABD’de yeni meseleler eyaletlerde patlayabilir. Eyalet tahvillerinin geri ödemesinde ciddi problemler çıkabilir.” Forbes tarafından “en iyi analist” seçilen Whitney, ABD “iş dünyasının en güçlü 50 kadını” arasında gösteriliyor.
Eylül 2008’den itibaren 2011 yılının sonuna gelindiğinde görünen uluslararası ilişkilerde havanın giderek sertleşeceğidir.78 Bugün Amerika’daki işsizlik konusunda suçlu aranınca gözler dışarıya, dikkatler 1978’den beri Washington Konsensüsü ile uygulamaya konulan neo- liberalizmin sebep olduğu yıkımın dışına çekilmeye çalışılıyor. Mesela bugün dikkatler ABD’de, Çin’le olan 278 milyar dolarlık ticaret açığına çekiliyor.79 Bu açığın ise bir hesaplamaya göre ABD ekonomisine 2001- 2010 arasında 2.8 milyon, bir diğer hesaplamaya göre 1990-2007 arasında yaklaşık bir milyon iş kaybına sebep olduğu iddiasına yer veriliyor.80
Bu iddialarda; Eylül 2008 mali krizden itibaren günümüze, üç yılda 8.5 milyon Amerikalının işini kaybettiği göz ardı edilerek ABD ekonomisini Çin’e karşı korumak gerektiği öne çıkarılıyor. Bu arada Obama liderliğindeki ABD’de Amerikan Senatosu Çin’e yönelik korumacı uygulamalara izin verecek, hatta bunları mecburikılacak bir kanun tasarısını oylamaya başlıyordu. Üstelik bu korumacılığın Çin’den ithal edilen, esas olarak düşük gelirli Amerikalıların kullandığı tüketim mallarının fiyatlarını artırarak fakirleşmeyi daha da artıracağını bile bile yoksul Amerikalıların dertlerini azaltacağı iddiasıyla seçilen “ABD’nin ilk Yahudi başkanı”.81
Obama tarafından bir ticaret savaşları eksenine oturtuluyor. Hâlbuki Eylül 2008 mali krizinin, dolayısıyla işsizlik başta, topyekûn ekonomik, sosyal ve siyasal krizin müsebbipleri bir avuç seçkin grubun, bankerlerin açgözlülüğünün sonucu olduğu baştaAmerikalılar olmak üzere artık dünya kamuoyu tarafından biliniyor. Üstelik krizin müsebbipleri Obama iktidarları ile birlikte terfi ederek siyasi mekanizmanın da başına geçiyor.822008 yılındaki küresel finansal krizde yüz milyonlarca insan birikimlerini, işlerini ve evlerini kaybettiler.83 Bu nasıl mı oldu?84 Hesaplı kitaplı, din-siyaset felsefesi-ekonomi formatlı, elitist bir Yeni Dünya Düzeni projesiyle.
Eylül 2008’den bu yana ekonomik kriz “ticaret savaşlarının” ve “kur savaşlarının”85 sınırlarını aşan bir mecraya doğru itiliyor. Çin’e karşı korumacılık tartışmaları, Çin’in serbest ticaret sistemine, daha açık ifadeyle ABD merkezli neoliberal ekonomik modele yönelik bir tehdit oluşturduğu86 ve Çin’in artan jeopolitik etkilerinin, askeri kapasitelerinin tartışmasına ve Çin’in stratejik düşman konumuna oturtulmasına sebep oluyor.87 İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King “Dünya bütün zamanların, en azından 1930’lardan bu yana, en kötü mali krizini yaşıyor” dedikten sonra ekonomiye 75 milyar sterlin basılacağını söylüyordu.88
Bu sırada ABD’de uzun yıllardan bu tarafa ilk kez toplumsal muhalefet yükselerek yayılmaktaydı. 17 Eylül 2011’de Wall Street’te genel olarak bankalara, finans kurumlarına, özel olarak yoksullaşmaya, işsizliğe karşı başlayan protesto hareketi, hızla ABD’nin 100 şehrine yayılmıştı. Böylece “Wisconsin uvertürü”nden sonra “Wall Street işgal hareketi” Amerikan toplumunun farklı katmanlarından büyük destek görüyor.
Üç ailenin kontrolü altındaki Amerikan ana grup medyasının önceleri pek görmek istemediği protestoculardan 700 eylemci Zucotti Park’tan yürüyüşe geçen kalabalığa polisin sert müdahalesi ile tutuklandığı gün JP Morgan Chase, New York polis teşkilatına 4.6 milyon dolar bağışta bulunuyordu.
Çalışma eski Bakanı Robert Reich’e göre Amerikan toplumunun tepedeki % 5 içindeki en yüksek gelirli Amerikalılar toplam tüketimin % 37’sini yapıyorlar.
En zengin % 1’in toplam varlığı alttaki % 90’ınkinden daha yüksek. İşte bu durumdaki Amerika’da ve Arap ülkelerindeki nesildaşları gibi ekonomik krizin
üçüncü yılında, kurumsal ABD’ye karşı % 99 hareketi, lidersiz bir başkaldırıyı “Wall Street’i işgal et” sloganıyla başlattılar.
Gönüllüler ve internet üzerinden başlayan hareket, ABD’nin her bir köşesinde çığ gibi büyüyor. “% 1 her şeye sahip, bizim hiçbir şeyimiz yok. Biz % 99’uz”
diyen Wall Street işgalcilerinin başlıca sloganları: “Bu düzen devam edemez, zenginler zenginleşiyor, fakirler fakirleşiyor” gibi ve organizasyon modelleri ise neredeyse mükemmel.
ABD sistemi bu tür protestolarda dile getirilen öfkeleri kendi alanı içinde etkisizleştirmede bir hayli mahirdir. Zira ırk ayrılığından ahlaki değerler üzerinden yapılan kavgalara kadar bir dizi yöntem toplumsal muhalefetin sistemin özüne yönelmesini engeller. Kültürel kod farkları, ortak maddi çıkarları olanların birlikte hareket etmesine izin vermez.89 Öyle ki bu sebeple toplumun en fakir unsurları kendilerini daha da ezecek politikaları isteyenlere oy verir. Thomas Frank “What’s the Matter with Kansas/Kansas’ın Derdi Ne?” adlı kitabında bu çelişkiyi alaycı bir dille anlatır. Paçasını bir türlü 2008 ekonomik krizinden kurtaramayan Amerikan toplumunda Wall Street ve genel anlamda neoliberal kapitalizmin aksaklıklarına yönelik öfke her geçen gün daha da popüler hale geliyor. Mesela 36 yaşındaki Chicago’lu işsiz Raven: “Sisteme başkaldırmak için buradayız. Ülkemizi şirketlerden geri almak istiyoruz. Ve evet, bu tabii ki bir devrim” diyor. Maryland’den 2008’deişini kaybeden Erin ise “Artık orta sınıf yok. Üst ve alt sınıflar var. Ve aşağıdaki herkes üst sınıfı zengin etmek için çalışıyor” diye konuşmasını sürdürüyor.90
ABD’de önce New York’ta başlayan ve sonra giderek yayılmakta olan gösteriler, halkın geniş bir kesiminin mevcut düzene karşı olduğunu ortaya koyuyor. Şimdi
bütün dünya “Amerikan Sonbaharı”nın nasıl gelişeceğini ve ne gibi sonuçlar meydana getireceğini merakla bekliyor.91
Eylül 2008’den beri küresel ekonomik kriz yeni çehreleriyle derinleştikçe dünyanın dört bir yanında protesto hareketleri ve direnişler yaygınlaşıyor. Bunların en anlamlısı kapitalizmin hegemonik merkezinde gerçekleşen, 17 Eylül’den bu yana New York’ta Wall Street yakınlarındaki Zuccotti Park’ta kamp kurmuş olan eylemcilerin “Occupy Wall Street/ Wall Street’i işgal edin” sloganıyla kendiliğinden harekete geçen, şiddet içermeyen eylemcilerin direnişi oldu. Çarpıcı haberler pazarlayarak daha çok tıklanma peşinde koşan piyasa basın organlarının “Wall Street’i işgal edin” çağrısını şu ana kadar sessizce geçiştirme uğraşında olduğu görülüyor.92
“Amerikan sonbaharı” başlamış durumda. Kitlesel eylemlerin çok kolay olmadığı ve zaten pek de rastlanmadığı ABD’de insanlar, 1930’lardaki işçi hareketleri
ve 1960’lardaki insan hakları protestolarından bu tarafa en büyük kitle hareketleri içinde. Artık eylemciler sadece “Wall Street’i işgal edin” demiyor, “Hep birlikte her yeri işgal edelim” ve “Biz % 99’uz, onlar azınlık” sloganıyla 15 Ekim 2011 günü bütün insanları elitlere ve onların vahşi finansal kapitalizmine direnişe çağırıyor.93
Elitlere karşı yürütülen hareketle ilgili aşağıdaki sitelerden bilgi edinmek mümkündür:
a. Wall Street eylemcilerinin bilgilendirme sitesi: http://occupywallst.org/
b. New York’taki eylemi yürütenlerin kamp hayatı hakkında bilgi edinme sitesi:
http://www.vimeo.com/30081785
c. ABD düzeyindeki eylemler ve programlarla ilgili bilgi edinme sitesi:
http://www.occupytogether.org/
d. 15 Ekim küresel direniş çağrısı hakkında bilgi edinme sitesi:
http://15october.net/tr
www.youtube.com/watchv=PLGIHWrDbhu@feature=youtu.be
“Evet, Amerikan nüfusunun % 99’u zengin % 1’in kararları altında eziliyor. Adaletin, demokrasinin kutsallığını savunan bir ülkede adaletsizlik konuşuluyor.
Hukuk ülkesinde hukuksuzluk yaşanıyor… Dünyamız, geri dönülmez bir akşamın ufkunda görünüyor. Zor olacak ama bu sistem değişecek. Çünkü fena halde kokuşmuş durumda.94 Protestoculara katılarak destek veren aktör Mark Ruffalo The Guardian gazetesinde şunları yazıyor: “Mesaj çok net ve basit. Siyasi süreçten parayı çekin, vergilendirmede eşitliği hedefleyin; ırk, sosyal statü, cinsiyet, cinsel tercih gözetmeden eşit haklara saygı gösterin. Yemeğimizi, havamızı, suyumuzu sırf şirketlerin hırsı için zehirlemeye son verin. Wall Street’tekiler ve bankacılık endüstrisi ekonomimizi mahvettiği için sorgulanmalı, insanların birikimlerini çaldıkları için yargı önüne getirilmeli.”
Bush yönetiminin son günlerinde, Ocak 2009’da, Başkan Yardımcısı “Neo-Con” Dick Cheney, Assosiated Press ajansına bir mülakat verdi. Kendisine 1929
Büyük Buhran’dan bu tarafa görülen en büyük finansal krizi, yönetimin nasıl olup da öngöremediği sorulmuştu. Cheney’in cevabı; “Hiçbir yerde hiç kimse ne olduğunu anlayacak kadar akıllı değildi. Hiç kimsenin gelen krizi görebildiğini sanmıyorum. Finansal kriz 11 Eylül saldırılarına benziyordu. Felaket gibiydi ama
öngörülmesi neredeyse imkansızdı” şeklindeydi. “Bu doğru değildir… Son krizin zamanlaması sadece bir güven kaybı mıydı? John Maynard Keynes’in dediği gibi
kapitalizmin “hayvani ruhu”nun solması mıydı?”95
SONUÇ
Esasen Waterloo Savaşı’ndan (1813-1815) beri ama hasseten “Washington Konsensusu”ndan (1978) bugüne insanlığa saygı duymayan, tek gayesi ezoterik
“Tanrı İmparatorluğu” kurmak için dünyanın tamamına hükmetmek isteyen küresel finans elitlerinin liberal/neoliberal iktisadi-siyasi dayatmaları ile insanlık giderek daha çok yoksullaştırılmakta, “hiksoslaştırılmaktadır”.
Amaca vasıl olmak için milletlerin maddi ve manevi varlıklarını ortadan kaldırarak onları açlık üzerinden toklukla kolayca terbiye etmek, bütün şeref ve haysiyetlerini ayaklar altına alarak bir aileye, bir millete mensubiyet şuurlarını kırarak sürüleştirmek istiyorlar. Nitekim bir filmde bu husus oldukça etkileyici bir şekilde anlatılıyor.96
“Beni şeref ve haysiyetime verdiğim değerden dolayı, mezarıma, dikine, ayaklarımın üzerine gömsünler” düsturunu tarihi boyunca benimsemiş olan Türk milleti bu saldırılara en çok maruz kalan millettir. Öyle ki neoliberalizmin son yıllarda “Anadolu’da Türkler azınlıktır”, “Dünyada Türk diye bir millet yoktur”, “Türk milleti uyduruk bir tanımdır” propagandası tesadüfi olmadığı gibi marjinal grupların da projesi değildir.
Soğuk savaş süresince geliştirilen yeni psikolojik harp metotları ve bu maksatla kurulup, finanse edilen NGO’lar (Non Government Organization) artık neoliberal
Yeni Dünya Düzeni’nin öncü karakolları niteliğindedir. Sözde çok uluslu, ulus ötesi şirketler ve onların kontrolündeki finans, yazılı basın, televizyon, radyo, sinema ve kültür unsurları birer “teknopoli”97 silahlarına dönüşmüştür. Eylül 2008’de patlak veren Wall Street merkezli küresel mali ve ekonomik kriz ile birlikte neoliberal “paraizm”in elitleri güçlerinin hem zirvesinde hem de daha saldırgan bir tutum sergilemektedir. Ama en zor olanı mevcut durumu koruyabilmek ve zirvede kalabilmektir.
Endülüslü Kabalist Tevrat tefsircisi İbn Meymun (Meymonides-13. yüzyıl) veAlman Musevisi Amerikalı siyaset felsefesi Profesörü Leo Strauss’un (Ö. 1973) fikirlerinden hareketle Judeo-Hıristiyan teoloji ve siyaset felsefesine dayandırılan ve “kutsal gaye” olarak sunulan, neoliberalizm uygun ortam yaratılarak ülkeleri askeri müdahaleler ile “demokratikleştirmek” gibi bir misyonu kendisine biçmiş durumda.
“Piyasa her şeyi çözer” denilerek tanrısal bir misyon biçilen bu yaklaşımı Eric Hoffer (ABD 1902- ) 1949 yılında “Kesin İnançlılar” adlı meşhur eserinde şu şe-
kilde değerlendiriyor: “Eğer bir gün özel teşebbüsçülük aldatıcı bir kutsal gaye durumuna gelirse, bu onun artık faydalı ve pratik bir sistem olduğundan şüphe
edilmeye başlandığına bir işarettir. Gerek aldatma gayreti, gerekse dünya egemenliği gayreti, esasta bazı ciddi bozukluklar olduğunun bir işaretidir.”98
Neoliberal “paraizm” kontrol altında tuttuğu televizyonlar, radyolar, gazeteler, internet ağları, sinema filmleri, bir kısım akademisyen ve bürokratlar ile hedef ülkelerdeki iktidarları doğrudan müdahalelerle veya dolaylı entrikalarla, finansalbaskı unsurlarını kullanarak kontrol altında tutmaktadırlar. Öte yandan muhalif hareketleri de genellikle kontrol altına alarak hedef ülkelerde ileriki yıllarda işbaşına getirecekleri insanları yetiştirmek için okullar kurmaktadırlar.
Gelişmekte olan ülkelerde, genel olarak her ülkede kendi gayretleri veya ülkede milli ekonomi oluşturmak gayesiyle sağlanan devlet destekleriyle piyasaya ulaşmış bir elit tabaka vardır. Bu tabakanın Japonya ve Almanya örneğinde olduğu gibi milli burjuva olanı vardır. Bir de Türkiye örneğinde olduğu gibi millilik/yerlilik kimliği ve iddiası taşımayan kozmopolit burjuva olanı vardır. Yine bu sınıfı temsil eden siyasi oluşumlar yanında Türkiye’de olduğu gibi “duruma göre” hareket eden yapılar da mevcuttur. Buna mukabil toplumun % 99’unda solcu, sağcı, milliyetçi, dindar, dinci ve/veya mezhepçi-etnisiteci oluşumlar kurgulanır. Bunlar birbirleriyle sert çatışmalara sokulur. Bu arada neoliberalizmin elitlerinin kontrolü altındaki basın-yayın organları ve NGO’lar halkı “görmesi gerektiği kadarı” ile sınırlı bilgilendirilerek “obskürantizm”i sistematikleştirirler.
Halkın tepkisi bütün hesapları bozacak noktaya doğru gidiyorsa, kontrol altında tuttukları uygun siyasi muhalifleri kısa süreliğine iktidara taşırlar. Bilerek
veya bilmeyerek onlar da aynı merkeze hizmet eder. Şayet muhalif siyasi oluşum yeterince kontrol altına alınamıyorsa, devletin temel kurumlarındaki sivil-asker bürokratlardan devşirilmiş ve/veya devşirilenler hizmette kullanılır. Bu sistem “dönüşümlü iktidarları” ya da “paralel hükümetleri” işbaşına getirir
Şayet büyük halk kitleleri siyasi oluşumlara olan güvenini tamamen yitirmiş ise, ya da “toplum mühendisliği” yoluyla dış ve iç mihraklarca bu noktaya getirilmişse. Bu durumda her ülkede görevi ülkeyi dış düşmanlara karşı korumak olan milli ordular devreye sokulur. Hiyerarşik bir ast-üst yapıya sahip olan ordular siyasi yapılanmalara göre daha kolay kontrol altına alınabilirler. Çaresiz kalan halk, kendi içinden çıkardığı güçlerin siyasi iktidara müdahalesine sıcak bakar. Fakat sonuç tam bir ironidir, paradokstur. Sonuç yine çoğunluğun, halkın ve ülkenin aleyhine çıkar. Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi bunun tipik bir örneğidir.
Sisteme dışarıdan müdahale eden askerlere de güveni kalmayınca, eğer halk kendisi teşkilatlanarak bir çıkış yolu bulamaz ise psikolojik çöküntü yaşar ve toplumun bütün kesimlerinde “epistemik çöküş”ün tezahürleri görülmeye başlanır. Artık büyük halk yığınlarının hedefi; karnını doyurmak, başını sokacağı bir yer edinmek ve sekstir. Milli ve manevi değerler her geçen gün azalır. Aile kavramı, ahlak, hak, hukuk ve başkasına yardım, kitleler nezdinde önemini kaybeder. Neoliberal elitizmin “Tanrı İmparatorluğu” projesinin bir önceki varmak istediği nokta budur. Artık toplum, göklerinde dalgalanan bayrağa aldırmaz. “Aç hür ile tok esir” olmak arasında tercihini tok esir olmaktan yana kullanır.
Böyle bir “Yeni Dünya Düzeni”nde ülkeler, ülke sınırları, milli bayrak, milli marşlar ve nihayetinde milli ordu gereksizdir. Silahlı güçler kendi insanını yaşadığı yerde tutmakla görevli küresel sistemin jandarmasına dönüşür.99
Yukarıdaki hususlar hayata geçirilirken, bir taraftan da hedef ülkenin/ülkelerin varlıkları, yeraltı-yerüstü zenginlikleri, toprakları neoliberalizmin elitleri ve/veya
taşeronları tarafından satın alınır. Köyünde “ağa” olan insanlar, büyük şehirlerin varoşlarında gettolaşarak “ilerideki”/yan mahalledeki apartmanın kapıcısı olunca
kendini şanslı görürler.
Gelişmenin ileri safhası “şehir devletleri”dir. Her şehrin “halk tarafından seçilen” (!) belediye başkanı artık “kentlerin seçilmiş kralları”ndan biridir ve neoliberalizmin para babaları ile kenti adına özel anlaşmalar yapabilirler. Merkezi hükümetin yanında mahalli idarelerin de kamu borç batağına saplanması sağlanır.
Kendi kendine dönemez hale gelirler. Varlıklarını mecburen elden çıkarırlar. İnsanlar köyündeki su pınarlarının, yeraltı sularının “özelleştirme” ile ulus ötesi şirketlere satılmasıyla artık köyünün/ kasabasının suyunu para ile satın alır.100 Artık kentin halkı neoliberalizmin vahşi girdabındadır. Zaten Tanrı İmparatorluğu için gerçekleştirilmek istenen de budur. Bir tek “Pax Roma” diğerleri “Atina modeli” şehir devletçikleri.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında teorik temeli oluşturulmaya başlayan ve 1970’li yıllarda olgunlaştırılan ekonomide elitist Judeo-Hıristiyan bir modelleme olan
neoliberalizm başta gelişmekte olan ülkeler ve Türkiye olmak üzere ABD, Batı Avrupa, Güney Amerika ülkeleri ve pek çok Asya ülkesinde 1978 “Washington Konsensusu”ndan sonra kademeli olarak uygulanmıştır. Ancak 14 Eylül 2008 Wall Street merkezli başlayan finansal krizle birlikte hem teorik anlamda hem de uygulamada çökmüştür. Arkada bıraktığı ise tam manasıyla ekonomik ve toplumsal bir trajedidir. Artık dünya tarihinde hiç görülmediği kadar muazzam büyüklükte bir servet eşitsizliği insanlığın, milletlerin, ülkelerin tepesinde sallanan bir “göktaşı”niteliğindedir.. Açıkçası Milton Friedman (Ö. 2006) ve onun Chicago okulu ekolünün “elitist Chicago boys”ları ekonomik bir mecburiyetin değil, geçici siyasal bir başarının, diktatörlüğün “serbest piyasa” kuralları için tasarlayıcıları, “ekonomik tetikçileri” olarak anılacaklardır. Eylül 2008’den itibaren FED merkezli olarak bütün dünyaya pompalanan 20 trilyon dolar yeni krizlerin habercisidir. 2000-2007 yılları arasındaki dönemde dünya GSMH’si % 3 dolayında artarken, dünyadaki ABD merkezli para arzı % 15 artmıştır. Bunun manası dünya ekonomisindeki para arzı ile dünya GSMH’si arasındaki ilişkide ciddi bir kopuş yaşanmıştır.
Bu kopukluluk Eylül 2008’den itibaren artarak devam etmektedir. Krizden çıkış için basılan devasa büyüklükteki para aradaki makası daha da açmıştır.
Bol para ile oluşturulan balon kısa vadeli saadet getiriyormuş gibi görünse de orta ve uzun vadede yeni ve daha büyük krizleri tetikleyecektir. Pierre Bourdieu’nun tanımıyla: “Neoliberalizm bir fetih silahıdır. Öylesine güçlü bir ekonomik kadercilik ortaya koyar ki karşısındaki bütün direnişler manasız gibi görünür. Neoliberalizm AIDS’le aynı şeydir. O da kurbanlarının bağışıklık sistemini yok eder.”101
“Nasıl ki neoliberal küreselleşme, küresel bir tasarımın sonucunda ortaya çıkabilmiş ve yaygınlaşabilmişse”102 Eylül 2008’den itibaren uygulanan “dünyayı iyice dolarize etmek de bir “hesabın” sonucudur. “Siyasi kamuoyu tarafından uzun süre fark edilmediyse de savaşın çehresi on-yirmi yılda adım adım değişti… Finans biçimlerinin değişmiş olması, yeni savaşların ufukta herhangi bir son görünmeden genellikle onlarca yıl sürmesine de yol açıyor. Dolayısıyla bu yeni savaşların ayırt edici özelliklerini kavrayabilmek için öncelikle ekonomik temellerinin incelenmesi gerekir.”103 Neoliberalizmin siyasi liderlerinden, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, “Toplum yoktur, bireyler vardır”104 diyordu. Thatcher 21 Mayıs 1998 günü de İskoç kilisesi piskoposları ve çömezlerine şu öğüdü hatırlatmıştı: “If a man will not work, he will not eat” (Çalışmayan yiyemez.) Katolik Hıristiyanlığın kurucusu Tarsuslu Musevi Pavlus Selaniklilere yazdığı ikinci mektupta benzer görüşü dile getirmişti.105 Böylelikle neoliberalizmin Sultanı Thatcher Pavlus’a gönderme yapmıştı. M.S. 1. yüzyılda yaşayan Musevi-Hıristiyan Pavlus ile 21. Yüzyılın neoliberal elitlerinin sermaye diktatörlüğü sözüm ona aynı noktada kesişiyordu.
5. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder