25 Ağustos 2019 Pazar

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 5

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 5




AHZAP (BİRLEŞMİŞ DÜŞMANLAR) CENGİ


Hazreti Peygamberin Uhud harbinden sonra düşman üzerine yaptığı savletler Müslümanların kıymet, kudret ve itibarını ziyadesiyle arttırmıştır. 
Böylece «İslâm Devleti»nin temelleri sağlamlaşmış ve Müslümanların nüfuz ve hükümranlığı büyümüş idi. Arap yarımadası halkı bundan çekinmeğe 
başlamıştı. Arap kabileleri, Müslümanlar harbe çıkıyor diye Peygamberin ismini işitir işitmez, arkalarını dönüp kaçmağa başlamışlardı.

Kabilelerde olduğu gibi Kureyşliler de, ikinci Bedir savaşında görüldüğü gibi Müslümanlarla karşılaşmaktan korkmakta idiler. Bu hâdiseler Müslümanların 
Medinedeki hayatlarına küşayis vermiştir. Nadîr oğullarından elde edilen ganimetler, arazi, hurmalıklar ve evlerin muhacirlere dağıtılması Müslümanlara 
refah sağlamış olmakla beraber Cihâd isleri gevsememiştir. Zira islamda cihâd, müminler üzerine hükmü kıyamete kadar baki farzlardandır. 
Bu sayede de Müslümanlar küffar üzerine bir tavaffuk temin etmişler ve hayatlarını da nizama sokmuşlardır. Hazreti Peygamber vaziyetteki salâh ve 
iktisap edilen kuvvet ve kudrete rağmen, düşmanlar tarafından gafil avlanmaktan daima sakınmakta idi. Bunun için Arap yarımadasının her tarafına 
gözcüler göndererek Arapların vaziyetine, neler tasarladıklarına ve plânlarına dair malûmat alırlar, buna göre hazırlıklı ve tertipli bulunurdu. Bilhassa 
Arapların en çok korktukları şey Peygamberin nüfuz ve hükümranlığının artması idi. Benî Nadir kabilesi ile diğer Urban ve yahudilerin Medineden 
sürülmelerinden sonra Cenabı Peygamber emniyet tedbirlerini arttırmış bulunuyordu. Kureyşlilerin diğer düşmanlarla birlikte Medîneye taarruz ihtimalleri göz önüne alınarak lüzumlu ihzarat yapıldı. Zihinleri işgal eden en mühim nokta Medineden koğulan yahudilerin Peygamberden intikam almak için 
Arapları tahrik ve fitne çıkarmaları meselesi idi. Nitekim yahudilerden Ahtab oğlu Hay ve Ebulhakik oğlu Selâm ve Kenane ile Nadîr oğullarından birkaç 
yahudi Mekkeye gelmişler ve Kureyşlilere: Kendi kabilelerinin Hayber ile Medine arasında bulunduklarını ve Benî Kurayza'nın da; sizler gelip iştirak edinceye 
kadar Medinede Muhammed'e pusu kurduklarını söylemişlerdir. Kureyşlilerin Hazreti Peygamberle aralarındaki ihtilâf sadece Resulü Ekrem'in İslâm dinini 
neşire tamimden ibaretti. Bu sebeple yahudilerin tekliflerine hemen uymakta tereddüt ettiler ve Hazreti Muhammed'in dâvasında haklı olmasının mümkün 
olduğunu da hatırladılar. Bunun için yahudilere şunu sordular: Ey yahudiler! Siz ilk kitap sahibisiniz. Muhammed ile aramızdaki ihtilâfı biliyorsunuz, bizim 
dinîmiz mi, yoksa onun dini mi doğrudur, diye sordular. Yahidiler bu suale; «sizin dininiz daha doğrudur, siz daha haklısınız» diye cevap vermişlerdir. 
Halbuki yahudiler de o zaman Allahın birliğine inanıyor ve Hazreti Muhammed'in dininin, hak dini olduğunu biliyorlardı. Fakat Arabları kışkırtmak için bile bile bu yanlışlığı irtikâb ettiler ve Allahın ebedî lanetine uğradılar ve putperestliğin vahdaniyet inancından üstün olduğunu söylediler. Yahudiler daima böyle iki yüzlü ve hilekâr idiler. Böylece Kureşylileri aldattılar ve bundan sonra Müslümanlara düşman bütün kabileleri dolaştılar ve onları Müslümanlardan intikam almak için harekete teşvik ettiler ve Muhammed'le harp edilirse kendilerine yardımcı olacaklarını söylediler. Putperestliği medhettiler ve harbi kazanacaklarına bu kabileleri ikna ettiler. Yahudiler; nihayet Arap kabilelerinden kandırdıkları insanlar ve Kureyşlilerle birlikte harp için yola çıktılar. Kureyşliler dört bin piyade, üç yüz atlı, develere binmiş beş bin asker ve diğer muhtelif kabilelerden gelmiş olup yekûnu on bin kişiye baliğ olan ordu Ebu Süfyan'ın kumandasında Medineye doğru yola çıktılar. Bunların yürüyüş haberini alınca Cenabı Peygamber Medinede müdafaaya karar verdi. Selman Farisî'ye Medine etrafında hendek kazılmasını ve şehir dahilinde müdafaa yapılmasını emretti. 
Bu hendekler kazılırken Resulü Ekrem efendimiz bizzat çalışmış, iki eliyle toprak kazarak Müslümanlara cesaret vermiş ve fazla gayret sarfetmelerini emretmiştir. Hendekler altı günde bitmiş, evlerin düşman tarafına bakan yüzleri ve duvarları kale gibi takviye edilmiştir. Hendeklerin arkalarına isabet eden evler boşaltılmış, çocuklarla kadınlar daha emin yerlere nakledilmiştir. Resulüllah üç bin Müslüman ile şehirden çıkıp hendekleri kendisiyle düşmanlar arasında bırakmış ve kırmızı çadırını kurdurmuştur.

Kureyşlilerle diğer müttefik kabileler Hazreti Muhammed'i Uhud denilen mahalde bulacaklarını tahmin ederek oraya geldiler. Orada kimseyi bulamayınca  Medineye yöneldiler ve hendeklerle karşılaştılar. Bu tertip ve müdafaayı bilmediklerinden şaşırdılar. Kureyşliler ve yardımcıları Medine haricinde 
hendeklerin arkasında mevzi aldılar. Ebu Süfyan ve beraberindekiler hendekleri aşamayarak uzun zaman durup kalacaklarını düşündüler. Vakit kış, rüzgârlar sert, soğuklar şiddetli olduğundan aralarında ümitsizlik baş gösterdi. Hemen geldikleri yoldan dönecek oldular. 

Ahtab oğlu Hay bu hali görünce onlara: 

Kurayza oğullarının Muhammed'le ve Müslümanlarla akdettikleri tarafsızlık anlaşmasını bozarak Kurazya oğullarını kandıracağını ve bu iş böyle olunca 
Müslümanlara yardımcı gelemiyeceğini ve Medine yolunun açılmış olacağını söyledi. Buna Kureyşlilerle Tatfanlılar sevindiler. Ahtab oğlu Hay hemen 
Benî Kurayza'nm reisi olan Esed oğlu Ka'be koştu. Ka'b onu görünce içinde bulunduğu kale kapısını suratına kapadı. Fakat Hay bundan vazgeçmiyerek 
bir takım vaadlerle kale kapısını açtırmağa muvaffak oldu ve şöyle söylendi:
« Ey Ka'b! Sana dünya durdukça erişilmeyecek bir devlet getirdim. Sana Kureyşliler ve müttefiklerinin kumandanlarını getirdim. Mahammed'i ve onunla 
birlik olanları yeryüzünden kaldırmadıkça rahat oturmayacağımıza söz verip anlaştık.»...
Bu sözler Ka'bı iyi düşündürdü. Muhammed'in vefakârlığını ve mertliğini, doğruluğunu hatırladı ve işin neticesinden ürktü. Fakat Hay ona, yahudilerin 
Muhamrnedden çektiklerini ve gelen birleşmiş kabilelerin kuvvetlerini söyleyerek onu yumuşattı ve istediklerini kabul ettirdi ve Muhammed'le ve Müslümanlarla olan ahidlerini bozdurdu. Bunun üzerine Benî Kurayzalılar Peygambere haber vermeden müttefik kabilelere iltihak ettiler. 
Bu haber Resulü Ekrem ve esbabına ulaşınca sarsıldılar ve işin netice ve vahametinden çekindiler. Peygamber Evs kabilesinin reisi olan Maaz oğlu Sa'd 
ve Harzeclilerin reisi olan İbâde oğlu Sa'dı ve onlarla birlikte Revvaha oğlu Abdullahı ve Cabir oğlu Havvatı işin hakikatini öğrenmek için gönderdi. 
Eğer hakikaten Kurayzalılar ahidlerini bozdularsa, bunun Müslümanların maneviyatını kırmaması için gizli tutulmasını, ve kendisine mahrem olarak 
bildirilmesini emretti. Bu elçiler Kurayzalıların yanına vardıklarında, almış oldukları kötü haberlerin doğru olduğunu gördüler. Kurayzalılann ahidlerine 
sadık olmalarını teklif ettikleri vakit, o kabilenin ahidlisi olan Maaz oğlu Saad kabilesini iknaa çalışırken onlar da Hazreti Muhammed'i kötülemeğe kalktılar 
ve ahidlerini inkâr ettiler. Murahhaslar avdetlerinde vukuu hali anlatınca telâş ve heyecan artmış oldu. Müttefik kabileler harp hazırlığına bağladılar. 

Kurayza oğulları harbe hazırlanmak için müttefiklerden on gün mühlet istediler ve bu on gün içinde birleşmiş kabilelerin en şiddetli bir savaş yapmalarını 
şart koştular. Öyle de yapıldı. Ahzâp, Peygamberle harb etmek için üç grup meydana getirdiler. Bunların ikisi yanlardan, Ebu Süfyan da hendeklerin önünde 
göründü. Müslümanlar bu kuvvetler karşısında şaşırmış ve telâşa düşmüşlerdi. Ahzâb'ın hücumları sert oldu. Bir takım süvariler ileri atıldılar, dar bir yol  buldular ve atlarını sürerek hendeği geçtiler. Bu sırada Ebu Talib oğlu Ali bir kaç Müslümanla ilerleyerek düşmanların girdiği gediğin ağzım tuttular. 
Abduoğlu Ömrü ileri atılarak: Bana karşı çıkacak var mı? diye bağırdı. Ebu Talib oğlu Ali karşısına dikilerek onu döğuşmeye davet etti, fakat karşısındaki 
büyüklük taslayarak şu mukabelede bulundu: «Ey benim kardeşimin oğlu; Allah şahid olsun ki seni öldürmeğe kıyamam» dedi. 

Hazreti Ali cevaben: 

Ben seni Öldürmek isterim deyince aralarında mücadele başladı ve Ali düşmanı öldürdü. Bu hali gören müttefik düşman arkalarını dönerek gözleri bir şeyi 
görmeden yüz geri kaçmağa başladılar. Bununla beraber birleşmiş kabileler bu halden yılmadılar ve Müslümanları korkutmak için mücadeleye hız verdiler. 
Kurayzalılardan ayranları kabaranlar, Medine halkını korkutmak için kalelerinden fırladılar. Ortalığı dehşet istilâ etti. Resulüllah Allahın nusret ve yardımından son derece emin ve müsterih bulunuyordu. Burada hain yahudilerin hüviyetlerine bir miktar nüfuz etmek faidelidir: Hicretten takriben dört asır evvel Bizans kırallan, Suriye ve Filistin'i yahudilerden istirdat ettikleri için, onlar da Arabistana sığınmışlardı. Suriye ile Medine arasında bir sürü müstahkem mevkiler ve kaleler yapmışlardı. Yahudiler ticaret ve iktisadî işlerde Öteden beri nüfuz sahibi idiler ve bu yüzden ispanya ve diğer Avrupa memleketlerinin siyasetleri üzerinde müessir idiler. Onlar bu nüfuz ve tesiri Arabistanda da kazanmışlardı. Bu sebepten ötürü, kendilerinden o derece emin idiler ki, Müslümanlığın teessüs etmekte olduğu günlerde bu yeni dine zerre kadar ehemmiyet ve kıymet vermemişler, onun yok olmasına var kuvvetleriyle çalışmışlardır. Şimdi yukarıdan aşağıya okuduğumuz hâdiselerde onun kanlı gölgesini sarahaten görüyoruz. Hendek gazasında bu manzara daha da ciddî ve müthiştir. Hendekler arkasında mahsur kalan ve Allahın nusretinden bir an bile ümitlerini kesmeyen müminler cidden buhranlı dakikalar geçirmekte idiler. Müslümanlar kalelerinden daha metin, müstahkem mevkilerden daha çetin olan Peygamberimizin yüksek dehası ve ilâhî yaradılışı ile onun emsalsiz cesaretinden kuvvet ve cür'et almakta idiler. Müslümanların bu müşkül anlarda semalara yükselen tekbir sesleri ortalığı dehşete garkediyor, ruhlardaki kayğu ve tereddütleri kökünden siliyordu. Maazallah hendeklerin düşman tarafından aşılması, tekmil îslâmiyetin ölümü 
demekti ki elbette Rabbı Zülcelâl buna müsaade etmiyecekti. Gerçi bir kaç defa hendekler muhtelif yerlerden yarılmış ise de İslâm mücahitleri o açılan gedikleri derakap kapamışlardı. Ket'î neticenin yaklaştığını sezen Kurayza yahudîleri, yüzlerindeki maskeyi atarak hakikî cehrelerini göstermişler ve Peygamberimizin düşmanlarına iltihaka karar vermişlerdir. Bunlar Medine müdafaa hattını cenahlardan ve geriden tehdide başlamışlardır. Bu döneklikleri ve hiyanetleri o şekilde tebarüz etmiştir ki; Yahudiler islâm mücahitlerinin karılarına ve hassaten Fahri Kâinatın mübarek hanımlarının, haremi hümayunlarının sığınmakta oldukları mahalleri hedef tutmuşlardı. Allah esirgesin bîr mağlûbiyet olsa idi ilk saldıracakları insanlar, müminlerin anneleri ve Resulü Ekrem'in mübarek zevceleri olacaktı...
Kurayza yahudilerinin bu alçakça naksi âhtîleri ordu gerisinde düşmanlarla müştereken giriştikleri baltalama hareketi Medine şehri içinde şiddetle tesirini 
göstermiş ve mücahidleri müthiş zorluklara maruz bırakmıştır.
Bütün bunlar, Peygamberimizin azim ve iradesinde en ufak bir noksanlık meydana getirmemiş, aksine olarak bütün deha, kudret ve tedbirlerini kullanarak düşmanı acze düşürecek neticeler vermiştir. Bu hâdiseler bu şekilde cereyan ederken Kureyşliler yahudilerden şüpheye düşmüş bulunuyorlardı. 
Ebu Sufyan, Kurayzalı Ka'ba: Muhasara uzun sürdü. Yarın sabah sizin hücuma geçmenizi ve bizim de arkanızdan yüklenmemizi uygun buluyorum 
diye haber gönderdi. Ka'b cevap olarak; yarının Cumartesi olduğunu ve bugün harp edemeyiz deyince Ebu Sufyan çok kızdı ve eğer siz Muhammed'le 
savaşmazsanız, Cenabı Hak müminleri muzaffer kılmış ve harp felâketinden biz de sizinle ahdimizi bozar ve Muhammed'den önce sizi temizleriz, dedi 
ise de yahudiler cumartesi günleri harb etmiyeceklerinde ısrar ettiler. Ebu Süfyan'ı telâş ve endişe bürüdü... Gece olunca müthiş bir rüzgâr çıktı, korkunç 
sesli gök gürültüleri ortalığı kapladı ve küffarı korku ve dehşet istilâ etti. Düşman; Müslümanların bu fırtınadan istifade ederek mukabil taarruza 
geçeceklerini düşünerek heyecana sürüklendi. Taliha yüksek sesle şöyle bağırdı: Muhammed! sizden evvel davranarak bizi berbat edecek, kaçınız, kaçıniz! 
Ebu Sufyan da: Ey Kureyşliler geri dönünüz, ben dönüyorum, diye bağırdı. Düşman ordusu yükte hafif olan eşyalarını sırtlanarak firara kadem bastılar. 
Diğer müttefik kabileler de bu ricata uyup çekildiler. Sabah olduğu vakit Medine önünde düşmandan kimse kalmamıştı. Peygamberimiz bu manzarayı 
görünce ilâhi nusratın bu tecellisinden memnun olarak müminlerle evlerine döndüler. Cenabı Hak müminleri muzaffer kılmış ve harp felâketinden, kurtarmıştı.
Şimdi sıra, ahitlerini bozan ve Kureyşlilerle birlik olup fırsat kollayan Kurayza yahudilerinin haddini bildirmeğe geldi. İki muhasım oldu birbirlerinden ayrıldıktan sonra efendimiz hendekleri terk edip Medineye avdet eder etmez her tarafa haberler göndererek mücahitlerin silâhlarını çıkarmamalarını ilân ettirdi ve ikindi namazının Benî Kurayza kaleleri önünde kılınacağım bildirdi. Aradan iki saat geçmişti ki mansur ve muzaffer Müslüman ordusu ayağının tozunu silmeden Kurayza yahudilerinin kargısında mevzi almış bulunuyordu. Muhasara nizamı bizzat Cenabı Peygamber tarafından tanzim ve tertip, edildi. 
Kancıklar ve hainler her taraftan çevrilmişti. Resulü Ekrem öncü olarak sancağiyle beraber Hazreti Ali'yi göndermişti. Ebu Talib oğlunun bu işin ön 
saflarında bulunması müminlerin şevk ve gayretlerini arttırmış, yahudilerin maneviyatını, alt üst etmişti. Yahudiler Ahzâb kuvvetlerinin muvaffak 
olacaklarından o derece emin idiler ki, on bin kâfirin bir avuç Müslümana galebe çalmasını gayet kolay ve tabiî görüyorlardı. 

Allahın nusratının Müslümanlara teveccüh edeceğini katiyen hatır ve hayalden geçilmiyorlardı. Hainlerin erzakı tükenmişti. 

Bu şartlar altında daha uzun müddet dayanmak imkânı talmamıştı. Muhasara yirmi beş gün sürdü. Kurayzahlar Hazreti Peygambere adamlar göndererek 
görüşmek teklifinde bulundular, Maaz oğlu Sa'di hakem tayin ederse onun vereceği hükme razı olacaklarını bildirdiler. Yahudiler bunda da aldanmışlardı. 
Hakem yerine, Resulü Ekremin âlicenaplığına ve Peygamberane şefkatine müracaat edeceklerdi, basiretleri bağlan-ı, bunu yapamadılar, Ölüm fermanlarını kendileri imzaladılar,

* * *
Hazreti Peygamber sözlerinden dönen, ahitlerini bozan hain yahudilere şu hitapta bulundu :

«Ahdinizi çiğnediniz, sözünüzden döndünüz. Size gösterilen müsamaha ve civanmertliği anlamadınız. Dünya durdukça aldanmağa mahkûmsunuz. 
Bazen elinize fırsat geçti, kendinizi muzaffer sayarak öyle şımarıklık yaptınız ki... Bu, sizin için tâ haşre kadar hüsrana sebep olacaktır. 
Bu defa işlediğiniz cinayetin cezasını ben değil, arzunuz üzerine sizin itimat ettiğiniz hakem tayin edecektir.»
Yahudiler bu Peygamberane ifadeden ümide düştüler. Ötedenberi komşu ve dost oldukları Maaz oğlu Saad'ı hakem tanıyacaklarını söylediler. 
Saad muhacir değil Medinenin yerlisi ve Evs kabilesinin reisi idi. Bu kabile ile Benî Kurayza senelerce birbirleriyle dost yaşamışlardı. 
Bu sebeple bu kabilenin reisini hakem seçmekle yahudiler büyük ümitlere kapılmışlardı. Hal¬buki mesele hiç de umdukları gibi çıkmadı, tamamen aksine 
tecelli etti. Saad'ın verdiği karar cidden müthiş  ve korkunçtu. Bu karara göre :
«Muharip olan erkeklerin birer birer boyunları vurulacak, kadınlar ve çocuklar esir edilecek, malları, mülkleri Müslüman mücahidlere harb ganimeti olarak 
tevzi edilecek... Bu karar gereğince dörtyüz erkek ve bir kadının kafaları kesildi. Kurayza oğulları kabilesinin reislerinden olup Hayberde kalıp da Kureyşlileri 
harbe teşvik eden ve ortalığa fitne ve fesat tohumları «açan şahıslar idam edilenler meyanında idiler.»
Bu hükmün infazından sonra Arab yarımadası uzun zaman huzur ve sükûn içinde yaşadı, bir müddet için fesat ve entrika durdu.
Ahzâb'ın yani birleşmiş kabilelerin ve Kureyşlilerin uğradıkları bu hezimet Müslümanların kuvvetlerini ve itibarlarını arttırdığı gibi siyasî vaziyeti de tamamen ve Müslümanların lehine düzeltmiş oldu.

* * *
Burada ziyadesiyle ehemmiyetli bir nokta vardır: Tamamen tarafsız ve hattâ yahudilerin dostu ve komşusu olan hakem Muaz oğlu Saad'ın vermiş olduğu 
karar ve ölüm fermanı, zamanımıza kadar yahudi tesirinde bulunan Avrupa yazarlarında îslâm aleyhinde bir propaganda vesilesi teşkil etmiştir. 
Bu tarafgir muharrirler unutuyorlardı ki hakemi seçen ve onun hük¬müne peşinen rıza gösterenler bizzat yahudilerdir. 

Bundan daha mühimi, hakem hükmünü, bizzat yahudilerin kendi kanun¬larına ve şeriatlerine göre vermiştir.
Çünkü Tevrat'ın tesniye faslının yirminci bab 10 - 20 nci âyetleri bunu böyle emir ediyordu. Bu âyetleri aynen şöylece aşağı almakta faide görüyoruz;

«10 — Bir  şehre karşı cenk etmek için  ona  yaklaştığın zaman, onu barışıklığa çağıracaksın.
11 — Ve vaki olacak ki, eğer sana sulh cevabı verirse, ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki, içinde bulunan bütün akvam sana angaryacı 
olacaklar, sana kulluk edecekler.
12  — Ve eğer seninle musaleha etmeyip cenk etmek isterse, o zaman onu muhasara edeceksin.
13  — Ve Allahın Rab onu senin eline verdiği zaman, onun erkeğini kılınçtan geçireceksin.
14  — Ancak kadınları,  ve çocukları, ve hayvanları, ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin; ve  Allahın Rabbin sana verdiği 
düşmanlarının malını yiyeceksin.
15  — Bu milletlerin şehirlerinden olmayıp  senden çok uzakta bulunan bütün şehirlere böyle yapacaksın.
16  — Ancak Allahın Rabbin miras olarak  sana  vermekte olduğu bu kavmlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın;
17  — Fakat onları! Hittîleri ve Amorileri ve Kenânlılan ve Perizzileri ve Kivileri ve Yebusîleri, Allahın Rabbin sana emrettiği gibi  tamamen yok edeceksin.
18  — Taki, kendi aleyhlerine yaptıkları bütün mekruh şeylerine göre yapmağı size öğretmesinler; yoksa Allahınız Rabba karşı suç edersiniz.
19  — Bir şehirle cenk ederek onu almak için, çok günler onu muhasara  edeceksin,  ağaçlarına balta vurarak onları  harap etmiyeceksin; çünkü onlardan 
yiyebilirsin, ve onları besleyeceksin; çünkü kırın ağacı insan mıdır ki, senin tarafından muhasara olunsun.
20  — Ancak kendilerinden yenilmeyen ağaçlar olduklarını bidiğin ağaçları harap edip keseceksin; ve seninle cenk eden şehir düşünceye kadar ona karşı 
meteris yapacaksın.

* * *
İşte Tevrat âyetleri, olduğu gibi ve aynen yukarıdadır. Binaenaleyh hakemin verdiği karar, mücrimlerin, döneklerin kendi kitaplarına göre verilmiş olup, 
Müslümanlığa buğz etmeye kimsenin hakkı yoktur.

* * *

HUDEYBİYE ANDLAŞMASI

Resulü Ekrem'in Mekkeden Medineye hicretlerinin üzerinden altı yıl geçti. Artık Müslümanlık kökleşmiş ve ordusu kuvvetlenmiştir. 
Artık bütün Araplar, yeni İslâm devletini saygı ile karşılamakta idiler.  Bundan  sonra İslâm devletinin kuvvetini arttırmak ve düşmanlarını zayıf düşürmek 
için yeni bir adım daha atılmak icap ediyordu. O sırada Hayberlilerle Mekkeliler arasında Müslümanlar aleyhine gizli bir anlaşma yapıldığı haber  alındı. 
Bunun üzerine Mekkelilerle bîr uzlaşmaya varılabilmek için bir plân çizilmiştir ki o da: Arabistan yarımadasında İslâmiyetin neşir ve tebliğ işini devam 
ettirmek ve kolaylaştırmak için Kureyşlilerle Hayberlilerin arasını açmak için Kâbeye karşı dostluktan ayrılmamak esası kabul edilmiştir. Haram aylarında 
Arapların kavga etmemeleri bu plânı kolaylaştırıyordu. Bundan dolayı haram aylarından Zilkadede hac için Mekkeye gidileceği  ilân  edilmiş ve 
Müslüman olmayan Arap kabilelerinin harp etmeyeceklerinden endişesiz olarak mukaddes Kâbeyi ziyarete katılmaları için etrafa davetler gönderilmiştir. 
Bu suretle Mekkeye doğru gidişin hac için olup, savaş için olmadığı ve Müslüman olmayan Arapların da buna katılmaları istenmiştir ki, şayet Kureyşliler 
buna mani olmak isterlerse umumî   efkâr Müslümanlar lehine dönsün... Harb etmemek kararında olan Müslümanlar, Resulü Ekrem'le birlikte bin dört  
yüz  kişi olarak yola çıktılar. Hazreti Peygamber  Kısvâ adlı devesine  binmiş  olduğu  halde kafilenin en önünde gidiyordu. Böylece Medineden  ayrılan 
kafile beraberlerinde kurbanlık koyun  götürmekte idi. Ömre ehrama girmişti  ki bu, kendilerinin harb istemediğini ve ancak Beytullahı ziyaret maksadını 
güttüklerini gösteriyordu. Medineden  on beş kilometre kadar uzakta Zilhalife mevkiine varıldı. Orada Ömrenin «Lebbeyk» tekbirini işittiler, Mekkeye 
doğru yol aldılar. Bunların hac için geldikleri, kavga için gelmedikleri haberi Kureyşlilere ulaşınca  onlar bunu  Muhammed'in bir plânı  olduğuna atfederek 
korku ve endişeye düşmüşler ve ne bahasına olursa olsun Hazreti Muhammed'i Mekkeye sokmamağa karar vermişlerdir. Bunun için Müslümanlarla 
mücadele etmek üzere bir ordu kurulmuş, Velid oğlu Halid ve Ebu Cehil oğlu Akreme kumandalarında olarak içinde ikiyüz atlı bulunan büyük bir kuvvet 
meydana gelmişti. Bu ordu Mekkeden çıkarak hac için gelenleri kovmak için ilerledi ve ilk konakta durdu. Kureyş kumandam Halid Bin'il-Velid Müslümanları 
gafil avlamak ve birden hücum etmek için hazırlanmıştı. Müslümanlar Mekkeye yakın Gasvan mevkiine gelmişlerdi. Resulü Ekrem yolda tesadüf ettiği 
Kaab kabilesinden bir Araptan şu malûmatı aldı: «Kureyşliler sizin gelmekte olduğunuzu duymuşlar ve sırtlarına kaplan derileri geçirerek ilk konakta durdular. 
Seni Mekkeye sokmamak için and içtiler, başlarında Velid oğlu Halid var, süvarileri Gasvan mevkiine on beş kilometre uzaktadırlar.» dedi. 
Cenabı Resul bu haberi işitince: «Allaha and içerim ki bana nübüvvet vazifesini veren Cenabı Hak beni muzaffer kılıncaya ve ölünceye kadar çalışacağım» 
buyurdular ve tanzim ettikleri plânı gözden geçirdiler. Yalnız harb için herhangi bir hazırlık yapılmadı. Kureysliler harb için büyük bir ordu göndermişlerdi. 
Onların icbar edecekleri bir harbe, îslâm mücahitleri iman kuvvetleriyle iştirak edebilirlerdi. Fakat harb için değil, hac için geliyorlardı. 
Bu sebeple müminler Mekkeye döğüşerek değil, sulh ve sükûn içinde girmek istiyorlardı. Bu sayede Müslümanlığın davet tebliğ işindeki ulviyeti de 
meydana çıkmakta idi. Bu hal gerek bütün Araplarda gerekse Kureyşlilerde bir fikir uyandırmış ve onları düşünmeğe davet etmiştir. Müslümanların 
bu hareketleri dâvalarındaki samimiyet ve doğruluğu göstermesi itibariyle de cidden mühimdi. Kureyşlilere fırsat ve bahane vermemek için başka bir 
yoldan Mekkeye girmek düşünüldü. Bîr kılavuz bulundu, dağlar arasından, sarp yollardan, binbir zorlukla ve yorucu gayretlerle o yolu geçtiler ve bir ovaya 
çıktılar, Hudeybiye denilen mevkide konakladılar, orada İslâm ordusuna düzen verildi. Halid'in kumandasındaki Kureyş ordusu onları görünce Müslümanların 
kendi ordusunu çiğneyip Mekke hudutlarından aşacaklarından korktular ve Mekkeyi müdafaa için geri döndüler. Putperestlerin ordusu Mekke içinde, 
Müslümanların ordusu da Hudeybiye'de yer alarak karşı karşıya geldiler. Her iki ordu ne şekilde hareket edilmesi lâzım geldiğini düşünüyor, vaziyete 
göre plânlar hazırlıyorlardı. Kureyşliler, Müslümanları döndürmek için güçlerinin yettiği kadar hazırlanmış olmakla beraber müminlerle kolayca başa 
çıkılamayacağını da takdir ediyorlardı. Hazreti Peygamber Omra'nın ehrama girdiği gibi yapmıştır ki bu; bir dostluk ve sulh alâmetidir. 
Bu şekilde Resulü Ekrem Hudeybiye'de beklemeyi tercih etti. Karsı taraftan elçilerin gelmesine intizar ediyordu..
Kureyşliler; Müslümanların hakikaten hac için gelip gelmediklerini Öğrenmek maksadiyle Peygambere bir tahkik heyeti gönderdiler. 
Bu heyet kısa bir görüşmeden sonra Peygamberin ve eshabının harb için değil, hac için geldiklerine kanaat getirerek döndüler ve : 
Müslümanların Kâbeyi ziyaret ve omre ta'zim için geldiklerini söyledilerse de Kureyşliler buna inanmadılar. Ve bunu heyet azasının Hazreti Muhanınıed'e 
olan dostluk hayranlığına atfettiler. Bunun üzerine Mekke Put¬perestleri başka bir heyet daha gönderdiler. O da birinci heyet gibi ayni fikir ve kanaatle 
geri döndü. Bundan sonra Kureysliler kendilerine ahidleri bulunan üç dört kabilenin reisi Hâlis'i Peygamberle görüşmek üzere gönderdiler. 
Bu adamın Peygamberi geri döndüreceğine emin idiler. Şayet Müslümanlar bu adamın da sözünü dinlemezse, Hâlis'in muğber olacağını ve böylece 
Mekke müdafaasının daha ziyade kolaylaşacağını düşündüler. Peygamber bu adamın gelişini haber alınca, kurbanlık hayvanları ortalığa saldırmıştı ki, 
bundan maksadın Kâbeyi ziyaret olduğu anlaşılsın... Nitekim Hâlis Müslümanların karargâhına geldiği vakit vadide deve ve koyunların otladığım 
görmüş ve bu manzaranın harb değil, hac alâmeti olduğuna ka-naat getirmişti. Peygamberle de görüştükten sonra bu kanaati kuvvet bulan murahhas 
Mekkeye avdetle kararını Kureyşlilere bildirdi ve Müslümanların hac için Kâbeye gelmelerine müsaade edilmesini tavsiye etti. Eğer Peygamberin ve 
Müslümanların Kabe ziyaretine müsaade erilmezse kendisinin ve tevabiinin Mekkeyi terk edeceklerini hiddetle ilâve etti. Kureyşliler onları, gönlünü 
kırmamak için biraz düşünmeğe vakit vermesini söyleyerek sustular. Bundan sonra Mes'ut Sakafi oğlu Arvyi'yi tam bir güvenç ve itimatla Peygamberin 
nezdine gönderdiler. Bu zat Resulü ekremle uzun uzadıya görüşmüş ve sonunda peygamberin haklı olduğunu ve yolunda azimli bulunduğunu görerek 
Mekkeye dönmüş ve şöyle konuşmuştur: Ey Kureyşliler! Ben Kîsrayı, Kayseri, Necâşîyi memleketlerinde gördüm. Bunlar arasında Muhammed gibi bir 
padişah görmedim. 
Abdest aldığında ümmeti akan suları kapışıyor. Saçlarından dökülenleri yere düşürmüyorlar. Eshabı onu katiyen ele vermezler. Bundan ötesini siz 
bilirsiniz, ne yapacağınızı siz düşününüz.» dedi. Bunun üzerine Kureyslilerin inat ve İsrarı azalacağına şiddet kesbetti. husumetleri arttı, boşu boşuna 
konuşup görüş¬meleri uzadı. Peygamberimiz Kureyşîilerin elcileri belki kendilerinden korkuyor düşüncesiyle kendi murahhaslarını göndermeyi daha 
muvafık buldu. Fakat Kureyşliler bu elçinin devesini kestiler, eğer müdafaa edilmese idi az kalsın öldüreceklerdi. Küffar üstelik geceleri kötü ruhlu 
adamlarını Müslüman ordugâhına göndererek onları taşlattırdılar. Bu muameleden hiddete gelen müminler Kureyşlilerle harb etmeyi düşündülerse de 
Peygamber onları teskin ediyordu. O sırada Kureyşlilerden elli kişi Müslümanlara tecavüz için ordugâhlarına gelmişlerse de bunların cümlesi yakalanarak 
Peygamberin huzuruna getirildi. Resulü Ekrem bunların hepsini affederek serbest bıraktı. Bu hâdisenin büyük bir tesiri oldu ve Müslümanların cenk için 
değil, hac için geldiklerini isbat etti. Böylece Mekkede umumi efkâr Hazretî Muhammed'in lehine döndü. O derecede ki, o dakikada Müslümanlar Mekkeye 
girecek ve aleyhdarı buna mâni olmağa kalkacak olsalardı vaziyet bütün bütün kendi aleyhlerine dönebilir ve bütün Mekkelilerle kabileler Kureyşlilerin 
düşmanı olabilirlerdi. Bundan dolayı Kureyşliler tecavüzden vaz geçmiş ve ne yapılmak lâzım geldiğini düşünmeğe koyulmuşlardı. Ortalık sükûna 
kavuşunca Peygamber kendi murahhaslarını göndermek istemiş ve Hattab oğlu Ömer'e gitmesini söylemiştir. Ömer şu mukabelede bulunmuştur: 

Ey Allanın Peygamberi, Kureyslilerin bana fenalık yapmalarından çekinirim. Mekkede Ka'b oğlu Adi kabilesinden beni himaye edecek kimse yok. Kureyşlîler, 
benim kendilerine olan düşmanlığımı ve sertliğimi bilirler. Lâkin onların benden üstün tuttukları biri var. Aff an oğlu Osman.. O daha münasiptir, dedi. 
Peygamber Osman'ı çağırarak onu Ebu Süfyan'a gönderdi. Osman Kurenyşilere vazifesini söyledi. Onlar da Kâbeyi tavaf etmek ister isen, et dedilerse 
de Osman; Allanın Resulü tavaf etmeden ben etmem dedi ve Kureyşlilere ne maksatla gönderildiğini izah etti. Kureyşliler bunu kabul etmediler. 
Aralarındaki müzakereler uzadı. Kureyşlilerle Müslümanların arasındaki anlaşmazlıkları bertaraf edecek çareler akla geldi. İçine düştükleri bu çıkmazdan, bu sıkıntılı vaziyetten kurtulmak ve Muhammed ile aralarındaki düşmanlığa son vermek için Osmandan istifa¬deyi düğündüler. Osmanın Mekkedeki ikameti uzayınca müslümanlar arasında endişe belirdi ve Kureyslilerin hainlik edip Osmanı öldürdükleri şayiası çıktı, Müslümanların merakları arttı. 
Kureyslilerin Osrnanı öldürdüğü endişesi Peygamberi de sardı. Müslümanlar cuş-u buruşa geldiler, herbirinin eli kılınçlarının kabzasına yapıştı ve cümlesi 
harb için ayaklandı. O zaman Resulü Ekrem sulh ve dostluk plânını tekrar gözden geçirdi. Kureyşliler haram ayında hainlik edip elçi Osman'a kıyınca barış 
plânının gözden geçirilmesi zarurî görüldü. Bunun için: «Onlarla döğüşmedikten sonra buradan gitmeyiz» dedi. Sonra bir ağacın altına giderek esbabını 
yanına çağırdı ve kendilerinden muvafakat istedi. Cümlesi ölümden kaçmamak için and içtiler. Esbabın coşkunlukları, fedakârlıkları, azim ve imanları 
bütün vuzuhiyle görülüyordu. Böylece andlaşma sona erince. Resulüllah iki elini birbirine çarparak Osman da kendileriyle birlikte imiş gibi onun namına 
da and içti. Bu; Rıdvan andı üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu: (Fetih sûresi, âyet 18-19).
«And olsun ki Allah müminlerden seninle ağacın altında biat ederlerken razı olmuştur da kalblerindekini bilerek üzerlerine kuvvei maneviyeyi indirmiş ve 
onları yakın bir fetih (Feth-i karib) ve alacakları birçok ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah mutlak galiptir. Tek hüküm ve hikmet sahibidir.»
Bu  âyetin  Hayber  fethini  müjdelediği  Müslüman  âlimler tarafından beyan edilmiştir. Ağaç altı biatından sonra Müslümanlar hemen harb ve hücuma 
hazırlanırken Osman'ın Öldürülmediği haberi geldi.
 Arkasından da Osman geri geldi ve Kureyslilerin söylediklerini  bildirdi.  
Bunun üzerine  Peygamberle Kureyşliler arasında dostluk müzakereleri yenilenerek daha geniş bir görüşme yapılmasına karar verildi. 
Bu vazifeye Amru oğlu Süheyl memur edildi. Yapılan müzakere neticesinde   Müslümanların  bir yıl  Mekkeye  girmekten  vazgeçmeleri teklif edildi 
ve Resulü Ekrem de bu esas dahilinde barışı kabul etti. Zira Kabe ziyaretinden maksat hasıl olmuş olup bu sene ile gelecek sene arasında bir fark 
görülmemiştir. Müslümanların istedikleri şey, Hayberlileri Kureyşlilerden ayırmak ve islâmlığı tamim için kendisiyle Araplar arasındaki mânileri kaldırmaktı. 
Bu sebeple Kureyşlilerle Müslümanlar arasında arka, arkaya devam  eden harblerin durdurulması isteniyordu. Hac ve ehramın bugün veyahut yarın 
yapılmasında bir fark yoktu. Böylece Amru oğlu Süheyl ile müzakerelere girişilmiş,  uzun münakaşalar yapılmış, şartlar konuşulmuştur. 
Çok defa  kesilmek raddesine gelen bu münakaşalar Resulü Ekremin hakimane idaresi sayesinde devam etmekte idi. Müslümanlar Peygamberin 
etrafında çevrelenip  bu konuşmaları takip ediyorlardı. Bunlar bu müzakerelerin hac için yapıldığını zannediyorlardı. Halbuki  Peygamber harbin önüne 
geçmek için konuşuyordu. Bu   sebeple   Müslümanlar bu müzakereden müteessir oldular. Peygamberimiz ise uzun münakaşa ve dağınık fikirler ve 
muvakkat kazançlara  bakmadan cereyan  eden müzakerelerden memnun olmakta ve müzakereyi hedefe varacak şekilde yürütmekte idi ki sonunda 
her iki taraf muayyen şartlar dahilinde uyuşmuş ve anlaşmışlardı. Bu şartlar Müslümanların hoşuna gitmeyip onları galeyana getirdi ve muahedeyi 
reddedip harb etmek için Peygamberi iknaa çalıştılar. Bunun için Hattab oğlu Ömer Ebubekire giderek: «Dinimizi aşağı tutmak hakkı bize verilmiş değildir» 
dedi ve birlikte Peygambere gidip ikna etmeyi teklif etti; Ebubekir; Peygamberin beğendiği şeyleri beğenmek lâzımdır diye Ömeri iknaa çalıştı ise de 
muvaffak olamadı. Bunun üzerine Ömer hiddet ve tehevvür içinde Peygambere giderek konuştu. Onun sözleri Resulü Ekremin sabır ve sebatından bir 
şey eksiltmedi ve Ömer'e şöyle hitap etti: «Ben Allahm kulu ve Resulüyüm. Onun emrine muhalefet edemem. O, hiç bir va¬kit beni terk etmez.» 
Peygamber ondan sonra Talib oğlu Ali'yi çağırdı ve ona: «Rahman ve Rahim olan Allahın ismiyle yaz dedi: Bu sırada Süheyl elini tuttu ve «Rahman ve 
Rahimi ben tanımam. Ey Allah senin adına» diye yaz dedi. Peygamber öyle yazdırdı. Sonra: Allahın Peygamberinin Amru oğlu Süheyl ile barıştığını yaz 
dedi. Süheyl yine elini tuttu ve şöyle söylendi: «Ben senin Allahın Resulü olduğuna inanmış olsaydım seninle harb etmezdim. Onun için yalnız kendi 
ismini ve babanın adını yaz.» dedi. Resulü Ekrem bunun üzerine: «Abdullah oğlu Muhammed'in sulh mukavelesidir.» diye yazdırdı. İki tarafın uzlaşması 
şu maddeleri havi idi:

1 — Mukavele, bîr sulh sözleşmesi olup iki taraf arasında barışı ve cenk ve harb olmayacağını bildirir.
2 — Kureyşlilerden Müslüman olup da velisinin müsaadesi olmaksızın Muhammed'in yanına gelen olursa Muhammed onu geri çevirecek ve Müslümanlardan 
her hangi biri dininden dönüp Kureyşlilere  dönecek olursa onu geri çevirmiyecektir.
3  — Araplardan  her kim isterse Muhammed'le anlaşma, uzlaşma yapabileceği gibi  Kureyşlilerle de isteyen yapabilecektir.
4  -- Muhammed, bu sene arkadaşlariyle birlikte Mekkeden dönecekler, gelecek yıl Mekkeye girebilecek ve orada üç gün kalacaklar, yanlarında silâh 
olarak sadece kınlarına sokulmuş kılınçlar bulunacak,  başka  silâh bulunmayacaktır.
5  — Muahede imzalandığı tarihten muteber olarak on yıl devam edecektir.

* * * 

Resulü Ekrem ile Süheyl Müslümanların hiddet ve tehevvürleri ve kırgınlıkları arasında bu uzlaşmayı imzaladılar, Süheyl Mekke'ye dönmüştü. Peygamberimiz 
Müslümanlarda mü¬şahede ettiği teessür, coşkunluk ve şiddetli harb arzularından münfeil dargın ve küskün olmuştu. Beraberinde götürdüğü hanımı Ümmü Selmenin yanına gitti ve düşüncelerin ona anlattı. O da:
«Ey Allahın Resulü! Müslümanlar senin istemediğini yapmazlar. Onların celâdetleri ve kahramanlıkları dinleri ve Allah ile senin Peygamberliğine imanları 
yüzündendir. Sen traş ol, ve ehramdan çık, onlar sana uyarlar. Sonra onları al Medineye dön.» dedi.

Peygamber Müslümanların yanına gitti ve ehramdan çıkıldığını göstermek için saclarını kestirdi, içine güven ve meserret doldu. Müslümanlar kendisini ve 
nefsine olan itimadını görünce cümlesi koşuşarak kurbanlarım kestiler, kimisi saçlarını kesti, bazıları da kısalttılar. Peygamber Müslümanlarla Medineye 
dönerken (Inna Fetahna) sûresi nazil oldu:.
«Gerçekten biz sana aşikâr bir zafer yolu açtık. Ki böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını mağfiret kılsın. Senin üzerine nimetini tamamlasın ve 
seni doğru yola götürsün.» diye başlayan ve onuncu âyetinde; «Seninle anlaşma abdi ya¬panlar ancak Allah ile anlaşma ahdi yapmışlardır. 
Allahın eli onların elinin üstündedir. Kim bu ahdi bozarsa kendi nefsi aley¬hine bozmuş olur. Kim de Allaha karşı ahdine vefa gösterirse O, ona büyük 
mükâfat verir.»

Ve 29 uncu âyetinde:

«Muhammed, Allahın Resulüdür. Onunla beraber bulunanlar kâfirlere karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları rükû eder, secdeye varır görürsün. 
Onlar Allahın lütuf ve rızasını dilerler. Onların nişanlarını yüzlerinde görürsün. Bu, secdenin izidir, işte onların Tevrattaki vasıfları budur. İncildeki vasıfları 
şöyledir: Onlar ekilmiş bir tohum misali gibidir, filiz verir, gittikçe kuvvetlenir ve kalınlaşır. Sapları üzerine doğrulup yükselerek bir ekin olurlar. 
Bu, ekicilerin hoşuna gider, böylece kâfirler öfkelenirler. Allah’a içlerinden iman edip salih amel sahiplerine mağfiret ve büyük mükâfat vaadetti.»

Vaadlerini ihtiva eden sûreyi, Cenabı Peygamber basından sonuna kadar okudu. O zaman yapılan anlaşmanın Müslümanlar için sarih bir Fetih ve zafer 
olduğuna Müslümanların cümlesi kani oldular ve böylece Medineye döndüler. Resulü Ekrem Hayber'in mevcudiyetine son vermek ve İslâmiyeti 
Arabistanda ve haricinde neşir ve takviye etmek yolundaki plânını tatbike koyuldu. Kureyşlilerle yapılan barışın verdiği fırsat ve zaman zarfında bazı 
düşman varlıklarını bertaraf etmeğe ve memleket haricindeki işlerle uğraşmağa boş zaman buldu. Bununla Cenabı Resul hacca gitmeğe kalktığı zaman 
çizdiği plânın uğradığı zorluklar ve karşısına çıkan manilere rağmen arzuladığı siyasî neticeleri elde etmişti. Bunun için Hudeybiye anlaşmasının aşikâr 
bir fetih, bir zafer olduğu görüldü ve şu neticeleri sağladı:

1  _ Gerek bütün Araplarda ve gerekse Mekke ve Kureyşlilerde İslâmiyetin neşrini destekleyen Müslümanların kıymet ve itibarı arttı.
2  — Müslümanların Peygamberlerine itimat ve   emniyetleri arttı ve korkunç tehlikelere şiddetle mukabeleleri ve ölümden korkmadıklarını gösterdi.
3  — Müslümanlara;  siyasî manevraların İslâmiyetin neşrinde faideli olduğunu gösterdi.
4  _ Mekkede putperestler arasında kalmış olan Müslümanların düşman ordugâhı içinde bir cep vazifesi görmelerini kolaylaştırdı.
5  _ Siyasette gidilecek yolun başında doğruluk ve ahde vefa olduğunu gösterdi. Ancak müracaat edilecek çarenin behemehal bir deha ve idrak örneği 
olması ve bağ vurulan küçük tedbirlerin istihdaf ettiği büyük gayenin düşmandan gizli tutulması.

* * *

HAYBEK CENGİ

Hudeybiye'den dönüp Medinede bulunah ancak onbeş gün geçmişti ki Peygamber Hayberi vurmak için vaktiyle kendisiyle Hudeybiyede bulunmuş olan cemaatin hazırlanmasını emretti. Peygamberin Hudeybiye'ye hareketinden evvel, Medine üzerine Müslümanları mahvetmek için Hayber yahudilerinin Kureyşlilerle anlaşmağa çalıştıkları Resulü Ekremce öğrenilmiş bulunuyordu. Benî Nadir yahudilerinin ileri gelenleri Haybere taşındıktan sonra oradaki yahudileri de etraflarına toplayıp Peygamberimizle Müslümanlar aleyhine suikastler tertip etmeğe ve etrafı Ümmeti Muhammet aleyhine teşvik için çok paralar sarf etmeğe ve büyük Peygambere karsı harb etmek ve onun neşrettiği İslâm dînini imha etmek maksadiyle uzaktan yakından taraftarlar bulmağa, gizli 
ittifaklar yapmağa ve her türlü teşebbüslere ve fitnelere baş vurmağa başlamışlardı.

Bütün bu mel'un teşebbüsler akamete uğradı, müşriklerin ve yahudilerin Hazreti Peygamberi ortadan kaldırmak plânları suya düştü. Bundan sonra bütün 
dağınık yahudiler bir araya geldiler. Tekmil kabile ve partiler birleşerek Müslümanları kahrü tedmir için Medineye ani bîr baskın yapmayı kararlaştırdılar.
Bunun için Hayber yahudileri, akrabaları olan Tima ve Fedik ve Vadilkura yahudileriyle Haybere kaçmış olan Benî Nadîr yahudileriyle işbirliği yaptılar. 
Medinenin yüz elli kilometre şimalinde bulunan Hayber kalesini kuşatmak için Resulü Ekrem hazırlamıştı. Bunu gizli tuttular. Kureyşlilerle dostluk 
luahedesi akdetmeleri bundan ötürüdür. Hudeybiyede yapılan anlaşma yahudileri Kureyşlilerden ayırmak ve onların kârlarını bir an evvel bitirmek içindi. 

Bu maksatla Peygamber emrinde bin altıyüz mücahitle yola çıktı. Beraberlerinde bir bölük de süvari vardı. Bunların cümlesi Allanın nusratına güvenli 
bulunuyorlardı- Müslümanlar Medine ile Hayber arasınlaki mesafeyi üç günde kat' ettiler ve üçüncü geceyi Hayber talesi önünde geçirdiler. 
Sabah olunca Hayber rençberleri tarlalarına gidiyorlardı. Müslüman ordusunu görünce ters yüz edip geri döndüler ve şöyle feryat ettiler: işte Muhammed ve ordusu! Peygamber bu sözü işitince: Yıkılası Hayber. Uğrayacakları kütü âkibet kendilerine ihtar edilen insanların yurtlarının önüne dikildiğimiz vakit onların halleri işte böyle olur! Diye söylendiler. Yahudiler, daha evvelden Müslüman ordusunun ileri yürüyeceğini tahmin etmişlerdi. 

Hudeybiye musalehasını ve Kureyslilerin Peygamberle anlaştıklarını duydukları vakit bunu Kureyslilerin döneklikleri saydıklarından, içlerinden bazıları 
Medinenin basılması için, yukarıda yazdığımız gibi diğer yahudi kabileleriyle bir ittifak akdetmişlerdi. Yahu¬dilerden diğer bir kısmı ise, Müslümanlarla 
yahudiler arasın¬daki husumeti ortadan kaldırmak için Resulü Ekremle bir anlaşma yapılmasını uygun buluyor ve aralarında bunu konuşuyorlardı. 
Zira korktukları kötü akıbetin yaklaştığını hissediyorlardı. Peygamberin Kureyşlilerle anlaştıktan sonra sıranın kendilerine geleceğini biliyorlardı. 
Fakat bunun bu kadar çabuk olacağını tahmin etmiyorlardı. Bunun için İslâm ordusunu birdenbire karşılarında görünce şaşırdılar. 

Diğer kabilelerden yardım alarak Peygamberin karşısına çıkmayı düşündülerse de Müslümanların sür'atle hareketleri buna meydan bırakmadı. 
Müslümanlar yahudilerin kalelerini hak ile yeksan ederek onIarı derin bir ümitsizliğe düşürdüler ve sulh istemeğe mecbur ettiler. Peygamber bunu kabul 
ederek kendilerini yerlerinde bıraktı. Ancak arazileri ve bağlarının yarısı zafer karşılığı ol¬mak üzere ellerinden alındı, yahudiler buna razı oldular. 
Müslümanlar geriye döndüler ve yarıda kalan «Hac» vazifesini ya-pıncaya kadar Medinede kaldılar. Hayberlilerin siyasî nüfuzları kırıldıktan sonra 
Arabistanın Şama kadar şimal kısmında hiç bir korku ve endişe kalmadı. Hudeybiye musalehasından sonra cenup kısmında da korku kalmamıştı. 
Haricin de yolları açılmış bulunuyordu.

* * *

KOMŞU OLAN DEVLETLERE ELÇİLER

Hicaz kıt'asının her tarafında İslâmın nurunun yayıldığına ve zulmetleri yırttığına Cenab-ı Resul kanaat getirdikten sonra, bu meş'aleyi Hicaz kıt'asının 
haricine götürmek gayretine düştü. Zira kendisinin neşriyle vazifelendirildiği Müslümanlık bir kavmin değil, tekmil beşeriyetin dinidir ve Peygamber bütün 
âlemlere rahmet ve mürşid olarak gönderilmiştir. Cenabı Hak, Enbiya sûresinin yüz yedinci âyetinde «Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik» ve 
Sebâ sûresinin yirmi sekizinci âyetinde: «Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve koruyucu olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.» 
Ve Tevbe sûresinde. Allah Resulünü doğru yolu gösterici olan hak dini ile göndermiştir ki bu dini bütün dinlerin üstünde tutsun. Kâfirlerin ikrahına rağmen....» 
buyurulmaktadır. Bu sebeple Resulü Ekrem İslâm devletini ve dinini köklestirdikten sonra etrafa elçiler göndermek suretiyle memleket haricindeki mesaisine germî vermiştri. Peygamberin bu dış faa-liyeti hududu haricinde kalan kâfirleri de imana davet içindir. İslâm hâkimiyeti yalnız Medinede iken Medine 
haricinde bulunan Kureyşliler ve diğer küffar ile uğraşmak harici gayret sayıldığı gibi, hükümranlığı bütün Hicaza yayılınca bu hareket ve ondan sonra 
tekmil Arap yarımadası İranlılar ve Rumlar gibi yarımada haricindeki milletlerle meşgul olması da Peygamberîn dış mesaisi sayılır. Hudeybiye anlaşmasından 
ve Hayber yahudilerinin işi bitirildikten sonra hemen hemen Hicaz kıt'asının tümü Peygamberin hükümranlığı altına girmiştir. Artık Peygambere karşı koyacak kuvvet Kureyşte kalmamıştı. Bundan dolayı Resulü Ekrem elçilerini harice göndermeğe ve bu işe ancak iç siyasette bir istikrar ve kökleşme olduktan sonra başlamıştır. Bu iş için dahilde kâfi derecede kuvvet hazırlanmıştı. Hayberden döndükten sonra bir gün Resulü Ekrem esbabına: «Ey nâs! Allah beni tekmil insanlara rahmet olarak gönderdi: Meryem oğlu isa'ya karsı havarilerin gösterdikleri uygunsuzluk gibi, siz de bana uygunsuzluk göstermeyiniz.» deyince Eshabı sordular: Nasıl uygunsuzluk ettiler? Resulü Ekremin buna kargı cevabı şu oldu: «Sizi ifasına davet ettiğim vazife gibi, Meryem oğlu Isa da  havarilerini  çağırdı ise de, yakın yere göndereceği kimseler evet demişler, uzak yere göndermek istediği kimseler de suratlarını ekşiterek memmunsuzluk göstermişlerdir.» buyurdu ve bütün civar hükümetlere, Kisrâlara, Yemen Melikine ve Habeşistan Necaşisi'ne telâma davet için elçiler göndereceğini söyleyince, eshabı bu arzuyu muvafık bulduklarını söylediler. Bunun üzerine Hazreti Peygamber gümüş bir mühür kazdırarak üzerine «Allahın Resulü Muhammed» dîye yazdırdı. 
Ve bu mühürle imza ettiği namelerle yabancı hükümdarları  Islama  davet etti. Name-i hümayunu hamil sefirlerin cümlesi bir anda  huzuru risaletten 
ayrıldılar ve memur oldukları memleketlere doğru yola çıktılar. Peygamberin mektuplarını hamil olan elçiler vazife mahallerine gidip geri döndüler. 
Yabancıların çoğu Resulü Ekremin mektubunu hoş ve nazikâne karşıladılar. Bazıları da kötü mukabelede  bulundu.  Fena karşılayanlar meyanında 
Yemen ve Umman melikleri vardır.  Bahreyn hükümdarı ise iyi karşılamış ve Müslüman olmuştur. Yemame meliki ise kendisinin hükümdar tanınmak 
şartiyle teklifi kabul edeceğini bildirmiş, olduğundan  Peygamber tarafından lanet edilmiştir. Arap olmayan hükümdarlara gelince: İran hükümdarı  Kisra kendisini İslama davet eden Name-i Resulü okuyunca hiddete ve şiddete kapılmış, mektubu yırtarak Yemendeki valisine: Hicazdaki bu zatın basının kendisine gönderilmesini bildrimistir. Peygamberimiz bu hâdiseye muttali olunca: «Allah onun mülkünü parçalasın!» demiştir. Kisra'nın Yemelideki valisi Bazane impa-ratorunun emrini alınca, Müslümanlığı tetkik etmiş, onun hak dini olduğunu anlayarak ihtida etmiş ve Resulü Ekremin valisi olarak Yemen'de kalmıştır. Bu zat o zaman Yemen hükümdarı olan Haris Hamiri'den başkadır. Mısırın büyük hükümdarı Name-i Peygamberi hüsnü kabul ederek Peygambere hediyeler göndermiştir. Habeş  hükümdarı Necaşi de teklifi iyi  karşıladığı ve bir rivayete göre Müslüman olduğu söylenir. 
Herkl'e gelince bu davete kıymet vermemiş ve bir şey de söylememiştir. Haris El Gasanî kendi kumandasında bir ordu ile Peygamberi cezalandırmak için Herkl'den müsaade istemiş ve bu müsaadeyi alamamıştır. Herki o sırada Kudüste bulunduğundan Haris'i nezdine celb etmiştir.

Hazreti Peygamberin bu davetnamelerinin tesiriyledir ki Araplar fevc fevc hak dinine girmeğe başlamışlardır. Bundan sonra ardı ardına bir çok hey'eyler 
Resulü Ekrem'in nezdine gelerek Müslümanlıklarını ilân etmişlerdir. Arap olmayanları hidayet yoluna celb için Hazreti Peygamber kuvvet ve ordu 
hazırlamağa başlamıştır.

* * *

MÖ'TE SAVAŞI,

Arab yarımadası haricindeki hükümdarlara gönderilen elçiler, onlardan aldıkları müsbet ve menfi cevaplarla geri döndükten sonra Resulü Ekrem Arabistan haricinde faaliyette bulunmak üzere bir ordu hazırlamağa koyuldu, Rumlarla, İranlıların vaziyetlerini ve faaliyetlerini tetkika başladı. 

Rumların, hudutları, Peygamberin hududuna bitişik idi. Onlardan gizli ha¬berler almağa çalışılıyordu. İslâmiyetin yayılışı bütün halk tabakalarına sirayet ettiği için, dinin tamimi meselesi Arab hududlarını aşınca geniş çapta yayılacağı muhakkaktı. Alınan haberler ve müşahedeler Islama davetin Şam Ülkesinde daha geniş kabule mazhar olacağını gösteriyordu. Yemen'deki Kisra’nin valisi davete icabet etmiş olduğundan, Şam ülkesine bir ordu şevki düşünüldü. Hicretin yedinci yılının Cemaziyülevvel ayı içinde yâni Hudeybiye musalehasından bir kaç ay sonra en seçkin Müslüman kahramanlarından üç bin mücahid toplanarak Harisi oğlu Zeyd'in kumandasına verildi. Kendisine bir şey olursa onun yerine Ebu Talibin oğlu Cafer, ona da bir şey olacak olursa Revvaha oğlu Abdullah'ın yerine geçeceği tebliğ edildi. Ordu hareket etti. Hudeybiye musalehasından sonra Müslüman olmuş olan Halid ibn-i Velid beraber idi. Resulü Ekrem Medine haricine kadar orduyu takip etti ve kumandanlara; kadınlarla çocukları ve körleri öldürmemelerini, evleri yıkmamalarını, ağaçları kesmemelerini tenbih etti ve sonra şu duada bulundu :

«Allah sizinle beraber olsun ve sizi muhafaza buyursun. Sağ ve salim bize iade etsin.» Ordu hareket etti. Kumandanlar bu harbin, Resul-i Ekrem'in bizzat 
bulunduğu harplerde yaptığı gibi bir yıldırım harbi, bir baskın şeklinde olması kararında idiler. Şam ordusunu ansızın basıp mağlûp etmek istiyorlardı. 
Bu programla ilerleyen ordu Maan'a geldiği vakit Herkl'in Şam kumandanının müslümanlara karşı Arab kabilelerinden yüzbin muharib topladığı gibi bizzat 
Herkl'in de ayrıca yüzbin muharib ile gelmiş olduğu haber alındı. Bu haber ortalığa korku verdi. Maan'da iki gün kalan ordu, bu büyük kuvvet karşısında 
ne türlü hareket edileceğini düşünmeğe bağladı. Bazıları keyfiyeti peygambere yazıp düşmanın sayısını bildirerek tak¬viye kuvvetleri istemeyi, bazıları 
da bu vaziyete karşı Peygamberin talimat ve emirlerini beklemek lâzım olduğu mütalâasında bulundukları bu sırada Revvaha oğlu Abdullah şöyle bir 
hitabda bulundu :

Ey cemaat! Şimdi aradığınız şehidlik payesi önünüzdedir. Biz bugüne kadar harb ettiklerimizle ne adet, ne de kuvvet çokluğuyla değil, ancak Allahın bize 
ihsan buyurduğu din kuvvetiyle savaştık. Yürüyünüz! İki rahmetten biri... Ya düşmanı mağlûp etmek veyahut şehitlik!...

Bu hitabe mü'minleri coşturdu. Müsarif köyüne varan ordu orada Rum yığınlarına tesadüf etti. Oradan Möte'ye saparak orada konakladılar. 

Orada rnüslümanlarla Rumlar arasında en korkunç ve en müthiş kanlı bir harb başladı. Sanki ölüm korkunç ağzını açmış, insanları yutuyor gibi idi 
ölüm ve şehidlik arayan üç bin imanlı müslüman ordusunu kamilen imhaya azmetmiş yüzbin veyahut iki yüzbin kişilik bir düşman ordusu olanca hıncı 
ve güciyle savaşıyordu. Böylece iki taraf arasında müdhiş bir harb başlayınca Zeyd, Peygamberin sancağını alarak düşmanın ortalarına doğru atıldı. 
Ölümle karşı karşıya idi ve onu müşahhas bir şekilde karsısında görüyor gibi idi. Korkmuyordu, çünkü şehitlik arıyor ve bunun için akla sığmayacak bir 
kahramanlıkla düşman mızrakları kendisini parçalayıncaya kadar harb etti. Sancağı  Ebu Talib oğlu Cafer aldı. Henüz otuz üç yaşında yakışıklı bir genç idi. 
O da Ölümü arar gibi  döğüşürken etrafı düşman tarafından çevrildi. Atının ayakları kesilmişti, yaya olarak yalın kılınç  düşmanın  ortasına atıldı. 
Rumlardan biri bu kahramanın üstüne atılarak vücudunu ikiye bölerek onu şehit etti. Sancağı Revvaha oğlu  Abdullah aldı ve ileriledi. At üstünde idi. 
O da düşmanın üzerine saldırdı ve döğüşerek öldü. Sancağı Erkanı oğlu Sabit alarak : Müslümanlar içinizden birini  seçiniz. Diye bağırdı. 

Velid oğlu Halid seçildi.  

Halid sancağı aldı. Müslüman saflarını  dolaştı, onları sıklaştırdı  ve gece karanlığı basıncaya kadar ordusunu oyaladı. Geceleyin  Halid  düşmanın  sayıca üstünlüğünü ve kendi ordusunun  azlığını   görerek muntazam bir ric'at plânı hazırladı. Bu program gereğince  ordu  mevcudundan az bir kısmım cephe gerisine dağıttı. Sabah olunca sanki Peygamberden kendilerine imdat kuvveti gelmiş gibi düşmanları aldatacak bir yaygara ve gürültü koparmalarını onlara tenbih etti, böyle de yaptılar, düşman bundan ürktü ve taarruzdan çekindi ve hattâ Halid'in mukabil taarruza geçmediğine sevindi.  
Çok geçmeden Halid'in yaptığı program mucibince müslüman  ordusu cepheden çekilerek Medine'ye döndü. Böylece ne galip ve ne de mağlûp olmuş fakat kendilerine kat kat faik kuvvetler "karsısında müslümanlar  büyük kahramanlıklar   göstermişlerdir.

Bu gazanın kahraman kumandan ve askerleri kendilerini ölümün kucağına attıklarını biliyorlardı, fakat hiç bir şeye bakmadan İslâm şerefi ve imanı 
kudretiyle cenk meydanına girdiler, erkekçe döğüştüler ve şehid oldular, islâm dini bunu böyle emrediyordu. Çünkü Allah yolunda mücadele, mü'minler 
için en büyük kazanç ve şereftir. Kur'an-ı bakîmde Cenabı Hak şöyle buyuruyor :
“Allah  müminlerden  canlarını ve mallarını, karşılığı cennet olmak üzere satın almıştır ki, öldürürler ve  öldürülürler. Bu karşılık kendilerine Tevrat, incil 
ve Kur'an'da tasdik edilmiştir. Allahdan daha ziyade sözünde duran kimse bulunabilir mi? Müjdeler olsun sizlere ki alış verişinizde büyük kurtuluş ve 
kazanç vardır.”
İşte bu kahramanlar, bu iman sahipleri bunun için ölümü göre göre ,bile bile istihkar etmişler ve döğüşmüşlerdir. Bu sebeple müslümanlar karşılarındaki 
düşmanın adetçe üstünlüğünü hesaba katmaz ve Allahın nusratına güvenerek cenk ederler.
İmam-el mücâhidin Peygamberimiz hudud komşusu olan Rumların kuvvetini biliyor ve üzerlerine bir ordu gönderme tehlikesini elbette takdir ediyordu. 
Fakat müslümanların böyle madde üstünlüklerine kıymet vermediklerini de etrafa göstermek siyasî bir zaruretti. Nitekim son hareket Rumların gözünü 
yıldırmış müslümanlığın kuvvet ve cesaretini etrafa gös¬termişti...


6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder