Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 3
DAVET DEVRELERİNDE İKİ SAFHA
Peygamber (S.A.S.) Mekke'de birbirini takip eden iki devre geçirmiştir. Bunun birincisi talim ve terbiye, fikir ve irade hazırlığı, ikincisi de davet ve mesai...
Birinci devrede fikirleri şahıslarda canlandırmak ve bu fikirler etrafında halkı kitleleştirmek, İkinci devrede ise, bu fikirleri hayat ve mücadelesine tatbikle
cemiyeti ileti götürecek bir kuvvet haline getirmektir. Zira tatbik edilmeyen fikirler çıplak birer bilgiden ibarettir. Bu malûmatın kitaplarda ve kafalarda
kalması arasında bir fark yoktur, çünkü bir yerde hapsedilmiş demektir. Bunun için hayatta tatbik edilmeyen fikirlerin kıymeti yoktur. Fikirler işlenebilmek
için halkta nazariye halinden faal bir kuvvet haline mutlaka geçirilmelidir. İnsanların çeşitli cemiyetleri o zaman ona inanır, onu anlar ve üzerlerine alarak
tatbikine uğraşırlar. O zaman da ifası gerekli bir netice olur. Peygamber (S.A.S.) Mekkede her iki devrede daveti böyle yürütmüştür. Birinci devir, halkın
İslama daveti ve İslâm zihniyeti ile kafaların yetiştirilmesi ve islâm hükümlerinin kendilerine izahı, İslâm inancı üzerine kitle haline gelenlerin toplanmaları...
Bu devre, davet işinde gizli çoğalma devridir. Öyle ki: Peygamber (S.A.S.) davet işine fasıla vermeyerek İslama gelenleri İslâm fikirleriyle yetiştirmeğe
devam ediyor ve Erkam oğlunun evine, halkalara ayrılmış kitle halinde yetiştirici kimseler gönderiyor. Müslümanlar, evlerinde de, dağ aralarında da, Erkam'ın evinde de hep gizli olarak toplanarak çoğalıyor, her gün imanları, her gün birbirine alâkaları ve bağları artıyordu. Her gün yüklendikleri bu mühim vazifenin iç yüzüne nüfuzları artıyor ve bu yolda fedakârlığa hazırlanıyorlardı. Vakta ki İslâmiyet ruhlarında kökleşmiş, bu iman vücutlarındaki kan gibi cereyana başlamıştır. O zaman kendileri bu hak dininin yolcusu olmuşlardır. Bu sebeple gizli olarak çalışmalarına ve topluluklarını ve toplantılarını saklı yapmalarına rağmen bu İslama davet keyfiyeti içlerinde saklı kalamadı. Müslümanlar; güvendiklerine ve daveti kabule müsait sevdikleri kimselere açılmağa başladılar. Böylece halk bunu duymuş ve mevcudiyetlerini hissetmiştir. Böylece davet işi başlangıç noktasını geçmiş ve yürümeye başlamıştır. Bu yürüyüş halkın alâkasını çektiğinden uğraşmalar başlamıştır. Bu; gizli toplanma ve birleşmenin birinci devresidir ki kuruluş, talîm ve terbiye devri olarak bitmiştir. Mücadele ve gayret devri olarak ikinci devreye geçmek zor oldu. Bu devirde halka Müslümanlık
anlatılacak, onlar da İslâmiyet ile cevaplaşacak ve ona kabul yüzü. göstererek canla, başla karışacak veyahut ondan yüz çevirip üzerine çullanacaklar,
böylece İslâm düşünceleriyle çatışacaklar, bunun neticesinde kâfirlik mağlûp olarak iman ve iyilik kökleşecek ve doğru düşünce zafer kazanacaktır.
Çünkü akıllar ne kadar inad ederse etsin, doğru ve sağlam düşünceler karsısında ne kadar mukavemet ederse etsin, nihayet onun tesirine ram olur.
Böylece en hararetli devre başlamış, fikirler ve Müslümanlarla kâfirler arasında çarpışma kendini göstermiştir. Peygamberin (S.A.S.) ashabiyle birlikte Arapların daha evvelden bilmedikleri bir tertip ve bir topluluk halinde Kâbeyi tavaf ettiği ve resaletini ilân ettiği zaman mebde' telâkki edilebilir.
Bundan sonra peygamber, risalet vazifesini bütün halka gündüzleri açık ifadeler ve açık çehre ile yapma¬ya ve meydan okumaya başlamıştır.
Allahın birliğine inanmayı, putperestliği ve Allaha şirk koşmayı reddetmeyi ve bu hususları idrakten âciz baba ve dedelerin batıl dinlerini körü körüne örnek tutmayı telkin eden Peygamber kendisine nazil olan âyetleri ve bu âyetlerde hileli alış veriş etmemek hususundaki hükümleri tebliğ etmekte idi. Bu âyetler faizciliğe, hileli ticaret ve hileli ölçülere aleyhtardı. Peygamber, insanlarla toplu bir halde Müslümanlık hakkında konuşmalar yapmakta idi. Kavmini evinde yemeğe davet eder, kendileriyle konuşur ve onlardan Müslüman olup kendisine yardıma olmalarını isterdi, Buna en kötü şekilde muhalefet edenleri Safa denilen din merasimi yerlerinde toplar, onlarla konuşurdu. Kureyşlilerin ileri gelenleri ve meselâ Ebu Leheb en fena şekilde bu işi bozmağa çalışırdı. Kureyşlilerden başka diğer Araplarla Peygamberin arasında düşmanlık artmakta idi. Böylece
cemaatin talim ve terbiyesi evlerde, dağ aralarında ve Erkam'ın evinde yapılan içtimalarda yapılırdı. Kendilerinde dine karşı temayül görülenler davet edilir, onlar da bu vazifeyi üzerlerine alır ve başkalarına tamim ederlerdi. İşbu raddeye gelince, davet ve talim ve terbiye işi ilerleyince Kureyşlilerin kinleri artmış ve tehlikenin kendilerine yaklaştığını sezmişler ve bunun için kat'î adımlar atmağa kalkmışlardır. Halbuki bundan evvel ne Muhammed'e, ne de onun dâvetine aldırış etmiyorlardı. Böylece Peygambere ve ashabına fenalıkları ve hattâ muhalefetleri artmıştır. Fakat bu topluluk üzerinde davetin tesirleri görülmüştür ki, bunlar halka islâmiyeti duyurmuş, bu suretle hak dinine davet keyfiyeti Mekkeliler arasında yayılmıştır.
Gün geçmezdi ki yüzlerini hakka tevcih eden bir çok kimseler dairei İslama girmiş olmasınlar... Bu suretle her fakir, her kudretsiz, her nasipsiz insan ile tüccarlar peygambere iman ettiler. Mekke tüccarlariyle eşrafından ve ileri gelenlerinden ruhlarının temizliği ve doğruluğu ile tanınmış olanlarla, düşmanlıkta ısrardan ve kuru iddialardan kendilerini uzak tutanlar da imana gelmişlerdir ki, bunlar davetin doğruluğunu ve bu daveti yayan insanların doğru sözlü kimseler olduklarını anladıktan sonra hakka tevcih ederek Müslüman olmuşlardır İslâmiyet Mekkede yayılarak halk fevc fevc, erkek kadın Müslüman olmuşlardır. Cemaatten İslâmiyeti neşir vazifesini deruhte edenler türlü sıkıntı ve eziyet çekmeğe ve çeşitli fenalıklara maruz kalmakla beraber kendilerini daha geniş ufuklara nakil ederek çalışmışlardır. Peygamberin zulüm ve kötülüklere ve Mekkede hüküm süren haksızlık ve halkı köle gibi kullanmak meselelerine hücum etmiş ve kâfirlerin vaziyetlerini ve yaptıklarını açığa vurması Kureyş ileri gelenlerinin içlerindeki ateşi körüklemekte îdi. Peygamber ashabı ile Kureyş küffarı arasında en müşkül merhaleler ve en sert bir devir başlamıştır. Bu devir, işlerin tedvirinde gayet iyi düşünme ve başa gelecek sıkıntılara katlanma ve ziyadesiyle zihin yormağa ihtiyaç gösterdiğinden talim ve terbiye işinden davetin şiddetlenmesi sırasında geçmek zarureti hasıl oldu. Bu vaziyet, küffarın Müslümanları dinlerinden şaşırtmaları gibi vukuu melhuz neticelere aldırmadan sarahate ve meydan okumaya ihtiyaç gösterdiği için pek mühim bir durumdur. Bu devirde iman belli olduğu gibi mukavemet ve gücü nisbetinde karşı gelme
hislerinin doğruluğu da belli olur. İşte bu devirde Peygamber bu suretle devam ederek gerek kendisi, gerekse ashabı yüksek dağlara bile ağır gelecek zulüm, kabalık, kötülük ve müşkülât çektiler. Bu sebeple kimi dinini korumak için Habeşistana kaçmış, kimi çektiği azaptan ölmüş, kimisi işkencenin en kaba çeşitlerine katlanmıştır. Onlar Mekke cemaatinin Islâmın nuriyle aydınlatmağa ve içlerindeki zulmetin dağılmasına yaraması için uzun müddet bu hale devam ettiler. Peygamber, her ne kadar Erkam'ın evinde üç yıl kalıp da bu müddet zarfında gizli teşekkül, talim ve terbiye işini bitirdi ise de yine de kâfirlerle mücadele ederek ve mucizeleri halkça görülerek sekiz sene daha bu şekilde geçmiştir. Kureyşlilerin müslümanlara azap çektirmekteki şiddetleri ve İsîâmiyet ile mücadeleleri yavaşlamamıştır. Müslümanların Kureyşi ilerle temaslardan Cezire halkı İslâmiyeti duymuş ve davet havalan Ceziretülarabın her tarafında intişar etmiştir ki, bunu hacılar yapmışlardır. Lâkin Arablar Kureyslileri kızdırmamak için imana doğru tek adını atmamışlar ve uzun müddet Resûl-î Ekremden uzak durmuşlardır. Bu vaziyet Peygambere ve ashabına teessür verdiğinden İslâmiyeti tatbik devri olan üçüncü devreye geçilmesi zarurî görüldü, fakat cemiyetin katılığı bu tatbikin muvaffak olacağını göstermiyordu. Müslümanlara yapılan azap ve işkencenin artması kendilerini davet işinde çalışmağa bırakmıyor, ve bazen de mâni oluyordu. Halkın, Islama davet işine yüz çevirmeleri Müslümanların teessür ve kederlerini arttırıyordu.
* * *
İNTİŞAR SAHASININ GENİŞLEMESİ
Kureyşlilerin kötülükleri arttığı için Peygamber ve müslümanlar çok sıkıldılar. Takif kabilesi, Peygamberi Taif'de kötü muamelelerle reddettikten ve hac için gelip de kendilerine müslümanlık namına müracaat edilen Kende, Keleb, Benî Amr, Benî Hanife kabileleri de îslâmiyeti reddettiklerinden kabilelerin yardımlarından ümit kalmamış olup Kureyşlile-den de kimsenin müslüman olması beklenemez olmuştur. Kureyşlilerden maada Mekke'ye komşu olan kabilelerle, Arab memleketlerinin her tarafından Mekke'ye hac için gelen diğer kabileler, Muhammed'in içinde bulunduğu yalnızlığı ve kendisini sarmış olan Kureyşlilerin husumetini görünce Peygamberden büsbütün yüz çevirmişlerdir. Peygamber (A.S.) Allahın kendisine verdiği nübüvvet vazifesini ancak o güne kadar kendisine iltihak edenlerin mahdut varlığiyle ifa ediyordu. Günler geçtikçe Peygamberin yalnızlığı ve Kureyşlilerin kinleri artıyordu, insanlar da kendisinden uzaklaştıkça uzaklaşıyordu. Bütün bunlara rağmen Resûli Ekrem ve etrafındaki ashabı bu hâllerin hepsine göğüs geriyor, Allahın yardımına inanıyor ve hak dininin diğer bütün dinlerden üstün kılacağına dair imanları her vakitkinden
kuvvetli bulunuyordu. Her fırsatta davet vazifesini yapıyordu. Hac zamanı gelip Arabistandaki halk Mekke'de toplandıkça onların daveti kabul veya çirkin şekilde red etmelerine bakmayarak onları İslama davet ediyordu. Allah’ın kendisine tevdi ettiği resalet vazifesini halka bildirirken Kureyşlilerden iyiyi, kötüyü tefrik edemeyenlerin kendisine sataşmaları ve kötü muameleleri, ruhundaki iyilik sebebiyle onu yolundan alıkoymuyordu. Allahın onu İslâm dininin tamimi için gönderdiğine, kendisinin yardımcısı olduğuna behemehal bu hak dinini meydana çıkaracağına olan imanını muhafaza ediyordu. O günler davet işinin duraklamasından ve Kureyşlilerin kötü muamelelerinden bizar olarak Allahın lûtfunu ve yardımını bekledi, durdu. Bu intizar fazla sürmemiş, zafer müjdeleri Medine'den gelmeğe başlamıştır. Şöyle ki Harzec kabilesinden birtakım insanlar hac zamanında Mekke'ye geldiklerinde Peygamber onlara tesadüf edip, kendileriyle konuşmuş, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra onları hak dinine davet etmişti. Onlar da birbirlerine bakarak söyle söylenmişlerdir :
Yahudilerin, geleceğini haber verip durdukları Peygamber, Allah bilir ki budur. Sakın onlar bizden evvel davranıp da kendisine sahip çıkmasınlar dîye
Peygamberin dâvetine icabet ettiler.Evs ve Harzec kabileleri; aramızdaki kadim husumet ve fe¬nalıkları bir tarafa bıraktık, senin ile birlikte olursak Allah aramızdaki ayrılığı kaldırır bizi toplu bir hâle koyar, biz de sana zahir olursak senden daha muteber ve kuvvetli kimse olmaz dediler. Bunlar Medine'ye döndüklerinde hemşehrilerine müslüman olduklarını söyleyince, onlar da bu yeni dine amade gönülleri ve hakikate susamış varlıklariyle dahil oldular. Artık Evs ve Harzec kabileleri içinde Muhammed'in (S.S.) ismini duymayan kimse kalmamıştı.
* * *
BİRİNCİ AKABE BAĞLILIK ANDLAŞMASI (BİAT)
Ertesi sene hac mevsimi gelince Medinelilerden on iki kişi Mekke'ye geldi. O zaman Peygamber Akabe denilen yerde idi. Bunlar, kendisiyle buluşarak
Akabe biatinı yaptılar. « Allaha şirk koşmayacaklarına, hırsızlık, zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, kadınlarla, kendi kocalarından olmayan çocukları kocalarına mal etmek iftirasına kalkışmayacaklarına, Allah yolunda herhangi bir işi yapmaktan içtinap etmeyeceklerine dair Peygamberle el tutuşarak biat ettiler. Her kim bu biati tutarsa ona cennet vardır. Bu yasaklardan herhangi birini işleyen olursa Allah onu isterse cezalandırır, isterse günahını bağışlar. Bu zevat biati yaptıktan ve hac mevsimi geçtikten sonra Medine'ye dönmüşlerdir.»
* * *
MEDİNE'YE DAVET
Birinci Akabe biatlıları olan on iki kişi avdetlerinde Ensar, yâni yardımcı ismini alan Medinelilere Islâmiyeti yaydılar. Bunlar da Peygambere yazdıkları
mektuplarda, kendilerine îslam dinini anlatacak ve Kur'anı okutacak birisini göndermelerini istediler. Resûl-i Ekrem, müslüman olanlara dini talim eder
ve İslâmı zihniyetiyle onları yetiştirir, Islâmiyetin hakikatini anlayıp kavrayıncaya kadar onları terk etmezdi. Çünkü müslümanlık terbiyesi her
müslüman için çok lüzumlu olduğundan bunun gerçekleşmesi ve islâm imanının kuvvetlenmesi için gayret eder ve öylelerine vazifelerini anlatarak İslâmiyetin kökleşmesini sağlarlardı. Müslüman olanlar bunu işittikleri için kendilerine muallim göndermesini istemişlerdir. Peygamber (S.S.) Amir oğlu Musa'ibi onlara göndermiş, o da Zirare oğlu Es'ad'in evine gelmiştir. Bu zat halkı îslâmiyete davet eder ve onlara Kur'an-ı Kerim okurdu, onlar da birer ikişer müslüman olurlardı. Böylece islâmiyet Ensarın evlerinden etrafa yayılmıştır. Ancak Evs kabilesinden bazı insanlar bunun haricinde kalmışlardır.
Musa'ib onlara Kur'an okutur ve öğretirdi. Onlara cuma namazı kıldırmak için Peygambere yazdığı bir mektupla izin istemiştir. Aldığı müsaadenamede
Yahudilerin cumaertesi günlerini saygı ile karşıladıkları güne bak (yani cuma gününe), güneş zevali geçince iki rekâtla Allaha kulluk et, onlara hutbe oku!»
denilmektedir. Bunun üzerine Amir oğlu Musa'îb ile Es'ad'in evinde on iki kişi oldukları hâlde cuma namazını kılmışlar, o gün bir koyun kesmişlerdir.
Müslümanlıkta ilk cumayı kılanlar bunlar olmuşlardır. Musaib Medine'de dolaşarak halkı İslama davet ediyor ve onlara dini talim ediyordu. Bir gün
Zirare oğlu Es'ad Eshel oğullariyle Zafer oğullarının evlerine götürmek üzere Musa'ib ile yola çıktı. Miâz'ın oğlu Esad, Zirare oğlu Es'ad'in teyzezadesi idi.
Musa'ibi Zafer oğullarının bahçelerinden birine soktu. Bu bahçe Merk denilen kuyunun yanında idi. İkisi bahçede oturdular, yanlarına Müslüman olanlardan bazıları geldiler, o günlerde Maaz'ın oğlu Sa'd ile Hadırin oğlu Esed Abdül Eşhel kabilelerinin eşrafından idiler. Her ikisi de, kendi kabilelerinin dini olan putperest idiler. Bunlar İslamiyetin yayılmakta olduğu haberini duydular. Bunlardan Maaz oğlu Sa'd, Hadır oğlu Üseyd:
Yardımcın Allah olsun kalk; cahillerimizi iğfal için gelen bu iki kişiye gidip onları azarla ve evimize gelmelerine mâni ol. Eğer Zirare oğlu Ed'ad bildiğin gibi akrabam olmamış olsa idi işi sana bırakmazdım, o benim teyzemin oğlu olduğundan benim için kimse onu geçemez dedi. Hadır oğlu Üseyd de
hançerini alarak onların yanına geldi.
Zirare oğlu Es'ad onu görünce arkadaşlarına:
Bu, kabilenin sergerdesidir, ona Allahın bildirdiklerini tebliğ et, göreyim seni dedi. Buna cevaben Mus'ab; oturursa kendisiyle konuşurum dedi. Üseyd, ikisinin karşısına asık suratla dikildi ve cahillerimizi iğfal için bize neye geldiniz, canınızı kurtarmak istiyorsanız buradan çekiliniz dedi. Mus'ab şu mukabelede bulundu: Otur da bizi dinle. Sözlerimiz hoşuna giderse kabul edersin, beyenmezsen ondan içtinap edersin. Üseyd, doğru söylüyorsun diyerek hançerini elinden bırakarak yanlarına oturdu. Mus'ab ona İslâmiyetten bahsetti ve Kur'an okudu. İki arkadaşın sonradan anlattıklarına göre Üseyd daha başlamadan yüzünün tatlılığında ve tebessümlerinde müslümanlığın bütün nurlu alâmetleri müşahede edilmekte idi.Üseyd; ne güzel şeydir bu dedi ve sordu: Bu dine girmek için siz ne yapıyorsunuz? Cevap verdiler: Yıkanırsın, üst başını temizlersin, şahadet
getirirsin ve iki rekât namaz kılarsın... Üseyd kalktı, yıkandı, elbisesini temizledi, şahadet getirdikten sonra iki rekât namaz kıldı ve iki arkadaşına şöyle hitap etti : Benim arkamda bir insan var, o bize uyacak olursa kabilesinden bize tâbi olmayacak kimse kalmaz, onu şimdi size göndereyim, o;
Maaz oğlu Saaddır dedi. Sonra hançerini alarak Saad ve kabilesi nezdine gitti. Maaz oğlu Es'ad arkadaşının gelişini görünce: Yemin ederim ki Üseyd'in
bu gelişi, buradan yanımızdan ayrıldığı hâle benzemiyor. Üseyd yanlarına varınca Saad, ona ne yaptığını sordu. Cevap şu : iki adamla görüştüm, ikisinden
de bir zarar görmedim, yasağımızı kendilerine bildirince, arzunuzu yaparız diye mukabele ettiler. Fakat öğrendiğime göre Harise oğullan Zarare oğlu Es'adı
öldürmek için onların üstüne gitmişler, çünkü senin teyzezaden olduğunu öğrenmişler, seninle olan analarını bozmak istememişler dedi ve ilâve etti:
Saad kızdı ve kendisine anlatılanlardan endişelenerek hançerini kaptı. Seni bu işi başaramamış görüyorum diye çıkıştı. Üseyd anlattı :
Mus'ab ve Es'ad'ın yanlarına vardığım vakit ikisini de sakin ve telâşsız buldum, onlara asık suratla gittim, bana Es'ad dedi ki: Ey İmamenin babası,
yanımıza fena fikirle geliyorsun, aramızda akrabalık olmasa idi bu muameleyi bize yapmazdın dedi ve: Ey Mus'ab kabilemizin sergerdesi geliyor, eğer
sana uyacak olursa ötekiler muhalefet etmezler. Bana dediler ki; oturup bizi dinler misin, söylediklerimizi beğenirsen, ne âlâ, hoşlanmazsan,
sevmediğin şeyi senden geri alır ve senden uzaklaşırız, Saad da bunu tasdik etti. Sonra bana müslümanlığı anlattılar, yıkandım, elbiselerimi temizledim ve iki rekât namaz kıldım.
Üseyd kabilesine avdet ederken halk; Allaha kasem ederiz ki Sa'ad size dönüp geldiği vakitki yüzü yanımızdan ayrıldığı yüz değildir dediler.
O da gelip karşılarında durarak: Ey Abdül-Eşhel oğullan! Beni nasıl tanırsınız diye sordu. Aldığı cevap şu oldu :
Bizim büyüğümüz ve görüşü en kıymetli olanımız, düşüncesinde en uğurlu olanımızsın dediler. O da; Allaha ve Resulüne iman edinceye kadar erkek veya kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun mukabelesinde bulundu. Mus'ab Allaha yemin ederek Abdül-Eşhel'in yanında kaldı. O gün akşama kadar erkek ve kadınlardan müslüman olmayan kimse kalmadı. Mus'ab, Zarere oğlu Es'ad'in evine dönerek halkı İslâmiyete davete devam etti. Ta ki, Ensârın evlerinin içinde ve dışında müslüman olmayan hâne kalmadı. Mus'ab Medine'de Evs ile Harzec kabilelerinin arasında oturarak onlara hak dinini öğretiyordu. Ensârın Allahın emirlerine itaat ve hakka yardımlarının arttığım görerek bahtiyar oluyordu. Halka, Allahın emirlerini bildirmek ve onları îslâmiyete davet etmek için kapı kapı dolaşır, çiftçiler tarlalarında çalışırken onlarla görüşür ve kendilerini dine davet ederdi. Ayrıca halkın ileri gelenleriyle de görüşerek onları da hak dinine davet ederdi. Öylesine ki bir sene içinde Medine'de kendilerini şaşkınca putperestliğe kaptırmış olanları Allanın birliğine imana ve hakka çevirmiş oldu. Allaha şirk koşma ve alış verişte terazi hilelerine karşı nefret eder hâle geldiler. Böylece Mus'ab ve arkadaşlarının himmetleriyle bir sene içinde Medine şehri müşriklikten müslümanlığa dönmüş bulunuyordu.
***
IKINCİ AKABE BİATİ
Birinci Akabe biati hayırlı ve uğurlu idi. Sayılarının azlığına rağmen bunların mevcudiyetiyle Medine'yi değiştirmek ve cemaatte mevcut bâtıl fikirleri
altüst etmek için Peygamberimizin esbabından Mus'ab tek başına bu işe kâfi geldi. Mekke'de müslüman olanlar çok olmakla beraber halkın ekserisi
onlardan ayrı idi. Çünkü ekseriyet iman etmemiş, cemaate İslâmlık fikir ve hisleri aşılanmamış, aksine olarak Medine'de halk topluluğu İslama
girerek ekserisi fikir ve hisleriyle islâmlıkla tenvir edilmiştir. Bu ise fertlerin topluluktan ayrı olarak, halkın ekseriyetinden ayrı olarak imana gelmeleri
umum arasında iz bırakmadığını açıkça gösterir. Fertlerin kuvveti ne olursa halk ekseriyeti de öyle olur. Halkın alâkası: Fikir ve hislerle işlenince,
davet vazifesini üzerlerine alanların adetleri az olsa dahi bir tebeddül ve inkılâp husule gelir. Bu hâl sarahaten gösterir ki cemaat, Mekke halkı gibi
küfürde ısrar etmiş olursa, içinde fena fikirlerin bulunmadığı Medineliler gibi kolay ikna edilemez. Bu sebeple Medine topluluğu İslâmiyette fikir ve his
itibariyle daha çok işlenmiştir. Bu suretle Medinede halk o güne kadar taşıdıkları fikir ve inançların yanlışlığını hissediyor, hakikî fikirler ve yaşayışları için yeni bir nizamın ihtiyacım duyuyorlardı. Halbuki Mekkeliler içinde bulundukları dalâletten hoşnut olup devamını arzu etmekte idiler. Hele kâfirlerin elebaşıları Ebu Leheb, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gibilerine karşı Mus'ab Medine'de bulunduğu kısa bir zaman içinde halkın davete icabetini ve şevkini görerek İslama davet işini fikir ve hükümleriyle teyide koyuldu. Halkın çabuk ısındıklarını ve îslâmiyete sarıldığını görerek sevinç ve bahtiyarlık duymağa başladı. Hac zamanı Mekke'ye dönerek Peygambere müslumanların hâllerini ve kuvvetlerini ve vaziyetlerini anlatıyor, müslümanlığın yayılışını müjdeliyordu.
Ayrıca Medine ahalisinin İslâmiyetten başka birşey düşünmediklerini ve Allahın birliğine olan inançlarının gün begün artmakta olduğunu arzediyordu.
Peygamber (S.S.) bu işittiklerinden büyük bir sevinç duyarak Medinelilerle Mekkelilerin hâllerini tetkik ve mukayeseye koyuldu. On iki sene Mekke'de
fasılasız olarak İslama davet vazifesini yaptı ve bu hususta elinden gelen hiç bir şeyi deriğ etmedi. Türlü eza ve cefaya katlandı. Buna rağmen cemiyet taş kesilmiş olduğundan fazla yol alınamadı. Mekkelilerin kalblerindeki katılık, ruhlarındaki kalınlık ve zihinlerindeki eskiye körü körüne bağlılık buna sebep oluyordu. Allaha şirk koşma ve putperestlik başlıca merkezi olan Mekke halkında bu dalâlet kökleştiği için İslama davete karşı lâkayd idiler.
Medine ahalisi ise Harzeclilerden beş on kişinin müslüman olmaları üzerinden henüz bir yıl geçmiş olması, sonra da birinci biatin yapılması, Amir oğlu Mus'abın bir sene daha çalışması Medine'de müslümanlık havasını yaratmış ve hak dinine icabet dehşet âver bir sür'atle inkişaf etmiştir. Mekke'de ise:
Müslümanlık âdetleri mahdut ekalliyetin elinde kalmış ve müslümanlar Kureyşlilerden işkence ve kötülük görmüştür. Medine'de ise bu mukaddes iş sür'atle inkişaf etmiştir.
Müslümanlar Yahudiler ve kâfirlerden fenalık görmüyorlardı.
Bu hâl müslümanlığın ruhlarda sağlamlaşmasına yaradı ve müslümanlara yürüyecekleri yolu açtı. Bundan ötürü îslâmiyete Medinelilerin icabetinin daha elverişli ve kolay olduğunu ve İslâm nurunun Medine ahalisini Mekkeden daha çok aydınlatacağım Hazreti Muhammed fark etmiştir. Bu sebeple kendisinin "ve esbabının bütün mânilerden kurtulup vazife-i nübüveti ifa ve İslâmiyeti tatbik ve devletin kudret ve nüfuziyle bu vazifenin daha ileri götürülmesi için Medine'de daha mütekâsif bulunan müslüman kardeşlerinin yanına hicret etmeyi düşünmüştür. Medine'ye göç etmelerinin sebebi budur, başka birşey değildir.
Peygamberin (S.A.S.) bilhassa İslama davet işinde tesadüf ettiği müşkilâttan çekinerek, bu müşkilâta katlanmak ve bunları defi etmeğe uğraşmak istememesi dolayısiyle Mekke'den hicret etmeyi düşünmemiş olduğunu tebarüz ettirmek zaruridir. Kendisi Mekkeden başka bir yer düşünmîyerek orada eshabiyle birlikte on yıl içinde bütün nahoş hâdiselerle mücadele etmiştir. Kureyşlilerin yaptıkları fenalıklar kendisinde en ufak bir bitkinlik ve zaaf husule getirmediği gibi onlara mukabele etmekten de geri kalmamış ve azminde bir gevşeklik görülmemiştir. Bunlar Cenabı Hakkın kendisine tevdi ettiği risalet vazifesine olan iman ve merbutiyetini takviye etmiştir. Peygamberin, Allahın nusrat ve yardımına olan sonsuz inancı hiç sarsılmamış olan azmini arttırıyordu.
Bütün bu tecrübe ve gayretlerden sonra Resulü Ekrem bu katı yürekli insanların ümit kırıcı düşüncelerini ve yüreklerinin katılığını düşünerek sarfedilen sonsuz gayretlerin boşa gideceğini düşünmüştür. Bunun için bu cemiyetten başka bir cemiyete geçmenin çaresiz olduğu görülmüştür. Bu vaziyet Peygamberi, Medineye hicret etmeyi düşünmeye mecbur kılmıştır. Yoksa kendisinin ve arkadaşlarının uğradıkları kötülükler değildir. Evet, fenalıklardan kaçınmak üzere arkadaşlarının Habeşistana göçmelerini emretmiştir, çünkü: îman sahiplerinin imanlarını korumak için kendilerini idlâl edecek yerlerden kaçınmalarını Allah doğru bulmaktadır. Vakıa çekilen fenalıklar îmanları kızıştırır, görülen hakaret o imanı takviye eder, onlara tahammül etmek de azimleri takviye eden, iman düşkünlüğü imanlıyı her şeye katlandırır ve bu uğurda malını da, canını da, rahatını da feda ettirir. Allaha îman; iman sahibini bu yolda severek canını feda edecek hale getirir. Fakat maruz kalınan kötülüklerin devamı, fedakârlığın uzayıp gitmesi, iman sahibini bunlara katlanmağa ve mütemadiyen fedakârlık yapmağa mecbur tutar ki bu hal imanlıların muhitlerini genişletmek ve hak mefhumuna kuvvet ve vüs'at verecek düşüncelerden alıkoyar. Bu sebeple iman ehlinin şaşırtıcı yerlerden kaçmaları zaruridir.
Ancak bu; Habeşistana olan imanlıların hicretlerine uyar. Medineye hicret ise o yeni cemaate götürecekleri davet vazifelerini başarmak içindir.
Yer yüzünde Allahın emirlerini yüksek, üstün tutmak ve bu daveti yürütmek hedefiyledir. İşte bu sebepten dolayı Hazreti Peygamber Medineye hicret etmeyi esbabına söylemeyi düşünmüştür. Bu da Müslümanlık imanı oraya girip orada yayıldıktan sonra olmuştur. Yesrib'e eskiden Medine şehrinin ismi idi hicreti emretmeden ve kendisinin de hicretini kararlaştırmadan evvel Peygamberin (S.A.S.) Medine hacılarını ve hac için gelen Müslümanları ve bunların hak yolundaki fedakârlıklarının derecesini ve İslâm Devletini kurmağa esas teşkil edecek olan noktayı yani kendisiyle beraber cihad andlaşmasına yanaşıp yanaşmayacaklarını görmesi lâzımdı. Hac için gelenlerin vürudunu bekledi. Milâd senesinin 622 inci ve risaletinin on ikinci yılı idi. Hac için gelenler cidden çoktu. Aralarında yetmiş beş Müslüman vardı. Yetmiş üçü erkek, ikisi kadın idi. Kadınlardan biri Mazen oğlu Naccarın karısı Amara'nın annesi, Ka'bin kızı Nesibe, diğeri Selme oğulları kabilesinden Adi oğlu Amrun kızı ve annesi Esmâ'dır. Resulü Ekrem bu yetmiş beş Müslümanla gizlice buluştu. Onlarla yalnız İslama davet ve maruz kalınacak fenalıklara katlanma hududunda kalmayarak, Müslümanların kendilerini müdafaa edecek bir kuvvet haline gelmeleri ve Islâmiyeti bütün cemiyette tatbik edecek ve onu âlem şümul bir' vazife olarak halka götürecek ve bunu müdafaa edecek kuvveti taşıyacak ve neşrinde ve tatbikinde tesadüf edilecek her türlü maddî manileri defi edecek olan İslâm Devleti kurmakta temel taşı ve ilk destek yerini tutan çekirdeğin meydana getirilmesine yarayacak olan bir andlaşma hakkında kendilerile görüştü ve onların fedakârlıklarını anlayarak (Kurban Bayramının 2, 3 ve 4 üncü günleri olan) teşrik günlerinde buluşmayı kararlaştırdılar. Onlara dendi ki: Uyumuş olanı uyandırmayınız, bulunmamış olanı beklemeyiniz. Kararlaştırılan günde gecenin üçte biri geçtikten sonra, ne yapacakları anlaşılmamak için bulundukları yerlerden gizlice sıyrılarak iki kadını da beraberlerine alarak cümlesi dağa tırmandılar, orada Peygamberi beklediler. Hazreti Peygamber, beraberinde henüz Müslüman olmamış bulunan amcası Abbas ile geldi ki; bu kardeşinin oğluna onlardan ahit ve peyman almak için gelmişti; ilk konuşan da o olmuştur: «Ey Harzecliler. Muhammed içimizde bildiğiniz vaziyettedir. Onun hakkında bizim gibi düşünen kabilemiz kendisini korudu. Kendisi kabilesi içinde muteber ve memlekette kendisini müdafaa edenler İçindedir. Size iltihak etmekten başka bir şey istemiyor. Eğer kendisini davet ettiğiniz mesele uğrunda sözünüzde sabit ve kendisine muhalefet edenlere karşı onu müdafaa edecekseniz mesele yok. Eğer size çıktıktan sonra onu ele verecek veya yalnız bırakacaksanız onu şimdiden bırakınız.» dedi. Bu hitap üzerine orada bulunanlar şöyle mukabelede bulundular: Abbas'ın söylediklerini işittik, Ey Allahın Peygamberi konuş; kendin ve Rabbin için sevdiğini al dediler. Peygamber de Kur'an okuduktan ve İslâmiyete teşvikten sonra: «Kadınlarınızı esirgediklerinizden beni de esirgemek üzere sizinle biat ederim.» deyince Bera adlı kimse, elini uzatarak dedi ki: Ey Allahın Resulü, biz de biat ettik. Biz, savaşların ve zırhların oğullarıyız, büyüklerimiz büyüklerimizden geçerek onları miras aldık. Tihan oğlu Ebulhiyem adlı kimse de sözü keserek: Ey Allahın Resulü bizimle Yahudiler arasında ahitler vardır, biz onları kesiyoruz, biz böyle yaparız da Allah sana nusrat verip muvaffak ederse belki bizi bırakıp Kureyşlilere dönersin deyince, Peygamber gülümsedi: «Siz bendensiniz, Ben de sizden. Savaştığınızla savaşır, barıştıklarınızla barışırım» dedi. Cemaat biata yeltendi ise de İbâde oğlu Abbas
araya girerek: Ey Hazrecliler! Bu zata ne üzerine biat edeceğinizi biliyor musunuz? Dünyadaki kırmızı ve siyah renkli insanlarla savaşmak için biat
ediyorsunuz, eğer mallarınız uğrayacağınız felâketler yüzünden yok olmağa yüz tutar ve ileri gelenlerinizin savaşlarda ölmeleri yüzünden kıtlığa uğrar
da kendisini ele vermeğe kalkacaksanız onu şimdiden bırakınız, döneklikler olacak olursa dünya ve âhiret yüz karasıdır. Eğer kendisini davet ettiğiniz
ahid ve peymânlara sadık kalarak melhuz felâketlere katlanacaksanız onu alınız. Çünkü Allah hakkı için o, dünyanın da, âhiretin de iyiliğidir. Cemaat: Mallarımız ve basa gelecek felâketler ve ileri gelenlerimizin ölümleri bahasına olsa dahi biz onu alıyoruz; dedikten sonra: Ey Allahın Resulü, biz bunu yaparsak göreceğimiz mükâfat nedir? dediklerinde Peygamber: Cennettir diye cevap verdi.
Cemaat kendisine ellerini uzattıkları gibi o da elini açmış: «Gerek sıkıntılı, gerek sıkıntısız zamanlarımızda, isteyerek veya istemiyerek dinleyip uymağa ve her nerede olursa olsun hakikati söylemeğe ve Allah uğrunda kimsenin kötülüğünden çekinmemeğe ahdü peyman ettik» diye biat etmişlerdir.
Bu iş bitince Peygamber: «İçinizden muteber olan on iki kişi seçiniz ki bunlar mukavelenin tekâlifini deruhte etsinler ve ahidnameye kefil olsunlar» dedi.
Cemaat Hazrec kabilesinden dokuz ve Evs'lerden de üç kişi seçmişlerdir. Peygamber bu murahhaslara şu hitapta bulundu:
Sizler; Meryem oğlu Isa Peygambere on iki arkadaşının kefilleri gibi kefilsiniz. Ben de cemaate kefilim.. Bundan sonra yerlerine avdet etmişler ve Medine yolunu tutmuşlardır. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, Müslümanlara ayrı ayrı çıkmak üzere Medine'ye hicret etmelerini emretmiştir.
Müslümanlar teker teker veya bîrkacar kişi olarak hicrete başlamışlardır. Kureyşliler, bu anlaşmayı öğrenmiş olduklarından muhacirleri geri çevirmek
için uğraşmışlardır. Müslümanları muhacerete bırakmıyorlar, daha önce gitmiş olanları karısından veyahut kocasından ayrı gitmeğe kalkanlara da mani oluyorlardı. Buna rağmen muhaceretin önü alınamadı. Müslümanların Medineye hicretleri birbirini takib etti. Hazreti Peygamber ise Mekkede kalıyor, orada mı kalacağını, Medineye mi gideceğini kimse bilmiyordu. Bununla beraber Medineye hicret edeceklerine dair belirtiler göze çarpıyordu.
Zira: Ebubekir, kendisinin Medineye hicret etmesi için müsaade istediği vakit; acele etme belki Allah sana bir arkadaş çıkarır cevabını almıştır.
Ebubekir, Hazreti Peygamberin de hicret arzusunda olduğunu bundan anlamıştır. Müslümanların Medine de muteber tutulmaları dolayısiyle Mekke den de hicret vuku bulursa büyük bir kuvvet teşkil edileceklerini göz önüne alarak Peygamberin de hicret edeceği akla geliyordu. Medinedekiler bu kadar
kuvvetli iken Peygamberin de onlara iltihakı Kureyşliler için büyük bir felâket, bir yok olma neticesi doğuracağını göz önüne getiriyordu.
Bu sebeple Hazreti Muhammed'in Medineye hicret etmesine mani olmak, ayni zamanda Mekkede kaldığı takdirde dahi Medinedeki Müslümanlar kuvvet bulur, adetleri artarsa kendisine iman ettikleri Allahın Resulünü korumak için Mekkeye geleceklerini, bunun da kendileri için iyi olmayacağını düşünen Kureyşliler, Medinedeki Müslümanlara iltihak etmemesi ve gerek İslâmiyet, gerekse Hazreti Muhammed yüzünden Medinelilerle bir çarpışmaya sebep olmaması için Peygamberi öldürmeyi düşünmüşlerdir. Peygamberin hayatına dair Ayşe ve Ehem oğlu Ebu Emame'nin tarih kitaplarında yazılı ifadelerine göre, yetmiş kişinin Hazreti Peygamberin yanından ayrılıp gittiklerinde Cenabı Hak kendisine cesur ve muharip kimselerden mürekkep koruyucu bir kuvvet vermiş olduğundan derin bir huzur duymuşlardır. Mekkeden çıkıp gidecekleri açıklandığı için Müslümanların kâfirlerden çektiği zulüm ve işkence kat kat artmıştır. Peygamberin eshabını sıkıştırmışlar, ta'zip etmişler, onlar da görülmemiş hakaret ve iş-kence içinde bunalmışlardır.
Müslümanlar Hazreti Peygambere: Hicret edeceğiniz şehir bize çorak gösterildi diye söylenmişlerdir. Bir kaç gün sonra Peygamber sevinçli bir çehre ile onlara: Hicret edeceğiniz şehir bana bildirildi. Bu, Yesrib (yani Medine) dir. Sizlerden isteyen oraya gitsin dedi. Hazırlanmağa ve birbirlerine arkadaş olmağa ve siparişler vermeğe ve hareketlerini gizli tutmağa başladılar. Cemaat, kısım kısım çıkıp gittiler. Hazreti Peygamber Mekkede kalarak, Allahtan hicret emrine intizar ediyordu. Ebubekir, Müslümanların hicret etmekte oldukları Medineye kendisinin de gitmesi için müteaddit defalar Peygamberden müsaade istemekte idi. Hazreti Peygamber de; acele etme, belki Allah sana bir arkadaş çıkarır derdi. Ebubekir, bu arkadaşın Peygamberin kendisi olacağım ümit ediyordu. Kureyşliler Peygamberin ve esbabının hicretlerini görerek bunun kendileriyle savaş için bir hazırlık olduğunu anladılar, meclisler aktederek bu hususta ne yapmak lâzım geldiğini müzakere edip karara bağlayarak dağıldılar. Cibril Aleyhisselâm Peygambere gelerek, geceyi yatağında geçirmemesini ve cemaatin kurdukları tuzağı kendine bildirdi. O geceyi evinde geçirmedi ve Cenabı Haktan, hicret müsaadesi geldi.
Resulü Ekremin Mekkeden hicret buyurmaları, Kureyşlilerin kendilerini öldüreceğinden korkmuş olmasından değil, islâm kudretinin Medinede bulunması ve Medinenin Peygamberi kabul edip İslâm devletini kurmağa elverişli bulunmasıdır ki Peygamberi hicrete teşvik etmiştir. Hicretin hakiki sebebi budur.
Hazreti Muhammedin Mekkeden çekilmelerinin sebebini Kureyşlilerin kendilerini öldürmeğe olan kararlarından korkarak yaptığını düşünenler hata ederler,
zira îslâmın neşri hususunda maruz kaldığı bütün fenalıklara ehemmiyet vermemiş ve ölümden asla korkmamıştır. Canının ve hayatının kaygısına asla
düşmemiştir. Medine'ye hicreti İslâmiyetin neşri ve İslâm devletinin kurulması gayesinden başka birşey değildir. Kureyşlilerin, Peygamberin Medineye
hicret etmesi ve orada elde edeceği ekseriyetin bir daha ele geçmez olması korkusiyle öldürmesine karar vermişlerdir. Fakat burunları sürtüle sürtüle,
Peygamber onlara üstün gelmiş ve Medineye hicret etmiş, kendisini öldürmek kararına rağmen buna mani olamamışlardır.
Bu suretle hicret; Müslümanlığın tebliğ devri ile, İslâmiyetin hükümlerini yürütecek ve cemaati faal bir hale getirecek ve buna karşı muhalefet ve
azgınlık kuvvetlerinden koruyacak bir devlet kurulması hususlarına bir hudut teşkil etmiştir.
İSLAM DEVLETİNİN KURULMASI
Fahrikâinat Medineye muvasalat etmiş, kâfir ve yahudilerden birçok şehirliler kendisini istikbal etmişler, Müslümanlar etrafında toplanmışlardır.
Bunların cümlesi onun nurlu yüzünü görmeyi arzu ediyorlardı. Müslümanlar Peygambere hiz¬met, gerek kendisinin, gerekse beraberinde getirdiği din ve İslâmiyet uğrunda her türlü fedakârlığı göze almış olan muhterem insanları herkes kendi evinde misafir etmeğe can atıyorlardı.
Lâkin Resulü Ekrem bindiği dişi devenin yularını boynunun üstüne bıraktı, deve kendi kendine Omro'nun iki oğlu Sehil ve Sehil'in hurma kurutma yerlerine gelerek oraya çöktü. Peygamber burasını satın aldı ve üzerine mescidini ve etrafına da evlerini yaptırdı. Gerek bu mescidin yapılması, gerekse meskenlerin inşaası hiç bir kimseye külfet yüklememiştir. Çünkü fazla para sarfına ve büyük bir zahmet ihtiyarına meydan vermeyecek derecede sade idi.
Mescid, geniş bir avlu içinde duvarları kiremit ve topraktan yapılmış bir kısmının tavanı hurma dallariyle Örtülmüş, diğer parçası açık bırakılmıştır.
Bir kısmı evsiz fakirlerin yatıp kalkması için onlara tahsis edilmiştir. Mescid, yatsıdan yatsıya namaz vakti aydınlatılırdı. Oda o esnada yakılan çalı çırpı ile temin edilirdi. Peygamberin evleri mescidden fazla değildi. Yalnız ışığı fazla idi. Hazreti Peygamber mescidin ve evlerin inşası bitinceye kadar Ensarî Zeydin oğlu Halid Ebu Eyyub'ım evinde ikamet ettikten sonra kendi evine geçerek oraya yerleşti. Burada İslama davet işi daha geniş bir şekil aldı, talim ve irşad devrinden İslâm nüfuzunu halka hâkim kılarak, o güne kadar bu vazife uğrunda maruz kaldıkları fenalıklara mukabele ve mukavemet vaziyetinden hakem ve hâkimlik vaziyetine ve bu halden İslâmm neşrini ve onu idame, muhafaza için girilen bu yeni hayatın icaplarını düşünmeye koyulmuştur.
Hazreti Peygamber Medineye vardığında, namaz kılmak ve toplanıp müşavere etmek ve Müslümanların işlerini tedvir etmek ve aralarındaki dâvalara bakılmak için mescidin yapılmasını emretmiştir. Ebubekir ile Ömer'i kendisine iki muavin seçmiştir.
«Yeryüzünde Ebubekir ve Ömer benim iki vezirimdir» demiştir. Müslümanlar Peygamberin etrafını sararak kendisine müracaat ederlerdi.
O da devlet reisliği ve hakemliği ile ordu kumandanlığını alâkadar eden işler görürdü. Bu suretle Müslümanların işlerini tedvir ediyor ve aralarındaki
dâvaları hallediyordu. Asker kuvvetlerine kumandanlar tayin edip kıt'aları Medine haricine gönderiyordu. Böylelikle Medinede bulundukları ilk günden başlayarak devleti kurmuş ve cemiyetin sabit bir temel üzerine kurulmasiyle gerek hükümetin, gerekse Islama davetin genişlemesini koruyacak kâfi bir kuvvet hazırlamakla bu devleti tahkime başlamıştır. Bu işlerden sonra Müslümanlığın yayılmasına mani olan bütün engelleri yok etmeğe koyulmuştur.
* * *
CEMİYETİN KURULMASI
Cenabı Hak insanları cemiyet halinde yasamak tabiatında yaratmıştır, insanların birlikte ve cemiyet halinde yaşamaları tabiî bir hal olduğundan aralarında
toplaşmaları da bundan dolayıdır. Şu var ki halkın birbirleriyle rastgele ve tesadüfen buluşmaları onların bir cemiyeti demek değildir, bu sadece bir
araya gelmiş insanlardır. Bu insanlar yalnız bir araya gelmekle iktifa ettikçe, insan birikintisinden ileri geçemez, aralarında kendilerine faide verecek ve
onları fenalıklardan sıyanet edecek, kötülükleri defi edecek alâkadarlar olunca bu birleşmeden cemiyet vücude gelir. Ancak bu rabıtalar bu bir araya gelmiş olan insanların düşüncelerinde de birlik tesis etmek ve noktaî nazarları ve hisleri birleştirerek ayni hedef ve gayeye tevcih ederse bir cemiyet husule gelir, aksi takdirde netice vermez. Bu sebeple cemiyeti düşününce fikirlerle hislere ve nizamlara bakmak muhakkak lüzumludur.
İste Hazreti Peygamber Medineye geldiği vakit oradaki cemaatin iç yüzünü anlamak için ona bu zaviyeden bakmak zaruridir.
Medinede o vakit üç cemaat vardı; birincisi Muhacirler ve Ensardır ki bunlar ekseriyeti teşkil ediyordu, ikincisi: Evs ve Hazreclilerden Müslüman olmayan
putperestlerdir ki Medine halkı içinde azınlık idiler. Üçüncüsü Yahudiler ki dört kısımdırlar. Biri: Medine'nin içinde, diğer üç kısmı haricinde idiler.
İçinde olanlar Kinka oğulları, haricindekiler ise Nefir oğullariyle Hayber Yahudileri ve Kurayza oğullarıdır. Yahudiler: Müslümanlıktan evvel Medine halkından ayrı bir topluluk olduklarından düşünüşleri de, duyguları da, hayatlarını "tanzim ettikleri hususlar da başkadır. Bunun için Yahudiler Medinenin içerisinde ve yakınında bulunmakla beraber, Medine cemaatinden bir parça sayılamazlar. Putperestler ise az sayıda idiler, Medineyi süpürüp götüren islâmlık rüzgârları putperestleri darma dağınık ettiğinden onların da İslâmlığa sarılmaları ve islâmlık düşünüş ve hisleriyle, Müslüman nizamına baş eğmeleri zarurî idi. Muhacirlere ve ensara gelince: Bunları müslümanlık inancı bir araya getirmiş ve onları birleştirmiştir. Bunların fikir ve hisleri aynı olduğundan alâkalan aşikârdı. Bu yüzden Hazreti Peygamber bunların aralarındaki alâkaları İslâmiyetin iman temeli üzerine kurmuştur.
Kendilerini Allah yolunda alış verişlerinde ve mallarında ve bütün işlerinde elle tutulacak, asarı belli bir kardeşlik ile ikişer ikişer kardeşliğe davet etmiştir.
Buna uyarak kendileri ile Ebu Talib oğlu Ali ile kardeş, Amcası Hamza ve azatlısı Zeyid de iki kardeş. Ebubekir ile Harca oğlu Zeyid de iki kardeş oldular.
Muhacirlerle ensarı birbirleriyle kardeş yaparak Hattab oğlu Ömer ve Hazredi Malik oğlu Atban iki kardeş ve Abdullah oğlu Talha ile El'ensarî Ebu Eyyub
da iki kardeş oldular. Bu kardeşlik geçim işlerinde tesirini göstererek ensar Muhacir kardeşlerine bu kardeşliğin kuvvetini ve hakikatini arttıran cömertlikler de bulundular. Birbirlerine mallar, geçinecek şeyler verdiler ve onları dünyalıkları na ortak ettiler. Tacirler tüccarlığa, çiftçiler ziraate ve herkes kendi geçim yolunda çalışmağa koyuldular. Bu cümleden Avf oğlu Abdurrahman tereyağı ve peynir satmağa başlamış ve diğer bir çoğu Abdurrahman'ın yaptığını yaparak ticaretlerinden zengin olmuşlardır. Çünkü ticaret işlerinde bilgi sahibi idiler, içlerinde Ebubekir ve Ömer ve Ebu Talib oğlu Alî vesaireler! bulunup alış verişle uğraşmayan kimselerin aileleri ise kendilerine ensarın bağışladıkları topraklarda çiftçilik yaptılar.
Hazreti Peygamber demiştir ki: Toprağı olan kimse, onu ya eksin, yahut kardeşine versin. Bu suretle cümlesi hayatlarını kazanacak hale geldiler.
Bunlardan başka Medine'de küçük bir cemaat daha vardır ki onların malları, çalışacak işleri ve oturacak yerleri yoktu. Bunlar fakir ve düşküm kimselerdi.
Ne muhacirlerden, ne de ensardan idiler. Bunlar Medineye gelip Müslüman olmuş Araplardı. Hazreti Peygamber bunlarla alâkalanmış ve mescidin Suffa denilen tavanlı kısmını onlara tahsis etmişti. Onlar oraya sığınır ve orada gecelerlerdi. Bunun için bunlara Suffalılar denilmiştir. Bunlara Müslüman
muhacirlerle ensardan kazançları iyi olanlar geçinecek temin etmişlerdir.
Bu suretle Hazreti Peygamber tekmil Müslümanları değişmez temeller ve aralarında sağlam alâkalara dayanan bir esasa bağlamıştır. Resulü Ekrem bu şekilde Medine cemaatini sağlam bir temel üzerine kurarak bu cemaatle
kâfirler ve yahudilerle, münafıkların karşısına çıkmıştır. Hazreti Peygamber bu cemaate ve bu birliğe içten güvenmiştir. Kâfirler Müslüman hükümranlığına
baş eğdikten sonra kaynamış gitmişlerdir. Bunun için bunlar İslâm cemiyetinin inkişafında müessir olmamıştır, Yahudiler ise Müslümanlıktan önce ayrı
bir cemaat idi. İslâmiyetten sonra onların topluluklarıyla Müslümanlar arasındaki ayrılık artmıştır.
Bundan dolayı Yahudilerle Müslümanlar arasındaki alâkaların muayyen bir esasa bağlanması lüzumlu görülmüştür. Bu sebeple Hazreti Peygamber yahudilere karşı Müslümanların vaziyetini ve onlarla Müslümanlar arasındaki münasebet lerin hudutlarını tayin etmiştir. Nitekim Hazreti Peygamber muhacirlerle ensarı aralarina alarak yazdığı bir yazıda yahudileri işaret ederek onlara karşı bazı şartlar ileri sürmüştür ki; bu yazı, Müslümanların yekdiğeriyle ve kendilerine iltihak edenlerle münasebetlerini tayin ettikten sonra Yahudi kabilelerinin Müslümanlarla olan münasebetlerinin hudutlarını gösteren bir kanun olmuştur. Bu yazı; «Kureyşlileri Medinelilerden Müslüman olan müminlerle onlara uyup iltihak edenler ve kendileriyle savaşanlar arasında olmak üzere Hazreti Muhammedin yazısıdır ki bunda «Müminler diğer cemaatlerden ayrı olarak tek bir cemaattir» sözleriyle başlamıştır. Sonra bu yazıda Müslümanların kendi
aralarındaki münasebetleri üzerinde durulup ve lüzumlu vaziyet izah edilirken arada yahudilerin sözü gelişi güzel geçiyor: «Kâfir öldüren Müslümanı,
Müslüman öldüremez, bir Müslüman aleyhine kâfire yardım etmez, Allah için verilen ahdüpeyman aynı olup bir tek Müslümanın bile Müslüman olmayan bir veya fazla insanlara vereceği teminat bütün Müslümanlarca verilmiş gibi muteber tutulur. Müslümanlar, Müslüman olmayanlara karşı birbirlerinin yakınları ve dostlarıdır. Yahudilerden bize tâbi olanlar için kendilerini koruma ve eşitlik hakkı tanınmış olup onlara haksızlık edilmez ve onlara karşı Müslümanlar yardımlaşmaz. Müslümanların barışları bir barış olmakla Allah yolunda girişilen savaşta müsavi ve adaletli olmadıkça bir müslüman diğer bir müslümandan ayrı barışmaz» denilmektedir. Peygamberin bu ifadesindeki yahudiler, komşu yahudi kabileleri demek değildir.
Belki İslâm devletine tâbi olmak istiyenlerdir. Onlara Müslümanlarla alış verişte koruma ve eşitlik verilir. Çünkü gayri müslim tab'a olurlar.
O yazının şümulü altına giren Yahudiler, yazının son kısmında kabilelerinin isimleriyle ve Müslümanların münasebetleri sözlerinden sonra zikredilmiştir ki Avf oğullan ve Neccar oğullarını ve diğerlerini göstermiş ve islam devletiyle münasebetlerini lüzumu derecesinde tahdit etmiştir.
Yazıdaki ifadelerde, yahudilerle Müslümanlar arasındaki alâkaların islâmlık hükümlerine müracaat edilerek onu kabul etmeleri ve onların Müslümanlık
hükümranlığına itaat etmeleri ve İslâm devleti icaplarının gerektirdiği işlerle yahudilerin kendilerini bağlı tutmaları esasları üzerine konulduğunu apaçık gösteren hükümler vardır. Ezcümle bu yazıda bunları gösteren bir takım açıklamalar da vardır ki onlardan:
1 — Yahudilerin iş adamları kendileri gibi olup bunlardan herhangi biri Hazreti Muhammed'in müsaadesi olmaksızın harice çıkamaz.
2 — Medine dahili, bu yazıdaki Yahudilerce haram: (mânâsı aşağıdaki açıklamadan anlaşılacaktır.)
3 — Bu yazının gösterdiği halk arasında zarar vereceğinden korkulan bir hâdise ve çatışmanın ortadan kaldırılması Allaha ve Resulü Muhammed'e aittir.
4 — Kureyşliler olsun, yardakları olsun himaye edilmiyeceklir.
İşte böylece Resulü Ekrem'in bu yazısı Medineye komşu olan yahudilerin vaziyetini göstererek Peygamberin, yeni devltin müsaadesi olmaksızın
yahudilerin Medineden çıkmayacaklarını, bir savaş veya savaşa yardımda Medinenin itibarını bozmamalarını ve Kureyşlilerle yardaklarına zahir olmalarının
yasak olduğunu ve aralarında çıkabilecek ihtilâflara, uygunsuzluklara yazıda gösterildiği üzere Resulü Ekrem bakacak ve hükmü o verecektir diyor.
Bu yazıdaki uyuşmalar arasında sözü geçen Avf oğulları Naccar oğulları ve Haris oğulları ve Sâide oğulları ve Evs oğulları ve Sa'lebe oğulları yahudileri kabul ederek imzalamışlardır. Yahudilerden Beni Kurayza ve Beni Nazîr ve Kınka oğulları bu yazıyı imzalamamışlar ise de az zaman sonra bunu ve bunun gibi diğer yazıları imzalayarak onlar da gösterilen aynı uyuşmalara itaat etmişlerdir.
Bu mukavelenin imzasiyle Resulü Ekrem yeni doğan îslâm devletinin işlerini değişmez temeller üzerine istinat ettirdiği gibi, bu devlete komşu yahudi
kabileleri arasındaki münasebetleri de İslâm esaslarına baş eğen açık esaslara istinat ettirmiştir. Böylece Hazreti Peygamberin vicdanı, îslâm cemiyetinin
kurulduğuna komşuları olan yahudi kabilelerinin hıyanetleri ve savaşları belirinceye kadar emin oldu. Bundan sonra müca-deleye hazırlanarak îslâmın
yolundaki maddî engelleri bertaraf etmeğe koyuldu.
4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder