Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 7
İSLÂM HAKİMİYETİNİN DEVAMI
Cenabı Kibriya Kur'anı Kerim En-Nars sûresinde buyuruyor:
Allanın nusratı ve fetih gelince. Sende insanların küme küme Allanın dinine gireceklerini görünce hemen Rabbını hamd ile, teşbih et. Ondan mağrifet dile. Allah tövbeleri kabul edicidir.
Bazı müfessir bu âyeti kerimenin, Peygamberimizin irtihallerine işaret olduğunu söylerler. Sahih Buharı bu surei serifenin Peygamberimizin vefatlarından
iki sene evvel nazil olduğunu nakleder. Yine bazı rivayetlere göre de bu âyetler Resulallahın terki dünya etmek üzere olduğunu gösteren bir işarettir.
Her ne olursa olsun Hicretin on birinci yılı ve Rebiülevvel ayı idi. Fahrikâinat bu fâni âlemden alâkasını kesip ruhi mübareki âlemi kudsiyete intikal etmek
üzere idi. Refakati ulyayı arzulamakta idi. Arzusu yerine geldi.
Salât ve selâm sana... Ey akl-ı muazzam ve müebbet...
* * *
Rasulüllah, terki dünya edince eshabı, İslam devleti riyasetine birini intihab zaruretini duydular. O makam tabiatiyle boş kalamazdı. Peygamberin hayatında
bulundukları devre, devri saadet demek isabetli olur. Ondan sonraki devirlere de islâm hükümranlığı demek doğru olabilir.
Peygamberimiz, Allahın her türlü lutfuna mazhar, şahsiyeti üstün, sözü geçer, Peygamberlik nüfuzu her yerde hakim, şahsen son derece cesur, metin,
soğukkanlı düşmanlarını hak ile yeksan eden büyük bir Peygamberdir. Bizzat kendilerinin neşrettiği din ile, bizzat başında bulundukları islâm hükümeti,
kendi idareleri ve hayatları esnasında dünyanın bütün idarecilerine ve tekmil beşeriyene numune olacak bir manzara arz ediyordu, îrtihallerinden sonra
bu devlet halifeler ve emir-el mü'minler vasıtasiyle idare edilmiştir.
Muhtelif zamanlarda İslâm devletinde tabiatiyle dahilî meseleler olmuştur. Fakat bu hâdiselerle islâmiyetin bir alâkası yoktur. Din tekemmül etmiş.
Hatemül Enbiya efendimiz âhirete göç etmiştir, irtihali nebeviden sonra vuku bulan bütün hâdiseler, şimdiki müstamel tabiriyle birer iç mesele olup esasa taallûk etmez. Bu görüş farklarından mesele çıkarmak islâm aleyhinedir. Bitaraf ve samimi bir nazarla bakılacak olursa, islâmlar arasındaki ihtilâf, müslümanlığın esasına taallûk etme¬yip. Resul Ekremden sonra islâm varlığının basına geçecek olan zatların tayini meselesinden çıkmıştır.
Bu iç ihtilâf yahudi ve dönmeleri tarafından körüklenmiş, bir mesele haline sokulmuştur. Öyle bir mesele ki islâmı iki parçaya bölmüş, kuvveti yarıya
indirmiştir. Her iki tarafın, her iki mezhebin müteassıp şahsiyetleri de bu ihtilâfı büyütmüş ve bu anlaşmazlığın derinleşmesine sebep olmuşlardır.
Bununla beraber rnüslümanlar arasındaki esasa taallûk etmeyen anlaşmazlıklara rağ-men müslümanlar yeni yeni memleketler fethinden, islâm nurunu
yeryüzüne yaymaktan geri kalmamışlardır.
İran, Hindistan ve Kafkasyaya ulaşan islâm hududu Çin Ülkesine, Rusyaya ve şimaline kadar varmış, Sam ve Mısır, Şimali Afrika ve İspanyayı eline geçirmiş,
Anadolu ve Balkanları.Kırım ve Ukranya’yı içine alarak karedeniz şimal sahillerine ulaşmışmıştır. İslam ordusu, Tüklerin bayraktarlığı altında Viyana kalelerine dayanmıştır. Bu ilerleyiş, bu yeni yeni memleketler feth arzusu, islâm bayrağını ülkelerden ülkeye götürmek ve dinü ümem olan müslümanlığı bütün
yeryüzüne yaymak arzusundan ileri geliyor ve bu iman sayesinde mümkün oluyordu. Bu inanç gevşediği gün bu fütuhat durdu ve gevşeme devri başladı.
Bu duraklamada en müessir amil, islâm nizamlarının ağır ağır terk edilerek yerine yabancı metodlar ve usullerin tatbiki olmuştur. îsîâm devletinin kendi
nizamında ilerleyişi kendine mahsus tefekkürleri ve bidayetten beri gördüğümüz gibi bazı esaslı hakikatlere dayanılarak kat'edilen yol, bu dinin bu medeniyetin ve bu devletin temellerini kuvvetlendirmişti. Bu sebeple ilk yüz yıl içinde geniş bir mıntıkaya yayılmak imkânı hasıl olmuştur.
Bu yayılış ve istilâ devam ettiği müddet zarfında müslümanlık yeni yeni pürüzler ve zorluklarla karşılaşmış ve onları hallü fasl edecek çareleri kendi kanunlarında bulmuştu. Bu suretle İranda, Irakta, Suriyede, Mısırda, ispanyada, Hindistanda, Kafkasyada ve diğer memleketlerde tesadüf edilen yeni hâdiselere islârn kanunlarının tatbiki bu memleketler halkının topyekûn müslüman olmalarına yaramıştır. Bu hal islâmı hakikatlerin ve müsüman hak ve kanununun ince ve adil esaslarına, Kur'an ve sünnetten çıkarılan hükümlerin isabetine büyük bir delildir. Çünkü müslümanlığın doğruluğu ve hakikate uygunluğu, halk umurunda müsbet neticeler doğurmuş ve ayrıca Kur'an ve sünnette mündemiç büyük hakikatlerin ortaya çıkması ilerleyişin seri halindeki muvaffakiyetlerin sırlarındandır.
Bu ilerileyiş ve muvaffakiyetler beşinci Hicret ve on birinci Milâdî asra kadar devam etmiş ve ondan sonra İslâm âleminde umumi bir gevşeme ve
duraklama devri başlamıştır. Tekrar etmeliyiz ki bu duraklama, gerileme ve gevşemede en müessir âmil islamların kendilerine mahsus kanun ve
nizamlardan uzaklaşmalarıdır. Bizim bu gerilememizi fırsat bilen haçlı ordular müslümanlar aleyhine hareket gelmişler, müdhis bir dini taasub ve
ortaçağa yakışan bir zihniyetle toplanarak müslümanlara saldırmışlardır. Ehli Salibin mağlubiyetinden sonra Kölemenler islâm hükümetini ellerine
almışlarsa da Kur'an ve sünnetten; islâm kanun ve nizamlarından habersiz olduklarından onların elinde islâm devleti kuvvetsiz ve gevşek bir halde
kalmıştır. Bundan sonra Moğol tecavüzleri ve bunların zengin İslâm kütüphanelerini ve abidelerini yakıp yıkmaları müslümanlığa büyük darbe olmuş ve zafiyetini arttırmıştır. Müslümanların ana prensiplerden ve islâm hukuk ve nizamlarından ayrılmaları, gayet kısa zamanda, yıldırım hıziyle yeryüzüne yayılmış olan İslâm kudretini zayıf düşürmeğe sebep olmuştur. Tarihin bu dönüm noktasında, İslâmın meş'alesi, Türk ırkının elinde yeniden parlamış ve eski şevketini kazanmıştır. Türk milletinin, haçlı seferleri esnasında ve müslümanlık dâ-vasında tarih boyunca gösterdiği fedakârlık ve dâvaya yaptığı hizmet asla inkâr edilemez.
İslâm bayrağı Osmanlıların eline geçtikten sonra bu livay-ı tevhid kısa zamanda Bizans surlarında ve Balkanlarda dalgalanmış ve Türk milletinin idaresinde
İslâm devleti yeryüzünün en kudretli varlığı olmuştur. Bazı Arab müellifleri Türklerin askerî kudretlerini ve İslâm bayrağını yeryüzünün üç kıt'asına büyük bir hulus ve imanla götürüp dikmelerini medih ve sena etmekte fakat bizim ilme ve fikriyata kıymet vermediğimizden de bahs etmektedirler. Hakikat hâlde
Türklerin sadece silâh kuvveti ve ırkî kabiliyet ve cesaretleri sayesinde değil, daha ziyade iyi idare ve İslâm adaleti sayesinde bu terakkilere mazhar oldukları muhakkaktır. Ecnebi müellifler Türklerin on üçüncü yüzyılda Avrupada namlarının duyulduğunu yazarlar. Sayıları mahdut olan Türkler Orta Asyadan
Moğolların şerrinden dolayı hicret ediyorlardı. Bunlar merkezi Konya'da olan Selçuk Türklerinin imdadına yetiştiler ve Selçukların Moğollar ve Rumlar
aleyhindeki seferlerine iştirak ve hizmet ettiler. Selçuklar bu hizmetlere mukabil kendilerine Anadolunun garbında bazı parçalar verdiler. Burası Büyük
Osmanlı İmparatorluğunun maskat re'si, beşiği ve doğuş mıntıkası idi. Osman ve orhan beğlerin yüksek deha ve istikbal için hazırladıkları dahiyane plân ve program, büyük bir imparatorluğun temellerini burada kurdu ve parçalara ayrılmış olan Selçuk beyliklerini birer birer kendi bünyesinde toplayarak 1683 Milâdî senesinde Viyana surları önüne kadar dayandı.
Türklerin insaniyete ve İslâmiyete yaptığı hizmetlerin tamamiyle tebellür ettirilmesi gerekir. Her nedense gerek İslâm ve gerekse Garb müellifleri bazı
sebeplerden ötürü bizim hizmetlerimize lâyık olduğu değeri vermemişlerdir. 1453 de Şark İmparatorluğunun merkezi olan İstanbulun Türklerin eline
geçmesi İslâmiyetin bir zaferi olduğu kadar insaniyet için büyük bir hizmet ve adalet numunesi olmuştur. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbulu zaptedip,
bir çağ kapayarak, yeni çağı açtığı o muhteşem günlerde hıristiyanlara bahşettiği imtiyazlar ve müslüman olmayan tab'aya gösterilen adalet ve iyi muamele İslâmiyetin üstünlüğünü gösteren ve büyük mânâlar taşıyan hâdiselerdendir.
Bu böyle, olduğu için Trakyadaki Rumların yekûnu Türklerden çok fazla olduğu için Trakyadaki Rumların yekûnu Türklerden çok fazla olduğu hâlde Rumlar kendi can ve mallarının emniyetini, Türk ve Müslüman adaleti himayesinde daha müemmen gördüklerinden İslâm hâkimiyetini, hıristiyan idaresine müreccah tutmakta idiler. Müslümanların tutumu ve bu dinin umdelerindeki sarahat ve asalet Ortodoks mezhebindeki hıristiyanlara; katoliklerden daha alicenap ve daha hakikat olarak gözüküyordu.
Müslümanlığın adalet ve kanun önünde müsavat prensipine mukabil; meselâ Garb müelliflerinden Klark'ın Amerikada basılmış olan Race of Turkey
European kitabından şu parçayı alabiliriz :
«Fesada düşmüş asilzadeleri, kalabalık ve müstebit bir ruhban sınıfı, kötü tefsir edilen bir sürü kanun ve ferman, ehaliyi devamlı bir surette soyan bir
hükümet ve en kötüsü hükümetin tahammül edilmez inhisarları, vergi tahsilindeki bozukluk lar ve adaletsizlikler, sürü halinde gümrük memurlatı ve
tahsildarlar sefaletin derin çukuruna düşmüş olan halkda ne hak, ne kurtuluş imkânı ve ne de bir zerre ümit bırakmamış idî»
Bu mütalaaya müvazi olarak, diğer bir milletin, bir rus tarihçisinin şu yazısını da aşağıya alırsak iyi bir mukayese yapmak imkânı hasıl olur;
Bizans hakkında diyor ki:
«Kanunun hükmü olmayan bir imparatorluk, ağzında dizgin bulunmayan bir at gibidir. Kostantin ile ondan evvelkiler kendi büyük memurlarını halkı ezmek
için serbest bırakmışlardı. Artık mahkemelerinde adalet, kimsenin kalbinde cesaret kalmamıştı. Masumların göz yaşından, kanından hakimler servetler
yapıyorlardı. Rum askerleri, muhteşem üniformalarının altında mağrur ve mütehakkim vatandaşlar ise vatan haini olmaktan utanmıyorlardı. Askerlerin
harbden kaçması tabii idi. En nihayet Allahıb gazabı bu halkın kafasına indi ve âlemlerin Allahı, kendi yolunda cihadı mukaddes bilen ve bundan zevk
alan, hakimleri adalete hiyanet etmeyen büyük hükümdar Fatih Sultan Mehmed Hanı meydana çıkardı.»
Bu yazı ortodoks hıristiyanı olan bir Rus müverrihi tarafından yazılmıstır. Müslüman Türkün, islâm kanun ve nizamlarına uyarak nasıl mükemmel ve adil
bir idare kurduğu ve ' bu nizamlar gevşeyinceye kadar yüzlerce sene nasıl bir zafer ve istilâ yolunda yürüdüğümüz canlı ve şahidli, isbatlı delillerindendir.
* * *
Şimdi; Müslüman Arab müelliflerine göre islâm hükümranlığı hakkındaki mütalâaları sıralayalım:
Arab müellifleri islâm hükümranlığını muhtelif şekillerde tarif eder ve iktisadî ve içtimai meselelerde muayyen hükümlere göre icrai hükümet eden halifelerin
şahıslarında toplarlar. Onlara göre bu makamlara bağlı umumî valilikler geniş salâhiyetlere sahip, müstakil reis hükmünü verdirerek ,adeta müstakil birer
hükümet olarak emirülmüminini tanımak ve hutbe¬lerde namını zikretmekle iktifa etmişler ve hükümranlık kudreti ellerinde olduğundan bağımsız
devletlere benzemişlerdir. Meselâ Hamdâniler ve Selçuk hükümdarları gibi devletler, islâm birliğine bîr tesir yapmamıştır. Başka bir misal; Mısırda Asi oğlu
Omrun vaziyeti, Samda Ebu Süfyan oğlu Muaviyenin vaziyeti umumî valilik mahiyetinde idi. Bununla beraber bunlardan her hangi bîri emir-elrnümininin
emrinden hariç tek başına bir şey yapmamıştır. İslâm hükümetinin başında bulunan zatların kuvveti sayesinde islâm devletinin birliğine halel gelmemiştir.
Fakat başın kuvvetine zaaf gelince müstakil ve umumî valiler birer müstakil devlet olmak yolunu tutmuşlardır. Halbuki islâm hükümranlığının reislerinin
kuvvetli bulundukları devirlerde ayrı gibi gözüken bu hükümetler, haddizatında bir makama bağlı yekpare bir devletin parçalan sayılırdı. Tarihte bazen
müslüman hükümetlerinin tek basma kaldığı görülürse de, bunlar yine bir tek makama bağlı ve muti kalmakta devam ettiler. Endülüs'te zuhur eden
halifelik Mısırda peyda olan Fatimîlerin bazı Arab müverrihleri umumî valilikten başka bir şey olmadığı ve islâm devletinin bütünlüğüne halel getirmediği
kanaatındadırlar. Osmanlı devletinin hükümranlığı zamanında iran'ın da vaziyeti bunun aynı idi.
Hülâsa yeryüzünün üç kıt'asında asırlar boyunca müslümanlığın üstün hükümranlığı, yekpare bir kal'a gibi devam etmiş ve itibarı Türkler devrinde zirveye ulaşmıştı. Dünyanın bütün mutaassıp ve bozguncu kuvvetlerinin hınçlarını Türk milleti üzerinde teksif etmesinin sebep ve hikmeti budur.
İSLAM İDARESİNİN İÇ SİYASETİ
İslâm idaresinde iç siyaset, dahilde islâm icapları ve gereklerinin yürüdülmesidir. Bunlar kendi hükümranlığında yasayan bütün halkın içtimaî, kazaî, adlî ve
iktisadî bütün işlerini tanzim eder hafif ve ağır cezalar tertip eder ve bilhassa ahlâk mevzuuna kıymet verirlerdi. Müslümanlar; bütün insanların hak dinine iltihaklarını bir zaruret ve vazife olarak telâkki etmekte idiler. Çünkü bu dinin bütün beşeriyete şamil, umumî sulh ve sükûne hizmet eden bir medeniyetin esası olduğunu kabul ederler. Kur'anı hakimde Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır:
«Ey insanlar, sizi ve sizden evvelkileri yaradan Allaha ibadet ediniz, böylece ondan korkup çekinirsiniz.»
Yine Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır;
«Ey insan, büyük olan Allahın emirlerini dinlemeyip seni aldatan nedir.»
Binâenaleyh bu vazifeler ister müslüman olsun, isterse müslüman olmasın her idrak sahibi insandan istenmiştir. İmam Gazali de Mustasfî ismindeki usul
kitabında su mütalâayı ileriye sürer:
«Üzerlerine vazifeler yüklenen kimseler, islâmlık vecibelerini ifaya borçlu olan kimselerdir. Bunların vazifelerini kav-rayacak akıl idrak sahibi olmaları lâzımdır.
Her hangi bir şahsın bir vazife ifasına mecbur olabilmesi o şahsın bunu anlayabilecek akıl ve ferasete sahip ve insan olmasından ileri gelir.» demişdir.
Bunun için islâmiyet bütün insan oğullarına hitab eden bir müessesedir. Müslümanlığın tekmil insanlık muvacehesindeki rolü, kendine mahsus nizam ve
kanunlarla insan topluluklarına bakması ve kendi icaplarına göre muamele etmesidir. İslâm düzeni, ekalliyetler tanımaz, cümleye adalet göziyle müsavi
hak tanır.
İslâmiyetin bu mevzuunda Türklerin takip ettikleri siyaset, bütün diğer milletler için numune teşkil eder. Türk Padişahı, İkinci Sultan Murad'ın adalet
babındaki titizliği bütün ecnebi tarihçilerin dikkat nazalarım çekmiştir. Müşarünileyh Rum. imparatorlarının tabalarına reva gördüğü zulüm ve suiistimalleri kaldırmış ve halka kötü muamele eden memurları cezalandırmıştır, îstanbulun zabtından sonra en az yüz sene gayet sağlam ve muntazam bir idare, ehliyetli devlet memurları ve bütün dünyaya misal olacak olan bir adliye kurulmuş ve devam etmiştir. Bu idare hem müslümanlar, hem de müslüman olmayanlar için gayet adilâne işlemiş ve bu sayede hıristiyanlar refah ve saadet içinde yaşamışlardır.
İslâmi adımlar ve tempo ile yürüyen ve müslüman nizamlarına ve kanunlarına son derece riayetkar bulunan Türk İmparatorluğunun bayrağının dalgalandığı
bütün ülkelerde müslüman ve gayri müslüman tab'anın nail olduğu terakki ve inkişaf bütün Garb müelliflerinin hayret, takdir ve tasdiklerini mucib olmuştur.
Bir zamanlar kendi bayrakları altında ticaret gemileriyle sefer yapan Rumlar ecnebi limanlarından koğulurken bunlar Osmanlı bayrağı altında geniş bir hürriyet ve imkâna sahip olmuşlardı. O derecedeki bu Rumlar uzak seferlere çıktıkları zaman Türk kıyafetine bürünür ve bu sayede her türlü kolaylıkları görürlerdi.
Şurası şayan dikkattir ki Türk gücünün yüksek bulunduğu devirlerde müslümanlığın icaplarına riayet dolayısiyle bütün ülkelerde şeref ve itibara sahip bulunuyorlardı. Türklerin Yunanistanı fethinden itibaren tam iki asır öyle bir adalet ve iyi idare hüküm sürmüştür ki bunun bir esi hıristiyan dünyasında
gösterilemez. La Jonkier isimli muharririn yazdığı Osmanlı tarihi isimli eserde şu parça göze çarpar:
«Macaristandaki kalvim mezhebi mensuplariyle Transilvanyadaki müvahhit hıristiyanlar, mutaassıp Habsbtrg'luların eline düşmekten ise müsluman
Türklerin tab'ası olmağı çoktan istiyorlardı. Bundan başka Silezyadaki protestanlarda mezhep ve vicdan hürriyetleri için Türkiyeyi özlüyorlardı.
Bilhassa On beşinci asrın sonlarında İspanyada zulüm ve işkenceye uğrayan yahudiler fevc fevc Türkiyeye sığınmışlardı. Rusyanın resmî kilisesi tarafından
kötü muamele ve zulme duçar olan Kazaklar hürriyet ve adaleti Türk müslüman padişahlarının ülkelerinde bulunuyorlardı. Polonyalıların ortodoks Ruslara
yıptıkları korkunç zulümlere karşı Antakya Ortodoks patriği Makaryos şöyle feryat etmişti:
O imansız sefiller tarafından şehit edilen binlerce insana hep beraber ağladık. Ölülerin sayısı seksen bini bulmuştur. Ah. dinsizler! Ah pis vahşiler!
Ah sizi gidi taş yürekliler! Dünyalarını terk etmiş biçare insanlarla aciz kadınlar ne günah işlediler, kızlar, oğlanlar size ne fenalık yapmışlardı ki?.
Ben bunlara niçin mel'un ulahlar diyorum? Çünkü bunlar bizi putlara tapan dalâlet ehlinden deha aşağı düşürdüler. Allah Türk İmparatorluğunu
ebediyete kadar payidar etsin.
Bütün bu misaller, bu itiraflar Türklerin islâm nizam ve kanunları altında ne büyük, ne adil ve ne kadar alicenab bir millet olduğunu ve islâmm san ve
şerefini ne derece yükselttigini göstermesi itibariyle son derece mühimdirler.
Bütün bu konuda Türklerin ırkî ahlâkının üstünlüğü ve buna inzimam eden islâm terbiyesinin rolü büyüktür.
Son nesiller ve büyük vatanımıza «hasta adam» denildiğini işitmeğe alışmış olanlar, milletimizin kazandığı büyük zaferlerin ve ulaştıkları istilâ ve
hazmetinin derecesini ölçmekte zorluk çekerler. Onlar bizim silâh gücümüz, kuvvetli imanımız ve ırkî kabiliyetimiz sayesinde bütün dünyanın nasıl
hayret ve hattâ haşyetini kazanmış olduğumuzu lâyıkiyle takdir edememekte mazurdurlar. Türkler, Allahın ismini yükseltmek ve islâm bayrağım
dünyanın dört bucağına dalgalandırmak aşkıyla dine ve medeniyete büyük hizmetler yapmışlardır. Haddizatında bir sulh ve selâmet ve yeryüzünde
imanlıları kardeş bilen bir din olan islâmiyet, ilk intişar devirlerinde gördüğümüz gibi mücadele, mücadele ve gayret yoliyle yapılmıştır.
Türklerde aynı yolu tutmuşlar ve sonra fetih ettikleri ülkelerde halka adalet, hürriyet ve huzur sağlamışlardır. Böylece Bulgaristan. Sırbistan, Macaristan,
Bosna ve Hersek'in idaresini ellerine almışlardır. Aynı ruh ve aynı iman ile İtalyan yarımadasının cenubundaki Otranto'ya bayrağını diken Fatih Sultan Mehmed, Tıbkı Peygamberimize yaptıkları gibi yahudilerin hıyanetine uğramış ve hususi doktoru yahudi dönmesi Yakup Paşa [Maestro Jakobü] tarafından zehirlenip öldürülmemiş olsa idi. Türk bayrağı Komadaki Senpiyer kilisesinin damına dikilmiş ve oradan islâmın nuru tekmil garbe yayılmış olacaktı. İstanbulun fethine gelen Büyük Türk Hakanı Ebul Feth Sultan Mehmet Okmeydanında vüzerâ ve ümerâsına su hitabede bulunmuştu:
«Ben, Büyük Peygamberimizin tebşiratına mazhar olmak ve ruh mübareklerini şad etmek için bu büyük vazifeyi sırtıma yüklenmiş bulunuyorum.»
Evet Büyük Peygamberimizin yolunda yürüdü ve o da aynı zorluklara göğüs gerdi. Bizler bu Büyük Türk Hakanı'nın bize miras bıraktığı, bu beldeler şahı
İstanbul a böyle sahip olduk.
* * *
İslâm bayrağı Türkler elinde garba doğru ilerlerken, Arabların da müslümanlığı neşir ve tamim ve islâm ülkelerini genişletmekteki hizmetlerini takdir ve
talisinle yadetmeği vazife biliriz. Yedinci asırda Sasâniyan hanedanı iskat edilmiş ve asırlarca Roma ve Şarkı Romanın satvet ve kudretine karşı koymuş
olan geniş İran İmparatorluğu islâm bayrağı altına girmiştir. Hiç şüphe yoktur ki İran ordusunun inhizama uğramasında ve halk topluluklarının müslüman lara mukavemet etmemesinde en büyük amil; islâm adalet ve kanunlarının üstünlüğü ve İran Sultanının anarşi, zulm ve istibdat içinde yüzmesi ve o zaman İranın dîni olan zerdüşt rahiplerinin zulümlerinin zamanın hükumdarlarınca himaye edilmiş olmasıdır, o zaman zerdüşt rahipleri hükümet içinde son derece nüfuza sahiptiler. Onlar bu nüfuzlarım Iranda yasayan müteaddit halk ve mezhep sahipleri aleyhinde kullanmakta idiler. Müslümanlık ise, ister
kendi dininden olsun isterse başka dinlere mensup olsun bütün insanlar hakkında adil ve hakkaniyet dairesinde muamele eder. Bu sebepledir ki Arabların islâm bayrağım İrana kadar götürmeleri zor olmamıştır. İslâm bayrağının dalgalandığı her yerde, her din ve mezhebe mensup olan insanlar kendilerine bahşedilen hürriyet ve müsamaha dolayısiyle ferah ve mes'ut nefes almağa başlamış ve bu hal islâm nurunun gönüllere ve ruhlara yayılmasına sebep olmuştur. Bundan başka zerdüşt mezhabinin nefretle karşıladığı san'at sahipleri müslümanlarca himaye ve takdir görmekte idi. Zerdüştîlerin san'at ve iş sahiplerini hakir görmelerini mukabil müslümanlann kendilerine hürriyet bahşetmeleri ve müsavat ve adaletle muamele etmeleri halkın samimi ve candan istekle müslüman olmalarına yardım etmiştir. Şunu tekrar etmek faydalıdır ki islâm kanun ve umdelerinin hakkiyle hüküm sürdüğü bütün devirlerde islâm satvet ve kudreti nihaî derecesini bulmuş, bu nizamlar ve islânıî yoldan ayrıldığımız vakit tedenni ve ihatatla yüz yüze gelmişizdir. Bütün tarih bunun en adil ve tarafsız şahididir.
İranda İslâmiyetin yayılışını tetkik ederken şu hâdiseyi de hatırlamak faidelidir:
Hazreti Ali'nin oğlu, hafid-i resul Hazreti Hüseyin'in son Sasâniyan hükümdarı Yezdü Cürdün kızı Şehbânu ile evlenmiş olması, Iran halkının islâmiyete
çabuk ısınmasına sebep olmuştur. İran halkı Şehbânu ile Hazreti Hüseyin'in torunlarına, kendi eski hükümdarlarının halefleri göziyle baktıklarından bu
yeni din ve hükümeti, kendi eski hükümet ve hanedanlarının devamı gibi telâkki etmişlerdir. İranlı dindaşlarımızın Hazreti Ali ve evlâdlarına verdiği aşırı
ehemmiyetin ve sebep ve saiki budur.
Bazı garb müellifleri, Arabların müslümanlığı İranda zorla, cebir ve şiddetle yaydıklarını iddia ederlerse de, bu iddianın hakikatle zerre kadar alâkası yoktur.
Aksine olarak islâmiyet; tam bir adil ve müsamaha prensibi dahilinde, kendini sevdirerek, inandırarak nur gibi, ziya gibi, güneş gibi kalbleri ısındırarak,
gönülleri tenvir ederek, zorla değil kolaylıkla yayılmıştır. Bu din; ikrah ve cebri kabul etmez.
Tarihçiler Mes'ûdiden bir rivayet naklederler: Halife El-mu'tasım devrinde, İranda bulunan bir müslüman kumandanı; ateşperestlerin bir mabedini yıktırıp
onun yerine cami yaptır¬mış olan bir imamla müezzine falaka attırmıştır.. Bu müsama¬ha sayesindedir ki, hicretten dört assr sonralarına kadar Irak da,
Faristanda, Kirmanşahda, Azerbaycanda ve daha bir çok yerlerde ateşperestler mevcuttular, onun için hiç kimse islâmiyetin cebir ve şiddetle yayıldığını
iddia edemez. Müslümanlığın akla, mantığa, vicdana hitap eden düsturları ve adaletidir ki, hiç zorluk görmeden güneş gibi birdenbire yayılmış, zulmetleri
yırtmış, zulmü yıkmış, cehli ve ahlâksızlığı bertaraf etmiştir.
* * *
Müslümanlık Mezopotamyada ağır bir şekilde genişlemiştir. Ora halkları Hicretin 99 u ile 102 nci yılları arasında hükümdar olan ikinci Ömrün davet ve irşadı üzerine müslüman olmuşlardır. Hicretin 106 ile 126 senelerinde ve halife Haşim devrinde Semerkand'da Ebu Sayda isminde bir zatın himmetiyle islâmiyeti kabule mazhar olmuştur. Ondan sonra 218 ve 229 senelerinde Elmu'tasım devrinde bir ilerleyiş görülmektedir. Bu zaman zarfında Bağdad'daki islâm halifelerine askerlik yapmak üzere gelen Türklerin kitle halinde müslüman oldukları görülür. Bundan sonra müslümanlık Şarkî Türkistana ve Çin ülkelerine kadar kolaylıkla yayılmıştır. Kaşkarda hükümdar Buğra Hanın müslüman olması hakkında tarihlere gecen şayanı dikkat bir hadise vardır.
Saman hanedanından hoca Ebunnasır nuru islâmı yaymak için bütün gayret ve servetini sarf etmektedir. Bir gece âlem-i manâda Fahrikâinat efendimizi görür.
Efendimiz kendisine şu emri tebliğ eder:
«Kalk Hindistana git. Satuk Buğra Han tariki hidayete gelmek için seni bekliyor.»
Garib bir tecellidir ki Buğra Han da aynı gece rüyasında kendisine bir mübeşşir geleceğini ve onu hak dinine davet edeceğini görür. Ebunnasr-ı Samânî Buğra
Hanı hidayet yolunun başında ve hazır bir vaziyette bulur, güçlük çekmeden karşısındakinin bütün varlığının iman nuriyle aydınlandığını görür. Bu hâdise
islâmiyetin Türkistanda yayılmasına sebep olmuş ve Hakanlarını müslüman olmuş gören iki yüz bin çadır halkı dairei imana iltihak etmiştir.
Bundan başka, Himalâya dağlan eteklerin ve Tibette yasayan Mecusî dinine mensup Türkler, müslüman hükümdar Kadir Han oğlu Arslan Han'ın
mülkünde adalet hüküm sürmekte olduğunu işittiklerinden Hicretin 434 üncü yılında onun memleketine hicret etmişler, sonradan da cümlesi müslüman
olmuşlardır.
Selçuk Türklerinin Hicretin 345 inci yılında topyekûn müs¬lüman olmaları ziyasını yavaş yavaş kaybetmekte olan islâmiyete yeni bir revnak vermiş ve
Batı Asyadaki müslüman beyliklerini bir bayrak altında toplamıştır.
Horasandan Hindistanın şimaline doğru yayılan müslümanlık Afganistanda büyük hüsnü kabil görmüştür ki Afganlılar bu muazzam dinin kendilerine huzur ve saadet getirdiğini daima yad ve tizkâr etmişlerdir. Afganistanm kül halinde müslüman olması Sebûktekin ve Gazneli Mahmut Hanın fütuhatından sonra vuku bulmuştur.
* * *
Müslümanlığın kısa bir zamanda yeryüzüne nasıl yayıldığını, kuş bakışı misallerle yukarıya aldık. Bugün yedi yüz milyonluk muazzam ve muhteşem bir varlık teşkil eden islâmiyet bütün Avrupa ve Amerikada ve dünyanın en hücra köşelerinde şayanı hayret bir şekilde yayılmaktadır. Maatteessüf bizim hiç bir himmetimiz olmadığı halde, o, kendi varlığında mündemiç hakikatler ve cevherinde mevcut iyilikler dolayısiyle kendiliğinden ilerilemektedir.
Birinci ve ikinci dünya harbinin beşer bünyesinde yaptığı korkunç tahribat ve bütün bu harabe ve facialara rağmen henüz hıncından ve ihtirasından bir
zerre bile kaybetmeyen sönmez kinler ve bilhassa insanlığın bütün zekâ ve kabiliyetlerinin tekmil medeniyetleri berhava edebilecek olan nihaî bir harb
için seferber etmeleri ve: Birisi bir yanağına tokat vuracak olursa, ona öteki yanağını uzat» diyen Hazreti İsa dininin soysuzlasmış olması insan cemiyetlerine müslümanlığın ne büyük fazilet, adalet, merhamet müsamaha ve barış seven yüksek umdelerindeki asalet ve hakkaniyeti gösterir.
Bunun içindir ki, bilhassa ikinci dünya Harbinden sonra yer yer bütün Avrupa, Amerika ve Afrikada müslüman cemiyetleri kurulmuş ve halk bu dinin kurtarıcı ve huzur verici sinesine yaslanmağa başlamıştır. Pakistan, Baharîstan. İran ve sair müslüman memleketlerinin kıymetli şahsiyetleri bu meş'alenin nurunu yeryüzüne yaymakla meşguldürler, muvaffak da olmakladırlar. Ne yazık ki on asra yakın bir zaman islâm bayrağının âlemdarlığını yapmış ve onu şanlar ve şerefler içinde ülkeden ülkeye dolaştırmış olan bizlerin bugün bu mevzuuda bir himmeti müşahede edilmemektedir.
* * *
Bugün müslümanlığı müteaddit mezhep ve tarikatlere ayrılmış görüyoruz. Müslüman milletler için, eski şevket ve satvetini bulmak ve kendine lâyık
mevkii almak için yapılacak işlerin başında israiliyattan, her türlü bid'atlardan temizlenmek ve mezhepler arasında bir anlaşma yaparak, hakiki islâm,
cemiyetlerinin ortaya çıkmasını tabiî görüyor ve bunu Hanefi, Şafiî, Maliki, Hanbeli, Caferi, Zeydi ve sair islâm mezhepleri-nin belirmesi gibi garip bir
şey bulmuyorlar. Bu müelliflere göre bütün müslümanlar gönüllerini birtek imana bağlamışlardır ki o da müslümanlık inancıdır. Bu imana göre, esas
Allahın emirlerini yerine getirmek, men olunan şeylerden sakınmaktır.
Bu müellifler diyor ki: Cenabı Hak müminlere müslümanlığın esasına bağlanmağı emretmiş olup, mezhepler, uymaları hakkında hiç bir emir yoktur. Onlar mezhepleri, islâm kanununun çeşitli anlaşılması şeklinde telâkki ediyorlar.
Bu mesele beynelislâm henüz bir karara bağlanmamış, birlik çareleri bulunmamıştır. Bu sebeple bu nokta üzerinde fazla durmuyoruz.
Umumi prensip ve bu mutalealara muvazi olarak müslümanlar, kendilerinden olmayan dinlere karşı büyük bir müsamehaya sahiptirler.
a) Müslüman olduklarını söyledikleri halde islâm inanç ve nizamına muhalif kanaat ve imanda bulunanlar,
b) Tevrat ve İncil gibi kitaplara bağlı olanlar.
e) Allaha şirk koşanlar ve kitapsız olan diğer bütün topluluklar...
Bunların cümlesi itikat ve ibadetlerinde serbest bırakılır ve evlenme ve boşanmaları kendi şeriatleri mucibince yapılır. İslâm hakimiyeti böylelerinin işlerine bakmak için kendilerinden bir hâkim tayin eder. Hazreti Peygamber ateşe tapanlar için; Onlara kitaplılar gibi muamele ediniz buyurmuştur.
Bütün bunlar islâm hükümranlığının iç siyasetine taallûk eden hususlardır. Müslümanlar kendi tab'alarına müsliiman olsun, .olmasın aşağıda gösterilen
şekillerde muamele ederler.
1 — Müslümanlar dinin bütün icaplarını ve farzlarını ifa ile mükelleftirler,
2 — Müslüman olmayanların iman ve ibadetlerine müdahale edilmez.
3 — Müslüman olmayanların içtimaî hayatları kendi dinlerinin icaplarına göredir.
4 — Gayrı müslimler evlenme ve boşanmalarında, kendi hususi mahkemelerinde değil islâm mahkemelerinde fakat kendi dinî kanunlarına göre muamele görürler.
5 — İslâm kanunları bütün iktisadî ve ticarî işlerde ceza ve düzenlerinde tab'ası arasında fark gözetmez.
6 -- İslâm devletlerinin tab'aları, hangi dinden olursa olsun hiç bir tefrik ve imtiyaza tabi olmaksızın kanun nazarında, müsavidir ki bu hükümler
müslümanlığın adalet ve insan haklarına verdiği aşırı ehemmiyetin birer misalidir.
8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder