31 Ağustos 2019 Cumartesi

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 4

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 4

Doç. Dr. Ali Murat ÖZDEMİR 



Potansiyel Ekonomik “artık”ın üretimi konusunda esaslı zorluklar çeken çevresel ülkelerin, merkez ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin üretimi ve yeniden 
üretimine katkılarını kavramsallaştırmak için, kapitalizmi küresel bir sistem olarak kavramsallaştırıp ulusal kapitalizmleri de ancak bu bütünün parçaları olmak suretiyle eşit ölçüde kapitalist saymak durumunda kalırsınız. Bir önceki cümlede özetlenen formül, dünya kapitalizmini bir şekilde oluşmuş unsurları üzerinde harici etkiler üreten bir yapı haline getirir. Montly Review çevresinin anılan tutumu daha sonradan Bağımlılık Okulu ve Dünya Sistemi yaklaşımlarınca benimsenecektir. 

Ayrıca, böyle bir denklem ulusları ve devletleri küresel bir kapitalizmin sınıfları ile değiştirmek gibi önkabulü teorik ufkunuza –zorla- sokar: Ezilen çevre 
ülkeler ve hâkim merkez kapitalist ulusal yapılar. Montly Review çevresinin analizlerinde merkezi ülkelerdeki yoksulluk ve sömürü, ya merkezin kendi içerisindeki merkez ve çevre çatışması ile birlikte gözden silinir ya da tekelleri kapitalizmin kötü adamları haline getirerek kapitalist sistem ve sömürü üzerine yapılan klasik dönem Marksist analizlerin kapitalist sistemi bütünsel gören formülasyonlarıyla ciddi bir ihtilaf içerisine girer. 

Leo Huberman’ın ölümünden sonra 1969 yılında Sweezy ile beraber Monthly Review’un editörlüğünü üstlenen Harry Magdoff43 kısaca özetlediğimiz perspektifi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eksenli emperyalizm incelenmesinde kullandı. Magdoff çalışmalarında ABD’yi özgün koşullarda gelişen bir imparatorluk olarak tescil etti. Bu bağlamda Magdoff’un sömürgesiz emperyalizm tezi hem ABD’nin küresel ölçekli yeni rolünün hem de İkinci Dünya Savaşı sonrası Marksizmlerinin zor kavramına yüklediği yeni anlamın kavranması için önemlidir: “Modern emperyalizmin sömürgecilik olmaksızın mümkün olabileceğini söylemek yanlış olur. 

Ve yine de sömürgeciliğin sonu hiçbir biçimde emperyalizmin sonuna işaret etmez. Bu görünür paradoksa getirilecek olan açıklama, askeri ve politik gücün doğrudan icrası olarak ele alınan sömürgeciliğin, birçok bağımlı ülkenin toplumsal ve ekonomik kurumlarının metropol merkezlerin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlenmesi açısından yaşamsal olduğudur. Bu yeniden biçimlendirme bir kez tamamlandığında uluslararası fiyatlar, pazarlama ve mali sistem gibi ekonomik güçlerin kendisi, ana ülke ile sömürge arasındaki egemenlik ve sömürü ilişkilerinin sürdürülmesi ve aslında derinleştirilmesi için yeterli hale gelmişlerdir. 

Bu koşullar altında sömürgeye, temel herhangi bir şey değişmeksizin ve başlangıçta sömürgenin fethedilmesine neden olan çıkarlara fazla ciddi biçimde 
müdahale edilmeksizin resmi bağımsızlık bahşedilecektir”.44 

Hemen ekleyelim: Magdoff Sovyet varlığının ve Üçüncü Dünya ülkelerinde görülen halk hareketlerinin sömürge karşıtı etkisini küçümsemez. Bunlar klasik 
sömürgeci politikaları sonlandırmakta esaslı önemi haizdirler. “Ancak, önemli olan nokta sömürgelerin zaruri çözülüşünün ana ülkenin mümkün olduğu kadar çok avantajı korumasını sağlayacak ve eski sömürgeler için gerçek bağımsızlığa doğru yönelecek toplumsal devrimleri engelleyecek biçimde yapılmış olmasıdır”.45 Sömürge ülkelerin edindikleri biçimsel bağımsızlığa rağmen emperyalizmin temel belirleyicileri olan 

1) Metropollerde büyük iş çevrelerinin tekel yapısı; 
2) Bu ekonomik merkezler açısından büyüme ve hammadde kaynakları ile pazarları kontrol etme zorunluluğu; 
3) Metropol merkezlerin ihtiyaçlarına hizmet eden uluslararası işbölümü; 
4) Endüstriyel güçler arasında birbirlerinin pazarlarına ve dünyanın geri kalanına ihracat ve yatırım yapma yönündeki ulusal rekabetler; kendilerini korumaya devam etmektedir. 46 

Şu ana kadar, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, azgelişmişliğin dünya kapitalizminin işleyişinin yapısal sonucu olarak özel ilgiye mazhar olması durumu ve sömürgesiz emperyalizm tezi üzerinden yapılan saptamalar ekseninde ilerledik. Bu saptamalar Montly Review çevresine ait düşüncelere referansla yapıldı. Yukarıda da kısaca belirtildiği gibi Marksizm İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra farklı ekoller şemsiyesi altında emperyalizmi çalışma nesnesi yapmaya devam etti ve değindiğimiz saptamalar Montly Review çevresiyle sınırlı kalmadı. Ancak elinizdeki çalışmanın kapsamı açısından söz konusu saptamaları ilk olarak ortaya koyan okulun görüşlerine değinmekle yetineceğiz.47 İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde emperyalizm tartışmalarında öne çıkan bir diğer başlık hegemonya tartışmalarıdır. 

Hegemonya tartışmalarının yürütüldüğü çerçevede birisi Antonio Gramsci’nin kavramlarını uluslararası ilişkiler düzlemine taşıyan Gramşiyan Okul diğeri yapısalcı Marksizm’in önvarsayımlarından beslenerek, bu düşünce tarzına getirilen eleştiriler ekseninde ilerleyen Düzenleme Okulu olmak üzere iki ayrı çizgiye kısaca değinilecektir. 

Gramsci’ye göre hegemonya, aynı kavramı, bir ulus devlete ya da bir ulus devletler grubuna, diğer devletler karşısında ve diğer devletlerle girdikleri ilişkilerde, kendi çıkarlarını baskın olarak kabul ettirme kapasitesi olarak algılayan uluslararası ilişkilere realist yaklaşımda olduğunun aksine, sınıfsal içerikli bir kavramdır.48 

Bu bağlamda hegemonya belirli bir sınıfın liderliği sadece zora değil, daha da önemlisi, rızaya da dayalı bir liderlik tesis edebilme kapasitesi ile ilişkilidir. Yönetici sınıfın yönetilenlerle ortak değerler, fikirler ve maddi çıkar ilişkileri tesis edebilmesi kapasitesi ile yönetilenlerin rızalarını elde edebilme kapasitesi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.49 Anılan ilişki bir kez tesis edilebildiğinde, devletin, burjuvazinin uzun dönemli çıkarları için, aynı sınıfın kısa dönemli çıkarlarını feda etmesi dâhil bir seri çaba, zor kavramı kullanmaksızın kuramlaştırılabilecektir. Burjuvazi bir kez hegemonik pozisyon elde ettiğinde, yönetilenler için alternatif değerler ve projeler geliştirme (karşı-hegemonya) hedefine ulaşma olasılığı da, böyle bir hedefin gerekliliğine olan inanç da zayıflayacaktır.50 Bu haliyle hegemonya güçlü bir devletin baskısını gerekli kılan ama yeter bulmayan rızai-uzlaşımsal bir düzene, bir hâkimiyet biçimine referans içeren bir terim haline gelir.51 

Gramsci’de hegemonya, öznellikler arası anlamların, paylaşılan değerlerin gerçekliği nasıl biçimlendirdiği sorusuna verilecek cevapların merkezi unsurunu oluşturur. 
Gerçekliğin somut maddi cisimler dünyasından ötede, sosyal ilişkilerin doğasına ilişkin ideolojik kabullerle ilgili olduğu ve bu kabullerin bizim eylem ve 
ilişki formlarımızı belirlediği bir kez kabul edildiğinde, hegemonyanın kuruluşunun sadece devlet politikaları üzerinden anlamlandırılması imkân dâhilinden çıkacaktır. 

Hollywood ya da büyük medya gibi kültür endüstrisinin parçası sayılabilecek örgütlenmelerin yaydığı değer ve anlamlardan, dini ve milli ideolojilerin 
etkilerine; rakibin gücüne yönelik söylenlerden, küresel ölçekte “istenir” olanı belirleyen (dönemine göre değişmekle birlikte bugün için demokrasi, çoğulculuk, çok kültürlülük gibi) kavramların üretim ve dolaşım dinamiklerine kadar bir seri belirleyen, hegemonyanın uluslararası düzlemde tesisi sürecine dâhil olacaktır. 

Bu bağlamda kavramın emperyalizmle bağlantısını, hegemonik bir dünya düzeninin nasıl olup da bu düzeni daim kılacak şekilde değerler ve anlayışlar ürettiği sorusu üzerinden sağlamak gerekecektir.52 

Gramşiyan okulun en önemli temsilcisi Cox’a göre belirli bir uzamda hegemonya üç aktivite/eylemsellik alanı ile ilgilidir: Toplumsal üretim ilişkileri, devlet 
biçimleri ve dünya düzenleri.53 Hegemonyanın üç aktivite/eylemsellik alanını birbiri ile diyalektik bir ilişki içerisinde ele aldığımızda, tarihsel/toplumsal yapıların mevcut-somut konfigürasyonları içerisinden, tarihsel süreci kavramsallaştırmak mümkün olacaktır. Bu haliyle tarihsel süreç, toplumsal üretim ilişkilerinden türeyen toplumsal kuvvetlerin, dikey ve yatay, bütün boyutlarında eylediği bir zaman-alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu güçler devlet biçimlerinde ve dünya düzeninde ifadelerini bulurlar.54 Anılan eylemsellik alanları arasında nedensel-sonuçsal/artzamanlı bir ilişkiden ziyade sistemsel / eşzamanlı bir ilişki bulunmaktadır. 

Bir diğer deyişle, örneğin, dünya düzeninin devlet biçimine zamansal olarak önceliğinden bahsedemeyiz. Her dünya düzeni belirli bir devlet biçimiyle korelasyon içerisine girecektir. Bu bağlamda İngiliz Hegemonyasının ulus-devlet imparatorlukları ile Amerikan hegemonyasının yayılmasına katkı koyduğu liberal devlet biçimleri arasında olduğu kadar, Amerikan hegemonyasının Sovyet öncesi ve sonrası dönemlerinde gözlemlenen devlet biçimleri arasında fark oluşacaktır. 

Yirminci Yüzyılın ikinci yarısı yapısalcılık esinimli çalışmaların öne çıktığı bir zaman dilimine denk gelir. Bu bağlamda Yapısalcı Marksizm’in pek çok öngörüsünü sahiplenmekle birlikte Yapısalcılıkta faillik sorununun işlenmemesine ilişkin tepkileri dikkate alarak ilerleyen Düzenleme Okulunun görüşleri, hegemonya kavramının emperyalizm teorisi bağlamında etkinleştirilebilmesi için imkanlar sunar. 

Düzenleme Okulu dünya kapitalizminin değerlendirilmesinde esas çıkış noktasının, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması olarak kabul edildiği baskın Marksist yaklaşımın aksine, sermayenin yeniden üretiminin koşulları olması gerekliliğini vurgulamıştır. Sermayenin merkezileşip, yoğunlaşması olgusunun analizin ekseninden çıkarılması, okulun, kendi varoluş koşullarını yaratan bir kapitalizm olgusu yerine sermaye ilişkisinin yaratıcı/inşai yetersizliği / tamamlanamamışlığı (constitutive incompleteness of capital relation)55 düşüncesi üzerinden geliştirdiği yaklaşımla uyum içindedir. Buna göre kapitalist üretim ilişkilerini kavramsallaştırmak için değişken sayısının sınırlı olduğu kapalı sistemlere dayalı kuramsallaştırmalar yerine; sistemde değişim olgusunu yalnızca sistemin iç dinamiklerine dayandırmayan, açık bir sistem yaklaşımı geliştirilmelidir. 

Emperyalizm ve hegemonya tartışmaları Düzenleme Okulu’nun doğrudan ilgi alanına girmemekle birlikte ulusal ve uluslararası seviyelerin eklemlendirilmesi sorunu kapsamında gündeme gelmiştir. Okul’un kurucu isimlerinden Aglietta’nın Kapitalist Düzenlemenin Kuramı başlıklı çalışmasında hegemonya kavramı, uluslararası alandaki iktisadi ağırlıklı ilişkileri, yapısal biçimler aracılığı ile ulusal devletlere bağlarken kullanılabilecek bir araç olarak ele alınmıştır.56 

Bu bağlamda hegemonya, bir devletin bir seri devleti, sermaye dolaşımının güvenceye alınması için, geniş bir alandaki çok taraflı meta ilişkilerinin istikrarını sağlayacak koşullar doğrultusunda etkilemesini sağlayan bir olgu olarak tanımlanmıştır.57 Bu çerçevede, Amerikan imparatorluğunun bilinçli siyasi eylemi üzerinden yapılan açıklamaların reddini sağlayan kuramsal çaba, uluslararası iktisadi ilişkilerin istikrarı için hegemonik bir devletin gerekliliği düşüncesiyle58 yer değiştirmiştir.59 
Uluslararası bir düzenleme biçiminin ikamesini sağlayacak şekilde hareket edebilecek hegemonik bir devletin olmadığı durumda uluslararası alanda istikrar mümkün olmayacaktır.60 
Bu perspektiften denilebilir ki; uluslararası düzenin ulusal bir ekonomiye etkisinin asıl kaynağı hegemonik bir devletin mevcudiyetidir.61 

Bir devletin hegemonyası o devletin iktisadi etkinliğinden kaynaklanabilir. İktisadi etkinlikten kaynaklanan hegemonya durumu, ilgili devletin düzenleyici etkinliğinin kendi ulusal sınırlarını aşarak genişlemesini gerektirir.62 
Buna göre 1945-1970 arası dönemde vuku bulan Amerikan üstünlüğü bu çağa has düzenleme biçimini yayma başarısından kaynaklanmaktadır. Bugün için, kapitalizmin yapısal kriz döneminde ekonomik üstünlüğü aşınan Amerika’nın hegemonik liderliğinin sürmesi durumunu iktisadi etkinliğe dayanarak açıklamak mümkün değildir. 

Bu durum, Okul içerisinde iktisadi temellere dayalı yapısalcı bir hegemonya kavramsallaştırmasından, stratejinin ve politik önderliğin öne çıktığı bir kavramsallaştırmaya geçişi gerektirmiştir. Bu bağlamda, okula bağlı yazarlarca Amerika’nın 1980 sonrası üstünlüğünün siyasi ve finansal alanlardaki dayatma kapasitesine dayandığı iddia edilmiştir.63 

Siyasi alana kayış ve Washington uzlaşımı olarak belirtilen dönüm noktası arasında da bir bağ kurmak mümkün gözükmektedir. Bu durumda sermaye dolaşımının sermayenin baskın fraksiyonlarının lehine güvenceye alınması için siyasi bir önderlik gerekecek, hegemonya salt iktisadi alandaki düzenleyici etkinliğin ötesinde belirli bir devletler grubunu harekete geçirebilecek uluslararası bir tarihsel bloğun etkinliği haline gelecektir. 

Sovyetler Birliği’nin Yıkılmasından Sonra Emperyalizm Çalışmaları 

İkinci Dünya Savaşı öncesinde emperyalizm yorumlarının, büyük kapitalist devletler (emperyalistler) arasında rekabet fikri üzerinden geliştiğini; savaş sonrasında bu yorumlara -diğerleri arasında- azgelişmişlik, sömürgesiz emperyalizm ve hegemonya tartışmalarının eklendiğini gördük. Anılan eklentiler aralarında: 
a İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı dünyasını şemsiyeleyen Amerikan hegemonyasının belirmesi; 
b- 1970’lerden sonra yeni sanayileşen ülkeler bağlamında daha da karmaşık hale gelen az gelişmişlik sorunu; 
c-Tekil kapitalist ülkelerin (klasik dönem emperyalizm teorisine göre birbirleriyle şiddetli rekabet halinde olmaları gerekirken, bir türlü beklenen ölçütlerde rekabete girmeyen) ordularını bir çatı altında toplayan Nato’nun ortaya çıkması; 
d-İçeride Fordist toplumsal uzlaşmanın, dışarıda uluslararasılaşan kapitalizmin düzenlenmesi için tebarüz eden kuruluşlardan ve bunların yarattığı hukuktan oluşan yeni düzenleme biçimlerinin gündeme gelmesi gibi bir seri sorunun klasik açıklamaları yetersiz hale getirmesinden kaynaklanmaktaydı. 

Ancak kapitalist dünya sisteminin dinamikleri değiştikçe emperyalizm çalışmalarında yeni arayışlar gündeme geliyordu. Bu bağlamda 1990’larda şiddetlenen küreselleşme olgusu ve Sovyet sonrası dünyanın belirleyenleri yeni tartışma alanları başlattı. Bu dönemde sürdürülen tartışmaların bir kısmı (Sovyet sonrası dünyanın belirleyenleri üzerinden ilerleyen tartışma alanı) iktidarın yapısı ve onunla girilen ilişkinin sonuçları üzerine odaklanmıştır. Aynı dönemde bir ikinci tartışma serisinin küreselleşme tartışmaları üzerinden kapitalist üretim ilişkilerinin ve sınıf çelişkilerinin üretildiği ve yeniden üretildiği alanın kapsamı (ve tali olarak üretimin ve yeniden üretimin zamanı) üzerine yoğunlaştığını, bu bağlamda da imparatorluk ve ülkesel egemenlik (territoriality) başlıklarının öne çıktığını söyleyebiliriz. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder