31 Ağustos 2019 Cumartesi

KÜRESELLEŞME VE EKONOMİDE NEOLİBERALİZM., BÖLÜM 2

KÜRESELLEŞME VE EKONOMİDE NEOLİBERALİZM., BÖLÜM 2



İşte 1978 Dünya Bankası Raporu33, 24 Ocak 1980 Kararları ve 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’yle Türkiye’de uygulamaya konulan neoliberal ekonomi politikalarıyla olanlar da bunların daha beteridir. ABD esas itibariyle 1870-1970 dönemini kapsayan 100 yıllık devrede regülasyon34 ekonomisi uygulamıştır. 1970’lerde uygulamaya koyduğu deregülasyon ekonomisine geçiş sürecinde kişi başına milli geliri 25.000 dolar mertebesindeydi. Türkiye ise 24 Ocak 1980 Kararları sonrasında ve kişi başına milli geliri 1539 dolar35 iken ekonomide deregülasyon politikasına “yönlendirilmiştir”. Türkiye’nin 1923-1979 yıllarını kapsayan 57 yıllık döneminin ortalama yıllık büyümesi % 5.2’dir.36 Neoliberal ekonomi politikalarının uygulandığı 1980-2008 döneminde GSMH büyümesi ortalaması ise yıllık % 4.1 olup 37 bu oran 1998-2009 devresinde % 3.7 civarındadır. Türkiye’nin 1980’de toplam GSMH’si 76.6 milyar dolar, toplam iç ve dış borcu ise 13.4 milyar dolardır. 

Buna mukabil 2009 yılı sonunda ülkemizin GSMH’si yaklaşık 400 milyar dolar 2006’da yapılan milli gelir hesaplama yöntemi değişikliği hariç- iç ve dış borç toplamı 521 milyar dolardır.38 Öte yandan 1980 yılında ülkemizdeki resmi işsizlik oranı % 8.3 iken39 2009 sonunda bu oran % 14 dolayındadır.40 Diğer taraftan Türkiye’de sanayi sektöründe istihdam artışı 1973-1977 döneminde ortalama % 3.6, katma değer artışı % 9.3 iken aynı oranlar sırasıyla 2000-2006 döneminde % 2.5 ve % 5.2’dir.41 Her halükarda 1980’den itibaren uygulanan neoliberal ekonomi politikası ile Türkiye’nin iç ve dış borç stoku çok hızlı bir artış göstermiş, büyüme düşmüş, işsizlik giderek artmıştır. İthalat adeta patlarken sanayileşme,katma değer sağlayan ihracat potansiyeli kaybedilmiştir. Özellikle 1989’da çıkarılan 32 sayılı kanun hükmünde kararname ile Türk sermaye piyasasının tam anlamıyla “invisible hand”in insafına terk edilmesiyle, “1989 sonrası Türkiye, insana ve teknolojiye yatırım yaparak 21.yüzyıldaki konumunu güçlendireceğine yanlış siyaset uygulamalarıyla ortaya çıkan krizlerle uğraşmaktadır…”42 

Netice olarak 1980-2010 “Türkiye Ekonomisinin kayıp yılları”dır.43 

Türkiye’deki dolar milyarderinin sayısı 2002 yılında altı iken, 2009 sonunda 33 olup, yeni dolar milyarderlerinin kazanç kaynağı esas itibariyle finansal enstrümanlardır.
44 Daha da vahim olan Türkiye borç batağına battıkça, yurt dışından gelen sıcak paraya -2010 yılında bile- % 40’lara varan dolar bazında kazanç sağladıkça 
durumun iyiye gittiğini sanmasıdır. Bugün Türkiye ekonomisi hızla yabancıların eline geçmektedir. Türkiye çevresinde oluşan ve kendisi için tehdit oluştura bilecek siyasi gelişmeler karşısında sesini çıkarmamak mecburiyetinde kalmakta, doğan fırsatlardan ise faydalanamamaktadır. Oysa Türkiye’nin yeni oluşturulmakta olan dünya düzeninde kendi inisiyatifleriyle kendi menfaatleri doğrultusunda kararlar alabilmesi gerekmektedir. Türkiye dost kabul ettiği ülkelerin oyununa gelmiştir. Bu oyun Osmanlı devleti için yazılmış olan senaryonun aynısıdır. Kanımızca Türkiye’nin zaman kaybetmeden borç sarmalından kurtulmak, borç batağından çıkmak için ekonomik bir seferberlik başlatması gerekmektedir.45 

Zira 1989-2010 döneminde Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası döviz rezervlerini idare eden bir “döviz kuruluşu”, devlet bütçesi bir faiz ödeme planı 
haline dönüşmüştür.46 Cumhuriyet Türkiye’si bu durumun vahametini görmemesi çok şaşırtıcıdır. Günümüzde yaşanan şartlar ile 1838 Baltalimanı Serbest Ticaret Antlaşması sonrasında Osmanlı Türkiye’sinin yaşadığı borç macerası arasında çok net benzerlikler bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu ’nun ekonomik çöküşüyle sonuçlanan gelişmelerle bugün Cumhuriyet Türkiye’si karşı karşıyadır.47 

William Greider “Küresel Seçkinleri Uyandırmak” başlıklı yazısında şöyle der:“Önemli toplumsal değişimlerin hemen hemen her zaman ikiyüzlülükle başladığı temel bir gerçektir. Güçlü olanlar önce uygun kelimeleri kullanmaya, daha yüce değerlere bağlı kalacaklarına dair taahhütte bulunurlar… Daha sonra bir on yıl geçer… Esasen bu dönem bir nevi hazırlık safhası olarak anlaşılabilir.”48 

Bugün gelinen durum, giderek daha çok insan ACİZLİK KÜLTÜRÜNÜ VE TESLİMİYETİ yıkmaya, neoliberalizmin küreselleşme denen “liberal faşizm”ini sorgulamaya yönelmektedir. Ancak acil olarak cevaplanması gereken soru şudur: Küresel finans kapitalizminin tabii tamahkârlığının sebep olduğu yıkımdan biyosferi ve “hiksoslaştırılmış” yüz milyonlarca insanı koruyabilecek kadar yakın bir gelecekte hedefe ulaşılabilecek mi?” 

Türkiye 1923-1979 döneminde, bilhassa Atatürk dönemi ile 1961-1979 planlı kalkınma döneminde bölge ve yöreler arası dengesizlikleri azaltmak için birçok 
politika uygulamış ve kamu sektörü –eksikliklerine rağmen- üstüne düşen görevi büyük ölçüde yerine getirmiştir. Ancak 1923-1979 dönemindeki milli ekonomi 
politikaları 24 Ocak 1980 sonrası uygulamaya konulan neoliberal politikalarla etkisini giderek yitirmiştir. Üstelik son yıllarda AB üyeliği gerçekleşmemesine rağmen, bir de AB tarafından dayatılan BÖLGE KALKINMA AJANSLARI ortaya çıkmıştır. Uygulanan iktisat politikalarında ciddi devletlerin hesaba kattığı milli 
ve iktisadi bağımsızlık, kamu yararı gibi hususların göz ardı edilmesi, dış dayatmalarla özelleştirme ve serbest piyasa yöntemlerinin öne çıkarılması, dengesizlikleri azaltıcı değil, daha da artırıcı olmaktadır. Bugüne kadar sekiz bölgeye ayrılan Türkiye’de 26 kalkınma ajansının kurulduğu ve ülkeyi eyaletlere ayırarak federal rüzgârların esmesine yardımcı olacak bir projeyle karşı karşıyayız.49 

Küresel kapitalizme daha fazla eklemlenmeden başka bir işe yaramayacak olan bu ajanslardan, işsizliğin ve yoksullaşmanın arttığı günümüzde çare beklemek anlaşılır gibi değildir. Ankara’yı devre dışı bırakarak her bir ajansın kalkınma kurulunu yabancı ülkelerle doğrudan temasa sokabilecek ve kamu denetimini, merkezi bütçeyi dışlayacak bir model; bölgesel kalkınmaya değil, proje veren çok uluslu şirketlere yarayabilirler. Bunları görmemek kısaca “liberal körlüktür”.50 

Türk ekonomisi 24 Ocak 1980 Kararlarıyla başlatılan bir süreçte, 2011 yılı sonuna geldiğimizde vahşi bir dönüştürme süreci yaşamış ve “paraizm” hastalığına tutulmuştur. Neticede Türkiye ekonomisi bugün “uluslararası sermaye girişleri arttığında büyüyen; sermaye girişleri yavaşladığında ise durgunluğa sürüklenen ve hatta krize giren, edilgen bir konumdadır. Türkiye ekonomisinin dış sermayeye aşırı bağımlı ve dış borçlanmayı özendirici bu kırılgan yapısı son 20 yıldır izlenen denetimsiz finansallaşma ve çarpık küreselleşme politikalarının sonucudur.”51 Eh daha 1971’de, 1978 Washington Konsensusundan önce, Newsweek dergisi şöyle bir tespitte bulunmuştu: “Para ile siyaset arasında o kadar organik bir bağ var ki, bir reform beklemek, bir cerrahtan kendisine açık kalp ameliyatı yapmasını istemek gibi bir şeydir.”52 Zira “bazı borç krizleri, ülkelerin reytinglerinin yükseldiği, OECD’ye katıldığı (örneğin; Meksika, Kore, Türkiye) ve genel olarak uluslararasıtopluluğun öne çıkan çocuğu olmasının (Örneğin; 2001 sonundaki çözülmesi öncesinde 
1990’lar sonundaki Arjantin) hemen ardından meydana geldi… Sermaye akışı ve borç ödeyememe durumlarının görüldüğü döngüler, bu bölgelerde en azından 1800 yılından beri görülmekteydi.”53 Nitekim Türkiye 1838-1914 liberalizmi döneminde 1854’ten itibaren trajik borç ödeyememe durumu ile karşılaşmıştı. 
Benzer durumları 1946’dan itibaren ancak hassaten 24 Ocak 1980’den günümüze neoliberalizmin Ortodoks uygulamaları ile aynı meddi cezirleri yaşamaktadır. 

Neoliberalizmin 30 yıllık uygulaması sonucunda “Türkiye ekonomisini 50 şirket yönlendirmektedir.”54 Gerçekten de TÜİK verilerine göre, 2010 yılında 
185 milyar dolar ithalat, 113 milyar dolar ihracat gerçekleştirilen Türkiye’de ithalatın 89 milyar dolarını (% 49), ihracatın ise 45 milyar dolarını (% 40) 50 şirket yapmıştır. İhracatın ithalatı karşılama oranı 2010 yılı sonunda % 61 seviyesine düşmüş olup, geçmişte Türkiye’nin yaşadığı mali krizlerin temel göstergelerindenbiri de ihracatın ithalatı karşılama oranının bu seviyelere düşmüş olmasıdır. Öte yandan kurumlar vergisinin % 52’sini 50 şirket ödemiş. İlk 20 şirketin ödediği kurumlar vergisi oranı ise % 45. Daha 2011 yılı resmi sonuçları “resmen” açıklanmadı ama genel ekonomik veriler yine aynı. İhracatın ithalatı karşılama oranı daha da düşerek % 56 seviyesine inmiş durumda. Ocak-Ağustos 2011 döneminde dış ticaret açığı, bir önceki yılın aynı dönemine göre % 70 dolayında artarak 71 milyar dolara çıktı. Bu durumda 2011 sonunda dış ticaret açığı 100, cari açığın da 70 milyar dolar olacağı tahmin ediliyordu. Ancak cari açık cumhuriyet tarihinin rekorunu kırarak 2011 yılı sonunda 77 milyar dolar olarak gerçekleşti. 

IMF’nin Eylül 2011’de yayımladığı “Dünyada Ekonomik Görünüm Raporu: Büyümede Yavaşlama, Riskte Yükselme, Eylül 2011” raporunda Türkiye krize en 
yakın ülke. Türkiye kritik eşik olan “3”ü katlayarak “7.6” derecesi ile birinci sırada. IMF raporuna göre Türkiye 2011 yılında % 6.6, 2012 yılında ise % 2.2 büyüyecek. 

IMF raporuna göre G-20 ülkeleri içinde Türkiye krize en yakın ülke. 

IMF, 1970-2010 yılları arasında 74 ülkede meydana gelen 62 krizi analiz ettikten sonra şöyle bir sonuca varmış: “”Bir ülkenin net dış yükümlülükleri, ülke 
milli gelirinin % 40’ını aşmışsa alarm zilleri çalıyor.” Türkiye’nin Merkez Bankası, 2010 yılsonu için net dış yükümlülüğünü 378 milyar dolar, milli gelirin % 49’u 
olarak açıkladı. 

Bir Diğer önemli gösterge, dış borç stoku. Ülkelerin dış borç stoklarının milli gelire oranı büyüyorsa tehlike yaklaşıyor demektir. 2008 sonundan 2011 ortasına Türkiye’nin dış borç stoku 30 milyar dolar artarak 310 milyar dolarla milli gelirin % 40 kritik eşiğini aşmış durumda. Türkiye’nin Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli dış borçlarına oranı 2002 sonunda % 163 iken, 2010 yılı sonunda % 102’ye indi. Yani zayıfladı. 

Cari açığın milli gelire oranı 2010 sonunda % 6.6 iken 2011 ortalaması % 10 düzeyinde. Mutlak rakam ile 77 milyar dolar gibi devasa bir rakam olarak karşımıza çıkıyor. 

Bu arada küresel finans oligarşisinin ve kapitalizmin kalesi ABD’de Bank of North Dakota (BND) adlı tek kamu bankasının başarısı ve şöhreti her geçen gün 
artarak büyüyor. 1919’da kurulan ABD’nin ilk ve tek kamu bankası BND, ABD’nin içine düştüğü son mali krizdeki performansı ile yıldızı Amerikan halkı 
nezdinde iyice parlamış durumda. Bankanın CEO’su Eric Hardmeyer, özellikle son finansal krizden sonra BND’nin bankacılık modeline diğer eyaletlerin büyük 
ilgi gösterdiğini belirtiyor. Hardmeyer; “Bizim motivasyonumuz, Wall Street bankaları gibi patronların kârlarını maksimize etmek değil, bizim misyonumuz, Nort Dakota’daki tarımsal ve ticari işletmeler ile bireylere hizmet vererek ekonominin kalkınmasına yardımcı olacak yeni finansal fırsatlar meydana getirmek” diyor. 

Hardmeyer, BND’nin özel bankaların kredi riskini azaltan yöntemiyle, KOBİ ve çiftçilere ucuz kredi imkânı sağladığını da belirtti. İşsizliğin % 9.5 olduğu ABD 
ortalamasına karşın North Dakota’da bu oranın % 4.9’da kaldığına da dikkat çekiyor. BND’nin 25 yıllık memuru ve 10 yıllık CEO’su Hardmeyer. 2009 sonu 
itibariyle 4 milyar dolar toplam varlığı olan BND’nin toplam kredi portföyü 2.67 milyar dolar, 2009 net kârı ise 58.1 milyon dolar. Son on yılda eyalet bütçesine 
aktarılan kâr 350 milyon dolar ve BND’nin mevduatı ABD’nin TMSF’si olan FDIC tarafından sigortalı değil.55 

“No Logo” kitabıyla dünya çapında tanınan Kanadalı araştırmacı-yazar Naomi Klein’a göre, küresel ölçekte serbest piyasanın, yani neoliberalizmin zafere demo
kratik yöntem ve araçlarla ulaşacağı/ulaştığı düşüncesi sadece bir safsatadan ibaret. Dahası, “şok terapisi” doktrinine uygun şokların uygulanmasının hemen arkasından, toplumların hızla büyük çok uluslu şirketlerin –ki bu şirketler çok uluslu olmayıp çok farklı ülkelerde faaliyette bulunan nesebi sahih birkaç düzine elitin kontrolündeki ulus ötesi kuruluşlardır. RK- çıkarları doğrultusunda sil baştan düzenlenmesini gerektiren felaket kapitalizmi macerası gerçekte 11 Eylül 2001’den önce başlamıştır. Klein’e göre felaket kapitalizmi politikalarının başlangıcı çok gerilerde olup 50 yıl önce Chicago Okulu iktisat ekolünün görüşleri doğrultusunda, ekonomi politikaları ve “ŞOK ve DEHŞET” salan savaşlar ile 1950’lerde CIA’nın finanse ettiği örtülü elektroşok ve duygusal yoksunlaştırma deneyleri arasında doğrudan bir bağ vardır ve bu bağ günümüzde Guantanamo Körfezi’ndeki “hukuk dışı” hapishanelere kadar devam ettirilmiştir. Naomi Klein’e göre, Şili’deki 1973 Pinochet darbesinden, Çin’de 1989’daki Tiananmen Meydanı katliamına ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar dünyadaki siyasi ve ekonomik değişikliklere sebep olan olaylarda “ŞOK DOKTRİNİ” yöntemi başarıyla uygulanmakta “küresel sermayenin çıkarlarını” kollayan yeni kapitalizm modeli dünya milletlerinin çoğunluğu için yıkım ve yoksulluğa yol açmaktadır.56 

3. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder