25 Ağustos 2019 Pazar

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 2

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 2




BAŞLARKEN

Hazreti Muhammed'e vazife-i nübüvvet teveccüh ettiği vakit evvelâ haremi Hazreti Hatice'yi İslama davet etti. Hatice ona  imanetti.   
Sonra amcazadesi Ali'yi davet etti,  o da  kendisine iman etti,  kölesi Zeyd ve  dostu Ebubekir'i davet etti. Onlar da iman ettiler. 
Bundan sonra halkı İslama davet etti. İnananlar Müslüman ve  iman etmeyenler kâfir oldular. Hazreti  Ebubekir Müslümanlığı,  itimat ettiklerine bildirdi. 
Ve insanları Allaha ve Resulüne imana davet etti. Ebubekir, kavminin birbirini sevmesini isteyen halim bir zattı. Kavminin bir çok insanları, gerek ilmi ve gerek tüccarlığı ve hoş sohbet  olması yüzünden kendisine bir çok  işler yüzünden müracaata alışık idiler. Ebubekir'in delaletiyle Affan oğlu Osman,  Zübeyr ibn'ül-Avam,  Avf oğlu Abdurrahman,  a'd bin ebi Vakkas, Abdullah oğlu Talha davete icabet ettiler, Hazreti  Ebubekir onları Peygamberin huzuruna  getirdi, Müslümanlıklarını  ilân ettiler  ve namaz kıldılar. Sonra  ismi Âmir bin Cerrah olan Ebu Übeyde, adı Abdullah bin Abdül'esed olan Ebu Seleme geldi. Ebu El'Erkam oğlu El'Erkara ve Maz'un oğlu Osman ile başkaları İslama geldiler. Erkek ve kadın halk, takını takım  Müslüman oldular.    

O  derecede ki, İslâmiyet sözü Mekke'de yayılarak ondan bahsedilmeğe başlandı.

İşin bidayetinde Resulü Ekrem halkın evlerini dolaşır ve onlara: Allaha ibadet ediniz ve ona şirk koşmayınız, diye emrederdi. Allanın emrini yerine getirmek 
için Mekke'de halkı açıktan açığa İslama davete başladı. Cenabî Hak şöyle buyurdu: 

«Ey elbisesine bürünen Peygamber, kalk, başa gelecek tehlikeyi haber ver.»

Resulüllah, halk ile temas ederek onlara dini telkin eder ve bu dinin esası üzerine onları kendi etrafında toplanmağa davet ederdi. Peygamberin arkadaşları namaz kılacakları vakit Şi'b denilen dağlara giderek ibadetlerini vatandaşlarından gizli olarak yaparlardı. Hazreti Muhammed yeni islâm olan kimselere kendilerinden evvel dini kavramış olanlardan Kur'anı talim edecek kimseler gönderirdi. Nitekim Eret oğlu Habbabı, Hattabın kızı Zeyneb ve zevcesi 
Seide Kur'anı öğretmeğe gönderdi. Seyyidin evinde Habbab kendilerine Kur'an öğretirken bir gün Ömer bin Hattab ansızın çıkageldi. Bunların delaletiyle 
o da Müslüman oldu. Resulü Ekrem bu kadarla da kalmayarak Müslümanlara Kur'an öğretmek ve bu mümin kütleye karargâh olmak ve bu yeni dine dair 
malûmat almak için bir ev tedarik etti. Bu ev, Ebil Erkam'ın oğlu Erkam'ın evi idi. Cenabı Peygamber bu evde Müslümanları toplayarak onlara Kur'an okutur, 
mânalarını açıklar ve onu ezberlemelerini emrederdi. Bir kimse Müslüman olunca o gece namazını kıldırır ve onu Erkam'ın evine gönderirdi. 

Üç sene böylece Müslümanları talim ve terbiye ederek onlara namaz kıldırdı. Böylelikle Müslümanların ruhanî duygularım uyandırır ve Allah’ın âyetlerini 
gereği gibi düşünmek ve hikmetlerini araştırmakla fikirlerini harekete getirir ve Kur'anın öz ve sözlerine, İslâmiyetin hedefi olan mânâ ve fikirlerle akıllarını 
tenvir eder, fenalıklara katlanmalarını öğretir ve dinin emir ve nehiylerini dinleyip ona itaat etmeğe alıştırırdı. Böylece bunlar büyük ve kudretli Allah’ın 
sevgili kulları oldular.

«Sana emrolunanı açıkla. Allaha ortak tutanlardan yüz çevir» mânâsmdaki âyet nazil oluncaya kadar Peygamberimiz ve Müslümanlar Erkam'ın evinde 
gizleniyorlardı.

PEYGAMBERİMİZİN ESHABININ KİTLELEŞMELERİ

Resulü Ekrem, işin bidayetinde bu davet vazifesini, kendilerinde arzu hissetiği insanların yaşına, soyuna ve içtimaî mevkilerine bakmayarak yapmakta idi. 
Dine davet için insanlarda bir tefrik yapmazdı. Alelıtlak bütün halkı davet eder ve istediklerini araştırırdı. Filvaki çok kimseler Müslüman oldular. 
İslama sarılanların cümlesine dinin hikmetlerini öğretmeğe, onları yetiştirmeğe koyulur ve Kur'anı kendilerine ezberletirdi. Bunlar da bir arada toplanarak 
Islâmiyete davet işini kendi üzerlerine aldılar. Bunların sayıları Resulü Ekrem'in vazife-i nübüvvete başlamalarından, Peygamberliğini ilân etmesi emrolunduğu tarihe kadar kırk kişi kadar oldu. Bunlar çeşitli seviye ve yaşlarda erkek ve kadın ve ekserisi gençlerden ibaretti. İçlerinde güçsüzü, güçlüsü, zengini ve fakiri var idi. Bunların kimler olduğu aşağıda yazılı insanlardan her biri Resulü Ekreme iman edip onunla birleşerek kendisiyle birlikte davet vazifesine başladılar ki, bunlar: Sekiz yaşında Ebu Talib'in oğlu Ali, yine sekiz yaşında Zübeyr bin Avam ile onbir yaşında Ebül'Erkam'm oğlu ile, on dört yaşında Abdullah bin Mes'ud ve yirmi yasından aşağı Seyyid bin Zeyd ve on yedi yaşında Saad bin Ebu Vakkas, on yedi yaşında Eabia oğlu Mes'ud, on sekiz yaşında Ebu Talib'in olgu Cafer, yirmi yaşında Vashibirrumî yirmi yaşında Harise oğlu Zeyd, yirmi yaşında Affan oğlu Osman, yirmi yaşında Tulayib bin Mirine ve yirmi yaşında Habbab bin Ert, yirmi üç yaşında Âmir bin Fehire, yirmi dört yaşında Amir, yirmi dört yaşında Esvedin oğlu Mikdâd, yirmi beş yasında Cahşin oğlu Abdullah, yirmi yaşında Ömer bin Elhattab, yirmi yedi yaşında Ebu Ubeyde bin el-Cerrah, yirmi yedi yaşında Atebe bin Gazvan, otuz yaşında Utbe oğlu Ebu Hazife, otuz yaşında Ribah oğlu Bilâl, otuz yaşında Abbas bin Rabia, otuz yaşında Âmir bin Rabia, on 
yedi yaşında Abdullah, on dokuz yaşında Kudame, yirmi yaşında Vessâ'ib, otuz yaşında Ab-dül'Esed-el Mahzıımî oğlu Abdullah, otuz yaşında Abdurrahman bin Avf, otuzla kırk yaş arasında Yasir oğlu Amar, otuz yedi yaşında Ebubekir Sıddîk, kırk iki yaşında Abdülmuttalib oğlu Hamza ve elli yaşında Haris'in oğlu Ubeyde ve bir çok kadınlar da Müslüman oldular. Bu eshab Üç sene zarfında aldıkları talini ve terbiyede olgunlaşıp düşünceleri islâm tefekkürü ve varlıkları islâm varlığı olunca Resulü Ekrem onlara güvenerek düşünüşlerinde kemale erdiklerini ve hüviyetlerinin yükseldiğini ve Allah’a bağlılıklarının göze görünür şekle girdiğini müşahede edince nefsinde büyük bir ferahlık ve huzur hissettiler, çünkü Müslümanlar, cemiyetin hepsiyle karşılaşabilecek bir kuvvet ve raddeye gelmişlerdi, o zaman Peygamber. Allah’ın emri üzerine İslama daveti açıkça ifaya başladı...

DAVETİN YÜRÜMESİ

İslama davet vazifesi Resulü Ekremin vazife-i nübüvveti üzerine aldığı günden belli idi. Mekke'de halk: Muhammed'in yeni dini ilân ettiğini biliyordu. 
Bundan başka birçok insanların hakikaten Müslüman oldukları ve Muhammed'in; arkadaşlarını toplu bir hale getirmek için geceleri uykusunu terk ederek 
çalıştığını ve Müslümanların kitle haline gelmelerini ve hak dini ne sarılma işini gizli tuttuğu da biliniyordu. Halk, bu davete iman ve icabet edenlerin 
nerede toplandıklarını ve kimler olduklarım bilmemekle beraber mevcudiyetlerinden haberdardılar. Bunun için Peygamberin islâm dinini ilân etmesi Mekke kâfirleri için yeni bir şey değildi. Yeni olan bir şey varsa o da bu imanlı cemaatin halkın huzuruna çıkmasıdır ki Abdülmuttalib oğlu Hamza, 
daha sonra üç gün ara ile Hazreti Ömer Müslüman dinine girdiklerinden Islâmiyetin kolu kanadı kuvvetlenmiş bulunmakta idi.

«Sana verilen emri ilân et! Allaha şirk koşanlardan yüz çevir. Biz seni, alay edenlerin şerrinden koruduk. Onlar ki Allahtan başka tanrı tutarlar, isin neye 
varacağını bileceklerdir.» mealindeki âyeti kerime Peygambere nazil oldu. O da Allanın emrini açıklayarak birleşmek işini bütün halka bildirdi. 

Ancak bazı Müslümanlar bir müddet gizli kaldılar. Kimisi Mekke’nin fethine kadar gizli kaldı. Peygamberin bu birleşmek işini meydana vurması şöyle olmuştur: 
Bir kısım Müslümanlar Abdülmuttalib oğlu Hamza'nın diğer kısım Müslümanlar da Hazreti Ömer'in riyasetinde, daha evvel Arapların bilmediği bir nizam ile  Mekke'ye giderek Kabe etrafında tavaf etmeğe başladılar. Bu şekilde Resulü Ekrem ashabiyle birlikte gizlilikten aleniyete çıkarak bütün insanları İslama 
davete bağladılar, Bu suretle Müslüman olan cemaatle kâfirlerin çarpışmaları başladı. Salim ve doğru düşüncelerle bozuk ve fâsid olan düşünceler karşı 
karşıya geldiler. Bu karşılıklı mücadele ikinci merhaleyi teşkil eder. Küffar, İslâm aleyhine çalışmağa, Peygambere ve ashabına her türlü muhalefet ve fenalıklarla karşı koymağa başladılar. Ve bu yüz yüze çekişme ve savaş aralığı bütün asırların tanınmış korkunç hadiseleriyle mahmul bulunuyordu. 

Peygamberin evi taşlanıyor ve Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil Peygamberimizin evinin Önüne pislikler atıyordu. Resulü Ekrem ise sadece bunları kaldırıp atmakla iktifa ediyordu. Ebu Cehil ise putlara kurban olarak kesilen dişi koyunun dişilik yerini Peygamberimizin üzerine atıyor, Peygamberimiz bu fenalıklara katlanıyor, temizliğini ifa için kızı Fatma'nın evine gitmekte îdi. Bütün bu kötülüklerin cümlesi, ancak sabır ve tahammülünün artmasına ve îslâma davet gayretinin devamına saik oluyordu. Müslümanlar korku ve eziyet içinde yaşıyorlardı. Her kabile; kendi içinde bulunan Müslümanlara işkence yapmağa ve dinlerinden vazgeçirmeğe çalışıyordu. O derecede ki; Habeşistanlı Bilâl, Kureyşden birinin kölesi idi. Maahaza Müslüman olmakta ısrar ettiği için efendisi, ölsün diye kendisini kızgın güneşin altma yatırmış ve göğsünün üstüne taş koymuştur. 
Bilâli Habeşî Allah uğruna bu işkenceye katlanıyor ve bu halde, «birdir, birdir» sözlerinden başka bir şey söylememekte idi. Başka bir kadının da ölesine kadar işkenceye maruz kaldığı halde, kendisinden istenilen İslâmiyetten feragat ve atalarının dinine avdet teklifini kabul etmemiştir. Müslümanlar her yerde hem topyekûn dövülüyor, hem de en kötü muamelelere maruz kalıyordu. Bütün bunlara rağmen Allahın hoşnutluğunu tahsil için her şeye katlanıyorlardı.

DAVETE KARŞI MUKAVEMET

Resulü Ekrem, Islâmın Peygamberi olarak gönderildiği zaman halk onu ve dine davetini birbirlerine söylemekte idiler. Bu işe en ehemmiyet veren Kureyşliler idi. Çünkü işin bidayetinde onunla alâkadar olmamışlar ve bu işin dedikodusu papazların ve filozofların gayretlerinden ileri gidemez, insanlar son raddeye geldikleri zaman ecdadının dinine dönecekler, kanaatında bulunmuşlardır. Bunun için bidayette ondan korkup kaçmamışlar, ona muhalefet etmemişler ve toplu bulundukları yerde Muhammed önlerinden geçtiği vakit, bu; Abdümuttalib'in oğludur, göklerden kendisiyle konuşulandır, derlerdi. 
Fakat kısa bir müddet sonra vazife-i nübüvvete devam etmenin tehlikelerini hissetmeğe başladıklarından ona karşı mukabeleye ve düşmanlığa başlamışlar ve kendisiyle mücadele için ittifak etmişlerdir, ilk Önce Peygamberin itibarını kırmağa ve Peygamberlik iddiasının yalan olduğunu işaa ile savaşmağa karar verdiler. Daha sonra kendisiyle görüştüler, risaletini tanıyacaklarını söylediler ve kendisinden mucizeler istediler ve kendisine şunları söylediler: İkisi de Mekkede olan Safa ile Merve dağlarını neden altın yapmıyorsun, bahsettiğin kitap gökten niçin yazılı olarak inmiyor, uzun uzadıya bahsettiği Cebrail niçin kendilerine görünmüyor, niçin ölüyü diriltmiyor, Mekke'yi sıkıştıran dağları niçin yürütmüyor. Hemşehrilerinin suya ihtiyaçlarını herkesten daha iyi bildiği halde Zemzem suyundan daha tatlı bir su menbamı niçin fışkırtmıyor. Onun Allah’ı emtianın fiyatlarını kendisine bildirse de, onlar da istikbaldeki alış verişlere ona göre girişseler ve saire... Böylece Peygambere ve onun İslâmiyeti neşir vazifesine müessir bir surette muhalefete başladılar. Bu mukavemet uzun müddet devam etti. Fakat bunların hepsi Resulü Ekremi, vazifesine devamdan alıkoymadı.

Peygamber, halkı hak dinîne davete ve putları zikrederek bunlara tapanların ve putlara kudsiyet atfedenlerin akılsızlıklarını izaha devam etti. Karşı taraf ise buna ehemmiyet vermedi ve kendisini bu yoldan döndürmek için bütün çarelere baş vurdu ise de bunlar hepsi boşa gitmiştir. 

Peygamberimizin vazifesine mani olmak için baş vurulan çarelerin en müthişleri şunlardı:

1  — Azap  çektirmek,
2  — Dahilde ve hariçte aleyhinde  propaganda,
3  — Kendisiyle münasebeti  kesmek.

Ta'zib meselesinde, cemaati ve ashabı kendisini korumalarına rağmen bizzat Peygambere ve kendisine tâbi olan Müslümanlara yapılmakta idi. 
Mütenevvi azap ve eziyetlerde her şekle baş vuruldu. Yâsir'in çoluk çocuğunu, İslâm dininden döndürmek için çok katı eziyetlere baş vurulmuş ise de 
faide vermemiş bilâkis onların sebat ve imanlarını takviye etmiştir. Bunlar azap ve işkence içinde kıvranırlarken Resulüllah bu hallerini görmüş:
 «Ey Yâsir'in evlâtları, sabrediniz, kavuşacağınız yer cennettir. Sizi kurtaracak bir kudreti Allah bana vermedi.» demiştir.
Kavuşacağınız yer cennettir, sözlerini söylediği vakit Yâsir'in eşi Sümeyye; evet ey Allahın Resulü, cenneti aşikât görüyorum, demekten geri kalmadı. 
Böylece Kureyş halkı Peygambere ve arkadaşlarına azap ve işkence yapmakta devam ettiler.
Kureyş halkı yaptıklarının bir işe yaramadığım görünce başka bir çareye müracaat ettiler, propaganda silâhına müracaat ettiler. Her yerde, Mekke'de, 
dışarıda, Habeşistan'da hem Müslümanlar, hem de Müslümanlık aleyhinde yalanlar, iftiralar, uydurma iddialar ileri sürdüler. Bizzat Müslümanlık 
inancına ve bu imanın sahibi olan Resulü Ekreme karşı propagandaya giriştiler. Gerek Peygamberi, gerekse onun imanının aslını şüpheli göstermeğe 
kalkışmakla beraber, Peygamber böyle söyledi diye bir çok yalanlar uydurdular. Mekke'nin içinde ve dışında Muhammed aleyhine yapılan propagandaları 
ve hele hac zamanında neler söylenmek, neler uydurulmak lazımsa onu tasarlamağa koyuldular. Peygambere karşı yapılan propagandaya Kureyşliler 
büyük germi vermişlerdir. Bunlardan bir kısmı Velid oğlu Mugayre yanında buluştukları bir zaman bir müzakerede, Mekkeye hac zamanında gelen 
Araplara Muhammed hakkında ne söyleyeceklerini kararlaştırdılar. Bunlardan bazıları: Gaibden haber veriyor diyelim dediler. Velid bunu beğenmedi; 

Muhammed'in ne böyle bir dâva gütmesi, ne de inlemesi değil, onun uydurma sözleridir, dedi. Diğer bir kaçı ise; Muhammed delidir, ne şiir, ne de kafiye 
olmayan sözler mırıldanmaktadır, diyelim dediler. Velid bunu da beğenmedi ve Muhammed'in halinde delilik diye bir şey görünmüyor, dedi. Diğer bir 
kısım da; Muhammed'e büyücülük atfedelim dediler, Velid bunu da uygun bulmadı ve Muhammed; büyücülerin yaptığı gibi düğümlere üflemiyor, dedi.
Böylece bir takını münakaşalardan sonra Muhammedi; söz büyücülüğü yapmakla tavsif etmekte mutabık kalarak dağıldılar. Bundan sonra Kureyşliler 
hac için gelen muhtelif Arap heyetlerinin aralarında dolaşarak, onun söz büyücüsü olduğunu, onun kardeşle kardeşin, ana ile babanın ve kabilenin 
arasını açan büyücü olduğundan ona kulak asmamalarını söyleyerek heyetleri kendisinden sakındırırlar dı. Lâkin bu propaganda da işe yaramadı ve 
halk ile İslama davet arasında bir mani teşkil etmedi. Bunun üzerine Haris oğlu Nadra'yı Peygambere karşı propaganda yapmağa memur ettiler. 
Peygamber her nereye gider, halkı Allah’ın dinine davet ederse, kendisi oradan ayrıldıktan sonra Nadra onun yerine geçerek İran masallarını ve dinini anlatır ve Muhammed'in anlattığı benimkinden güzel mi, oda geçmişlerin masallarından benim anlattıklarımı anlatıyor değil mi? derdi. 
Kureyşliler de bu sözleri halka yayarlardı ve Muhammed'in söylediklerinin Cebir adlı hristiyan bir kölenin Öğretmesi olup Allah’ın sözleri olmadığını neşrederlerdi, bu neşriyatı tamimide çok çalıştılar, ta ki Cenabı Hak:
"Ancak kendisine bir insan öğretiyor, demekte olduklarını gerçek biliyoruz. 
Bu dinsizliğe saptıklarında söyledikleri adam Arap değildir. Bu (Kur'an)
 ise beyanlı bir Arap lisanıdır.» mealinde olan âyet bu bu iddiayı çürütmüştür. Kureyşin bu propagandası Arabistan dahilinde devam edip gitmiştir. 
Kureyş bu kadarla da iktifa etmemiş, Müslümanların Habeşistana hicret ettiklerini haber alınca, onları memleketinden kovması için Necaşi nezdinde 
propaganda yapmak üzere iki kişi göndermişlerdir. Bunlar Asi oğlu Amru ile Rabia oğlu Abdullah'dır. Bu iki murahhas Habeşistana muvasalatlarında 
Müslümanları Mekke'ye iade ettirmek için yardımda bulunmaları maksadiyle Necaşi'nin kumandanlarına hediyeler vermişlerdir. Onlar Necaşi ile 
görüştüklerinde:
«Ey Padişah, senin memleketine bizim taraftan bazı şaşkın gençler sızmışlardır. Onlar, milletlerinin dininden ayrılıp senin de dinine girmemişler, kendi icatları olan yeni bir din getirmişlerdir. O dini ne biz tanırız ne de milletimiz... Biz onların eşlerinden, babalarından, amcalarından, kabilelerinden ileri gelenlerini size gönderdik ki onları bize teslim edesiniz... Kendileri onları ve onlara atfedilen yolsuzlukları herkesten iyi bilirler... 

Bu sözler üzerine Necaşi, Müslümanların bu iddialara karşı verecekleri cevabı kendilerinden dinlemek üzere onları çağırtmıştır. Geldiklerinde kendilerine: 
Siz memleketinizden ayrılmış olup benim dinime ve bu milletlerden herhangi birinin dinine girmemişsiniz, o halde bu sarıldığınız din nedir? Diye sormuştur. 
Bu sual üzerine Ebu Talib oğlu Cafer: Bu dine sülük etmeden evvelki cahiliyet hallerini ve o hal içindeki âdetlerini anlattıktan sonra İslâm dinînin kendilerine gösterdiği doğru yolu ve İslâmiyeti kabulden sonraki hallerini ve ondan sonra Kureyşlilerin kendilerine reva gördükleri azap ve işkenceyi anlattı ve ilâve etti:
“— Bizi zorluk, zulüm ve darlık içinde bıraktılar ve bizi bu dinimizden alıkoymak isteyince biz de senin memleketine hicret ettik ve seni diğerlerinden üstün bulduk ve komşuluğunu arzu ettik ve yanınızda artık zulüm görmeyeceğimizi ümit ettik,” dedi.

Bunun üzerine Necaşi, Cafer'e :

“— Peygamberin Allahtan getirdiği şeylerden bana okuyacak bir şeyin var mı?” dedi. Bunun üzerine Cafer, evet, dedi ve Kur'andan Meryem sûresinin 
başından şunu okudu:

“Bunun üzerine Meryem ona (isa'ya) işaret etti. « Biz, dediler, henüz beşikte bulunan bir sabi ile nasıl konuşuruz, İsa dile gelip dedi ki: Ben hakikat 
Allahın kuluyum. O, bana kitap ver¬di. Beni Peygamber yaptı. Beni her nerede bulunursam mübarek kıldı. Bana, ben hayatta oldukça, namazı, zekâtı emretti. Beni anneme hürmetkar kıldı. Beni bir zorba, bir bedbaht olarak yaratmadı. Dünyaya getirildiğim gün de, öleceğim gün de, bir diri olarak kabrimden kaldırılacağım gün de selâm benim üzerimdedir.”

Kısmına kadar okudu. Papazlar bu sözleri işitince dediler ki: Bu sözler Hazreti isa'nın sözlerinin fışkırdığı kaynaktan fışkırmıştır. Necaşi de, bu olsun, 
Musa'nın getirdiği şey olsun küçük İsa ışık penceresinden çıkar dedi. Sonra Kureyşin iki elçisine dönerek: İkiniz gidiniz, yemin ederim ki bunları size 
teslim etmem, diye ilâve etti. Bu iki elçi Necaşi'nin meclisinden çıkınca başka bir dolap ve çare düşünmeye başladılar. 
Ertesi günü Âsi oğlu Ömrü tekrar Necaşi'nin nezdine dönerek: Müslümanlar Meryem oğlu İsa hakkında çirkin şeyler söylüyorlar, bunu da kendilerinden 
sorunuz, deyince Necaşi onları tekrar nezdine çağırarak bunu sordu. Cafer'in cevabı şu oldu: Biz, ancak Peygamberimizin söylediğini tekrarlarız, o da şudur: 
Isa Allah’ın kulu ve Peygamberi ve ruhu, bakire ve erkeklerden içtinap eden Meryeme ilka ettiği kelâmıdır. Bunun üzerine Necaşi eline bir değnek alarak 
yere bir çizgi çizdi ve Cafer'e: Bizim dinimizle sizin dininiz arasında bu çizgiden fazla bir şey yoktur, dedi ve iki elçiyi de huzurundan çıkardı, onlar da 
elleri böğürlerinde geri döndüler.

Böylece bütün propagandalar boşa gitti. Resulü Ekrem'in halkı Hakka davet etmek için sarfettiği sözler sarahaten bütün aleyhindeki propagandalardan 
üstün bulunduğu gibi, İslâmın nuru bütün propagandaları hükümsüz bırakırdı. Bunun için Kureyşliler, münasebeti kesmek olan üçüncü silâha baş vurdular 
ve 'Resulü Ekremin kendisiyle ve akrabalarının hepsiyle münasebeti kesmek için söz birliği ettiler. Bunun için Haşim oğulları ve Abdülmuttalib oğullariyle 
kat'ı münasebet etmek kararını verdiler. Öyle ki onlardan kız alıp vermiyecekler ve onlarla hiç bir alış veriş yapmayacaklardı. Bu mukaveleyi Kâbenin içine asmışlardır ki, sicile geçerek tasdik edilmiş olsun. Bu siyasetin, yani münasebet kesmenin, işkence ve propagandadan daha müessir olduğuna inanıyorlardı. 
Bu tazyik iki üç sene devam etmiştir. Beni Haşim ve Beni Abdülmuttalib'in Muhammed'i; Müslümanların İslâmiyeti terk edeceklerini umuyorlardı. Böylece Muhammed yalnız kalacak ve imana davet işinden vazgeçecek veyahut davet vazifesi gerek Kureyşlilere karşı gerekse onların kadim dinlerine karşı yapmaktan sarfınazar edeceğini bekliyorlardı. Halbuki bu muamele gerek kendisinin ve gerekse diğer iman edenlerin kuvvetlerini arttırmaktan başka bir şeye yaramamıştır. Kureyşlilerin bütün gayretleri Islama davet vazifesini durduramamıştır. Kureyşlilerin Muhammed'i tazyik etmelerini Mekke haricindeki Araplar da öğrenmiş olduklarından davet keyfiyeti kabileler arasında daha ziyade duyulmuştur. İslâmiyet sözü Arap yarımadasında o derece yayılmıştır ki kârvanlar; bütün yolculuklarında bunu konuşur olmuşlardır. Bu ta'zip devanı etmiş, aç bırakmak da yürürlükte kalmıştır. Kureyşliler de kat'ı münasebet sözleşmesini idame ettirmişlerdir. Resulü Ekrem ve ailesi Mekke haricinde dağ yoluna sığınarak açlık ve yoksuzlukla dolu zaruretler içinde kıvranmakta idi. Ekseri zamanlar ölmeyecek kadar bile erzak bulamıyorlardı. İnsanlarla görüşüp konuşma fırsatı da kendilerine verilmiyordu. Yalnız Recep, Şevval, Zilkade ve Zilhicce gibi haram aylarında Resulü Ekrem Kâbeye iner, Araplan hak dinine davet eder ve bunun mükâfatını müjdeler ve azap ve şiddetli cezalardan onları korkutur ve sığınağı olan dağ yoluna dönerdi. Bu hal, Arapların merhamet hislerini kabartırdı. Bunlardan Peygamberin dine davetini kabule gelenler olduğu gibi kendilerine gizlice yiyecek, içecek gönderenler de olurdu... 

Ömrü oğlu Hişam, yiyecek ve buğday yüklü devesini gecenin karanlıkları içinde sığınağa giden yola götürür, devenin yularım çıkararak orada bırakırdı. 
Müslümanlar da bu erzakı alır, deveyi keserek etlerini yerlerdi. Bu halde üç yıl durdular. Artık dünya kendilerine dar geliyordu. Nihayet Allahü Taâlâ bu 
acıklı halin bertaraf edilmesini ve kurtuluşu Müslümanlara lütfetti. Kureyş gençlerinden Ümmiye oğlu Züheyir, Ormu oğlu Hişam, Adi oğlu Mu'tim ve 
Hişam oğlu Ebulbahteri, Esved oğlu Zern'a isimli beş kişi bir araya gelerek 
mukavele ve münasebet kesme işini görüştüler. Bundan dolayı teessürlerini 
açıkladılar ve bu kâğıdın yırtılıp mukavelenin feshi işini üzerlerine almağa karar verdiler. Ertesi günü Kaleye gittiler. Bunlardan Züheyir, yedi defa Kâbeyi tavaf ettikten sonra ahaliye şöyle hitabede bulundu: Ey Mekkeliler; Haşim oğulları muztarip bir halde hiç bir şeyi satın alamaz ve kendilerinden de bir şey satın alınmaz iken, bizim karınlarımız tok bulunuyor. Böyle şey olur mu? Aile bağlarını koparan bu müthiş sözleşme kâğıdı bitirilinceye kadar Allaha kasem ederim ki yerimde oturmayacağım. Bu hitabı işiten Ebu Cehil yerinden kalkarak bağırdı. Yalan söylüyorsun, vallahi bu mukavele bitirilmez. Kabe etrafında Zem'a, Ebul Bahteri, Mut'im, Hişam bağırarak Ebu Cehil'i yalanladılar ve Züheyrin doğru söylediğini tasdik ettiler. 
Ebu Cehil, bu işin gece müzakere edilip kararlaştırıldığını ve hemen hemen bütün kabilenin bu işte kararlı olduklarını ve buna muhalefetin fenalık tevlit edeceğini düşündü. İçine korku düşerek geriledi. Mut'im mukaveleyi parçalamağa kalktı ise de, hayretler içinde şunu müşahede etti. Mukavele kâğıdında yalnız «Besmele» durmaktadır ve diğer kısımlar ağaç kurtlan tarafından yenilmiştir. Bu suretle Peygambere ve ashabına, dağlardan Mekkeye avdet fırsatı çıkmış oldu ve içinde daraldıkları zulüm çenberi koptu. Yerlerine dönünce Peygamberimiz îslâma davet vazifesine devam ettiler. 

Böylelikle Müslümanların adetleri arttı. Ve Kureyşlilerin baş vurdukları işkence, propaganda ve kat'î münasebet teşebbüsleri boşa çıkmış oldu. 

Müslümanları dinlerinden döndüremediler, Peygamberi de nübüvvet vazifesinden alıkoyamadılar. Cenabı Hak, bütün güçlüklere ve manilere 
rağmen onu selâmete çıkardı.

* * *

ISLAMA DAVETİN ŞİDDETLENMESİ

Kureyşlilerin İslâm’ın neşrine muhalefeti normal bir şeydi. Çünkü Peygamber davet vazifesini yüklenip kendisiyle beraber bu mukaddes vazifeyi üzerine 
alan kitleyi alnı açık olarak ve meydan okuyarak gizlilikten aleniyete çıkarmıştır. Üstelik bu iş bizzat Mekke'de ve Kureyşlilerin gözü önünde kendileriyle 
bir yüzleşme mânasını da taşıyordu. Çünkü halk, Allah’ın birliğine ve yalnız ona ibadet etmeğe, putları terkedip, içinde yaşadıkları bozuk nizamdan sıyrılmağa davet ediliyordu. Bu sebeple Kureyşlilerle toptan mücadele edilmiştir. 

Peygamber onlara yanlış düşündüklerini ve tanrılarının bir mânâ ifade 
etmediğini, yaşayışlarının değersizliğini yüzlerine vurmakta iken Kureyşlilerle mücadeleye girmesi mümkün olur mu idi? Hele Kur'an âyetlerinin nüzulü 
devam edip: «Sîz ve Allahtan başka tapındıklarıniz cehennemin odunusunuz» mealindeki âyet ile onlara hücum ediyor ve bunu kendilerine açıkça söylüyordu. 

Bilhassa içinde yaşadıkları faizcilik hayatını kökünden sarsmak suretiyle pek sert hücumlar yapıyor ve Kur'anın Rum sûresinde: "insanların mallarını arttırsın 
diye verdiğiniz faizler, Allah nezdinde fazlalık yapmaz.» yolundaki âyeti onlara okuyor, «insanlardan alırken ölçüyü tam tutup, onlara verirken eksik verenlerin 
veyl hallerine" âyetiyle teraziyi eksik tutanları korkutuyordu. Bundan dolayı  ona muhalefet veya eziyet yapmak, kâh her türlü alış verişi kesmek, şahsına ve dinine karşı propaganda yapmak suretiyle kendisini ve ashabını incitmeye başladılar. Peygamber de gerek kendilerine ve gerekse yolsuz ve yanlış görüşlere ve bozuk imanlara hücum ediyor ve dinin neşrine aralıksız devam ediyordu. Dine davet için açıkça hareket ediyor, dolambaçlı, üstü kapalı sözler kullanmıyordu. Kureyşlilerden türlü işkenceler çekmesine ve bağına gelen bütün müşkilâta rağmen silâhsız, yardımcısız, tek başına ne zaafa uğramış, ne boyun eğmiş, ne de hatır gönül yapmak için dalkavukluk etmiştir. Açık alınla etrafa meydan okuyarak tekmil gücü ve imaniyle herkesi hak dinine davet etmekte idi. Bu vazifenin ağırlığından dolayı hiç zahmet çekmiyor, zorluk duymuyordu. Kureyşlilerin Peygamber ile halk arasında sed çekmek için koydukları bütün manileri yenmekte yüksek seciyenin büyük tesiri ve yardımı olmuştur. Bunun için halk Allanın dinine kavuşmuştur. Hakkın kuvveti, haksızlığı alt ederek İslâmın nuru her gün artmıştır. Putperestlerden ve hıristiyanlardan bir çoğu Müslüman oldular. 

Kureyşlilerden bir çoğu Kur'anı dinleyerek ona meyil etmeğe başladılar.

Ömrü oğlu Tafil, asil ve ferasetli bir insandı. O sıralarda Mekke'ye geldi. Kureyşliler hemen kendisini görmeğe gittiler; Muhammed'in sözleri büyü gibi tesir ederek insanları birbirinden ayırıyor. Mekkede bizim bağımıza gelen dertlerin kendisinin ve kavminin de başlarına gelmesinden korktuklarım söyliyerek, Muhammed'le görüşüp onu dinlememesini ve bunun kendisi için hayırlı olacağını söylediler.
Tafil bir gün Kâbeye gittiği vakit Peygamber de orada idi. Tafil Peygamberin bazı sözlerini işitince bunların güzel şeyler olduğunu anladı ve kendi kendine: «Ben ki akıllı ve şair bir adamım. Elbette sözün güzeli, çirkini gözümden kaçmaz, bu adamın söylediklerini dinlemeğe ne mani var, bunlar güzel sözlerse tutarım, değilse bırakırını» diyerek Peygamberin arkasından evine gitti ve kim olduğunu ve içinden neler konuştuğunu ona söyledi. Resulüllah, Müslümanlığı ona anlatıp Kur'andan bazı âyetler okumuştur. O da hemen Müslüman olup şehadet getirmiş, sonra kendi kavmine dönerek onları Müslümanlığa davet etmiştir. Yirmi Hıristiyan, Resulü Ekrem Mekkede iken yanına gelip oturdular, kendisine bazı sualler sordular ve cevaplan dinlediler, ona inanarak tasdik ettiler. Onların bu halleri Kureyşlileri fena halde kızdırmış ve: «Gayretlerinizi Allah boşa çıkarsın, dindaşlarınız sizi buraya bu adamdan haber getirsin diye göndermişken, siz adamın karşısına oturur, oturmaz hemen ona iman edip kendi dininizi terkettiniz.» Kureyşlilerin bu sözleri, kafileyi Peygambere tâbi olmaktan alıkoymadığı gibi, Müslümanlıktan da döndürememiştir. Belki imanlarına iman katılmıştır. Bu suretle Peygamberin vazifesini daha açıkça yapmasına ve halkın da Kur'an dinlemeğe olan hevesinin artmasına sebep olmuştur. O derecede ki Kureyşîiler içinde bu işin en müfrit düşmanları bile kendi kendilerine: Bu adam hakikaten hak dinine davet ediyor ve halka vaadettiği ve korkuttuğu şeyler acaba doğru mudur, diyerek bu tereddütlerini izale için gizlice Kur'an dinlemeğe kadar kendilerini sürüklediler. Öyle kî; Harb oğlu Ebu Süfyan, Hişam oğlu 
Ebu Cehil, Amru bir gece birbirlerinden habersiz Muhammed evinde iken onu dinlemeğe gitmişler. Bunlardan her biri bir yer beğenmiş, hiç biri diğerinin 
beğendiğini bilmiyor, görmüşler ki, Muhammed biraz uyuduktan sonra gece uyanarak ağır ağır Kur'an okuyor, dinledikleri âyetler onların ruh ve gönüllerini 
teshir etmiş, ortalık ağarıncaya kadar kulak kesilmişler. Dağılıp evlerine dönerken yolları bunları bir araya getirmiş, yekdiğerine; bu hareketlerinin çirkin 
düşeceğinden bir daha yapmamalarını söylemişler ve, kafasız bazı kimseler bizi görürlerse vaziyetimiz kötüleşir ve Muhammed'in bize karşı dâvayı kazanmasına sebep olur, dedikleri halde ertesi akşam bunlardan her biri, sanki ayakları onları sürüklüyormuş gibi ayni yerde Muhammed'in Allahın Kitabını okuduğunu dinlemek ihtiyacını duymuşlardır. Yine şafak sökerken yolda tekrar birbirlerine kavuştuklarında bu hareketlerinin uygunsuzluğunu tekrarlamışlarsa da, üçüncü gece de oraya gitmek arzusuna galebe çalamayınca, Muhammed'in dâvetine karşı hissettikleri zaafdan korunmak için bu hareketi tekrar etmemeyi karşılıklı kararlaştırdılar. Filhakika bir daha oraya gitmedşlerse de, üç gece dinledikleri Kur'an, ruhlarında Öyle izler bırakmıştır ki bunu birbirlerine sormaktan kendilerini alamadılar. Her biri derunî bir ıztırap içine düşmüş, kavminin reisleri iken bir zaafa düşmenin bütün kavmi Muhammed'e imana sevkedeceğinden korkmağa başlamışlardı. Kureyşlilerin tekmil muhalefetine rağmen davet yürüdü. 
Bu hal Kureyşlilerin keyfini bozmuş ve bu davet Mekkede yayıldıktan sonra Arab kabileleri arasında da yayılacağından korkulan artmıştı. 
Bundan dolayı Peygambere ve ashabına karşı fenalık ve işkenceleri artarak Peygamber çok darlanmıştı. Bunun üzerine Taif'den yardım istemek ve kendilerine zahir olarak İslâm dinine girmeleri için Peygamber Taife gitmiş ise de çok fena karşılanmıştır. Taifliler kölelerini ve ayak takımlarını teşvik ettiklerinden onlar da Peygambere küfürler savurarak, onu taşa tutmuşlar ve ayaklarını kanatmışlardır. Onlardan kurtularak geri döndüğünde Rabia'nın oğulları Şebib'in üzüm bağlarının duvarı kenarında oturarak bu hali ve davet vazifesini düşünmeğe başlamışlardır. Mekkeye ancak şehrin ileri gelen kâfirlerinden birisinin himayesi altında girebilmek, Taif'lilerden gördüğü kötü muameleden sonra oraya giremiyecek... 

Oturduğu yer iki kâfir kardeşin bağı olduğundan orada kalamıyacaktı. Bu suretle ıztırabı son haddine gelince bütün kalbi ile güvendiği Allahına en acıklı ve elmeli bir halde şikâyet için başını semaya kaldırarak Allahtan hoşnutluk diledi ve şu duada bulundu :

“Allahım, gücümün ve imkânımın azlığını ve halk nezdindeki değersizliğimi görüyorsun, Ey! Merhamet edicilerin en merhametlisi ve güçsüz kulların 
Rabbı ve benim de Rabbimsin. Allahım, beni kime emanet edersin? Bana yüzünü ekşitecek, somurtacak bir yabancıya mı, beni köle gibi kullanacak bir düşmana mı? Bana karşı sende küskünlük olmadıktan sonra bu gibi şeylere kıymet vermem. Fakat beni bunlardan koruman bana daha elverişlidir Yarabbi! Karanlıkların aydınlandığı, dünya ve âhiret işlerinin iyi olduğu yüzünün nuruna sığınırım ki, gücenmene ve infialine beni maruz bırakma. Sen razı oluncaya kadar sana yalvarırım. Herhangi bir fenalıktan sakınmak veya herhangi bir iyiliği yapmak ancak senin yardımınla olur.”

Sonra Adi oğlu Mutim'in himayesi altında Mekkeye dönmüştür.

Kureyşliler; Taif'de Peygambere yapılan muameleyi öğrendiklerinden onlar da kendisine karşı fenalıklarını arttırmaktan geri kalmadılar ve onu tanımamak kararını şiddetlendirdiler. Halkın onu dinlemesine mani olduklarından Mekke'nin kâfir halkı ondan uzaklaştılar. Bu hal Peygamberi vazifeden alıkoymadı. Hac mevsimlerinde Arap kabilelerini İslama davet ile kendisinin Allah tarafından gönderilmiş Peygamber olduğunu bildiriyor ve kendisine inanmalarını söylüyordu. Halbuki amcası Abdülmuttalib oğlu Abdülâzi Ebu Leheb peşini bırakmıyor, nereye giderse onu takip ediyor, halka kendisini dinlememelerini söylüyordu. Onlar da bu sözlerin tesirine kapılarak Peygamberi dinlemekten vaz geçtiler. Hazreti Peygamber bunun üzerine civarda bulunan kabilelere uğrayıp onlara göründü. Bu kabilelerden hiç biri kulak asmadı. Bunların hepsi nahoş bir şekilde ve hattâ bunlardan Beni Hanife, çirkin bir şekilde onu reddettiler. Beni Âmir ise, kendi yardımiyle muzaffer olursa ondan sonra riyasetin kendilerine 
geçeceği ümidine düşmüşlerdi. Peygamber ise, bunun Allaha ait olup onun dilediğine kalacağını söyleyince onlar da diğer kabileler gibi Peygamberi reddettiler. Böylece Mekke halkı lslâmiyeti ve Taif'liler de Allahın Resulünü istemediler, kabile¬ler de Peygamberin dine dâvetine yan çizdiler. Mekkeye hac için gelen kabileler; Muhammed'in içinde bulunduğu yalnızlığı ve kendisine el uzatanlara karşı Kureyşlilerin husumetini ve ona yardım edenleri çember içine alan düşmanlarını gördüklerinden Peygamberden yüz çevirmeleri arttığı gibi Peygamberin de yalnızlığı ziyadeleşmiş, Mekke muhitinde dine davet vazifesi zorlaşmış ve Mekke cemaati ümit kırıcı bir şekilde kâfirlikte ısrar işini şiddetlendirmişti...

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder