Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 6
MEKKE'NİN ZABTI
Resul-i Ekrem'le Kureysliler arasında akdedilen Hudeybiye musalehasından sonra Huzâa kabilesi Peygamberle anlaşmış olduğu gibi Bekir oğulları da
Kureyşlilerle anlaşmışlardı. Kureyşlilerle Müslümanlar arasında münasebetler düzelmiş ve her iki taraf birbirinden emin olarak kayıplarını telâfi yoluna
girmişlerdir. Bu arada Resul-i Ekrem de nübüvvetini bütün insanlara tebliğ ve Arab yarımadasında devletin temellerini takviye ve asayişin takviyesine
çalışarak Hayberlilerin zararlı mevcudiyetine son verdiği gibi muhtelif devletlere murahhaslar göndermek suretiyle hariçle de temas etmiş ve Arab
yarımadasının her tarafını kaplamış olan îslâm devletinin temellerini takviye için çalışmıştır. Hudeybiye meselesinin üzerinden bir yıl geçtiği için ilk
defa yapamadıkları için borç kalan hac işine hazırlanmalarını müslümanlara emretmiştir. İki bin kişilik mü'minler kervanı yola düzülmüstür.
Hudeybiye anlaşması gereğince erkeklerden hiç biri kınlarına sokulmuş birer kılınctan başka yanlarına silâh almamışlardır, îmam-el mücâhidin
Efendimiz putperestlerin hainliklerini bildiği için Müselleme oğlu Muhammed'in kumandasında yüz atlıyı Mekke harimine girmemek üzere öncü olarak göndermiştir. Müslümanlar geçen seneden borç kalan Kâbeyi tavaf vazifesini yaptıktan sonra Medine'ye dönmüşlerdir. Bunların avdetlerini lüteakip Mekke halkı hak dinine girmeğe başlamıştır. Halid ibni Velid, Asî oğlu Ömrü ile Kâbenin bekçisi Talha oğlu Osman müslüman oldukları gibi Mekkelilerden bir çoğu da bunlara uyarak müslüman olmuşlardır. Böylelikle müslümanların mekke'de kuvvetleri artmış, Kureyşliler sarsıntıya uğramışlardır.
Müslümanlar Möte çenginde bir çok zayiat verdiklerinden Kureyşliler artık müslüman kuvvetinin zayıf düştüğüne kanilarak Bekir oğulları kabilesini teşvik
ederek ve onlara silâh vererek Huzaahlar kabilesine tecavüz ettirmişler ve onlardan bazılarını öldürmüşlerdir. Huzaalılar bu hücum üzerine Mekkeye
kaçtıkları gibi bunlardan Salim oğlu Ömrü Medine'ye koşmuş ve olup bitenleri Peygambere anlatarak kendisinden yardım istemiştir. Resul-i Ekrem de:
«Ey Salim oğlu Ömrü, istediğin yardım sana verildi.» buyurmuştur. Peygamber Kureyşlilerin yaptığı bu nakz-i ahdin karşılığı ancak Mekke'nin zabtı olabileceğini düşündü. Kureyşliler bu ihanetten korkarak andı yenilemek ve müddetini uzatmak için Ebu Süfyan'ı Medine'ye gönderdiler. Medineye giden Ebu Süfyan, Peygamberi görmek için kendi kızı ve Peygamberimizin eşi olan Ümmü habibe'nin evine gitmiş ve yanına girince Peygamberin yatana oturmak istemiştir. Ebu Süfyan'ın kızı yatağı katlamıştır, übu Süfyan, yatağı mı benden, yoksa beni mi yataktan esirgedin deyince, kızı: «O peygamberin yatağıdır. Sen ise murdar putperestsin, üzerine oturduğunu istemem» demiştir. Ebu süfyan benden sana kötülük geldi deyip evden çıkmış, Peygamberin yanına gelmiştir. Resul-i Ekrem nezdinde andı ve andın uzatılmasını konuşmuş hiç cevap alamamıştır. Ondan sonra Ebubekir'le konuşmuş ondan da mukabele görmemiş tir. Hattâb oğlu Ömer'e gitmiş sert ve kötü karşılanmıştır. Ömer; Allahın Resulünü sizin için mi ikna edeyim? Vallahi ben bir toz zerresi olsam yine onunla birlikte savaşırım» dedi. Ebu Süfyan Ebu Talib oğlu Alinin yanında Fatma olduğu sırada yanlarına girdi ve sebeb-i ziyaretini anlattı ve Resul-i Ekrem nezdinde tavassutta bulunulmasını istedi. Ebu Talib oğlu Ali su cevabı verdi: «Peygamberin yapmak istediği şeyi ifadan onu menedecek kimse bulunamayacağını, güzellikle anlattı. Ebu Süfyan, Fatmaya oğlu Hasan'ın insanları himayesini söyledi. Fatma da: Allahın Resulüne karşı hiç kimseyi himaye edemeyeceğini söyleyince çok müteessir olan Ebu Süfyan Kureyşlilere dönerek Medine'de karşılaştığı muameleyi anlattı. Resulullaha gelince: Hemen davranarak halkın hazırlanmasını emretmiştir ve Mekke'ye gitmiştir. Maksadı Kureyşlilere ani bir baskın yaparak onlara müdafaa fırsatı vermeden ve kan dökülmeden teslim olmalarını temin etmekti. Müslüman ordusu Medine'den Mekke'ye doğru hareket etmiş ve Mekke'ye yirmi kilometre mesafede konaklamış, ordunun mevcudu on bini bulmuştur. Kureyşlilere bu orduya dair hiç bir haber gelmemişti. Kureyşliler Hazreti Peygamberin kendileriyle döğüşmek için geleceğini biliyor ve ona karşı koymak için ne yapılmak lâzımgeldiğini birbirleriyle münakaşa ediyorlardı. Bu sırada Ebu Süfyan duyulmakta olan tehlikenin derecesini anlamak için Mekke'den çıkmış yolda, müslüman olan Abbas'a tesadüf etmişti. Abbas Peygamberin kısrağına binmiş aman dilemeleri için Kureyşlilere gidiyordu. Ebu Süfyan'a seslendi: «Allahın Resulü ordunun içindedir. Eğer zorla Mekke'ye girecek olursa veyl Kureyşlilerin haline!» dedi. Ebu Süfyan bu işin hal çaresi nedir, diye sorunca Abbas onu kısrağının arkasına bindirmiş ve yürümüştür. Hattâb oğlu Ömer'in yaktığı ateşin yanından geçerlerken Ömer, Peygamberin kısrağım görmüş ve Ebu Süfyan'ı tanımıştır. Ömer Ebu Süfyan'ın başını vurmak istediğinden Abbas ile Ömer arasında sert bir münakaşa olmuştur. Abbas hemen Peygamberin çadırına girerek: Ey Allahın Resulü! Ben ona aman verdim dedi. Peygamber de :
Ey Abbas onu yanına al, sabah olunca bana getir dedi. Sabah olunca Ebu Süfyan getirildi, müslüman oldu. Bu defa Abbas tekrar huzuru Peygamberiye girerek:
Ey Allahın Resulü, Ebu Süfyan Övünmeyi sever. Ona bir şey yap dedi. Peygamber de : «Evet;. Ebu Süfyan'ın evine sığınan ve kendi evinde oturup
üzerine kapusunu kapayan ve mescide giren kimseler korkmasınlar» buyurdu. Bunun üzerine dağın Mekke'ye girilecek yerinde, vadinin dar geçidinde
Ebu Süfyan'ın alıkonulmasını emretti. Oyle de yapıldı. Oradan geçen askerlerin kuvvet ve heybetlerini gözleriyle gören Ebu Süfyan Mekke'ye Kureyşlilerin
yanına döndüğü vakit; sesinin en yüksek perdesiyle şöyle bağırdı : Ey Kureyşliler! Muhammed, kendisine karşı duramayacağınız bir ordu ile geldi.
Ebu Süfyan'ın evine sığınan ve kendi evlerinde kapılarını kapayıp bekleyenler ve mescide girenler için korku yoktur... Bunun üzerine Kureyşliler karşı
koymaktan vaz geçtiler, Peygamber yürüdü ve Mekkeye girdi. Emniyet tedbirleri aldı. Ordunun dört kısma ayrılmasını, döğüşmemesini ve kan dökmeme sini emretti. Mecbur edilmedikçe, zorlanmadıkça tecavüzde bulunmamalarını ilâve etti. Böylece ordular Mekkeye girdi. Bunlardan yalnız Halid ibni Velid'in
ordusu biraz mukavemete maruz kaldıysa da onu atlattı, Resulü Ekrem Mekke'nin en yüksek yerinde yere inerek yürüdü ve Kâbeye geldi. Kabe etrafında yedi defa dolaştı. Sonra Talha oğlu Osman çağırdı, Kâbeyi açtırdı ve kapısında durdu. Halk kalabalıklaştı, Resulullah onlara hitab etti ve Cenabı Hakkın Kur'an-ı Keriminde: “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve sizi soylara kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız.
Allah nezdinde en iyileriniz, Rablerini düşünüp ondan en ziyade çekinip korkanlardır. Muhakkak Allah, alîm ve habîrdir. Bilgisi tükenmez ve ilminden
bir şey kaçmaz” ayetini okudu sonra; Ey Kureyşliler size ne yapacağımı sanıyorsunuz? diye sordu. Onlar da: İyi şeyi yapacaksın, çünkü sen muteber
bir kardeşsin ve kardeş oğlusun dediler. Resûl-i Ekrem de: Gidiniz, cümleniz serbestsiniz buyurdu. Bu sözlerle Kureyşlilerin ve Mekkelilerin yaptıkları
fenalıklar affedilmiş oldu. Hazretî Peygamber Kâbeye girdi. Duvarlarında melâikelerin ve peygamberlerin resimlerini gördü. Emri üzerine bu resimler bozuldu.
Sazdan yapılmış bir güvercin heykelini eliyle kırarak yere attı, sonra elindeki değnekle bütün putları göstererek : «Hakikat olan islâmiyet geldi, boş olan
kâfirlik can verdi.» mealindeki âyet-i kerimeyi okuyup putların hepsini al aşağı etti, mukaddes Kâbeyi bunlardan temizledi. Mekke'de onbeş gün kalarak
şehrin idare ve intizamını sağladı. Mekke halkına İslâmiyeti izah ederek öğretti. Mekke'nin işgali tamamlanarak İslâm nurunun yayılmasını gölgeleyen maniler bertaraf edildi. Bu suretle Cenabı Hakkın ümmeti Muhammed'e lâyık gördüğü nusrat ve fetih güneş gibi gözlere çarptı.
İmam-el Mücâhidin Hazreti Muahmmed bütün bu neşir ve tamim ve kökleşme işlerinde daima halkı tenvir ve irşada büyük kıymet ve ehemmiyet vermişlerdir.
Resul-i Ekrem'in bu babta mesaisi hakkında şu misalleri verebiliriz :
Hazreti Halid ibni Velid Yemenlileri hak dinine davet için bir müfreze ile gönderilmiş ise, yaradılıştan kumandan olan bu zat, irşad işinde muvaffak olamamış yerine Hazreti Ali gönderilmişti. Hazreti Ali bu vazifede muvaffak olmuştur.
Peygamberimiz eshabından bu tenvir, irşad ve îslâma davet vazifesiyle gönderdiği insanların başında Kur'an-ı Kerimi en iyi bilenler, Bakara gibi en uzun surelerini ezberlemiş olanlar ve bunları en iyi anlayanlar gönderilirdi.
Bundan başka San'a'ya Resul-i Ekrem zevceleri Ümrnü Selemenin biraderi Ebî Ümmiye gönderilmişti.
Hadramut'a Bedir mücahidlerinden Zeyyad Bin Lebid yine San'a'ya, ilk iman edenlerden Halid Bin Said gönderilmişti.
Dillere destan olan Hatem Tay'in oğlu Adi bin Hatem Tay kabilesine gönderilmişti.
Âlâ bin Hadrami Bahreyn havalisine gönderilmiştir.
Eshabı Kiramın meşhur âlimlerinden Ebu Musa el Eş'arî Aden'e gönderilmiştir.
Yine sayılı sahabeden Maaz bin Cebel Cünd'e gönderilmiştir.
Bunların meşhurlarından Cerir bin Abdullah Becelî Zül-kila' Humeyriye gönderilmiştir. Burası bir zamanlar Hümeyri hükümdarlarının merkezi idi.
Ahalisi kamilen müslüman olmuş ve bunu tes'id için dört bin köle azad edilmiştir.
Bütün bu tafsilâttan da anlaşılacağı üzere müslümanlık; büyük Peygamberimizin çizdiği bir program, plân, gayret, irşad ve doğruluk sayesinde yıldırım
hıziyle yeryüzüne yayılmıştır.
* * *
HUNEYN GAZVESİ
Mekke'nin müslümanlara geçmesinden sonra vuku bulan bir hâdise Hevazen kabilesinin müslümanlara karşı harekete geçmesidir. Hevazen'e karşı büyük bir
kuvvet hazırlanmış ve Huaeyn vadisine yürümüş. Hevazenliler müslümanları bir pusuya düşürmeğe ve ok sağanağına tutmağa muvaffak olmuşlar, bu yüzden
bir aralık şaşkınlık baş göstermiş, fakat müslümanlar kendilerini çabuk toplamış, bilhassa Resul-i Ekrem'in fevkalâde itidali sayesinde vaziyet kurtarılmış,
muazzam bir galebe kazanılmış ve düşmandan altı bin esir alınmış, daha sonra bütün bu esirler Hazreti Peygamberin bir emriyle serbest bırakılmıştır.
Bu muharebeye dair bir miktar tafsilât vermek faidelidir: islâm ordusu Huneyn deresine doğru yokuş aşağı yürürlerken birdenbire düşman kabilelerinin
hücumuna maruz kalmışlardır. Avioğlu Malik adamlarına taarruz emri vermiş olup onlar da tek bir insan imiş gibi fırlayarak müslümanlan ok yağmuruna
tutmuşlardır. Henüz sabah karanlığında apansızın her taraftan gelen bu ok yağmuru tabiatiyle bir şaşkınlığa sebep olmuştur.
Bir çok insan yüzgeri etmiş, gayri muntazam bir ric'ata başlamıştır. Ordunun gerisinde bulunan Peygamberin yanından gecen askerler durup kendisine
bakmıyorlardı bile... Resul-i Ekrem amcası Abbas ile birlikte dimdik ayakta duruyorlardı. Peygamberin etrafım muhacirin ve ensardan ve akrabalarından
pek az kimse sarmış bulunuyordu. Bunlar bozguna uğrayan insanlara: Nereye ey insanlar, nereye diye bağırıyorlardı.
Bu ses, maatteessüf bir akis yaratmıyordu. Düşman bu kaçakları müthiş bir şekilde takip ediyordu. Kendilerine yetiştikleri yerlerde kaçanları oklarla yere
düşürüyorlardı. Bu korkunç ve tehlikeli anda Peygamber ordusuna en gür sesiyle hitap ediyor, fakat bu sesi duyuramıyordu. Henüz yeni müslüman
olmuş olan insanlar bu vaziyet karşısında birdenbire dönmüşler, âdeta düşmanlar gibi sevinmeye başlamışlardır. Bunların içinde Hanbel oğlu Külde:
Bugün afsun bozuldu; Talha oğlu Osman oğlu Şeybe ise bugün Muhammedden intikam alıyorum; Ebu Süfyan ise bütün bütün coşarak, müslümanların
bu hezimeti ancak onların denize dökülmesiyle sona erer diyordu. Bunlar ve bunlar gibiler Mekkede yeni müslüman olmuş kimse¬lerdi. Bunlar Peygamberin
ordusiyle birlikte savaş meydanına gelmişlerdi. Fakat bozgun içlerindeki kuruntu ve tereddütleri açığa vurmuştu. Artık en nazik zaman gelip çattı.
Her şeye rağmen Peygamber yerinden kıpırdamadı ve harp meydanında kalmayı tercih etti ve meydanda ilerledi. Düşmana karsı beyaz kısrağı üzerinde saldırdı. Yanında, yukarıda da yazıldığı gibi Amcası Abbas ile Abdülmuttalib oğlu Elhâris oğlu Ebu Süfyan vardılar. Elhâris oğlu Peygamberin bindiği kısrağın yularını tutarak ilerilemesine mani oldu. Amcası Abbas ise gür sesiyle bağırmakta idi: Ey ensâr ve muhacirler, ey ağaç altında biat ahdi yapan
muhacirler, Muhammed sağdır, geliniz diye bağırmış ve bu feryadı tekrarlamıştır ki bu sesin akisleri her tarafı çınlatmıştır. Bozguna uğrayan müslümanlar
bu sesi işitenler, Peygamberi hatırlamışlar ve uğurunda o güne kadar yaptıkları gavzeleri de akıllarına getirmişlerdir.
Bu ricatın putperestleri üstün kılacağını ve islâm dininin yok olacağını düşünmüşlerdir. Bundan sonra herkes, heryandan, Resul Ekrem'in Arncasının
sözüne ve dâvetine uyarak harb meydanına saldırmışlar ve fevkalâde bir kahramanlık ve eşsiz bir fedakârlıkla ateşlere atılmağı ve icap ederse o ateşte
yanmağı göze almışlardır. Peygamberin etrafında toplanmağa başlayan müslümanların sayılan artmağa başladı. Bunlar harb meydanına atılmışlar,
göğüs göğüse döğüşerek harbi kızıştırmışlardır. Peygamberimiz bu sırada iki avucuna çakıllar alarak düşman üzerine fırlatmış ve:
Yüzler bozulsun buyurmuştur.
Müslümanlar Allah yolunda Ölümü hiçe saydılar, harb şiddet kesbedince Hevazen ve Sakif kabileleri büsbütün mahvolacaklarını anladıklarından bozgun
halinde, hiç bir tarafa bakmadan,arkalarında mallarını müslümanlara ganimet bırakarak kaçtılar. Müslümanlar bunların peşlerini bırakmayarak takibe
koyuldular, ellerine geçenleri katlettiler ve düşmanı müthiş bir hezimete, kahkaharî bir mağlubiyete uğrattılar. Düşman kumandanı Avf oğlu Mâlik Taife
kaçarak öylece canını kurtardı. Cenabı Hak müslüman büyük bir zafer ihsan buyurmuştu. Bunun üzerine şu âyeti kerime nazil olmuştur:
«Alah size bir çok yerlerde çokluğunuzu beyendiğinîz halde bu çokluğun üzerinizden her hangi bir sıkıntının defi olmasına yaramadığını, genişlikleriyle
beraber yerlerin size dar geldiği ve arkalarınızı çevirip döndüğünüz Huneyn günü galibiyet yardımını yaptı: Sonra Resulüne ve müminlere gönül rahatlığı
verdiği gibi görmediğiniz yardımcılar da indirmiş ve imansızları azap içinde bırakmıştır ki bu, imansızların cezasıdır. Allah günahlarına tövbe edenlerden
dilediğini affeder. Alİah günahları bağışlayıcı ve kullarını esirgeyicidir.»
Bu harbde müslümanlar büyük ganimet elde etmişlerdir. Ogün sayıldığına göre yirmi iki bin deve, kırk bin koyun, dört yüz okka gümüş ve saire...
Putperestlerden bir çok da maktul ve altı bin esir...
Müslümanların zayiatları çoktu, fakat tadat edilmemiştir, iki müslüman kabilesinin yok olduğu tarih kitaplarında yazılıdır. Bunların cümlesinin namazları
Peygamberimiz tarafından kıldınlmıştır. Resul Ekrem bu ganimetleri ve esirleri bırakarak Avf oğlu Mâlik'in kaçıp iltica ettiği Taif'i muhasara etmişlerdir.
Taif Sakif kabilesine ait olup mukavemetli bir şehirdi. Taifliler de kale harbi usullerine aşina ve çok zengin insanlardı. Ok atmakta da mahir idiler,
Müslümanlara ok atmışlar ve bir çoklarını şehid etmişlerdir. Bu kalenin aşılması kolay değildi. Bunun için islâm ordusu kaleden uzak duruyor ve Cenabı
Hakkın kendileri ve düşmanları için ne yapacağını bekleyip duruyorlardı. Cenabı Peygamber Taif'i taş gülle atan toplarla döğmek için yardımcılar tedarik etmiş ve muhasaranın dördüncü günü Taife hücum edilmiş taş atan toplarla kale beden leri doğulmuş ve hisarlara doğru taarruza geçilmiştir. Fakat üzerlerine, ateşte eritilmiş demir parçaları atıldığından hücum muvaffak olmamıştır. Bunun üzerine müslümanlar Taif'liler teslim olsunlar diye bağlarını tahrip etmişlerse de bu hareket neticesiz kalmıştır. Zilkade ayı girmiş olduğundan haram aylar başlamıştı. Resul Ekrem Taifden Mekkeye dönerken, esirlerin ve ganimetlerin bulunduğu yerde konakladılar. Peygamberimiz Avf oğlu Melik gelip teslim olacak olursa malını ve çoluk çocuğunu bağışlayacağını kendisine ayrıca yüz deve vereceğini vaddettiğinden Mâlik gelmiş, müslümanlığı kabul etmiş ve bunları almıştır. Diğer ganimetler muhacirlere taksim edilmiş ve Resul Ekrem kendi hissesine bir şey istememiştir.
* * *
İmamülrnucâhidin, Peygamberimiz efendimizin gerek Uhud gerekse Huneyn gazaları esnasında tek başına kaldığı zaman gösterdiği sebat ve metanet ve
tevekkül cidden şayanı hayrettir. Bu; Peygamberimizin Allaha olan iman ve tevekkülünün bir tezahürüdür. Peygamberimizin Allaha bağlılığına ve inancına
dair bol misaller mevcuddur. Bunlardan bazıları şöyledir:
Resul Ekrem Necit muharebesinden dönerken eshabiyle birlikte bir ağacın gölgesinde istirahat etmiş, cümlesi yorgunluktan bitap düşerek uyuya kalmışlardı.
Peygamberin kılıncı ağacın üzerinde asılı idi. Bu sırada oradan geçen bir bedevi bu vaziyetten istifade ederek Peygamberin kılıncını almış, kınından çıkarmış ve Cenabı Peygambere hücum etmişti. Resul Ekrem uyanmış, bedevinin üzerine yürüdüğünü görmüştü. Bedevi şöyle bağırmıştı:
“— Seni kim kurtarır şimdi elimden?.! Resulullah cevap verdi: Allah!...”
Bedevinin elindeki kılınc yere düştü. Allahın kudreti bir anda tecelli etti.
* * *
Yine başka bir gün Peybamberi öldürmek kasdiyle fırsat kollayan bir adam yakalanarak huzura getirilmiş, Resul Ekrem bu adamın serbest bırakılmasını
emrederek: «Bırakınız onu, beni öldürmek istese de öldüremez» buyurmuştu. Peygamber bu sözlerle Cenabı Hakkın kendisini himaye ve siyanet
buyurduğunu anlatmak istemiştir. Peygamberimizi zehirlemek isteyen Yahudiye, maksadının ne olduğunu sorduğu zaman:
— Seni üldürmek istiyordum, demesi üzerine
— Yapamazsın! Cenabı Hak sana o kuvveti vermedi, buyurmuştu.
Bütün bu misaller islâmın büyük Peygamberinin irnanındaki ihtişamı göstermek itibariyle son derece mühimdir.
* * *
TEBÜK HARBİ
İslâmiyetin sür'atle inkişafı ve intişarı, civardaki hristiyanları endişeye düşürüyor du. Suriyeden gelen haberlere göre Roma devleti islâmiyete karşı mühim
hazırlıklarda bulunuyordu. Bu malûmat Peygambere ulaşınca, kendisinin gelecek orduyu bizzat karşılamasını ve bir plân tanzimini düşündü.
Bu programın esası, müslümanlara tecavüze cesaret edecek kuvvetleri bir daha baş kaldıramıyacak surette imha etmekti. Mevsim yaz nihayeti ve
son baharın başlangıcı idi. Yaz sıcağının şiddeti artmıştı. Medineden Şama kadar olan bin üçyüz küsur kilometrelik mesafenin aşılması çok zor ve yorucu idi.
Su ve iaşeye çok ihtiyaç vardı. Bu hakikatin halka bildirilmesi ve keyfiyetin gizli tutulmaması zaruri idi. Ayrıca Romalılarla harb edileceğini de bildirmek
lâzımdı. Bu tarz hareket Peybamberin şimdiye kadar girdiği harblerde tuttuğu yola muhalifti. Çünkü Resul Ekrem hareketini daima gizli tutar ve çok defalar
düşmanı şaşırtmak ve nereye gideceğini gizlemek için bir istikametten diğer istikamete teveccüh ederdi. Bu defa ise hududlarda Romalılarla savaşmak
İçin hareket edeceğini açıkça ilân etti. Bu sebeple toplanması elzem büyük bir orduyu meydana getirmek için bütün kabilelerin hazırlanmalarım, adetçe
ve silâhça üstün bir kuvvet meydana getirmek için müslüman zenginlerinin de Cenabı Hakkın kendilerine bahsettiği maldan harcamaları bildirildi.
Müslümanlar bu tebliği muhtelif şekillerde karşılamışlardır. Bütün samimiyet ve halis bir inançla hak dinine girmiş olan rnüslümanlar bu teklife «Lebbeyk» diye heyecanla mukabele etmişlerdir. Bunlar meyanında üstüne binip gidecek vasıtası olmayan fakirler olduğu gibi mallarını Allah yolunda canı gönülden Peygamberin emrine veren ve şehidlik veyahut korkudan müslüman olanlar ise bu vaziyete karşı ağır davranmağa ve çeşitli bahaneler uydurmağa başladılar. Bunlar sahte müslumanlardır ve birbirlerine, sakın bu sıcakta gitmeyiniz diyorlardı. Bunun üzerine «Sıcakta gitmeyiniz dediler.
Cehennemin ateşi daha sıcaktır. Bunu anlasalar, da!» âyeti nazil oldu. Resul Ekrem Seline oğullan kabilesinden olan Kays oğlu Cedde şöyle hitap etti:
Ey Ced! Sarı renklilerle savaşmağa gönlünün rızası varmı? Ced şöyle mukabele de bulundu: Ey Allahın Resulü, bana izin verde günaha girmeyeyim.
Benim soydaşlarım benden ziyade kadın düşkünü kimse olmadığını bilirler. Sarı renklilerin kadınlarını görürsem uslu duramayacağımdan korkarım...
Peygamber ondan yüzünü çevirdi ve «onlardan, bana izin verde beni günaha sokma diyenler vardır. Bilsinler ki günahın içine düşmüşlerdir. Gerçek cehennem kâfirleri kuşatmıştır.» mealindeki âyeti kerime bu sebeple nazil oldu. Sahte müslümanlar harbe çıkmakta teallül etmekle kalmayıp halkı savaştan soğutmağa da kalktılar. Peygamberimiz bunlara karşı şiddetli davranarak bir ceza tertibini de lüzumlu görmüştür. Yahuri Süveylemin evinde toplanarak halkı harbden soğutmak ve bozgun yaratmak için çalışanlar Peygamber tarafından haber alınınca Ubeydullah oğlu Talhayı eshabdan bir keçiyle Yahudinin evine göndermiş, evi yaktırmış, kaçanlardan bazıları sakatlandığı gibi çokları da ateşten canlarını zor kurtarmışlardır. Bu ceza diğerlerine ibret olmuş ve bozgunculuğa artık kimsede cesaret kalmamıştır. Resulullahın gösterdiği bu şiddet ve dûrbinlik orduda tesirini göstermiş, ordu mevcudu otuz küsur bin müslümana yükselmiştir. İslâm tarihçileri bu orduya usret yâni zorluk ordusu ismini verdiler, çünkü bu ordunun .şiddetli sıcaklar altında, susuzluk ve uzun mesafeler kath mecburiyeti zamanın imkânlarına göre cidden aşılması zor bir hâdisedir. Peygamberimiz bu ordunun kurulmasiyle meşgul olduğu vakit imamet vazifesini Hazreti Ebubekir ifa etmiştir. Kesul Ekrem Medinedeki vazife için kendi yerine Müslüme oğlu Muhammedi ve aile hususları için de Hazreti Aliyi vekil bırakmıştır, îslâm ordusu gayet muhteşem, heybetli kuvvetli ve kalabalık bir halde Medineden ayrılırken bütün kadınlar evlerinin damlarına çıkmış, gördükleri harikulade manzaradan cûş-u hurûşa gelerek müminler ordusunu çılgınca alkışlamıslar ve Arap an'anelerine göre askerleri teşvik ve teşcih etmişlerdir.
«Buna benzer bir manzaraya da biz 1917 senesi başlarında Yafa'an gaze meydan muharebesine giderken şahid olduk. Bire on nisbetinde adetçe faik,
silâhça üstün İngiliz ordularına karşı sadece göğ¬sündeki iman kuvveli, Peygamber aşkı, din kudretiyle ilerileyen Türk ordusunu Südût köyünün Arap
kadınları böyle teşvik ve teşcih etmişler ve çoğumuzu ağlatmışlardı. O ateşle hızla ateş hattına giren Türk Mehmetçikler, azim bir zafer kazanmış ve ,
İngiliz ordusunu büyük bîr mağlubiyete uğratmıştı.»
İste Medineden çıkan Hazreti Muhammed'in ordusundaki on bin atlının heybetli manzarası da insanları coşturmuş ve nusat yollarına sürüklemişti.
Roma orduları Tebükte müslümanların üzerine yürümek için hazırlanıyordu. Onlar müminler ordusunun bu muhteşem kuvvetini öğrenince telâş ve dehşete kapıldılar. Daha evvel Möte harbinde, böyle bir kuvvete sahip değil iken müslümanların gösterdikleri celüdet ve kahramanlığı düşünerek bu defa haklı bir korkuya kapılmaları tabii idi. Bu sebeple müstahkem mevkilerinde kendilerini müdafaa edebilmek için Roma orduları Şam şehirlerine çekilmeği muvafık bulmuşlar ve Tebük ile çöldeki bütün mevkilerini terk ederek büyük bir ricata başlamışlardır, îmamülmücahîdîn Efendimiz düşmanın içine düştüğü bu korku ve ricat hareketini haber alınca Tebük üzerine yürüdü ve ordugâhını orada kurdu ve artık Romalıları Şam şehirlerine kadar takibe lüzum, görmedi. Cenabı Peygamber Tebükte bir ay kadar kalmış ve bu müddet zarfında etrafındaki kabilelere haberler göndererek cümlesini hak dinine davet etmiş ve bunlardan bir çoğu imana gelmiş bir çoğu da vergiye bağlanmıştır. Hududlarda bulunan ufak tefek hırîstiyan hükümetleriyle itilâf nameler akid olunmuş ve böylece hududlarda sulh ve müsalenıet temin edilmiştir.
* * *
ARAP YARIMADASINDA İSLÂM HAKİMİYETİ
İslâmın nuru, koyu karanlıklar ve zulmetler içinde Arab yarımadasında doğdu, bu güneşin ışıklan oradan bütün yeryüzüne yayıldı.
Bu güneşin şuaları, uzun ve kasvetli gecelerin zifiri karanlıklarını yarmadan evvel yalnız Arab yarımadası değîl, bütün cihan vahşet, zulmet, zulüm ve kahır,
cehalet ve ıstırap içinde yüzüyordu.. Arabistanda cehalet ve putperestlik almış yürümüştü. Efendimize vazifei nübüvet teveccüh edip, müslümanlığın neşir
ve tamimi Allah tarafından emredilince ilk tebligat telkinat ve nazil olan âyetlerle bu dinü mübin yanlış terazi hileli tartı ve çeşitli ahlâksızlıklara, adaletsizliğe son çeken hükümlerle ümmeti muhammede iblâğ edilmekte idi. Büyük hakikatlerin ortaya atılması, beşer hayatına yeni istikamet veren, büyük ve cihanşümul medeniyetin umdelerini ihtiva eden müslümanlık, bu satırlara kadar okuduğu muz tafsilattan da anlaşılacağı veçhile bin bîr zorluk, bin bir mâni ve çeşitli suikastlara maruz kalmış ve bunların cümlesi tafsilâtını gördüğümüz gibi iman kuvveti, ahlâk, cesaret ve fasılasız mücadelelerle bertaraf edilmiştir. Hiç şüphesiz ki ahır zaman Peygamberi, bütün bu zorlukları yenecek, Allahın hükmünü yürütecek ve bütün mânileri azimle, iradesiyle, cesaretiyle,
dehasiyle ve imaniyle yok edecek bir hilkatte yaradılmıştı.
Evvelâ Arab yarımadasında, sonra bütün cihanda maddi ve manevî bir islâm devleti ve hükümranlığı kuran Zat -ı risâlet-penahulul-azm bir Peygamberdir.
Onun kurduğu devlet, yasadığı ve yaşattığı tarih, cihan medeniyetine kıyamete kadar kıymeti bakı hediye ettiği din kendisinin azametine, kudretine, ikdamına ve imanına sahiddir.
Bütün Arabistan şirk içinde yüzdüğü devirlerde tevhid sancağını kaldırmış, bütün bir cihan husumetle tek başına mücadele etmiştir. Yıldığı, ürktüğü, durakladığı, azminin sarsıldığı dâvasından zerre kadar fedakârlık ettiği görülmemiştir. AIlahdan aldığı emiri yerine getirmek, islâm dinini yaymak. Kur'an hükümlerini yürütmek ve medeniyeti muhammediyi neşir ve tamim etmek için çöllerde her kum zerresi karşısına dağ gibi dikilmiş fakat Peygamberimizin azmi ve onun nübüvet vekan Önünde kar gibi erimiş, onun Peygamberine sesini boğmak ve yeni doğan dini öldürmek isteyen düşmanları mahf ve perişan olmuşlardır.
Bedir harbinde teçhizat ve silâhları noksan ve kötü. sayıları az üçyüz müslümanın herşeyleri mükemmel bin kişi ile savaşmağa mecbur oldukları vakit, Peygamberimizin dağ gibi, bir azim ve iman heykeli gibi düşman karşısına dikilmesi zaferin müminlere teveccüh etmesini mümkün kılmıştı.
İslâmın büyük Peygamberinin kısa zamanda hükmünü cihana yaydığı dinin bu sürat ve bu şekilde yayılması tesadüfün eseri değil, himmet ve iman gayretinin neticesidir. Huneyn harbinde düşmanların baskınları ve savletleri karşısında şaşıran ve gerileyen İslâm ordusu gayb ettiği maneviyatı, Fahri kâinatın sarsılmaz cesareti ve yerinde dini dik duran kahraman vaziyetinden ibret alarak düzeltmiştir. İslâmiyetin, nur huzmeleri gibi yayılışında, bizatihi birer nur huzmesi olan Kur'an âyetlerinin insan ruhunda yaptığı tesirler ve yarattığı furtunalar cidden mühimdir. Bu âyâtı kerimeden bazılarının lâfzan ve maalen tercümelerini aşağıya sıralamağı faydalı bulduk.
1— Es-Saf suresinin altıncı âyeti bütün insanlara şu müjdeyi verir:
«Meryem oğlu îsa da bir zaman söyle demişti: Ey israil oğulları ben size Allahın Peygamberiyim. Benden evvelki Tevratı tasdik edici, benden sonra gelecek
bîr Peygamberi de kî ismi Ahmettir müjdeleyici olarak geldim. Fakat o kendilerine açık açık beyyineler getirince bu, apaşikâr büyücüdür» dediler.
Bu âyeti celilenin bütün diğer âyeti kerime gibi taşıdığı i'caz ve belagat insan ruhuna elektrik ceryanları gibi tesir etmekte idi. Tercemeler ne kadar
mükemmel olursa olsun, hatta arapça terceme ve tefsirlerin dahi Zatı kibriyaya mahsus ilâhi bir talâkat manzumesi olan âyetlere kat'iyyen benzemediği
muhakkaktır. Şu kadar diye biliriz ki: Kur'an Kerim Arab lügati ve Arab cümleleriyle nazil olduğu halde bugüne kadar hiç bir Arabın bir tek âyetine nazire yapamadığı, onun ilâhi eser olduğunıın en kat'î delilidir.
2 — Şimdi yine Es - Saf suresinin sekizinci âyetini görelim. Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
«Onlar ağızlariyle Allahın nurunu söndürmeğe yelteniyorlar. Halbuki Allah, kendi nurunu, kâfirler hoşlanmasalar dahi tamamlayıcıdır.»
3 — Seba' suresinin 28 inci âyetini aşağıya alıyoruz:
«Habibim, seni rahmetimizin müjdecisi, azabımızın habercisi ve bütün insanların Peygamberi olmaktan başka bir sıfatla göndermedik.' Fakat insanların
çoğu bunu bilmezler.»
Bütün bu âyetlerde müsahade ettiğimiz ilâhî belagat, talâkat ve i'câzdır ki yıldırın hıziyle insan ruhlarını istilâ etmiş, hükmünü yapmış ve kalpleri hakka
küşâde, insanları iman nuruyla nurlandırmıştır.
Buna muvazi olarak Resul Ekrem'in de sahip bulundukları yüksek ahlâk, fazilet, necabet, uluvvücenâb ve bunun gibi sayısız meziyetler Cenabı Hakkın kendisine
tevdih buyurduğu Peygamberlik vazifesini yapmağa ve islâm dinini kıyamete kadar baki kılmağa hizmet etmiştir.
Bütün bu mütalaaları göz önüne alarak İslâm hakimiyetinin nasıl teessüs ettiğini takip edelim:
Tebük gazasiyle Resul Ekrem haricî siyasetini tanzim etmiş, hududlarını emniyet altına almış ve düşmanlara kudretini tanıttırmıştır.
Bundan sonra Arab yarımadası haricindeki insanları îslâma davet vazifesine başlamıştır. Tebük seferi biter bitmez Cenubda Yemen, Hadramut,
Umman halkı müslümanlığı kabul ederek îslâm hükümranlığına baş eğmiştir. Hicretin dokuzuncu yılında diğer bütün kabileler dairei İslama dahil olarak
bütün Arab yarımadası bir bütün halinde ve islâm devleti şeklinde tarih sahnesine çıkmış ve hükümranlık tamamlanmıştır. Romalılarla olan hududlar da
emniyet altına alınmıştır.
Sultan Enbiya Hazreti Muhammedin, bütün ebnâyi beşere hitap eden islâm dinine girmeleri için ecnebi hükümdarlara gönderdiği namei hümayunlarından
bir danesini aşağıya alıyoruz:
«Bismillâhirrahmanirrahim. Roma imparatoruna. Esselâm-ü menittehaalhüdâ "Üzerimize vacib olandan sonra... Sizleri Islama çağırıyorum. Kabul edin. Cenabı Hak sizi iki taraflı mükâfatlandırır. Sizler bu islâmiyet davetinden istinkaf ederseniz halkınızın bütün günahları üzerinizde kalır. Ey kitap ehilleri! Sizin ve bizim için dahi en münasip olan dine geliniz.
O da şudur: Yalnız Allaha iman etmek ona başka ortak tutmamak, diğerlerine Allah dememek. Ey kitap sahipleri! Sakın bu davetten çekinmeyiniz!
Biz müslümanız, dinimize islâm denir.»
* * *
Müslümanlık Arab yarımadasında kökleştiği gibi onun ziyası hududlardan taşmış, etrafa yayılmıştı. Bununla beraber, başlangıçta Arab yarımadasında tuhaf
bir manzara hüküm, sürmekte idi. Bir yandan ekseriyeti teşkil eden müvahhitlerle, Putperestler yanyana yasamakta idiler. Gayri müslimler, eninde
sonunda bu nurun ziyasına katılmışlar ve müslüman cemiyeti içinde kaynaşıp gitmişlerdir. Müslümanlığın bütün semavi kitapları kabul etmeleri, onların ibadet ve dinlerine hürmet etmelerine mukabil yahudiler daima dinimizi istihza ve istihdaf ile karşılamışlar ve islâm güneşi doğduğundan şu ana kadar düşmanlık ve husumetten bir zerre bile eksiltmemişlerdir. Bir kısım halkın putlara tapması, müminlerin putları kırması büyük bir tezad teşkil ediyordu.
Buna son vermek zamanı geldi. Tebük savaşı sona erdikten sonra Hazreti Ebubekirin riyasetinde müslümanlar hacca gidince tövbe suresi nazil oldu.
Bu surenin şu âyeti büyük bir mâna taşıyordu:
« Allah ve Resulü tarafından haccı ekber günü bütün insanlara beyan olunur kî: Allah ve Peygamber müşriklerden uzaktır. Eğer tövbe ederseniz bu sizin
için hayırlıdır. Yüz çevirsenizde, bilin ki Allahtn takdirini zayıflatamaz sınız. Kâfirlere acıklı azabı bildir.»
Bu âyeti kerime nazil olunca Resulü Kibriya hemen Ebutalib oğlu Aliyi çağırarak Hazreti Ebubekirin nezdinde gönderdi ve şu talimatı verdi: Git hutbe ver ve tövbe suresini halka oku! Hazreti Ali, Minada halkı topladı, yanında Ebu Hüreyre vardı. Yüksek sesle şu âyetleri okudu:
«Allaha şirk koşanlardan andlaşmış olan kimselere verilmiş olan ahietlere Allah ve Resulü tarafından son verilmiştir.»
«Allaha ortak koşanların sizinle döğüstükleri gibi sizde onların cümlesiyle döğuşunuz. Allahın, kendisinden korkanlarla beraber olduğunu biliniz.»
Bu âyetlerin okunması bittikten sonra biraz duraklayarak, yüksek sesle şöyle bağırdı:
«Ey İnsanlar! Müslüman olmayan cennete giremez. Bu yıldan sonra müşrikler hac edemez ve kâbe etrafında çıplak dolaşamaz.»
O günden sonra hiç bir putperest hac etmemiş, hiç kimse çıplak olarak Kâbeyi tavaf etmemiştir. Bu hâl islâm dâvasının rasanetini ve islâm devletinin
kökleştiğini gösteren en büyük misallerdir.
* * *
Resul Ekrem Medinede bulundukları müddetçe müslümanlara imamet ve riyaset edip onların hakemliğini de ifa ederdi. Müslüman hakimiyeti tamamiyle
teessüs ettikten sonra etrafındaki bütün kabilelerle andlaşmalar yapılmış vilâyetlere valiler ve şehirlere beğler tayin edilmiştir. Peygamberimiz valileri
tayin buyururken onlara vazifelerini hak ve adalet dahilinde ifa» etmelerini ve bulundukları memleketin halkını hoş tutmalarını emir ederdi. Valileri
memleketin eşrafından, imanları son derece kuvvetli ve samimî insanlardan seçerlerdi. Ayrıca bu valileri, vazife mahalline göndermeden evvel imtihana
tabi tutardı. Meselâ: Yemen'de vali gönderdiği Cebel oğlu Maaz'a söyle sormuşlardır:
— Halka ne ile hükmedeceksin?
— Allahın kitabiyle...
— Bulamaz isen?
— Peygamberin sünnetiyle...
— Yine bunda da bulamaz isen?
— İctihad ederim.
Cevabını verdi. Peygamberimiz: « Benim sefirlerimi, Allahın ve Resulünün sevgilerini celbe muvaffak eden Allaha binleree hamdüsenalar olsun» diye
şükürler etti.
Resul Ekrem Bahreyne vali olarak gönderdiği Seid oğlu Ebani'ye şu talimatı verdi:
«Halkı hoş tutmak hususundaki vasiyetimi yerine getir. ileri gelenleri saygı ile karşıla.»
Hazreti Peygamber valilerini çok güzide insanlardan seçerdi. Onlardan halka rnüslümanlığı öğretmelerini, zekât ile diğer vergilerin tahsilini ve hazine
mallarının muhafazasını istedi. Halkın iyilik hislerini okşamalarını, onlara Kur'an öğretmelerini, din anlayışlarını kuvvetlendirmelerini, haklı olanlara
yumuşak, haksız olanlara karşı sert olmalarını, halk arasında nizamsızlık ve şûris olursa onu bastırmalarını ırk ve kabile dâvalarının yasak edilmesini
emrederdi. Allaha sirk koşulmasının meni, ganimet mallarından beşde birinin beytülmale verilmesi bu evamir cümlesindendir. Resul Ekrem; gönül nzasiyle
Ve içten inanarak müslüman olan, ihtida eden insanların müslüman hukuk ve vecaibine sahip olduklarım beyan eder ve hıristiyanlık ve yahudilikte kalmak
isteyenlerin serbest bırakmalarını emrederdi. Birgün Maaz'a söyle hitap buyurdular:
«Yanlarma gideceğin halk, kitap ehlidir. Onlara ilk söyle-yeceğin şey. Allaha ibadet etmeleridir. Allahı tamdıklarını görür isek zenginlerden alır fakirlere veririz.
Onlara, Allahın kendilerini zekât ile borçlu tuttuğunu söyle, dinlerlerse al, fakat mallarının en kıymetlisini almaktan sakın. Zulme uğrayanların bedduasından
sakın. Zira, dualarda Allah ile insan arasında hâil yoktur.»
Bundan mada Pepgamber, bazı vakitler mal tahsili için hususi memurlar da gönderdi. Nitekim her sene Revvaha oğlu Abdullahı meyvelerin tahmini için
Haybere gönderirdi. Hayber yahudileri tahminin fazlalığından şikayet etmişlerdi. Ya¬hudiler Revvaha oğluna rüşvet teklif etmişler, kadınlarının ziynet
altunlarından bir çıkın içinde getirerek: Bu senin olsun, tahminini az tut demişlerdi. Revvaha oğlu Abdullah da buna kargılık:
«Ey Yahudiler cemaati! Sizler Allahın mahlukatı içinde sevmediklerîmizsinîz. Fakat bu tefret beni sîzlere zulmetmeğe sevketmez.
Teklif ettiğiniz rüşvete gelince: O, en menfur kazançlardandır. Biz onu yiyemeyiz.»
Yahudiler bu hareket karşısında; gökler ve yerler bu feragatle ayakta durur demişlerdir. Resul Ekrem valileri ve beğleri daima teftiş ettirir, kendisine getirilen haberleri dinlerdi. Bahreyn valisi hakkında Kays kabilesi tarafından vaki olan şikayet üzerine kendisini azletmiştir. Peygamberimizin devlet idaresindeki
hassasiyeti şayan dikkattir. Valileriyle sıkı hesap görür, onların varidat ve masraflarını inceden inceye tetkik ederdi. Bir kere, zekât tahsili için birini
memur etti, tahsilat sonunda bu memur hesap verdi ve getirdiği mallardan; bu sizin, bu da benimdir, bana verilen hediyelerdir dedi. Bunun üzerine Resul Ekrem söyle buyurdu. Allahın bizi borçlu tuttuğu vazifelerde çalıştırdığımız kimselerde ne oluyor ki ba sizindir, bu da bana hediye edilmiştir demektedir. İnsan kendi atasının, babasının evinde oturduğu vakit kimse ona durup dururken hediye getirir mi? Bizim bir işe çalıştırdığımız ve karşılığını verdiğimiz kimsenin hakkından fazla birsey alması hırsızlıktır buyurdular.
Peygamber içtimaî ve islâmî nizama son derece riayet ederdi. Birgün Maaz'ın namazı uzatmasından Yemen halkı şikâyet etmiş ve Resulallah da onu
tekdir etmiş, halka imamet edenlerin namazı uzatmamalarım emretmiştir.
Resul Ekrem halkın adalet işlerini yürütmek için kadılar tayin ederdi. Nitekim Ebutalib oğlu Ali'yi Yemen'e kadı gönderdiği gibi Nevfel oğlu Abdullahı da
Medine kadısı tayin etmiştir. Cebel oğlu Maaz ile Ebu Musa El'eş'ariyi Yemen kadılıklarına gönderdiği zaman ikisine de; ne ile hükmedeceksiniz diye
sormuştur. Her ikisi de cevap olarak Kur'an ve sünnetle orada bulamazsak kıyâsla cevabını vermişler. Resul Ekrem de bu cevaptan memnun kalmışlardır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki islâmm büyük Peygamberi, kurduğu devlet ve medeniyet de hükümet ile halk arasındaki münasebetleri en ince teferruatına
kadar takip ederlerdi.
Bundan mada Resul Ekrem halkın işlerini tedvir için daire müdürleri demek olan kâtipler tayin ve istihdam ederdi. Hazreti Ali anlaşmalar ve uzlaşmalar
kâtibi idi. Elhâris mühürdar idi. Ebu Fatma oğlu da ganimetler kâtibi idi. Bunlardan başka Hicaz meyvelerinin tadadı ve diğer vergilerin tahsili, alacak ve
verecekler, ticaret anlaşmaları ve kırallarla muhabere için kâtipler tayin eder ve onlarla meşvereden hoşlanırdı. Kendisinin, doğru görüşlü, ferasetli
insanlardan on dört müşaviri vardı. Bunlardan yedisi ensardan, yedisi muhacirlerdendi. Haraza, Ebubekir, Cafer, Ömer, Ali, Ibni Mes'ud, Süleyman, İmâr. Huzeyfe. Ebuzer. Mikdat, Bilâl belli başlı müşavirlerdendi.
Bu müşavirlerden başkalarına da danıştıkları olurdu. Peygamber tarlalara, meyvelere ve hayvanlara vergiler koymuştur. Bunlarda zekât, aşar ve harb kazançları vergileriyle gayri müslimlerin, arazi, haraç ve cizye vergileri idi. Zekât. Kur'anda gösterilen sekiz türlü kimselere dağıtılır, bu vergiden başkalarına bir şey verilmezdi. Zekâttan devlet masraflarına da sarfedilmezdi. Savaş ganimetleri ve gayri müslimlerden alınan arazi ve şahsi vergiler devletin idaresine ve ordu masraflarına kâfi gelirdi. Devlet kendisini fazla mala muhtaç göremiyordu. işte Peygamberimiz devlet cihazını bu suretle kurmuş ve hayatı müddet ince bu teşkilâtı ikmal ve itmam etmişti. O suretle ki islâm devletinin reisi, muavinleri, valileri, kadısı, ordusu, daire müdürleri ve müşavere meclisi vardı.
Peygamberimizin kurduğu bu hükümet şekil ve vazife itibariyle bütün müslümanlar için bir örnek teşkil eder. Peygamberimiz Medinede hayatının sonuna kadar islâm devlet ve hükümet reisi olarak vazife görmüştür. Hazreti Ebubekir ile Hazreti Ömer kendilerinin yardımcıları idi.
* * *
İSLAM DEVLETİNE KARŞI YAHUDİLERİN VAZİYETİ
Yahudilerin Peygamberimizin karşısındaki vaziyetleri o kadar mühim değildi. Mühim olan şey umumiyetle Urban ve hususi olarak Kureyşlilerdi.
Bu sebeple Yahudilerin dairei itaata alınmaları ve bunlardan kafa tutanların uzak tutulmaları için muahedeler yapılmıştır. Fakat islâm devleti büyüyüp,
hükümranlığı genişledikçe Yahudilerin fitne ve fesatları da art-mağa başladı. Bedir harbinde müslümanların galebesini gören Yahudiler bunu kendileri için
tehlike sayarak müslümanları kötülemeğe ve Peygambere yapılacak fenalıklar hakkında aralarında görüşmeğe başladılar. Bunları Peygamberimiz haber
almakta idi. Yahudilerin bu mel'un tasavvurlarını müslümanlar haber alınca onlara karşı kin ve nefret artmakta ve her iki taraf yekdiğerine karşı fırsat
gözetmekte idi. Yahudilerin edebsizlikleri artmıstı. Avf oğlu kabilesinden Ebu Af Peygamberimizi ve müslümanları tahkir ve tezyif eden şiirler gönderiyor
ve Mervan kızı Asma'da islâmiyeti kotülüyor ve Resul Ekremi rencide ediyor, ortalığı kışkırtıyordu. Eşref oğlu Kaab müslüman kadınları aleyhinde şiirler
ve hicviyeler düşüp Mekkeye gelip bunları orada okuyor, Hazreti Muhammed aleyhine halkı teşvik ediyordu. Müslümanlar bu hallere tahammül edemeyip
bazı yahudileri katletmiş ve gözlerini korkutmuş ise de onların fenalıklarının önüne geçilememiştir. Peygamberimiz, bunlarla akdettiği sözleşmelere hürmet
ederek birdenbire harekete geçmemiş ise de bu halin devamı takdirinde Kureyşlilerin uğradıkları kötü akıbete kendilerinin de uğrayacaklarım bildirmiş
ise de bu Peygamberane ihtar yahudiler nezdinde müessir olmamış, bilâkis bunu alaya alarak şu küstah ve necabetsiz mukabelede bulunmuşlardır:
«Ey Muhammed! Harb bilgileri olmayan insanlarla kargılaşıp zafer kazanmak seni aldatmasın. Allaha kasem ederiz ki biz, seninle harb edecek olursak
bizim nasıl insanlar olduğumuzu göreceksin!» demişlerdir. Bu vaziyet karşısında bu küstah ve edepsizce meydan okuma karşısında kuvvete baş vurmaktan
başka çare kalmadı. Müslümanlar harekete geçip Kinka' oğullarım muhasara ettiler. Onbeş gün bunlardan hiç kimse evinden dışarı çıkmadığı gibi kimse
de kendilerine yiyecek ve su götürmedi. Artık Resul Ekreme teslim olmaktan başka çareleri kalmamıştı. Hazreti Peygamber, Medineden defolup gitmelerine
müsaade ettiğinden çekile çekile Vadükuraya kadar gelmişler, bir müddet orada konakladıktan sonra, yüklerini alarak Şam hududundaki Ezrea mevkiine
varmışlardır. Bunların uzaklaştırılmaları zail olmuş ve müslümanlara karşı hürmetle muameleye kendilerini mecbur görmüşlerdir. Hiç şüphesiz onların bu
hali. tepelenmek ve yok olmak korkusundan ileri geliyordu. Yukarıda okuduğumuz gibi yahudilerin riyakâr maskesi, Uhud mağlubiyetinden sonra ve
bilhassa Hendek gazasında yüzlerinden düşmüştür. Ondan sonra seneler boyu yahudi kabileleriyle müminler arasındaki mücadele sürüp gitmiş ve sonu
yahudilerin Hicaz kıt'asından koğulmalariyle gelmiştir.
İslâm tarihinin birinci safhası ve islâm dininin intişar günleri daima yahudi fitne ve hiyanetinin büyük dâvayı gölgelediği günlerdir. Bunun için Cenabı
Hak Mâide suresinin 78 inci âyftiyle:
«îsrail oğullarından olup da küfredenlere Davud'un da, Meryem oğlu isa'nın da diliyle lâ'net olunmuştur. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi.»
Buyurmaktadır. Yine Allahu Teala kitabın aynı suresinin 82 ncı ayeti kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
«insanların, müminlere düşmanlık bakımından en şiddetlisi, and olsun ki yahudilerle Allaha şirk koşanları bulacaksın. Onların, iman sahiplerine sevgisi
bakımından, daha yakınını da and olsun, «biz Nasrânileriz» diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde kesişler, rahibler vardır.
Şüphe yok ki onlar büyüklenmek istemezler.»
Mübarek kitabımız, islâmın rehberi ve ümid-i necatı Kur'-anı Kerimde Cenabı Hak kendi lisaniyle Beni İsrail hakkındaki hükmünü vermiştir ki, bugün
aradan 1378 sene geçmiş olması¬na rağmen hâlâ hükmi tabtaze ve canlı olarak bakidir ve kıyamete kadar da öyle kalacaktır.
7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder