31 Ağustos 2019 Cumartesi

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 2

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 2






Küresel yönetişimin yeni biçimleri (yetki devri, küresel ağlar veya kurumsal sosyal sorumluluk modeli) adına ileri sürülenler, birtakım zor soruları da beraberinde getiriyor. Bu mekanizmaların kime karşı hesap verebilir olması bekleniyor? Küresel düzenleyiciler, uluslararası hükümet-dışı kuruluşlar ve büyük şirketler bu yetkiyi nereden alıyor? Kim bunları yetkilendiriyor ve yönetiyor? Küresel ölçekte daha az örgütlü kişilerin de sesinin duyulduğunu ve menfaatinin gözetildiğini kim garanti ediyor? Küresel yönetişimin zayıf noktası, açık bir hesap verilebilirlik eksikliğidir. 

Bir Ulus Devlette, Politik yetkinin temel kaynağı seçmenlerdir ve hesap verebilirlik için temel araç seçimlerdir. Eğer seçmenlerin beklentilerini ve isteklerini 

karşılayamazsanız, oy alamazsınız. Bu türden bir seçime dayalı küresel hesap verebilirlik ise, gerçekleşmesi fiilen mümkün olmayan bir düşüncedir. Bu nedenle, farklı mekanizmalara ihtiyacımız var. 9 

Muhtemelen alternatif küresel hesap verebilirlik anlayışına ilişkin en iyi tez, tanınmış iki siyaset bilimci olan Joshua Colen ve Charles Saben tarafından ileri sürülmüştür. 

Bu akademisyenler, küresel yönetişimin amaçladığı sorunların çözümünün, hesap verebilirliğe ilişkin geleneksel düşünme yöntemleriyle mümkün olmayacağını tartışmakla işe başlamaktadır. Geleneksel modelde, tanımlanmış menfaatleri olan seçmen bu menfaatleri adına temsilcisine yetki verir. Buna karşılık, küresel düzenleme yeni, genellikle çok teknik ve hızlı şekilde değişebilen sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Küresel “toplum” ise her zaman olduğu gibi hangi problemlerin çözülmesi gerektiği ve nasıl çözüleceği konusunda kafa karışıklığı içindedir. 

Bu şartlar altında, hesap verebilirlik uluslararası düzenleyici otoritenin yapmayı tercih ettiği kuralları “iyi şekilde açıklama” yeteneğine bağlı olmaktadır. Cohen ve Sabel “Sorunları tespit etmenin en iyi yolu, buna ilişkin görüş alışverişinde bulunmaktır” yoksa “güç kullanımı, menfaat açıklaması veya temel menfaatler çerçevesinde güç pazarlığı ile değil” diye yazmaktadır.10 Çözümlerin “teknokratik” olacağı şeklinde bir varsayım burada yoktur. Değerler ve menfaatler farklılaşsa ve ihtilaf sürse bile, uluslararası tartışma herkesin veya birçoklarının meşru olarak kabul edeceği bir izah ortaya çıkaracaktır. Küresel kurallar, hitap ettiği kesim tarafından uyulması zorunlu addedildiği ölçüde hesap verilebilir hale gelir. 

Cohen ve Sabel’in öngördüğü düzen, küresel işbirliği ve koordinasyon çerçevesinde ulus devletten ulus devlete değişebilen kurumsal uygulamalardaki farklılıklara esas itibariyle imkan sağlıyor. Bir ülke ve onun politika yapıcıları, diğer ülkelerdeki mevki daşları olan politika yapıcılarına neden böyle bir çözüm uyguladıklarını açıklaya bildikleri müddetçe farklı çözümler denemekte ve uygulamakta serbesttirler. Farklı çözüm uygulayan ülkeler, bu tercihlerini kamuoyu önünde gerekçelendire bilmeli ve diğer ülkelerin yaptığı tercihlerle karşılaştırılmasına imkan sağlamalıdır. Bununla birlikte, şüpheci bir bakış açısıyla politika yapıcıların çözümlerini gösterişli ifadelerle gerekçelendirmesine imkan tanımanın takiyye yol açabileceği düşünülebilir. 

Sonuçta, Cohen ve Sabel bu tür tartışma-katılım süreçlerinin, “örgütlü küresel bir kitlenin üyeleri olarak dünyanın her bir tarafına yayılmış insanların yeni bir 
kimliği paylaştığı” küresel bir siyasal toplumun doğuşuna yol açacağını umut etmektedir.11 Küresel yönetişim anlayışının siyasal kimliklerde bir dönüşüm olmadan gerçekleşmesi zordur. Eninde sonunda küresel yönetişim, kendilerini küresel vatandaş olarak hisseden bireylere ihtiyaç duymaktadır. 

Belki de gelinen noktada bu durumun pek de uzağında değiliz. Princeton Üniversitesi’nden ahlakbilimci Peter Singer küreselleşmeyi takiben gelişen yeni bir küresel ahlak anlayışından güçlü bir şekilde bahsediyor. Peter; “Eğer.… iletişimdeki devrim küresel izleyiciler oluşturduysa, davranışlarımızı tüm dünyaya gerekçeleriyle birlikte anlatmamız gerekebileceğini” söylüyor.12 Ekonomist ve felsefeci 

Amartya Sen ise, kendimizi doğduğumuz yer ile birlikte etnik, dini ve ulusal olarak tek ve değişmeyen bir kimlikle bağlı görmemizin çok yanlış olduğunu ileri sürüyor. 
Her birimiz meslek, cinsiyet, sosyal sınıf, politik eğilim, hobi ve ilgi alanı, tuttuğumuz takım gibi şeylere dayalı olarak çoklu kimliklere sahibiz.13 Bu kimlikler, birbirlerinin hilafına oluşmuyor ve kendimiz hangisine ne kadar önem verdiğimizi özgürce belirliyoruz. Kimliklerin birçoğu, uluslararası kuruluşlar oluşturmamızı ve menfaatlerimizi geniş bir coğrafyada tarif etmemizi sağlayarak ulusal sınırların ötesine geçiyor. Esas itibariyle bu esneklik ve çeşitlilik, gerçek anlamda bir küresel siyasal toplumun oluşturulmasına da imkan veriyor. 

Küresel yönetişimin potansiyeli hakkındaki bu fikirlerden etkileyici olanlar çok sayıdadır. Sen’in belirttiği üzere, “devletlerin (özellikle ulus devletlerin) siyasi bölünmüşlüklerini 
olmazsa olmaz, bir bakıma esaslı bir şey olarak görmek ile devletleri uygulamadaki kısıtlamaların ötesinde ahlak ve siyaset felsefesi bağlamında 
temel bir değer ayrımı olarak görmek arasında fikirlerin bir çeşit zorlayıcı yönlendirmesi vardır”.14 Ayrıca, siyasal kimlik ve siyasal toplum zaman içinde sürekli olarak daha geniş şekilde tanımlandı. İnsan toplulukları, kabilelerden ve yerel yaşamdan kent devletlerine ve oradan da ulus devlete kaydı. Peki, küresel toplum bir ileriki aşama olamaz mı? 

Bir şeyin değeri ancak kullanılınca anlaşılır. Ortaya çıkan bu küresel yönetişim biçimleri ne kadar ileri gidebilir ve küreselleşmeyi ne kadar destekleyebilir? Uluslararası yönetişim yolunda diğer ulus devlet topluluklarına göre en gelişmiş yapı olan Avrupa Birliği (AB), konuya başlamak için en uygun örnektir. 

Avrupa Birliği: Kuralı Sınayan İstisna 

Cohen ve Sabel küresel yönetişim ile ilgili fikirlerini geliştirmeye kafa yorarken, akıllarında somut tek örnek vardı: Avrupa Birliği. Avrupa tecrübesi bu fikirlerin 
hem potansiyelini hem de sınırlarını göstermektedir. 

Avrupa ulusları kendi aralarında olağanüstü seviyede bir ekonomik entegrasyon gerçekleştirmeyi başardı. Bölgesel seviyede de olsa, bu ölçüde derin entegrasyon gerçekleştiren ve aşırı-küreselleşme noktasına yaklaşan daha iyi bir örnek yok. Avrupa tek pazarının altında işlem masraflarını kaldırmaya ve düzenlemeleri uyumlaştırmaya odaklı muazzam bir kurumsal beceri yatmaktadır. AB üyeleri malların, sermayenin ve işçilerin serbest dolaşımı üzerindeki engelleri kaldırdı. Fakat bunun ötesinde AB üyeleri, bilim politikasından tutun da tüketicinin korunmasına kadar her şeyle ilgili ortak standartları ve beklentileri düzenleyen 100.000 küsür sayfadan oluşan geniş kapsamlı AB mevzuatını yürürlüğe koydu. AB üyeleri, bu mevzuatı gayretli bir şekilde uygulayan Avrupa Adalet Divanı’nı kurdu. AB üyeleri, dış ticaret, tarım, rekabet, bölgesel yardım ve daha birçok alanda yeni kanunlar teklif etmesi ve ortak politikaları uygulaması için Avrupa Komisyonu adı altında bir idari otoriteyi yetkili kıldı. AB üyeleri, Birliğin geri kalmış bölgelerine yönelik mali destek sağlamak ve ekonomik yakınlaşmayı teşvik etmek amacıyla birçok program oluşturdu. On altı üye devlet ortak para birimi olarak Avro’yu kabul etti ve Avrupa Merkez Bankası tarafından yönetilen ortak para politikasına razı oldu. Tüm bunlara 
ek olarak AB, burada sayılması mümkün olmayan birçok uzmanlaşmış birim oluşturdu. 

AB’nin demokratik kurumları ise daha az gelişmiştir. Doğrudan halk tarafından seçilen Avrupa Parlamentosu, yasa yapan ya da denetleyen bir yapı olmaktan ziyade fikir alışverişinin yapıldığı bir yer olarak işlev görüyor. Gerçek anlamda güç (yetki) ise, ulusal hükümetlerin bakanlarından oluşan Bakanlar Konseyi’nin elindedir. Avrupa’nın kapsamlı uluslar-üstü yapısı içinde demokratik meşruluk ve hesap verilebilirliğin nasıl sağlanıp devam ettirileceği eskiden beri zor bir mesele olmuştur. Sağ kesimden gelen eleştiriler AB kurumlarını gereğinden fazla etkili olmakla suçlarken, sol kesimden gelen eleştiriler AB kurumlarındaki “demokratik eksiklikten” şikayet etme şeklindedir. 

Avrupa liderleri, geçen yıllarda AB’nin siyasi altyapısını güçlendirmek için ciddi çaba sarf ettiler, fakat bunun engebeli ve zor bir yol olduğu görüldü. Avrupa Anayasası’nın onaylanması gayreti, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumda red kararı çıkması nedeniyle suya düştü. Bu başarısızlığın ardından Aralık 2009’da yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması gündeme geldi, o da ancak Birleşik Krallık, Polonya, İrlanda ve Çek Cumhuriyeti’nin bu antlaşmanın bazı hükümlerinden muaf tutulması sonrasında mümkün olabildi. Lizbon Antlaşması, Bakanlar Konseyi’ndeki oylama kurallarına ilişkin reform yapmakta, Avrupa Parlamentosu’na daha çok yetki vermekte, AB’nin insan hakları bildirisini hukuken bağlayıcı hale getirmekte ve Avrupa Birliği Zirvesi’nin Başkanlığını yeni bir yürütme mercii olarak kurmaktadır. 

Britanya ve diğer ülkelere yönelik muafiyetler göstermektedir ki, üye devletler arasında Avrupa’yı gerçek anlamda bir siyasal federasyona dönüştürme arzusu ile ilgili olarak önemli görüş ayrılıkları sürmektedir. Britanya gayretli bir şekilde kendi farklı anayasal ve yasal sistemini AB yasa ve kurumlarının etkisinden korumaya çalışmaktadır. Britanya’nın finansal düzenlemeler ve para politikası gibi birçok alandaki uygulamalarını diğer üye devletlerle aynı çizgiye getirmesinde az bir menfaati söz konusudur. Ancak Britanya’nın Avrupa’ya ilgisi esasen ekonomik nedenlerden dolayı sürmektedir. Britanya’nın AB’nin kurumsal gelişimine karşı yetinmeci (asgarici) yaklaşımı ise, Fransa ve Almanya’nın zaman zaman çok istekli oldukları federalist amaçları ile ciddi bir şekilde çelişmektedir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder