TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 5
Doç. Dr. Ali Murat ÖZDEMİR
Küreselleşme konusunda takınılan tavırlar üçe ayrılabilir:64 Bu bağlamda, küreselleşmenin kaçınılmazlığı ve bu durdurulamaz süreç karşısında ulus devletlerin ya da sendikaların yapabilecek bir şeyleri bulunmayan madunlar olduğu itikadını taşıyan görüşlerin65 karşısına, küreselleşmenin –bazı durumlarda bir takım mekanizmaların ilk kez ortaya çıktığına şahit olsak bile - sömürü ilişkilerinin belirleyenlerini değiştirmediği (bunun ilk kez yaşanmadığı) ve sonuçları itibariyle tarihi bir yenilik sunmadığı iddiası konulabilir.66 İkinci görüşün bir uzantısı olmasa daona yakın bir üçüncü görüş, küreselleşmenin abartıldığı görüşüdür. “Özellikle Hirst ve Thompson dünya ekonomisindeki değişme eğilimlerinin kurumsal ve işlevsel önemli sonuçları olabileceğini teslim etmekle birlikte, dünya ekonomisinin küreselleşmiş değil, üç kutuplu uluslararasılaşmış bir yapı (triad) olarak görülmesi gerektiğini ileri sürmekte dir”.67
Üçüncü görüş, bir yandan çokuluslu şirketlerin küreselleşme sürecindeki işlevine yüklenen anlamın abartıldığını vurgularken, diğer yandan küreselleşmeye hiçbir alternatif bulunmadığı savını reddetmekle, ikinci görüşe birincisinden daha yakın durmaktadır.68
İktidarın yapısı ve onunla girilen ilişkinin sonuçları üzerine odaklanan tartışmalar Marksist söylem içerisinden iş gören kozmopolitanizm ve ülkesellik (territoriality) izlekleri arasındaki rekabete konu olmaktadır. Kozmopolitan söylemin Marksist versiyonları içerisinden gidildikçe ortaya insanlığın oldukça eski dönemleri ile yeni dönemlerini aynı şekilde kapsayabilecek bir devlet kavramsallaştırması çıkmaktadır.
Devletin tarihsizleşmesi olgusunun ardında, yeni iktidar ilişkilerini barındıran alan oluşumlarının her seferinde kendiliğinden devlet oluşumu olarak
yorumlanması eğilimi yatmaktadır. Bu eğilimin ardında da iktidarın yüzer gezer ve kerameti kendinden menkul bir olgu olarak değerlendirilmesinden kaynaklanan mistik bir inanışın bulunduğu söylenebilir. “İmparatorluğun bu pürüzsüz uzamında hiçbir iktidar mekânı yoktur; iktidar her yerde ve hiçbir yerdedir. İmparatorluk bir ou-topia, daha doğrusu bir yok-yerdir”69. Bu haliyle devlet, kendi kendisini üreten, kendi kendisini üretirken bilgiyi de üreten ve kontrol eden, alternatif güç odaklarını oluşturabilecek alternatif düşünme biçimlerini ezen ve bu suretle belirli bir rasyonaliteyi temsil eden ve toplumsal sınıflara dayanmaksızın anılan bu rasyonalite aracılığı ile kendisini var eden, var edişi toplumsal yapılardan azade olduğu ölçüde de tarihsiz, bir güç deposu olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada toplumsal iktidarın temeli olarak ülkeselliğin devletle özdeş hale getirildiği söylenebilir. Böyle bir devleti ele geçirmek bu devleti yeniden üretmek anlamına geldiği ölçüde, ülkeselliği de yeniden üretmek anlamına gelecektir. Ülkesellik iktidarın görüngülerinden birisi olarak karşımıza çıkacak, kozmopolitan söylem de bu kapsamda başka bir boyutta başka bir ülkesellik fikrinin (re-territorialisation), bir başka deyişle küresel imparatorluğun kurucu unsurlarından birisi olarak tebarüz edecektir.
Bu bağlamda Hardt ve Negri’nin İmparatorluk adlı çalışması yeniden ülkeselleştirmenin en yetkin teorizasyonlarından birisi olarak entelektüel bilgi dolaşımına girmiştir. Buna göre, bir dönem kapitalist küreselleşmenin nesnel uzamını oluşturan ulusal devlet ve onun içerdiği yerellikler, uluslarüstü şirketlerce oluşturulan bir ağ tarafından, sermaye birikiminde oynadığı rollerle birlikte geri plana itilmiş, yerinden edilmiştir: “Modern birikim kapitalist-olmayan çevrenin biçimsel boyunduruğuna, postmodern birikim ise bizatihi kapitalist alanın gerçek boyundu-ruğuna dayanır”.70 Kapitalist alanın gerçek boyunduruğunda yerel olana içrek yalıtılmışlık ve kendine benzerlik durumları da dönüşmüş, duvarları parçalanan yerel evrensele bağlanabilir hale gelmiştir.71 Yeni bir ülkeselleştirme var ise yeni bir devlet de embriyonik formda da olsa ortaya çıkacaktır. İmparatorluk küresel düzlemde iktisadi ve siyasi istikrarın sağlanması için hukuki düzenlemeyi gerçekleştirmek çabasına dayanmaktadır. “Kuruluş açısından bakacak olursak, küreselleşme süreçleri artık sadece bir olgu değil; aynı zamanda tek bir ulus-üstü politik iktidar figürü tasarlama yönündeki tüzel tanımların bir kaynağıdır”.72 Ancak imparatorluk deyince kendi periferisindeki artığı kendi merkezine taşıyan emperyalist bir organizasyon
anlaşılmamalıdır. İmparatorluk küreselleşen iktidarın parçalanmış, yaygın ve anonim ağına denk düşer. Bu aşırı gelişkin iktidar ağının sinir, tendon ve damarları öylesine yaygındır ki metropol merkezler tarafından tam anlamı ile kontrol edilemezler.
Burada hukuka ve özellikle Amerikan demokrasisinin anayasal düzeneğinin küresel ölçekte tatbikatından sorumlu tutulan uluslararası hukuka, iyileştirici
(progressive) roller verilmiştir. Yeniden ülkeselleştirmenin ve bu bağlamda ortaya çıkacak olan eşitsiz güç ilişkilerine dayalı sistemin esası hukuktur. Bu (iyileştirici) yaklaşım, savaşın karşısına diktiği hukuka, özgürleştirici bir potansiyel atfeder ve hukukun genelleştirilmiş soyutlamasını temsil eden hukukun üstünlüğü prensibinin küresel ölçekli uygulamasını, evrensel barışın önkoşulu haline getirir. Burada hukukun biçimi, içeriğinden (hukuk kavramlarının içinde anlamını bulduğu ilişkiler, bu kavramların içerdiği emirlerden) soyutlanmış halde ele alınır. Kimin hukukunun üstünlüğünü tesis ettiğine bakılmaksızın, hukukun üstünlüğü prensibi, kerameti kendinden menkul bir “iyi”yi temsil eder haline gelir.
Hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları gibi kavramlar dolayımı ile dünyanın azgelişmiş kısmına dayatılacak olan şey yeni bir devlet biçimidir. Sermayenin küresel ölçekli dolaşımını kolaylaştıran, daha önce alım satıma tabi olmayan kamusal mal ve hizmetleri sonuna kadar metalaştıran (bireysel hak ve işlemlere konu hale getiren), içerisinde küresel sermayenin rahatlıkla temsil edilebileceği yeni bir devlet biçimi gündeme getirilmektedir. Bir başka deyişle, günümüzde emperyalizm çıplak güç ve piyasaların ürettiği şiddete dayanmakla kalmayıp, aynı zamanda devlet biçiminin ürettiği şiddeti (siyasi iktidardan neyin talep edilip neyin edilemeyeceğini belirleyen yapısal seçiciliğin getirdiği imkanları) kullanmaktadır.
İyileştirici yaklaşımların karşısına başka bir eleştirellik getirilebilir. Hukuku, ona iyileştirici bir işlev yüklemeksizin, üretim ilişkileri ile rabıtası üzerinden ele
almak olarak özetlenebilecek bu duruş, ülkesel (teritoryal) söylemin kaynaklarını kullanır. Bu perspektiften bakıldığında emperyalizme de onun uzantısı olarak görülebilecek hukuki düzenlemelere de ürettiği toplumsal etkiler üzerinden yaklaşmak gerekecektir.
Ülkesel söylemin -tıpkı kozmopolitan söylem gibi- belirgin sınırları bulunmamaktadır. O kozmopolitan ve devletçi olmayan söylemdir bir anlamda. Bu sebeple içerisine Mieville73 gibi Pashukanisçi yazarlardan, Poulantzas’a74 ve takipçilerine, Callinicos,75 Petras76 ve Harvey’den77 Panitch ve Gindin’e78 kadar bir seri farklı (ve kendi aralarında da kıyasıya tartışan) bir seri Marksist yazarı bir arada sokmak mümkündür. Teritoryal söylem içerisinden emperyalizm ile uğraşan yazarlara göre, kapitalist sistemin analizinde ülkesel egemenlik kavramı teorik hesaplara girmeden küresel güç ilişkileri anlaşılamazlar. Kapitalist dönemin içerdiği hiyerarşiler parçalı ve çok düzlemli dir. Kapitalist toplumlarda ülkesel egemenlik siyasi iktidarın her kullanımında devlet tarafından yeniden üretilen, çok parçalı, hücresel ve çok düzlemli bir faaliyet matrisi içermektedir. Kapitalist iş bölümünün gerçekleştiği bu zaman göreli bir homojenliğe ancak ulus devletin müdahalesi ardından ulaşabilmektedir.
“Modern devlet, bu uzamsal matrisi kendi aygıtları içinde (ordu, okul, merkezileşmiş bürokrasi, hapishaneler) maddileştirir. Daha sonra da üzerlerinde iktidarını icra ettiği tebaayı şekillendirir: siyasi bedenin birbirinin aynı, ama devlet karşısında birbirinden ayrılmış monatlar halinde bireyselleştirilmesi, devletin, emek süreci aracılığıyla içerilmiş uzamsal matriste kayıtlı çatısından kaynaklanmaktadır”.79 Doğrudan üreticinin üretim araçlarından yalıtılması ve kişisel sadakat ilişkilerinden özgürleşmesi ülkesel egemenliğin ortadan kaldırılması (de-territorialisation) anlamını içerse de; ulusal işgücünün denetimi ve sınıf ilişkilerinin ulus devlet dolayımı ile sürdürülmesi gibi sermayenin yeniden üretiminin diğer gereklilikleri, bu uzamın yeniden üretilmesi sonucunu doğurmaktadır. Devletin sınırları aslında ancak onların – sermaye ve mallar için- aşılması söz konusu olduğu andan itibaren bir ulusal toprağın hudutları olarak konmuşlardır. Emperyalizm de buradan beslenir: “...emperyalizm, emek süreçlerinin ve sermayenin yalnızca uluslar arası ya da daha doğrusu uluslar aşırı olabileceği bağlamında modern ulusla özdeştir.
Bu uzamsal matris emek süreci ve toplumsal iş bölümünde kök salmıştır:
Marx, sermaye bir münasebettir diyordu ve bu sermaye, çeşitli biçimleri altında ne kadar yurtsuzlaştırılmış ve ulussüz görünebilse de, eğer kendini ancak ulus-
aşırılaştırmak suretiyle yeniden üretebiliyorsa, bunun nedeni emek süreçlerinin ve bizatihi uluslararası olan sömürünün uzamsal matrisinde devinmekte oluşudur”.80
Teritoryal söylem içerisinden yazıp, küresel imparatorluk fikrine karşı çıkan bir diğer isim Petras’tır. Petras,81 küreselleşmenin sermaye akışlarını, ticaret ve yatırımı, kurumları ve ulus-devletle özdeşleşmiş iktidarı kaldırarak yeni bir dünya düzeni getirdiği fikrine/kurgusuna karşı, çekişme halindeki devletler,82 sınıflar ve piyasalar arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinin yorumlanmasında klasik dönem Marksist emperyalizm yorumlarının geçerliliğini savunmaktadır.83 Klasik emperyalizm teorisinden ilerleyen bir diğer yazar Callinicos’tur. Callinicos, emperyalizmi, geç Ondokuzuncu Yüzyılda sermaye ve ulus devletin iç içe geçmesi neticesinde oluşan iktisadi ve jeopolitik rekabetin kesişim noktası olarak tanımlar. Bu özgün koşullar altında daha önce birbirinden ayrı duran ülkesel mantık (devletler arasındaki jeopolitik rekabet) ve sermaye mantığı (sermayeler arası rekabet) birleşmişlerdir. Bu çelişik bileşim bugün de emperyalizmi tanımlamaya devam eder.
Teritoryal mantık içerisinden bilgi üreten Panitch ve Gindin’in Callinicos eleştirisi, klasik dönemin emperyalizm yorumlarını bugün üreten kişi ve yaklaşımların
genel eleştirisi olmanın ötesinde bugünün emperyalizmini anlamak için esaslı olanaklar sunmaktadır. Panitch ve Gindin’e göre klasik emperyalizm teorisi
a) En yakın iktisadi ve siyasi bağların sömürgelerle sömürenler arasında kurulduğu eski emperyal dönemin aksine, bugün, en yakın bağlar büyük emperyalist devlet ve batılı bağdaşıkları arasındadır;
b) Sermayenin yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki uluslararasılaşması ondokuz ve erken yirminci yüzyıllara göre esaslı olarak farklıdır
(ilki tekellerin kararları ekseninde şekillenirken ikincisi çok düzeyli iktisadi eylemliliğin ürünüdür);
c) Bugün finans ve üretimin birbirine nüfuz etmiş bulunması, daha önceleri emperyalistler arası rekabetin müsebbibi olan ulusal burjuvazilerin tutarlılığını dağıtmıştır;
d) Marx’ın Grundrisse’de “pek çok sermaye” olarak adlandırdığı olgu, “pek çok devlet”e bağımlı olmaya başlamıştır; ve,
e) Devletin uluslararasılaşması durumu, devletlerin bir yandan kendi ülkesel uzamlarını yabancı ve yerel burjuvaziye birikim alanları olarak çekici kılmak için
giriştikleri çabalara, diğer yandan çağırdıkları küresel kapitalizmin çelişkileri ve krizlerini yönetmek için aldıkları sorumluluklara yansımaktadır.84
Panitch ve Gindin’e göre, emperyalizmin klasik teorisyenleri uluslararasılaşmanın uzamsal boyutlarını yeterince hesaba katamamaktadırlar. Adı geçen yazarlara
göre klasik emperyalizm teorisinin bir diğer eksikliği, sermaye ihracı meselesine yaptığı aşırı vurguda bulunabilir. Buna göre klasik yazarlar vurguyu
öylesine ileri götürmüşlerdir ki, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının artan tüketim ve refah düzeyini hesaplayamamış ve sermayenin eşitsiz rekabet ve teknolojik gelişmeden kaynaklanan yeni ufuklarını hesaba katamamışlardır. En üst aşamasını bırakın başlangıç aşamalarında olan sermaye, uluslararası düzlemde yayılırken evde de derinleşmektedir oysaki.85
Yine Panitch ve Gindin’e göre, emperyalizm ve kapitalizmi iki farklı kavram olarak ele almak gerekir. Ancak yazarlar bu sonuca ilk bölümde incelemiş olduğumuz Hobson’un yolundan farklı bir yoldan varırlar. Kapitalistler arasında uluslararası düzlemde baş gösteren rekabet, eşitsiz değişim ve gelişme kapitalizmin unsurlarıyken, bunların emperyalizmle ilişkisi ancak devlet teorisi üzerinden kurulabilir. Devletler kendi ulusal sermayelerinin dışarıda genişlemesi için gerekli düzenlemeleri yaptıklarında ya da bizatihi bu genişlemeyi takip edip yönettiklerinde bile, bu durum yalnızca ilgili devletlerin, sosyal düzenin ve sermaye birikiminin koşullarını sağlamada göreli olarak otonom rolleri hesaba katılarak anlaşılabilir. Bu durumda da devlet idaresinin kapasitesinin, sınıf ve diğer yapısalbelirleyenlerle birlikte göz önüne alınması gereklidir. Öyleyse, devleti sosyal ilişkilerin bütünü içerisine yerleştirmek gerekir. 86
Panitch ve Gindin’in temel tezi, aynı anda, hem sermayenin kendisine uygun bir ulusüstü kılıf yaratarak “tek ülkede kapitalizm”i gerçekleştirmeye yöneldiği iddiasının (İmparatorluk iddiasının); hem de çağdaş kapitalizmi ulus-devlet formları arasındaki emperyalist rekabetle, sermayenin uluslararasılaşması eğilimleri arasındaki gerilim üzerinden okuma iddialarının reddi üzerinden şekillenmektedir. Sermaye kendi yeniden üretimini bölgesellik bazında sağlama çabasından vazgeçmemekle birlikte, bu bölgesellik artık bir ulus devletle sınırlı değildir. Ancak burada bloklaşma eğilimine benzetilebilecek gelişmelerin yanı sıra, bu eğilimsel dönüşümlerle aynı anda, birden çok ulus devletin Amerikan İmparatorluğu ile kurduğu girift ilişkiler gündemi belirlemektedir.
Emperyal İktidarın sınırların kalkmasıyla değil de içiçe geçmesi ile karakterize edilebilecek bu yeni enformel biçimi yalnızca merkez kapitalist ülkeleri değil,
mümkün olduğu her yerde üçüncü dünyayı da kapsamaktadır. Bu özgün içerilme biçimi, Negri’nin tahayyül ettiği gibi resmi bir imparatorluk yoluyla değil, ama
mevcudiyetini muhafaza eden tekil devletlerin, Amerikan İmparatorluğunun bütünleyici unsurları olarak yeniden inşası yoluyla gerçekleşmektedir. Bu bağlamda ulus devletler, sosyal ilişkilerin ve sınıf kurumlarının, mülkiyetin, paranın, sözleşmenin ve piyasaların tesis edildiği ve yeniden üretildiği ve sermayenin uluslararası birikiminin yürütüldüğü araçlar olarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Öyleyse paranın (üretilen değerin) bölgesel dağılımı her ne olursa olsun, doğrudan yabancı yatırımların küresel düzlemde aşırı genişlemesi olgusu, sermayenin devletten kaçışına değil, sermayenin “pek çok devlete” karşı bağımlılığına delalet eder. Sermayenin tikel devletin içerisinde etkin bir toplumsal güç olarak varlığını, hem yabancı hem de yerel sermayeyi ve bunların uluslararası bağlantılarını içerecek şekilde düşünmek gerekir. Sermayenin ulusal ve uluslararası düzlemde yürüttüğü ilişkilerle, biçimsel dönüşüme uğrayan tikel devletlerin Amerikan İmparatorluğunun bütünleyici unsurları olarak yeniden inşası süreci, bir yandan ulusal sınırların varlığı üzerinden biçim kazanırken, diğer yandan klasik dönem emperyalizm teorilerinin açıklayıcılığını yitirmesine yol açmaktadır. Bu durumda kapitalizmle imparatorluk ilişkisi, devletin uluslararasılaşması olgusunda bulunabilir. Kavram, devletin kendi yerel kapitalist düzenini uluslararası kapitalist düzenin işleyişine katkı koyacak şekilde yönetmesi durumuna karşılık gelmektedir. Devletin uluslararasılaşması süreci Amerikan devleti için özgül önemi olan bir kavramdır. Amerika Birleşik Devletleri bağlamında devletin uluslararasılaşması Amerikan ulusal menfaatinin yalnızca Amerika’nın kendi kapitalist sınıfı için değil ama aynı zamanda küresel kapitalizmin yayılması ve yeniden üretimi için gerekenleri kapsayacak şekilde yeniden tanımlanmasını gerektirir.87
Sonuç Yerine
Klasik dönem emperyalizm yorumları ne ölçüde benimsenirse benimsensin, küresel ölçekte artan şiddetin kavramsallaştırılması gerekliliği, bugün kendisini
sosyal bilimler alanında çalışma yapan insanlara diretmektedir. Çalışma boyunca emperyalizm kavramının dinamik içeriği takip edildi. Emperyalistler arası rekabetin belirlediği silahlı yarış merkezinde gelişen açıklamaların, iki kutuplu dünyanın oluştuğu İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda nasıl dönüştüklerine bakıldı. Dönüşümün bugün de sürdüğünü gösteren imparatorluk tartışmaları ve devletin uluslararasılaşması tezleri irdelendi.
Çalışma boyunca değinilen hususlar göz önüne alındığında, kapitalist üretim ilişkilerinin türevi olarak küreselleşme olgusunu emperyalizmin en üst aşaması
olarak ele almak mümkün olacaktır. Küreselleşme kendi gelişimini sağlayan sistemlerin mantığından kopartılamaz. Bu sistem bir yandan, devletleri birikimin
koşullarını sağlamak için hegemonik güç ekseninde ortaklaşa hareket etmeye zorlamakta, diğer yandan sermayeyi pek çok devletin ortaklaşa eylemlerine bağımlıkılmaktadır. Öyleyse, ortaklaşa hareketin koordinasyonu gerekli kılan şeyin (kapitalizmin) analizi, küreselleşmenin analizi ile örtüşmektedir.
6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder