Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 8
ÎSLAM HAKİMİYETİNİN HARİCİ SİYASETİ
Müslümanların harici siyaseti tıpkı iç siyaseti gibi bir hukuk ve müsavat sistemine bağlıdır. Bu harici siyasette eslâf aynı düşünce ve hisler tesiri altında
islâmiyetin nesir ve tamimini ana fikir olarak kabul etmişlerdir. Bu esas Hazreti Peygamberden bugüne kadar hiç bir tadile uğramamıştır. Resul Ekrem Medine de yerleştikten beri müslümanların, başka milletlerle olan münasebetini islâm esasları üzerine tesise başlamış. Hicazda nesri din için vakit bulmak maksadiyle yahudilerle andlaşmalar yapmış olduğu gibi bütün Arabistanda bu maksat için Kureyşlîlerle de Hudeybiye muahedesini akdetmiştir.
Bundan sonra Arabistan haricindeki devletleri İslama davet için nameler göndermiştir. Resul Ekremden sonra Halifeleri; yukarıda gördüğümüz gibi
müslümanlığı bütün diğer ülkelere götürüp yaymışlardır. Peygamberden sonraki islâm hükümetleri arasında bazı farklar müşahede edilir. Meselâ Emeviler
yeni yeni fütuhat yapmakta Abbasilerden daha ileride oldukları gibi Osmanlılar da bu mevzuda Kölemenlerden ve diğerlerinden çok daha ileride idiler.
Cümlesinde müşterek fikir islâmiyetin ve tevhid akidesinin yayılması noktasında toplanırlar. Resuli Kibriyanın Peygamberliğinin bütün ebnâyi beşere şamil
olduğu kanaati bütün müslümanlarda hakim fikirdir. Bu fikrin on dokuzuncu asırda ve onu takip eden devirlerde bütün hıristiyan âlemine, sirayet etmiş
olması hem şayanı dikkat hem de manalıdır. Bu dâvada yahudileri daima islâmın düşmanı olarak görürüz. Onlar Hayberde ne idiseler bugün aynı kin, aynı
husumet ve aynı müfrit nazarla müslümanlığa karşı cephe almışlardır. Fazla olarak bütün dünya hazinelerini, bütün cihan matbuatını ellerine geçiren bu
mahlûkların son asırda Türk müslüman devletini yıkmak için cihan şümul bir faaliyete geçtikleri görülmüştür. Bir sürü yalan ve hayal mahsulü olan uydurma
nazariyelerle Sahyun dağı mıntakasında bir İsrail devleti kurmak için bütün müslümanlar arasına soktukları bozgun ve fitne ve bilhassa Osmanlı İmparatorlunu kökünden yıkmak için giriştikleri mel'un teşebbüslerin tafsilâtını tarih gelecek nesillerin önlerine serdiği vakit insanların hayret ve dehşet içinde kalacakları muhakkaktır.
* * *
Cenabı Peygamberin risaletinin tekmil insanlara şamil olduğu, Kur'am Kerimde sarahaten bildirilmiştir. «Ey insanlar; Allahınızdan size nasihat, öğüt ve mübeşşir gelmiştir» ve "Onlara de ki: «Ey insanlar sîzlerin cümlenize karşı Allahın elçisiyim» ve yine: «Deki: Bu Kur'anla bana bildirildi ki onunla size ve o sûrelerin ulaştığı başkalarına kötü akıbetleri bildireyim» ve yine: «Ey Resul, Rabbinden sana bildirilenleri başkalarına ulaştır. Yapmaz isen rîsaletini onlara ulastırmış olmazsın.
Bu sebepledir ki Peygamberimiz; Allahın emirlerine uyarak nübüvvet ve risaletini tekmil insanlara tebliğ etmekten bir an hali kalmamıştır. Resul Ekrem'in
irtihallerinden sonra bu vazife kendilerini istihlâf edenler tarafından ifa edilmiştir.
Hülâsa edilmek lâzım gelirse müslümanların haricî siyasetinin mihrakının islâmiyeti bütün ülkelere yaymak ve tevhid bayrağını dünyanın dört bucağında
dikmek noktasında toplandığını görürüz.
Asırların değişmez kanunu, Kur'am Kerimde en kat'î ifadesini cihad kelimesinde bulmuştur. Müslümanlıkta mücahede Allah yolunda cihad en mukaddes
vazifelerdendir. Tövbe suresinin yirminci âyetinde Cenabı Hak şöyle buyuruyor.
«İman edenlerin, hicret edenlerin; Allah yolunda mallariyle, canlariyle cihad edenlerin Allah indînde derecesi çok büyüktür. Kurtuluşa erenler de onların
ta kendileridir.»
Bunun içindir ki Peygamberimiz Medinede islâm devletini kurar kurmaz ordusunu hazırlamış ve devlete karşı koyacak bütün manileri bertaraf etmek için cihada başlamıştı. Kureyşliler, bu manilerin başında geliyordu. Onu bertaraf etmeği Resulallah baş vazife bildi ve onları kaldırdı. Diğer maniler de aynı şekilde yok edildi. İslâmiyet bütün Arab yarımadasını kapladıktan sonra islâm devleti bu dini yaymak için başka milletlerin kapılarını çalmağa başladı.
Bu milletlerden islâmın adalet ve tevhid bayrağı altına girenler, bereket; bolluk ve rahatlığa kavuşunca, artık hiç zorlamaya hacet kalmaksızın bütün gönüller ve kalbler islâmın nuriyle dolmağa başladı.
Müslümanlar bu vazifeleri yaparken; müslümanlığın kurtarıcı umdelerini ve fikirlerini açık bir lisanla halka anlatmağı esas tutmuşlardı.
Öyle de muvaffak oldular.
* * *
Böylece, bir az evvel tafsilâtını yazdığımız gibi müslümanlar Mağribi Aksâdan, Maşriki Aksâya kadar ülkeler fethettiler ve oralarda islâm adaleti ve
hükümlerini tesis ettiler. Bu hükümranlığın payidar olması için esaslı şart müslümanlığa mahsus kanun ve nizamların ciddiyetle tatbiki idi.
Bunu da böyle yaptılar. Müslümanların bu mevzuda tatbik ettikleri ana prensipler şöylece sıralanabilir.
1 _ İslâm inancı, akla ve mantıka dayanır. İnsanlara hükümlerinde ve görüşlerin de bu zaviyeden bakmalarını emreder. Bu iman insanı tefekküre sevkeder ki, insan kâinata ve mahlûkata baktıkça halikın varlığını idrak eder ve önüne çıkan müşküller, muammalar ve meçhulleri din bilgileriyle halleder.
2 _ Müslüman dini diğer bütün edyandan fazla olarak ilme, bilgiye kıymet vermiştir. Cehaletle hiç bir mesele halledilemez, hiç bir meçhul çözülemez.
Müslüman olanlar için sadece ve lâfzan kelimei şehadet kâfi değildir. Dinini bu dinin esaslarını, hikmetlerini bilmesi ve onunla aydınlanması gerekir.
Bu türlü bilgi ve ilim müslümanlık tefekkürünü ve dairesini genişletir.
3 _ Müslümanlık, başlangıçta kendi kanun ve nizamları¬nın hususiyetlerini öğrenme yolunu emrediyor. Bu suretle her müslüman kendi yaşadığı muhitte iz bıraksın ve adım adim terakki etsin... Bunun için müslümanlara dinin bütün incelikleri, maksat ve gayesi ve hükümleri lâyıkiyle öğretilir ki bu uğurda her
türlü hizmet ve fedakârlığı seve seve yapsınlar. Bu fikir, kanaat ve iman sayesindedir ki terakki ve i'tilâ yolunda; hiç bir dine nasib olmayan bir sür'at ve
kolaylıkla yeryüzüne yayılmışlardır.
4 — Müslümanlık, kendi mensuplarının olgunlaştırmak ve en yüksek medeni seviyeye ulaştırmak için elinden tutar ve onu yükseltir onu bir takım icaplar
ve vecibelerle gönül huzuru, bahtiyarlık ve rahatlık içinde yaşatır. İslâmiyet insanı o şekilde yükseltir ki insan o payede sabit kalır, sukut etmez.
Uluvvü cenâb, fazilet; musameha ve yüksek ahlâk gibi islamın ana prensipleri ve hâkim fikirleridir ki müntesiplerini cemiyeti beşeriye içinde mümtaz ve
üstün insan olarak ayakta tutar. Bunun için, insanlar gerçi bu kadar yüksek mevkilere güçlükle çıkarlarsa da bir defa o payeye ulaştıktan sonra artık sukut
etmezler bu mevkiler geçici değil devamlıdır, insan topluluğunun yükselmesi böyle elde edilir.
Müslümanları bu yola sevkeden âmillerin başında ibadet müessesesi gelir. Bu kulluk vazifesi ve farzların yerine getirilmesi zor, ağır; yorucu ve külfetli değildir.
Feraizin ifasında dünya zevklerinden ayrılmak, gönüle ve ruha ferah ve saadet veren hallerden uzaklaşmak yoktur. Müslüman ibadetlerinde insan arzu ve
tabiatlarına aykırı bir nokta yoktur. Aksine ola-rak müslümanîara yüklenen vazifeler, vecibeler ve farzlar insanlara derin bir saadet ve huzur bahseder ve
onların maddî ve mânevi faydalarım sağlar.
5 — Müslümanların fütuhat devri; bütün bu iyilikleri, islâm medeniyetini yeryüzüne yaymak içindir. Onun için müslümanlar, kendilerini rahmet ve bidayet
elçileri olarak telâkki ederler. Müslümanların fethettikleri memleketler halkı islâm devletinin tab'ası olarak, müslümanlara bahşedilen bütün haklara
sahip olur ve müslümanlar gibi borç altına girerler. Zira islâm hükümranlığı birlik nizamıdır. Müslüman bayrağı altına giren memleketler halkı, tarih
boyunca gasb sisteminde bir sömürge ve müstemleke muamelesine asla tabi tutulmamışlardır. Bu sebeple müslümanlığın çar-ı aktar-ı cihanda sür'at ve
suhuletle yayılması hiç te şaşılacak bir şey değildir.
6 — îslâmî icaplar bütün insanlar için umumî olup onları öğrenmek mubahtır. Bu icapların bütün insanlara öğredilip anlatılması lâzımdır ki bundan
mündemiç hakikatlar anlaşılmış olsun. Hazreti Peygamber, etrafa valiler hâkimler ve mual¬limler göndermek suretiyle bu hakikatleri neşir ve tamim ederler ve insanları müslümanlığı anlayabilecek seviyeye getirmeğe çalışır ve Kur'anı Kerimdeki hikmetlerin halklara öğretilmesine ehemmiyet verirlerdi.
Bu suretle fethedilen memleketler ahalisi islâm bilgilerine vukufu sayesinde kolaylıkla dairei İslama girer ve islâm kültürünü severek kabul ederlerdi.
7 — İslâm kanunu, bütün dünya insanları için kül halindedir. Bu nizamda değişiklik yapılması kabul edilmez. Müslümanlar her girdikleri yerde kendi
nizam ve düzenlerine göre hükmetmişlerdir. Bu siyaset iyi neticeler vermiştir. Hıristiyan nizamları, rum kanunları ve diğer dinlerin şeriatleri müslümanlığın
üstün ahkâmı yanında pek sönük kaldığından, İslâm bayrağı altına giren her memleket İslâm nizamlarında gördüğü göze çarpan üstünlük dolaysiyle
bu dini ve onun kanunlarını kolaylıkla benimsemişlerdir.
DÜNYA MİLLETLERİNİN, TEK BÎR MEDENİYET DAİRESİNE SOKULMASI
Gerek zaman-ı risâlette, gerekse Hulefây-i râşidîn zamanında ve gerekse ondan sonraki devirlerde Islâmiyetin nasıl ve hangi istikametlerde genişlediğini
gördük, islâm medeniyeti dairesine girenlerin bu yeni nizama ne şekilde ve ne suretle intibak ettiklerini de mütalâa ettik. Müslümanlık Möte ve Tebük'den
sonra Roma hudutlarına dayanmış bulunuyordu. Ondan sonra halkı hıristiyan, putperest ve Zerdüştî ve yahudi olan memleketlerle Romalıların elinde
bulunan Mısır ve Şam ele geçirilmişti. Şam bir Roma eyaleti olup onun harsını benimsemiş ve hıristiyan dininde idi. İçinde Suriyeliler, Ermeniler, Yahudiler
ve bir miktar da Romalılar yerleşmişti. Mısırda ise; Mısırlılar, Yahudiler ve Romalılar vardı. Şimalî Afrika; İslâm kanun ve nizamlarının, ahlâk ve faziletin
bu dinde aldığı mevkii görerek gönül rızası ve kolaylıkla müslüman olmuştu. Orada Berberîler sakin olup Romalıların idaresinde idi.
Dört Halifeden sonra Ümmiye oğulları Sind'i, Harzemi ve Semerkandı ele geçirdiler, bunlar da İslâm camiasına katıldı. Endülüs yani İspanya İslâm devleti
ülkelerinden oldu. Bunların nüfusları çok, içtimaî hayatları, dinleri, dilleri, âdetleri ve an'aneleri ile kanunları ve kültürleri başka olduğu gibi düşünce
tarzları ve tabiatleriyle karakterleri de başka idi. Bu sebeple bunların İslâm potasında eritilerek bir kalıba dökülmesi zor ve yorucu bir işti. Orada ancak
müslüman kanun ve umdelerinin üstünlüğü sayesinde bir muvaffakiyet elde edilmiştir. Bu; İslâm devletinden başkaları için imkânı olmayan bir mesele idi.
Bunlar kendilerini İslâm bayrağının gölgesi altında rnes'ut ve müreffeh gördükleri için bu imkân hasıl olmuştur ki bunda dört mühim âmilin yardımı
zikredilebilir :
1 — İslâmın emirleri ve nehiyleri,
2 — Daire-i İslama dahil olanların içtimaî hayatta aynı haklar ve imtiyazlara sahip olmaları
3 — Ele geçirilen memleketler halkının topyekûn müslüman olmaları
4 — Yeni müslüman olanlar İçin meydâna gelen ve kendilerini iptidailikten, ileriye götüren inkılâp.
Müslümanlar her girdikleri yerde halka doğru yolları göstermek ve ahlâk telâkkileri yapmak suretiyle üstünlüklerini göstermişlerdir.
Adalet islâmın temelidir. Bu temel sağlam olduğu ve bu umdeye riayet edildiği müddetçe müslümanlar her girdikleri yerde hüsnü kabule mazhar olmuşlar
ve bu sayede uzun müddet oralarda payidar olmuşlardır. Islâmda tab'aya muamele; herkesin mensup olduğu dine göre değil, insan hakları ve adalet
mefhumuna göredir. Nitekim Cenabı Hak Maide sûresinde şöyle buyurmaktadır:
«Bir cemaati sevmemekliğiniz, onlar hakkında adaleti terk etmenize sebep olmamalı. Adalet ediniz ki, bu sizi Allahtan korkmağa daha yakın tutar.
Allah yaptıklarınızı bilir.»
İslâm adaleti karşısında, insanlar aynı hakka malik ve birbirlerine müsavidir. Hiç kimse için imtiyaz yoktur. Valiler ve hükümet adamları halka adalet
ve müsavat dahilinde muamele ederler. Hakimler ancak kanun ve adaletle hükümlerini verirler. Başka dinden olması, zengin ve fakir olması adaletin
bu prensibi üzerinde zerre kadar tesir yapamaz.
Yeni memleketler ele geçiren müslümanların halkın ara sıra karışmaları, o memleket halkının kitle halinde müslüman olmalarına sebep olmuştur.
Öyle ki müslümanlar yeni girdikleri memleketin yerlilerine islâm dinini öğretmek ve islâm kültüriyle zihinleri beslemeğe çalışmışlar ve yerli halkla
komşuluk ederek onlarla birlikte yaşamışlar ve içtimaî hayatın bütün icaplarını beraber paylaşarak halkı kendilerine ısındırmışlardır. İşgal edilen
memleketlerin halkına başka nazarla bakmayıp cümlesini bir devletin tab'ası saydıklarından halk kendilerine muhabbet beslemeğe ve müslümanlığın
prensiplerini sevmeğe başlamışlardır. Halk gerek müslüman hükümet adamlarında, gerekse hâkimlerinde yüksek evsaf gördüğünden milletler birbirleriyle kolaylıkla kaynaşmışlar ve yekpareleşmişlerdir. Böylece işgal edilen memleketlerin ahalisi topyekûn müslüman olduklarından fâtihlerle kaynaşarak müttehit bir millet haline gelmişlerdir.
Müslümanların temas ettikleri milletlerin fikrî ve aklî seviyelerini yukselderek onlarda tam bir iman ve inanç husule getirmeleri esasına çok ehemmiyet
verilmiştir. Bu inanç düşünce ve tefekkür temeli üzerine kurulmuş olup fertlerin kıymetleri bununla ölçülürdü, insanların his ve vicdanlarında yerleşen
müslümanlık imanı; putperestlikten, ateşpereslikten kendilerini uzaklaştırır. İslâmlık insanları, Allahın üç olmadığına, tek, şeriksiz ve nazîrsiz olduğuna
inandırır ve fertleri tekmil batıl ve mantıksız inançlardan sıyırarak tek Allaha kulluk etmeğe davet eder. Ahiret hayatına ve ebediyet âlemine inanmak da
müslümanlığm iman prensiplerindendir, insanlar. Resul Ekrem'in hadisi şeriflerinden ve Kur'anı Hakimin sarih âyetlerinden bu hakikatleri öğrenerek daha mes'ut ve sonsuz bir hayatın vadettiği nihayetsiz huzur içinde yaşarlar.
İşte böylece müslümanlık; bunu kendisine din edinen ve ona samimiyetle sarılan milletlerin görüş ve hayatlarında büyük ve mes'ut neticeler doğurup o milletleri maddî ve manevî bir şekilde yükseltmiştir.
İSLÂM HAKİMİYETİNİ ZAAFA UĞRATAN SEBEPLER
Müslüman hükümranlığı, islâmî esaslar ve kendine mahsus düzenlerle kurulmuştur. Bu varlığın tarih boyunca sürüp gitmesi, ayakta durması ve terakkisi bu nizam ve düzenlere riayet etmekle mümkün olmuştur. Bir asırdan az bir zaman içinde geniş ülkeler fethedip oralarda sür'atle kökleşmesi bu sayede olmuştur.
O zamanın at ve deve gibi iptidai nakil vasıtalariyle iklimden iklime, ülkeden ülkeye giden müslümanlar girdikleri her yerde haklan kolaylıkla hak dinine ve
hidayet yoluna sokmağa muvaffak olmuşlardır. Şunu da unutmamalıdır ki dinin neşir ve tamimi için o zaman dil ve kalemden başka vasıta da yoktu.
Propagandasız ve sair imkânlardan mahrum bir halde elde edilen muvaffakiyet ler ve akla ve mantıka hitap eden kudretli varlığı ve esas cevheridir.
Müslüman düşmanları; Müslümanlarda gördükleri kudret ve kuvvetin menbaım çok araştırdılar ve bunu mensup oldukları dinin üstünlüğünde ve insanları
terakkiye, refaha ve medeniyete sevkeden cevherinde buldular. Müslümanlığı zayıf düşürmek isteyenlerin bidayette baş vurdukları çareler çoktur.
Bunlardan bir kısmı dinin naslarma ve bu nasların hayat ve hâdiselere olan uygunluğunu görerek onunla alâkadar olmuşlar, bazıları da Peygamberimizin
hadislerini ele alarak ondaki harikuladelik ve hikmetlerin farkına vararak bir çok uydurma, mevzu' hadisler icat etmek suretiyle işi çığrından çıkarmağa
çalışmışlar dır. Böylece müslümanların bu mevzu hadisleri ele alarak taşıdıkları manasızlıklara bakarak dinden uzak-laşmaları düşünüldü. Şu var ki bu hiyanetler müslümanlarm gözünden kaçmamış ve bu kundakları bulup yok etmişlerdir. Âlimler ve muhaddisler harekete geçerek hadisler üzerinde derin tetkikler yapmışlar ve hadisleri ancak eshabı kiramın: . Bunu bana söyledi diyebilecek olanların nakillerine itibar edilmiştir. Bu hadis meselesi, müslüman ilim adamlarının kıymetli mesaileri neticesinde o şekilde halledilmiştir ki; her hangi bir müslüman bunların doğrusunu ve kuvvetlisini ayırt edecek hale gelmiştir.
İşin başlangıcında bu din düşmanları, bu hadis uydurucularına ölüm cezası vermek suretiyle fesadın önüne geçmişlerdir.
Kur'anın Arapça olarak okunması ve herkesin kendi lisaniyle tilâvet etmesi meselesi, yeni olmayıp çok eskidir. Bundaki gaye: Kur'an âyetlerindeki ilâhi
belagat, icaz ve hikmetler müteaddit lisanlara, müteaddit insanlar tarafından çevrile çevrile parlaklığını kayb etsin ve insanlar üzerindeki tesiri azalsın.
Bu mevzuda müslüman düşmanlarının sarfettikleri gayretler sonsuzdur ve çok eskidir, imam Âzam Ebu Hanife gibi büyük şahsiyetler ve içtihat sahipleri
bu sebeple Arabcayı o derece mükemmel Öğrenmişlerdir ki, ancak bu sayede zamanlarındaki fesatların Önüne geçmişlerdir. İmam Şafiî bu mevzuda daha
titiz davranarak Kur'anın Arapçadan başka lisana tercümesini şiddetle reddetmiştir. Bizim imamımız olan dünyanın en büyük hukuk ve din âlimi ve müctehit Numan îbni Sabit [EbuHanife] Kur'anın lâfzan ve mâlen tercüme edilebileceğinisöylemiş ise de buna kat'îyen Kur'an ismi verilemiyeceğini de beyan etmiştir.
Arablar bu hususta, dini olduğu kadar milli bir gayret de sarfederek islâm dininin yalnız Arapça olarak talim ve tedris edileceğini daima ileri sürmüşlerdir.
Bu; bizim şahsi kanaatımıza.göre Arab olmayan müslümanların din mevzuunda geri cahil kalmaları neticesini doğurmuştur. Kur'anı Hakimin Arapça' okunup
öyle dinlenmesindeki tarif edilmez zevk ve heyecan ve insan ruhuna bahşettiği huşu başka hiç bir dilde temin edi-lemez. Fakat âyetlerin manâ ve hikmetlerini
müslümanlara gereği gibi anlatmaktaki lüzum ve ihtiyacı da kimse inkâr edemez. Yine bir çok Arab müellifleri islâmiyeti kendi lisanlarının inhisarında
zannetmişlerdir ki bu, dinin bütün beşeriyete şamil bir din olduğu fikrini zayıflatır. Islâmiyetin ana menbalarının Kur'an ve hadis olduğunu kimse inkâr edemez.
Fakat bu, Arab olmayan milletlerin ikinci safta telâkki edilmelerine de bir sebep teşkil etmez. Bütün bu yanlış telâkkiler ve fazla ifrata vardırılan taassublar
garbın işine yaramış ve onlar bu fırsattan istifade ederek kendi kültürlerini islâm ülkelerine sokulması ve islâm medeniyetini vücude getiren unsurların
fena propaganda ve telâkkiler yüzünden İhmal edilmesi islâm hükümranlığına târî olan zaafın başlıca sebeplerindendir.
Yeni baştan arkamıza dönerek islâm tarihini dikkatle tetkik edecek olursak, müslüman hükümranlığının üçüncü Halife Hazreti Osman devrinde evc-i Bâlâya
ulaştığını görürüz. Libya çölünün geçilmesi, Trablusgarbın islâm mülküne ilhakı, Mağrıp Aksaya kadar ilerilemiş, İspanyaya akınlar, Kıbrıs ve adaların fethi,
Horasan ve Taberistan'm fethi hep Hazreti Osman devrine tesadüf eder. Hiç şüphesiz bu fütuhatın hazırlanmasında Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer'in
de büyük hisseleri vardır.
On iki yıl islâm hükümetinin başında bulunan Hazreti Osman'ın, hükümdarlığının yarısı emniyet ve saadet içinde geçmiş, memlekette nizam ve asayiş,
kökleşmiş, zamana göre ticaret ve ziraat inkişafa mazhar olmuştu. Böylece müslumanların servet ve ihtişama sahip olmaları islâm aleyhine başlayan
fitnenin mebdei telâkki edilebilir. Bunu, ileride okuyacağımız ana sebeplerden mada şu noktalara istinat ettirenler de vardır:
1 — Peygamberimizin devrinde yaşayan, ondan feyiz ve ilham alan, Resul Ekrem'in irşadını rehber tanıyan nesil ihtiyarlamış, ümmeti idare edemiyecek
hale gelmişti. Her zaman ve her yerde olduğu gibi eski neslin, Peygamberden örnek alan ahlâk ve meziyetlerine mukabil yeni nesiller manevi bir gerilik
içine düşmüşlerdi.
2 — Hazreti Ebubekir ve bilhassa adaletin müşahhas timsali olan Hazreti Ömer devrinde, islâm vahdeti ve kardeşliği her türlü fikrin üstünde tutulur, hakiki
müsavat prensiplerine fevkalâde riayet edilir, kimse için imtiyaz tanımazdı.
3 — Üçüncü Halife devrinde islâm fütuhatı, evvelce de bahsettiğimiz gibi Afganistan ve Merakeşe kadar uzanmıştı. Fakat buna muvazi olarak gerek bu
devr-i fütuhat esnasında, gerekse o günden şu dakikaya kadar yahudilerin müslümanları birbiri aleyhine düşürmek için sarfettikleri gayretler korkunç ve
müthiştir. Bu fesad, tarih boyunca eksilmemiş, artmış bugün en had devrine ulaşmıştır.
Bu eseri yazarken, Arab müelliflerinin vücude getirdikleri ve hattâ yeni yazılmış makaleleri hayret ve dehşet içinde gözden geçirdim. Meselâ Pakistanlı,
Şimali Afrikalı ve diğer memleket müslüman kardeşlerimizin Türk milletini islâmın bayraktarı, rehberi ve ele basısı bilmelerine mukabil nedense bazı Arab
yazarları bu fikirde değildirler. Türkiye ahvalini, Türk milletinin karakterini ve tevhit yolunda başardığı mucizelerle göğüs gerdiği harikulade ahvali bilmiyorlar.
Bu taassub katiyen islâmi değildir, ırkidir ve makbul de değildir.
Hazreti Osman devrinde Müslüman kudretine arz olan zaafın bir çok âmilleri zikredilmiştir. Hazreti Osman'ın şahsen halim, selim bir zat olduğu, memurların
hareketlerini müsamaha ile karşıladığı, kendi hısım akrabasını devlet işlerinde kullanıp onlara iltimas ettiği bu sayılanların başında gelir. Bütün bu sebepler
teferruat sayılabilir, izalesi de kolay meselelerdendir. Esas olan mesele Yahudilerin islâm devleti ve varlılığını yıkmak için sarfettikleri gayretlerdir. Bunlar islâm akaidini yıkmak, müslümanlar arasında mezhepler ve dini ihtilâflar çıkarmak için var kuvvetleriyle çalışmışlardır.
Yahudilerin islâm aleyhine tertipledikleri suikastlar söyle sıralanabilir ve hulâsa edilebilir:
1 — Küfede bir ihtilâlci fırka kurmak.
2 — Basra'da vuku bulan fesat
3 -- Yahudi dönmesi Abdullah bin Sebe'nin islâmı parçalayan büyük hıyanet ve fesadı ki, bunun de merkezi Mısırdır. Abdurrahman Ibni Malik, îmam
Şa'bi'den şunlan nakleder: Bu Yahudi dönmesi ibni Sebe'nin maksadı müslümanlığı kökünden yıkmak idî. Bu herif San'alı bir yahudidir.
Şiîliğin kusurlusu dur. Onun ruhu diğer bütün yahudi dönmeleri gibî müslümanlık aleyhine sönmez bir kin ve nefretle yuğrulmuştur. Çığ gibi büyüyen, ziya ve nur gibi yayılan, beldelerden, kişverlerden ziyade gönüller fetheden büyük müslüman dininin bunlar bas belasıdır ve bu dinî yıkmak için 1370 seneden beri bir dakika hıyanetten, fesattan, bozgunculuktan el çekmemişlerdir. Tek dinimizi yıkmak için islâmın nurunu söndürmek için, intişarını menetmek için on üç asır içinde on üç dakika boş durmamışlardır. Vampirler gibi islâmın nurundan gözleri kamaşan bu mahlûklar, bu nurun ışığını karartmak için aklın, hayalin, mantıkin maverasını geçerek her çareye bas vurmuşlardır. Hazreti Ali'ye, Sen Allahsın diyecek kadar gözleri kararan, ateşte yanmağı göze alan bu dönmelerin tek gayesi islâmın meş'alesini söndürmekti. Bu emellerinden bir an bile fariğ olmamışlardır. Hicretin otuzuncu yılında son haddine varan bu fitne müslümanlığı tahrif, yeni akideler, hurafeler ve batıllar aşılamakla devam etmiş ve hiç bir an fasıla vermemiştir.
Tek bir dünya, tek bir medeniyet, tek bir Allah inancı etrafında toplanan müslümanlığı darmadağınık etmek, onun iman ve akidesini bozmak, kuvvetini
parçalamak, şevket ve haşmetini söndürmek için Yahudi dönmeleri ellerinden gelenleri yap¬mışlar, türlü entrikalar, hırslar ve gayizleri körüklemişlerdir.
Hicretin otuzuncu yılma kadar, otuz asırlık fütuhat ve zafer¬ler elde eden ve tam bir vahdet ve tesanüt içinde yaşayan müslümanları türlü mezhep ve
hiziblere ayıran, gücünü bölen yahudiler ve yahudi dönmeleridir. Bunların kara ve simsiyah gölgelerini islâm tarihinin bütün sahifeleri üzerine kâbus
gibi çöktüğünü görürüz.
* * *
Müslümanlığı zayıf düşüren sebepler meyanında tarih sırasiyle şunları zikredebiliriz:
Birinci Halife Hazreti Ebubekir ve onu takip eden Hazreti Ömer'in bu makamlara seçilmesinde müslümanlarm gösterdikleri fikir birliğine yahudi fitnesi
karışmış ise de işler normal seyrini takip etmiş, Hazreti Ömer'in on iki yıllık hilâfetinin birinci yansı mükemmel geçmiş ve fütuhat tamamlanmış ikinci
yarısında yukanda gördüğümüz yahudi dönmelerinin entrikaları yüzünden facialar kopmuş ve beldei resulde müslüman ve hatta Halife kanı dökülerek
islâm tarihi lekelenmiştir. Hazreti Alinin zaman hilâfetinde ceryan eden hâdiseler her müslumanın malûmudur.
Şimdi artık tarihin normal ve kronolojik seyrine gidiyoruz. Hulefay-ı Raşidinden sonra müslüman devletinin başına geçenler bu makamı evlâtlarına veya
kardeşlerine veyahut kendi soydaşlarına miras gibi bırakmak yoluna girmişlerdir ki bu hareket müslümanlığı zayıf düşüren âmillerden biri sayılır. Her ne
kadar müslümanlığın çok kuvvetli bulunduğu devirlerde bu çeşit hareketler o derece büyük bir tesir yapmamış ise de sonraları bu hareketlerin menfi
tesirleri görülmüştür. Abbasî devletinin Endülüste Abdurrahman Eldahilin yaptıklarına ses çıkarmaması onu o koca ülkede istiklâl kurmasına sevk etmiş
ve sonraları kendilerine Emîr-el mü'minin unvanı veren valiler âdeta islâm devleti bünyesinden kopmuş birer müstakil hükümdar sıfatiyle müslümanlığın
zayıf düşmesine sebep olmuşlardır. Endülüste görülen bu hal sonunda o koca kıt'anın müslûmanların elinden çıkmasına sebep olmuştur.
Buraya bir noktayı sıkıştırmak isteriz: Yahudi dönmelerinin teşvik ve gayretiyle, irtihal-i Nebeviden sonra müslüman âleminde fırkalar ve mezhepler
peyda olmuştu. Bunun en mühim parçasının Şia olduğu malumdur. Buda yetmiyormuş gibi Şia'da muhtelif parçalara bölünmüştür. Bunların başında
bugün bir çok hikâye ve maceralarım öğrendiğimiz ve gördüğümüz İsmailiye mezhebi gelir. Şu, Ağa Hanların, Ali Hanların ve bugün Kerim Hanın
başında bulunduğu mezhep... Bu hizbe, batıniye,, talimiye ve Seb'iye isimleri dahi verilir. Bunlar kendi halifelerine imam namı verirler ve imamlarının
ulûhiyetine inanırlar. Bu mezhep saliklerinin inancına göre İmam ilim ve malûmatı resen Allahtan alır. imamdan sonra «hüccet» ondan sonra «bab»
ondan sonra da «mümin» gelir. Yine İsmaililerin inancına göre Allah; imama, imam hüccete, hüccet de bab'a, bab da mümine dini akaidi talim ederler.
Bu sebepledir ki bu tarikata «talimiye» ismi de verilmiştir. Bunlarca Kur'anı Kerimin hem zahir, hem de batın manâsı vardır. Asıl olan batınî manâsıdır
dedikleri için bunlara «Batıniye dahi denilir. Bunların itikatları baştan başa hurafelerle doludur ve hakikatte bunlar kıpkızıl dinsizdirler. Bu mezhebin
tarihte dillere destan olan reisleri, şeytan yaradılışlı meşhur «Hasan Sabbah» Selçuk hükümdarı Alp Arslan zamanında Kazvin taraflarında sarp bir dağ
başında inşa edilmiş Elemud kalesinde oturuyordu. Orada müridlerine ve tab'alarına yaptırdığı şayanı hayret şeyler romanlara mevzu teşkil edecek kadar
çoktur ve hayrete şayandır. Alp Arslan. bununla çok uğraşmıştır. Bugün İranda sakin bulunan «İmamiye» mezhebi de «Mehdi» nin varlığına ve Hayatta
olduğuna inanırlar «Mehdi» zamanı gelince zuhur edecek, bütün dünyayı hak ve adaletle dolduracak, insanlara hakiki bir hürriyet ve saadet getirecektir.
Böyle akla, mantıka ve hiç bir dini esasa dayanmayan batıl itikatlar muazzam ve muhteşem İslâm varlığında birer gedik, birer zayıflık âmili olmuştur.
* * *
Garbda ve Endülüsteki İstiklâl ve teferrüd hareketlerinin, neticesini müslümanlar ibret ve esefle karşılamışlardır. O hareket diğer islâm Valilerinin de ihtiraslarını kabartmış, onları da istiklâl peşine sürüklemiştir. Zamanın Halifeleri bunlara karşı ses çıkaramamışlar, onlar sadece minberlerde ve hutbelerde
isimlerinin zikredilmesi ve ısdar edilen fermanların ba¬şında namlarının bulunması ve haraç denilen vergilerin kendilerine ödenmesiyle kanaat etmişlerdir, O zamanın islâm valileri adeta birer küçük devlete benzerlerdi. Bütün bunlar müslüman bütünlüğünü zaafa düşüren ve neticede bu muazzam varlığın büyük bir kısmını asırlarca müstemlekeci ve sömürgecilerin esareti altında kalmalarına sebep olmuştur.
Osmanlı hükümdarları müslüman dünyasının riyasetini ellerine aldıkları vakit vaziyet çok değişmişti. Türkler islâm bayrağını Avrupanın göbeğine kadar
götürmüş ve üç kıtada asırlar boyu livayı tevhit Türk süngüleri sayesinde şan ve şerefle dalgalanmıştır. Yine bazı partizan Arap muharrirleri Türklerin ve
Osman oğullarının İslama yaptıkları büyük hareketi inkâra kendilerinde mecal göremiyorsalar da yazmaktan kendilerini alamıyorlar. Bu gibiler unutuyorlar
ki Resul Ekrem Efendimizî bir hadîsi şerifte İstanbulu fethederek em'r ile onun askerlerinin takdir buyurmakla büyük Türk milleti hakkında peşin kararını
vermiş milletimizi takdir buyurmuştur.
Yedi ve hattâ on asır; haçlı seferlerinden beri müslümanlığın şan ve şerefini i'lâ etmiş olan büyük Türk ırkının İslama yaptığı muazzam hizmetleri velev
zimnen olsun inkâr büyük bir haksızlıktır ve bunun cezasını topyekûn hepimiz çekmiş bulunuyoruz. Buda zaaf sebeplerinin başında gelen âmillerdendir
ve bunda haris ve sömürgeci Garbın ve onun zehirlediği zihniyetin büyük hissesi vardır.
9. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder