25 Ağustos 2019 Pazar

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 15

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 15



HÜLÂSA,

İslâm güneşinin doğduğu andan, içinde yaşadığımız şu dakikaya kadar Müslümanlığı ve Müslüman dünyasını kuş bakışı ve bitaraf bir gözle tetkik ettik. 
Dinin kuruluşu, yayılışı, mücadeleleri ve gayesiyle siyaseti hakkında az çok malûmat topladık. Bu eser, bir fıkıh kitabı olmaktan ziyade dünya nizamında 
Müslümanların mevkilerini gösteren ve gidecekleri istikameti mehma emken tâyin eden bir kitaptır. Birbirleriyle yan yana ve muttasıl yaşayan yüz 
milyonlarca Müslümanın bir araya geldiği, aralarına düşmanlar tarafından sokulmuş anlaşmazlıklar bertaraf edildiği, cümlesi bir hedefe, bir gayeye bir 
inanca bağlandığı gün Müslüman milletlerini teker teker zincire vurmak şöyle dursun, bütün insanlık onun kuvvet ve vahdetini alkışlayacak ve medeniyet 
bundan ziyadesiyle faydalanacaktır.

Bugünün "dünya hâdiseleri ne şekil ve ne manzara arzederse etsin, iktisadî faktörler bunların cümlesine hâkimdir. Bugün mevcut kapitalizm ve komünizm 
de bu iktisadî varlığın iki kutbudur... Şöyle ki üstünkörü bîr düşünelim: Fastan Çine kadar uzanan, arada hiç bir fasıla olmayan, birbirlerine bitişik yediyüz 
milyon Müslümanın elinde ne muazzam servetler vardır. Bütün bakir ham madde kaynaklarının çoğu bizim elimizdedir. 

Memleketlerimiz tabiaten zengindir.

Birimizin noksanını ötekisi tamamlayabilir, iktisadî anlaşmalar, karşılıklı ticaret, kültür anlaşmaları, büyük sanayi, karşılıklı alış veriş müslümanları zengin 
yapar, âleme muhtaç olmaktan kurtarır. Bütün Müslüman milletler bu yoldadır. Hummalı bir çalışma ve gayreti kimse inkâr edemez. Bunun içindir ki 
yahudi iktisat ve devlet adamları fırıl fırıl, karış karış Afrikayı dolaşıyorlar. Oralarda altın, pırlanta, uranium, bakır madenle!inden, kalaydan, kauçuğa 
kadar ne yok ki...

En son gelen büyük yahudi gazetesi Jewish Cronicle.de şu yazı nazarı dikkatimi çekti:

«Türk hükümeti, ziraatciliği ve ham maddeyi bir tarafa terkederek sanayileşme yoluna girdi. Halbuki yanıbaşındaki israil hükümeti bu işi mükemmelen 
yapmaktadır."

Bu bir itiraftır, bir sırrın, bir iç arzunun ifadesidir. Bunun Türkçesi şudur: Türkler çobanlıkta devam etsinler .Tiftik keçilerinin yünlerini üç liradan bize satsınlar, 
biz onları imal edelim, kilosunu elli liradan onlara satalım ve böylece Orta Doğu¬nun göbeğinde bir İsrail çıbanı, iktisadî kan kanseri gibi bizi kemirsin, 
iliklerimizi emsin. Artık yağma yok. Bugüne kadar olanlar olmuştur, hem de fazlasiyle... Biz onlan eksiltmeye, kısaltmaya, hattâ büsbütün bertaraf etmeye 
çalışıyoruz.

Yirmi üç bin kilometre murabbaı gasbedilen topraklarda yaşayan ve fareler gibi üreyen insanların, Müslüman sırtından geçinmek için yapmayacakları şey yoktur. 

Çünkü bu kadar küçük bir arazı parçası bu kadar çok insanı geçindiremez. Onların Tevratı, onlara Nilden Fırata kadar olan yerleri bol keseden bağışlıyorsa, 
bizim Kur'anımız da bize: Allahın ipiyle birbirinizden ayrılmayınız, diyor. Bu hakikat tecelli ettiği gün Yakın Şark, Orta Şark, Uzak Şark ve bütün Müslüman 
memleketleri islâm kardeşliği parolası altında iktisadî, ticarî, siyasî ve harsî bir ittihat ve vifak içinde zengin, müreffeh ve mesut olacaklardır. Gayet hatırı 
sayılır bir kuvvet olacaktır, ona kimse yan bakamıyacaktır. Bütün kabarmış ihtiraslar, güneş karşısında kar gibi, bu  kuvvet karsısında eriyecektir.
Dünya ticaretini, iktisadiyatını diktatörce elinde tutan ve dünya hazinelerinin rakipsiz sahibi olan İsrail oğlu, bu sayede insanlık üzerinde müthiş bir otorite 
kurmuştur. Her teşkilât onun elindedir. O, bu mevkie iktisadî yollardan gelmiş, onun Talmuta, Tevratı bunda müessir olmuştur. Bunları bildikten ve bu kadar 
acı tecrübelere sahip olduktan sonra Müslüman dünyasının yekpareleştiğini bir tasavvur ediniz, o zaman yalnız bizim için değil, dünya için mes'ut bir tarih 
doğacaktır.

Bu tarihin doğmaması, Müslüman milletlerin o yüksek mevkie gelmemeleri için düşmanlarımız o derece müthiş gayret sarfediyorlar ki, akıllar durdurur... 

Her çeşit propaganda, sayısız para bu maksat için israf ediliyor. Müslüman düşmanları bu mevzuda o derece hassas, alıngan ve heyecanlıdır ki ufuklarda 
bir gölge müşahede etseler kıyameti koparıyor, rüzgâr bir ağaç yaprağını kıpırdatsa ondan fırtınalar seziyorlar. Bu hassasiyet karşısında biz Müslümanların soğukkanlılığı şayanı hayrettir. Evet; soğukkanlıyız fakat ölü değiliz. Bize cephe alan, her Müslüman memleketin harimine sokulup, orada beşinci kollarını kuran, her namuslu insana, her dindara, her mefkure sahibine saldıran, görünmez yeraltı faaliyetleri zehirlerini kusa dursunlar, Müslüman milletler maziden ders alarak, yoldan çıkmanın, ittihatsızlığın, tesanütsüzlüğün, dar milliyetçilik ve hodgâmlığın acı neticelerini idrâk ederek öyle bir uyanış uyanmışlardır ki... 
İslâm kongreleri, Asya ve Afrika milletlerinin kongreleri, daimî seyahatler ve temaslar, fikir teatileri, neşriyat ve hatırı sayılır gayretler Müslüman milletlerin 
de bir uyanış arifesinde ve hattâ içinde olduğunu gösterir.
Güneş, bir miktar bulutlarla kaplı olsa da ufuklardan sıyrılıyor. O balçıkla sıvanmaz. Bununla beraber onu gölgelemek, ziyasını örtmek ve nurunu karartmak için vaktiyle hazırlanmış, ceplerine altınlar doldurulmuş her memleketteki bozguncular gayretlerini arttırıyorlar. Ama o kadar nafile bir zahmetti.. 
Bir miktar asap bozmaktan, bir miktar tiksinti vermekten başka netice alamıyacaklardır. Siyonizm ve komünizm, bütün kuvvetiyle seferber halde cephe cephe bizim manevî varlığımıza hücum etse dahi yüzlerce senenin verdiği acı tecrübeden sonra gözleri faltaşı gibi açılmış Müslüman milletlerden alacağı 
tek şey Hüsran ve mahcubiyettir.

BUGÜNKÜ VAZİFEMİZ,

Kitap, yukarıdan aşağı, İslâmiyetin doğuşu, gelişmesi, yayılması, katlandığı zorluklar ve maruz kaldığı suikastlara dair malûmatla doludur. Bu mevzuda en 
ziyade üzerinde durduğumuz nokta, Müslümanlığı yok etmek ve Müslüman milletleri tarih sahifesinden silmek için hangi düşmanların ne gibi vasıta ve 
metodlara müracaat ettiğini gösteren noktalardır. Biz düşmanlarımızın bize reva gördükleri haksızlıkları birer birer sayarken, kendi kusurlarımızı ve 
hasımlarımızın istifade ettikleri aksak noktalan da elimizden geldiği kadar izah ve teşrih etmiş olduk. Bütün yanlışlıklar, bir çoklarımızın Müslümanlığı 
hakkiyle anlamamış olmasından doğmaktadır. Müslümanlığı sadece ibadet müessesesine inhisar ettirip onun mâna, maksat ve gayesinden bî haber 
olmak girdiğimiz çıkmaz yolların başlangıcıdır. Her din ve hattâ her cemiyetin kendine mahsus merasimi ve âdetleri vardır. Bunların icrası zarurî, 
Müslümanlıktakilerin de farzdır. Fakat şurasını daima ihmal ediyoruz ki: Bu feraiz bizi matlup olan hedefe ve gayeye îsâl içindir.
Müslümanlığın muayyen farzları ve iman esasları üzerinde hiç bir pazarlık ve eksiltme ve hattâ münakaşa caiz değildir. Çünkü onların samimiyet ve ihlâs 
ile tatbikidir ki, bizi hakikate yaklaştırır. Bütün feraizin lüzum ve hikmetleri aşikârdır, însanlar bu hikmetlere nüfuz ettikçe göğüslerindeki imanın 
kuvvetlendiğini ve mensup olduğumuz büyük din ve medeniyetin .azametini canlı olarak müşahede ederler.
Kulluğumuz ve ibadetlerimiz bir korku ve endişe veya ihtiyat mahsulü olup insiyaki bir şekil aldıkça bizi gayeden uzaklaştırır, ve dinimizin maksat ve 
büyük hedefini  idrakten bizi meneder.
Kur'am Kerimdeki âyât-i celilenin ihtiva ettiği elfaz ve maâninin her yerinde bir hikmet ve lüzum gizlidir, ibâdet müessesesiyle, iman esaslarının gayet 
şümullü mâna taşıdıkları muhakkaktır.
Bir insan, eğer bütün farzları tamamen yerine getirir, ve inanmağa mecbur olduğumuz hususları diliyle ikrar ve tasdik ederse elbette ki o Müslümandır. 

Fakat bu farzlar ve vecibeler şekilden ve dilden kalbe nüfuz etmemiş ise beklenilen faideyi vermez, neticeye ulaştırmaz.
İnanmağa mecbur olduğumuz altı umdeyi ağzımızla söylediğimiz gibi onu kalbimize nüfuz etmiş bulursak Müslümanların başaramıyacakları hiç bir 
muvaffakiyet tasavvur edilemez.

Bir misal alalım: İmanın bir şartı, kul kendi cüz'î iradesini istimal ettikten sonra, kendi arzu ve iradesinin haricinde tecelli eden hususlara «kader» demekteyiz. 
İnsan oğlu samimi¬yetle bu umdeye inandığı gün onun yolunu kesecek, gözünü yıldıracak birşey tasavvur edilemez. Cesaretine payan olmaz. 
Resulü Ekremin, taa bidayette bir avuç müminle, muazzam kuvvetlere karşı koymaları imanın kuvvetinden başka neye delâ-let eder? 

Biz: imam-ül-Mücahidin efendimizin mücahededeki azimlerini ve cesaretlerini nazar-ı im'ân ile, merakla ve dikkatle takip ettik. O sarsılmayan, zerre kadar 
fütur getirmeyen, talihin muvakkat ve makûs tecellilerinden yılmayan, uğradığı saygısızlıklar ve müşkülâta kafiyen ehemmiyet vermeyen büyük insanın, 
Habib-i Ekremin bu Peygamberane, bu müthiş, bu vakur iradesinin kaynağı ne olabilir? Hiç şüphesiz iman!
Kendilerine risalet ve hâtem-ül-enbiya payesini, ihsan buyuran kudretli Allahın, namütenahi gücüne ve iradesine inanmaktadır ki, nübüvvetini ilân ettiği 
vakitten, fani dünyaya verdiği son nefesine kadar onda zerre kadar bir sarsıntı ve tereddüt meydana getirmemiştir. Getirmediği için de muvaffak olmuştur. 
Onun, günün her dakika ve saniyesinde Cihanın dört köşesinden fasılasız arşa yükselen mübarek ismi ve hiç suikastdan sarsılmayan eseri, imanının mükâfatı 
olarak kadir-i mutIakın kendisine hir bahşâyisi değil midir?
Bundan dolayıdır ki, Müslümanlığı tam mânasiyle idrak eden insanlar, din kardeşleri hakkında daima iman selâmeti niyazında bulunmuşlardır. 

Allahın kitabına ve büyük dine hulûs ile iman edenlerin sırtı yere gelmez. Öyle insanlar vardır ki, beş vakit namazlarında, oruçlarında kusurları ve 
ihmalleri görülmemiştir. Hac farizasını da yapmışlardır. Fakat onlardan bazılarının önlerinde dinimize, mukaddesatımıza, Peygamberimize, kitabımıza 
hürmetsizlik edildiği vakit onların taş kesildikleri, ağızlarından tek itiraz çıkmadığı, mukabelede bulunmadıkları da görülmüştür.
İnsan, namütenahi azamet ve vüs'atte, aklın ve idrakin ve  havsalanın maverasında bir kudretin sahibi olan, kâinatın yaratıcısına kalbiyle inandığı gün, 
kendisini ateşe atmakta bile bir an tereddüt etmez.
Biz, böyle halis bir inançla îslâmiyete sarıldığımız gün, bu din-ü mübinin bizden ne istediğini bir lâhza düşünürüz. O zaman her türlü sefil ihtiraslar ve 
arzulardan sıyrılmış olan idrakimiz; eşref-i mahlûkat olan insan cemiyetlerinden sulh ve selâmet ve kardeşlik tesis etmek, bir medeniyet, bir vahdet, 
bir tesanüt içinde yaşamak, terakki ve teali etmek istendiğinin farkına varır.
Evet Müslümanlık, isminden de anlaşılacağı üzere selâmet ve müsalemet dinidir. Terakki dinidir. Mesai ve gayret ve yükselme dinidir, insanları, adalet 
ve hak çerçevesi dahilinde çalışmağa, birbirine yardıma, birbirini sevmeğe, birbirine destek olmağa davet eden bir dindir. Cemiyet ve cemaat halinde 
yasamayı, kardeşlik ve tesanüt bağlariyle birbirlerine bağlanmayı emreden ilâhî bir müessesedir.
Cihadı farz kılmış ve mücahedelere Allah nezdinde en büyük dereceyi tahsis buyurmuş olan Allah, bu cihadı, beşer cemiyetinin ve müminlerin selâmet 
ve devamlı saadeti için zarurî kılmıştır. Meselâ şimdi insan oğullarının, asrın medeniyetin akıllar durduran silâhlar icat etmesi ve idamei mevcudiyet 
etmek için daima silâhlı, talimli ve hazırlıklı bulunmaları hususunda sarfettikleri müthiş gayretlerin mânası bundan başka bir şey midir?

Şu varki: Müslümanlık âlemşümul bir medeniyet ve cihanşümul bir müsalemetin remzi ve sây-ü gayretin bir sembolü olduğu halde, onun muhteşem varlığını 
çekemeyen, onun istihdaf ettiği büyük gayeden ürken dalâlet erbabı, bu; terakkiyi emreden dini ve onun masum ve samimî mensuplarını en küçük 
bahane ve fırsatlarda irtica ile, gerilikle itham etmekten bir an geri kalmıyorlar.
Bu; husamây-ı dinin haksız ve necabetsiz hücumları karsısında bizim mukabele siz kalmaklığımız ve sahip olduğumuz azametli dini müdafaadan âciz olmaklığı  mız düşmanlara cesaret veriyor ve onları bu nâmeşru yolda yürümeğe teşvik ediyor. 

Bu da bizlere bir mesuliyet, bir vicdan azabı, bîr günah yüklemez  mi?

* * *
İslâm tarihini ve îslâmın neşir ve tebliğ vazifesini nasıl yaptığım bir miktar gözden geçirdik. Eshabı kiramın ve müminlerin dâvalarına ne kadar candan 
inandıklarmı ve ne kadar samimî bir surette bağlandıklarını da gördük. O ihlâs ve o azim ve imanladır ki, Müslümanlık, hıristiyanlık gibi asırlar boyu 
yerinde saymamış, güneş gibi, yıldırım gibi bir anda yeryüzüne yayılmıştır.
Türk tarihini, ta Alparslan'dan Selçuklardan, Osman oğullarından itibaren tetkik edelim. O bir avuç insanın kısa zamanda kazandıkları akıllar durduran 
zafer ve muvaffakiyetlerin sırrı ne idi? Hiç şüphesiz Müslümanlığın itilâl ve ona canla, yürekle bağlanmış olmak!..
Biz; bizi irticala itham eden, daha doğrusu İslâmiyeti bir gerilik sembolü diye tavsif edenlere karşı şimdiye kadar ne yaptık? 
Hiç! Din adamlarımız, münevverlerimiz, muharrirlerimiz, müelliflerimiz niçin bu nokta üzerinde durmuyor. Niçin kanunlar ve nizamlar çerçevesi içinde karşı 
tarafa hadlerini bildirmiyor?
Zengilerimizin bu dâvadaki hizmetleri nedir? O da hiç! Allahın geniş arazilerinden kendilerine bahşedilen nimetlerden ve servetlerden on binde bir fedakârlık yapmış olsalardı asırlar boyu Allah diye savaşmış ve son istiklâl savaşlarını Allah diye kazanmış olan bu milletin karşısına köpekler çıkıp havlayabilirler miydi? işte yukarıda bahsettiğimiz iman akidesinin o gibilerin ruhlarına nüfuz etmediğinin bir misali!..

* * *
İman ve ondan doğacak fedakârlık, gönlümüzün arzu ettiği gibi ruhlarımızda teessüs ve tecelli etmiş olsaydı, o zaman bu aziz milletin iç huzurunu bozan çatlak sesler yükselemez, düşman başları pervasızca havaya kalkamazdı.
Kalkmayınca ne olurdu? İşte o zaman dedikodular ve fitneden yakasını sıyırmış olan bir millet sıfatiyle biz de kendimizi gerilikten, iptidailikten sıyırır, 
muasır medeniyete ayak uydurmağa çalışırdık.

Vaktiyle garbe ilim ve teknik tahsiline giden gençlerimiz, orada şu cümleyi defaatle işitmişlerdir:

Din, terakkiye manîdir!

Bu sözün söylendiği garpta, bu bir hakikattir. Orada din; bütün tarihî vak'a ve ilmî delillerle sabittir ki terakkiye, mânidir. insan ruhuna bir atalet vermesi, 
Cenabı Hakkın insanlara lütuf ve ihsanı olan saymakla tükenmez dünya nimetlerine arkasmı çevirmek i'tizâl ve saire bütün bunlar insanların ilerilemesine, terakki etmesine bir mâni teşkil ediyordu, bunun için garbda din terakkiye manidir!  sözü adetâ hakikattin bir ifadesi olmuştur.
Fakat yarım yamalak tahsilli, kulaktan dolma ilim sahibi, basit insanlar şu mühim noktayı gözden ırak tutmuşlardır ki: İslâmiyette mes'ele tamamen ber akistir.

Tarih ve hâdiseler gösteriyor ki Müslüman milletler dinlerine ne kadar samimiyetle ve ciddiyetle sarılmış iseler o kadar terakki ve taalî etmişler, bu dinden ne kadar uzaklaşmışlarsa, işte o zaman irticaın, geriliğin kârına düşmüşlerdir.

Müslümanların ilimde, fende, matematikte, astronomide ve sair bilgi şubelerinde derecei kusvâya vardıkları zaman, garb iptidailik ve vahşet içinde 
yaşıyordu, bizden tam dörtyüz sene geride idi.

Fakat dinimizin mâna ve hikmetine arka çevirip de benliğimize aşağılık duyguların girdiği devirlerde Müslümanların başlarına ne belâlar geldiğini bilmeyen yoktur .

* * *
Bu Kitabı bitirirken son söz olarak şunları söylemek isterim ki, bugün milletler; iki dev müstesna olmak üzere, teker teker bir mâna ifade etmiyorlar.. 
Yirmi altı milyon Türk, altmış milyon Arab, milyarlar karşısında ne kemiyet teşkil eder?

Fakat iktisadî, ictimaî ve harsî faktörlerle birbirlerine dayanmış, birbirlerini tamamlamış, aralarındaki düşman tarafından körüklenen  anlaşmazlıkları def-ü ref etmiş yediyüz elli milyon kitle; o kadar manalı, o kadar güçlü, o kadar muhteşem ve mes'ut ki, bunun hayali bile insanın ruhuna şevk ve gayret ve cesaret verir!
Yahudiler, şu on iki milyon insan bunu yapmış ve muvaffak olmuştur. Biz niçin yapmayalım! Hem bizim öyle insanları köle yapmak, beşeriyeti kendi emrimizde 
bir sürü gibi idare etmek iddiamız da yok! Biz, bir inananlar kardeşliğinin neşvesi ve saadeti peşinde koşuyoruz. Menfaatimiz bunda, hayatiyetimiz ve 
istikbalimizin garantisi bundadır!

* * 

Allah'ın büyük kudreti Müslüman milletleri korusun ve birlik haline gelmeleri için sebepleri halk buyursun, Amin!..

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder