14 Ağustos 2019 Çarşamba

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 6

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 6



3) Demirel-Denktaş Deklarasyonunun Önemi 

28 Aralık 1995 Demirel-Denktaş deklarasyonu, sadece dünyaya değil içerdeki bazı çevrelere de yöneliktir. 
1995 yılındaki hükümetin, Türkiye'yi AB'ye tek yanlı bağlayan Gümrük Birliği'ni, kamuoyunda iç politika malzemesi yaparak yanlış tanıtması yalnız Türkiye-AB 
ilişkilerinde değil, Ankara'nın Kıbrıs politikasında da çelişkiler doğurmuştu. 
Hükümetin bu belirsiz ve kaypak politikasını düzeltmek de M.G.K.na düşmüştü. M.G.K. kararları doğrultusunda, 28 Aralık 1995'te Cumhurbaşkanları(Demirel-Denktaş) deklarasyonları ile Türkiye yapılan yanlışı düzeltiyordu. 
a. Kıbrıs'ta çözüm sağlanmadan AB'ye katılma söz konusu olamaz 
b. Türkiye'nin ada üzerinde garantörlüğü sürecektir 
c. Adada Rumlar ne kadar "egemenliğe" sahipseler Türkler de o kadar egemenliğe sahiptir. (egemen eşitlik) 
d. Türkiye AB içinde değil ise Kıbrıs da giremez denmekteydi Arkasından 1996'da, TBMM.nin Kıbrıs uyuşmazlığına ve KKTC'ye ilişkin 
açıklamaları geldi. AB çevreleri ve Yunanistan 1994 ve 1995'te Kıbrıs konusunda oynadıkları oyuna, Türkiye'nin katılmayacağını görüyorlardı. 
Buna rağmen Brüksel daha sonraki yıllarda, 1995 yılındaki Ankara hükümetinin "sözlü olarak kabul ettikleri" şeyleri, 24 Şubat 1995 Avrupa Birliği Komisyon 
Başkanlığı bildirgesine dayanarak referans verdiler ve kullandılar. 
Bir taraftan Denktaş-Klerides görüşmeleri Newyork'ta sürerken öte yandan Brüksel açıklama yapıyor ve "Rumlarla görüşme sürecinin sürdürüleceğini" Komisyon başkanı basına açıklıyordu. Dayanak (gerekçe) olarak da; 1995 yılındaki Ankara hükümetinin Şubat 1995'te kendilerine söz verdiklerini basın önünde söylüyordu. 
Ortada ilginç bir durum vardı; 
* Ankara, TBMM başta olmak üzere bütün devlet kurumları ile Türkiye'nin Kıbrıs politikasını ortaya koyuyordu. KKTC'nin varlığının sürdürüleceği açıklanıyordu. 
Türkiye bildiğini okuyordu. 
Buna karşılık AB de 1995'te başlattığı, "Rumlarla tam üyelik görüşme sürecinin kesilmeyeceğini", uygulamaları ile ortaya koyuyordu. AB'de GKRY ile 
ilişkilerinde kendi bildiği yolda yürüyordu. 
Bu durum devam ederse, AB GKRY ile görüşmeleri ilerleterek güneyi AB'ye alacak, kuzeydeki KKTC'de Türkiye ile daha da yakınlaşacaktı. 
1997 yılında, Mesut Yılmaz hükümeti döneminde Başbakan Yardımcısı Ecevit'in Denktaş ile ortak açklamaları ve Türkiye-KKTC hükümetleri arası yeni 
anlaşmaların yapılmaya başlaması AB'yi ve Yunanistan'ı korkuttu. 
Adada iki devlet vardı ve AB Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile tam üyelik görüşmelerini sürdürüyordu. GKRY'nin adına Kıbrıs Cumhuriyeti deseler ve adanın bütününü temsil ettiğini söyleseler bile bu tamamen kağıt üzerinde idi ve KKTC'yi bağlamıyordu. 
AB güneyi içeri alırsa adayı kendisi bölmüş ve bir bakıma da KKTC'yi meşrulaştırmış olacaktı. 

Avrupa Birliği, "Kıbrıs'ta uyuşmazlık çözülmeden ada AB'ye tam üye yapılamaz" demeye başladı. Birçok AB üyesi bu görüşte idiler. Sorunlu ve bölünmüş bir 
adanın güneydeki parçasını bir devlet olarak içeri almak büyük bir kaosa neden olacaktı. AB, GKRY ile tam üyelik görüşmelerini yavaşlattı. 

Bir bakıma askıya aldı. 

1997 yılı sonunda Avrupa Birliği Lüksemburg doruğunda Türkiye ile ilgili olarak yapılan açıklama hem Türkiye-AB ilişkilerine, hem de Brüksel-GKRY ilişkilerine 
darbe indirdi. Türkiye'nin AB dışında tutulacağı, aday bile olmadığı Lüksemburg doruğunda açıklandı. 
- Türkiye artık KKTC ile "bütünleşme" sürecini hızlandırıyordu. 
- AB GKRY ile "hangi ölçüde yakınlaşırsa, Türkiye de KKTC ile aynı ölçüde bütüleşecek" ifadesi bütün ortak deklarasyonlarda, TBMM kararlarında, Milli 
Güvenlik Kurulu kararlarında görülmeye başladı. 
AB, 1995'te GKRY ile başlattığı ve "yakaladığını sandığı fırsatın", Brüksel ve Rumlar için çıkmaz bir yol olduğunu görmeğe başlamıştı. 1997'de Türkiye'yi tam üye yapamayacağını açıklamış, Rumları da AB içine almak istediğini söylemişti. 
Bu durumda Türkiye ve KKTC'nin önünde "tek yol" bırakmış oluyordu; Türkiye ve KKTC bütünleşecekti. AB bu hatasını anladı ve taktiğini 1999'da değiştirdi; 
Lüksemburg doruğu yalnızca AB'nin Kıbrıs politikası bakımından değil Türkiye-AB ilişkileri bakımından da AB'ye zarar vermeye başlamıştı. 
Türkiye'nin KKTC ile bütüleşme sürecinin "kesilebilmesi"için Türkiye'nin "denetim altına alınması" gerekiyordu. Bunun için de 10-11 Aralık 1999'a kadar 
beklemek gerekti; Türkiye'ye "sen de adaysın denecek" ve bununla; 
* Hem Türkiye-KKTC ilişkilerinin gelişmesine "müdahale" olanağı yaratılacak, 
* Hem de KKTC içinde sarsıntı yaşanacağı için "iç parametreler" değişecekti. 

4) Dolaylı "Enosis"e Götürülen Yol; 

GKRY-AB ilişkileri.,

Avrupa Birliği 1990'dan başlayarak safha safha 

* 1993'te GKRY'nin başvurusunu kabul ederek 
* 1995'te tam üyelik görüşmelerine başlayarak 

Güney Kıbrıs Rum Yönetimini (Kıbrıs'ı), yalnızca AB içine alma girişiminde bulunmuyor, aynı zamanda da "dolaylı enosisin yolunu" açmaya çalışıyordu. 
Yunanistan AB içinde idi. GKRY'nin (Kıbrıs) AB içine alınması demek, AB şemsiyesi altında GKRY'nin Yunanistan ile birleştirilmesi demekti. Türkiye ise 
dışarıda bulunuyordu. 
1964'den beri Birleşmiş Milletler gözetimi altında yüryütülen görüşmeler, BM.in genelde tek yanlı kararlarına rağmen Ankara tarafından destekleniyordu. Belirli 
bir ölçüde de olsa denge vardı. Bazı Güvenlik Konseyi kararlarında da, "iki tarafın siyasal eşitliğine yakın değerlendirmeler" ortaya konuyordu. 
AB'nin Kıbrıs konusunda devreye girmesi bütün parametreleri değiştiriyordu. 
AB(ve Yunanistan) hem hakim, hem de savcı konumuna geliyorlardı. Türkiye'nin yalnız Yunanistan ile değil AB ile de "çekişmesi" zorunluluğu ortaya çıkıyordu. 
Oysa Türkiye'nin öte yandan AB ile ikili ilişkileri vardı. Bu ikili ilişkiler 1995'te Gümrük Birliği belgesi ile tek yanlı bir bağımlılığa dönüşmüştü. 
Ankara'nın AB karşısındaki bu "zayıf konumu", AB'nin (ve Yunanistan'ın) eline koz veriyordu. 

Buna rağmen AB (ve Yunanistan) Türkiye'nin kararlı tutumu karşısında, "adanın bütününü Rum çoğunluğun egemenliği altında AB'ye sokacak bir yolu" açamadılar. 
Bunun nedenleri şunlardır: 

a. Türkiye Kıbrıs konusunda haklıydı ve kararlı idi. Adada, Türkiye ve Yunanistan arasında, GKRY ve KKTC arasında "bir denge" kurulmasını, Enosis(dolaylı Enosis) yolunun kapanmasını istiyordu. 
b. Uluslararası hukuk açısından Türkiye (ve KKTC) haklıydı. Zürih ve Londra antlaşmaları, Kıbrıs'ta iki halk arasında bir denge kurmuştu. Türkiye garantör 
bir ülke idi. Ada üzerinde hakları vardı ve Kıbrıs Türkleri Türkiye'nin güvencesi altında idi. 
c. 1974'te Türkiye'nin Enosis'i önleme "müdahalesi"nden sonra adada iki devlet oluşmuştu. Zürih ve Londra anlaşmaları açısından bakıldığında ve Kıbrıs 
Cumhuriyeti'ni 1963'te Rum tarafının ortadan kaldırdığı göz önüne alındığında; GKRY bir devlet olarak ne kadar "meşru" ise KKTC'de o kadar meşrudur. 
Mart 1964'te Güvenlik Konseyi'nin haksız ve yanlış bir kararla, yanlızca Rumları "meşru yönetim" kabul etmesi, bu gerçekleri değiştiremezdi. 
d. 1963-1974 döneminin sıkıntılı yıllarında bile Türkler, silâh baskısı altında bile, kendi yönetimlerini sürdürdü. 1974'den sonra ise, daha düzenli ve bütünlük 
içinde (kuzeyde) tamamen bağımsız hale geldi. Ortada artık bir KKTC gerçeği vardı. Anayasası, Meclisi, Hükümeti, ve tüm devlet kurumları ile B.Avrupa 
demokrasilerine benzer bir sistem işlemekteydi. 

Bu durumda AB'nin KKTC'yi "yok varsayması" siyasal, hukuki, ekonomik, sosyal ve insani bakımlardan olanak dışıydı. 

AB'nin (ve Yunanistan'ın), bu gerçeklere rağmen, GKRY'ni, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında ve Kıbrıs'ın bütününü "temsilen" AB buna rağmen, bu yolu seçti. 
Çünkü 1990 sonrasının Yeni Dünya Düzeni içinde, Doğu Akdeniz'deki bu stratejik adayı, Rum çoğunluğun egemenliği altında, AB'nin bir parçası yapmak istiyordu. 

AB için Kıbrıs'taki halklar da önemli değildi. Özellikle Kıt'a Avrupa'sının "büyükleri", adaya göz dikmişlerdi. Onlar da AB şemsiyesi altında, Kıbrıs'ta söz sahibi olmak istiyorlardı. AB soruna; "ben öyle istediğim için olacak"gözü ile baktı. 
Türkiye ve Türkler Kıbrıs'tan "tecrid" edilmeli, adanın Anadolu ile siyasi ve askeri bağları koparmalıydı. Çünkü Türkiye "geleceğin Avrupa Birleşik Devletlerinde yer almayacaktı". Türkiye AB içinde yer alacak olsa, zaten sorunu çözmek çok kolaydı.GKRY ve KKTC birkaç yıl sonra, Türkiye ile birlikte AB'ye girerler ve geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri içinde Türkiye, Yunanistan, GKRY ve KKTC, birbirleri ile bütünleşmiş olarak yaşarlardı. Ancak AB böyle düşünmüyordu. 

AB'nin Kıbrıs politikası, AB'nin Türkiye politakasını da bir "turnusol kağıdı" gibi açığa çıkarmaktadır. AB'nin ısrarla, "adada iki devlet yoktur" demesinin 
arkasında bu yatmaktadır. 

5) Eski Yugoslavya, Eski Çekoslavakya ve Kıbrıs'taki Devletler 

AB ısrarla "Kıbrıs'ın bölünmesine karşıdır" Oysa 1960'da kurulan cumhuriyet, iki halkın haklarını "ayrı ayrı kabul eden", Türkiye ve Yunanistan'a (anavatanlara) 
ada üzerinde garantörlük ve asker bulundurma hakkı tanıyan, kendine özgü bir yapılanma gösterir. 
1990 sonrası yeni dünya oluşumunda Çekoslovakya Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrıldı. Eski Yugoslavya'dan Hırvatista'nın, Slovenya'nın, 
Makadonya'nın ayrılmasını ve bağımsız devletler kurmalarını Almanya başta olmak üzere teşvik ettiler. 
Kıbrıs'ta ise zaten, iki ayrı coğrafyada iki ayrı halkın fiilen kurdukları ve bütün devlet sistemleri ile demokrasinin işlediği oluşumu kabul etmemekle Avrupa 
Birliği, kendi uygulamalarına da ters düşmektedir. 
Bunun nedeni ise çok açıktır; AB Kıbrıs'ı, Türkiye'den " Kopararak ", Rum egemenliği altında bir bütün olarak AB'ye dahil etmek istemektedir. Bu nedenle 
Doğu Avrupa'da, eski Yugoslavya'da izlediği politikanın tam tersini Kıbrıs'ta izlemektedir. 

Ve AB çevreleri, bu çifte standartı açıklayamamaktadır. Brüksel'den Kıbrıs'a ilişkin açıklamalar çok ilginçtir. 

a. 1995 yılının şubat ayında AB Komisyon Başkanlığı, "Kıbrıs artık AB'nin ilgi alanı içindedir. Biz Kıbrıs'ı, geleceğin A.B.nin sınırları içinde görüyoruz, 
bundan sonra ada ile ilişkilerimiz sürecektir" diyordu. 
Bu açıklama ile Brüksel, "Kıbrıs adasının sahibi olacağını" söylemeye çalışıyordu. Oysa ortada uluslararası anlaşmalar vardı; B.M.çerçevesinde Türk ve 
Rum tarafları arasında yürütülen görüşmeler vardı. AB açık açık, "ben öyle istediğim için öyle olacak" demeye başlamıştı. Yeni Dünya Düzeni'nin "bir büyüğü olarak" koşul dayatıyordu. 

b. Cumhurbaşkanı R.Denktaş ve KKTC hükümeti yetkilileri ile görüşmeye gelen AB temsilcileri, "Bize hukuktan ve anlaşmalardan söz etmeyin, biz size AB'nin 
siyasal yaklaşımını ve yapmak istediklerini söylüyoruz" diyorlardı. AB'nin dış ilişkilerden sorumlu yöneticisi Van der Broeke Cumhurbaşkanı R.Denktaş'a, "Bize 
hukuki argümanlar göstermeyin bu siyasi bir hadisedir, ve AB olaya böyle bakıyor" diyebiliyordu. Bir görüşmemizde R.Denktaş bu olayı bana anlatmıştı. 
Çok ilginçtir; AB KKTC'ye karşı "hukuk tanımayan bir yaklaşım içindeydi ve orman kanunu uygulamak istiyordu". AB KKTC'nin Zurih ve Londra anlaşmalarından kaynaklanan haklarını tanımadığını ilân ediyordu. Buna karşılık aynı anlaşmalardan yararlanan, üstelik 1963'te silâh zoru ile Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasasını ve kurumlarını ortadan kaldıran Rum tarafını destekliyordu. 
AB Rum ve Türk tarafına "eşit mesafede" durmuyor, Rumları desteklerken KKTC'ye karşı çıkıyordu. Bu haksız tutumun 1994 yılında, KKTC ürünlerine ekonomik ambargo koyarak da gösterdi. 
AB'nin Kıbrıs politikası, özellikle 1990 'dan itibaren tek yanlı ve hukuk dışı bir çizgide seyretti. 1993'den başlayarak AB Kıbrıs'a ilişkin izlediği politikalar ile bütün parametreleri değiştirdi. 1995'den itibaren B.M.in inisiyatifini ve ağırlığı Brüksel'e geçirdi. Türkiye ile imzaladığı Gümrük Birliği belgesi ile Türkiye'yi tek yanlı bağlayarak ödün sağlamak istedi. 10-11 Aralık 1999'da da Helsinki doruğunda, "Türkiye'nin adaylığı teyid edilirken", AB'nin esas amaçlarından birisi, Kıbrıs'ta Türkiye'den ödün sağlamaktı. Adaylık, "Ankara üzerinde baskı kurmanın bir aracı" olarak değerlendiriliyordu. 

6) Yunanistan ile GKRY Arasında Askeri İşbirliği ve AB

1990 sonrası yeni dönem, Yunanistan-GKRY ilişkilerinde, "işbirliği ve bütünleş me" hareketlerinin artmasına yol açtı. Soğuk savaş artık bitmişti ve AB 
içindeki Yunanistan, Amerika'daki Yunan lobisini de arkasına alarak yeni girişimler başlatmak ve Enosis politikasını günün koşullarına göre gündeme 
getirmek istiyordu. 
Kıbrıs'ın, Rum çoğunluğun eğemenliği altında üniter bir yapıya kavuşturulması ve Türklerin bir "azınlık" konumuna indirilmesi umutları, AB'de yürütülen 
görüşmelerde "kaybolmaya" başlamıştı. 1990 öncesinde 1980'li yıllarda dünya Kıbrıs uyuşmazlığını çoktan unutmuştu. Adada iki devletli yapı "kemikleşiyordu". 
Kıbrıs'ta barış vardı ve GKRY de ekonomik olarak iyi durumdaydı. Bu durum Rumları ve Yunanistan'ı rahatsız ediyordu. 
1990'da Doğu Bloku'nun çökmesi, AB'nin "Akdeniz bölgesini nüfuzu altına alma politikası Yunanistan'ı harekete geçirdi. Yukarıda da değindiğim gibi 
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde, Türkiye "zaaf gösteriyordu". 1995'te Yunanistan ve Rumlar için yeni bir fırsat yaratılabilirdi. 
Ve Atina Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile anlaşarak ikili ilişkileri bir bütünleşmeye götürecek uygulamalara geçti. 
a. 1993 yılında "Ortak Savunma Doktrini" adı altında Yunanistan ve GKRY, Atina'da ortak bir deklarasyon imzaladılar. Ortak Savunma Doktrinine göre 
Yunanistan ve GKRY askeri güçlerini Ege, GKRY ve Doğu Akdeniz'de "bütünleştiriyorlardı". Bu "bütünleştirme", askeri açıdan "tek bir komuta 
altında, tek bir ordu" gibi hareket etmek amacını güdüyordu. Bu nokta da açıklandı. 
Bu ortaklık ve bütünleşmenin hedefi Türkiye ve KKTC idi. Rum siyasiler bunu daaçık olarak ortaya koydular. Ortak Savunma Doktrini çerçevesinde. 
* GKRY Yunanistan'a hava ve deniz üsleri verecekti (bunlar 1999'da gerçekleşti). 
* Yunanistan asker ve silâh olarak, GKRY'deki güçünü arttıracaktı. 
* GKRY, topraklarında ve denizlerde ortak manevralar düzenli olarak yapılacaktı (bunlara da başlandı). 
* Yunanistan GKRY'nin silâh tedarikinde yardım sağlayacaktı(Bu da devam edegelmektedir). 

Türkiye, Yunanistan ve GKRY arasında 1993'te başlatılan ortak savunma doktrini "aynı üslup içinde" 1998'de yanıt verebildi. Türkiye ile KKTC arasında kapsamlı 
düzenlemeler bu tarihte başladı. 

Yunanistan'ın ve GKRY'nin 1993'te imzaladıkları ortak savunma doktrinine AB'den, Amerika'dan ve NATO'dan bir "tepki gelmedi". 
Bu tarihten itibaren GKRY silâh alımlarını hızlandırdı. Fransa, İtalya ve Rusya'dan tanklar, ağır zırhlı araçlar, orta menzilli füzeler (Fransa) alımı 
arttı. Yıllık 460 milyon dolar silâh alımına başladılar. 
Yunanistan'ın GKRY'de 10.000 askeri bulunuyordu. Yunan zırhlı araçları GKRY ordusunda kullanılıyordu. GKRY ölçeğine ve nüfusuna oranlandığında, "olağanüstü bir silâhlânma" içine girmişti. Bu aşırı silâhlanmaya AB ve ABD göz yumuyor, hiçbir tepki göstermiyorlardı. GKRY'deki deniz ve hava üslerinin yapımı da, Yunanistan'ın desteği ile hızla ilerliyordu (bunlar 1999'da tamamlandı). 
1996 yılında GKRY Rusya Federasyonu ile S 300 füzeleri alımı konusunda anlaşma yaptı. Tutarı 600 milyon dolardı. Türkiye büyük tepki gösterdi. Çünkü S 300 füzelerinin menzili 160 km.idi ve Türkiye'nin Akdeniz kıyısındaki illerine rahatlıkla ulaşıyordu. 
Türkiye'nin baskısı sonucu pazarlıklar başladı ve S 300 füzeleri Girit'e yerleşti. Ancak unutmamak gerekirki bu füzeler sabit değil, tekerlekli araçlar 
üzerinde kullanılan füzelerdir. 
GKRY'nin Rusya Federasyonu'ndan füze alımı kararı, "Türkiye ve KKTC üzerinden baskı yaratmaya ve gerektiğinde Türkiye'yi de vurmaya yönelik" bir davranıştır. 
Yunanistan GKRY'deki deniz ve hava üslerini 1999'da tamamladı ve kullanılabilir hale getirdi. 
GKRY halen düzenli olarak ortak manevralarını sürdürmektedirler. 
Bu manevralar, Ankara ve Atina arasında "barış çağrılarının" yapıldığı 1999 sonbaharında bile, GKRY'de bütün hızı ile sürmekteydi. Yunan Dışişleri Bakanı Papandreu Türkiye'de barışcı sözler söylerken Yunan savunma bakanı Kıbrıs'ta Türkiye'yi ve KKTC'yi tehdit ediyordu. 

AB Türk askerinin KKTC'den çekilmesini her açıklamasında isterken, 

a. Rumların yıllık 400 milyon dolarlık silâh alımına, 
b. Fransa'dan orta menzilli füze alımına, 
c. Yunanistan'ın modern silâhları ile birlikte GKRY'de, 10.000 asker bulundurmasına, 
d. Yunanistan'ın kullanımı için GKRY'de deniz ve hava üslerinin yapımına, 
e. GKRY'nin 1996'da Rusya Federasyonu ile 600 milyon dolarlık S 300 füzesi alımı anlaşması yapmasına, nedense sessiz kalıyordu. 
AB, Yunanistan'ın 1993'te başlattığı ve 2000 yılında da sürmekte olan GKRY ile askeri bütünleşmesini desteklemektedir. Halen kurulmakta olan ve AB'nin askeri örgütü Batı Avrupa Birliği (BAB)nin yerini alacak olan Avrupa Güvenlik ve Savunma Örgütü (A.G.S.K.), GKRY'de Yunanistan'la birlikte gerçekleştirilen 
askeri tesisleri, üsleri ve diğer askeri potansiyeli, doğal olarak kendi bünyesine alacak ve kullanacaktır. 
AB Yunanistan'ın GKRY'deki bütün askeri faaliyetlerine sessiz kalmakta, buna karşılık Türkiye'nin KKTC'deki faaliyetlerini sürekli olarak eleştirmektedir. 
Oysa TSK Kıbrıs'a, Türkleri Rumlardan korumak için çıkmışlardır ve bugün adadaki varlıkları, aynı amaca yöneliktir. 

7) Türk-Yunan İlişkileri ve Kıbrıs

Türk-Yunan ilişkilerinde Kıbrıs uyuşmazlığı önemlidir. Ancak, bundan daha önemli olan Yunanistan'ın "Türkiye karşıtı tutumunu ulusal bir politika" olarak 
benimsemiş olmasıdır. Yunanistan'ın Türkiye karşıtı politikayı benimsemiş olmasında ise, ABD'nin ve Avrupa'nın Yunanistan'ı Türkiye'ye ve diğer bölge 
ülkelerine karşı desteklemesi yatmaktadır. 
Eğer Yunanistan Avrupa ve ABD tarafından desteklenmese idi ne megali idea (büyük ülkü) gibi hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir düşünceye bağlanır, 
ne de "ulusal dış politikasını Türkiye karşıtı bir zemine oturturdu. ABD ve Avrupa Yunanistan'ı niçin desteklemişlerdi? Bu sorunun yanıtı Türkiye'nin 
tarihinden ve coğrafyasından geçmektedir. 
a. Avrupa "kendi Avrupalı kimliğini" eski Yunan ve Roma üzerine oturtmuştur. 
Avrupa Yunanistan'ı bu nedenle kendine yakın görmüştür. Buna karşılık 600 yıl öncesinden başlayarak, Osmanlı'nın (Türklerin) Avrupa ve Hristiyanlık ile 
kavgası vardı. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu (Avrupa'ya göre Türkler), Avrupa'nın ortalarına kadar girmişler, oralarda 500 yıl yaşamışlardır. 
Hala Balkanlar bölgesi Osmanlı (Türk ve Müslüman) izlerini ve toplumsal birikimini yoğun bir biçimde yaşamaktadır. 
Avrupa(ve Hristiyanlık) Osmanlı'yı (Türkleri ve Müslümanları) 600 yıl öncesinden başlayarak, kendine düşman görmüştür. 2000'li yılların içine girdiğimiz bu 
dönemde bile 600 yıllık tarihin izleri henüz Avrupa'dan silinmiş değildir. 
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin Avrupa Konseyinde, NATO'da ve daha birçok Avrupa uluslararası kurumunda bulunması da Avrupa'daki bu eski tortuları ortadan kaldırmamıştır. 
ABD de Türkiye ile Yunanistan'ı yan yana koyduğunda, 
* ABD'nin kuruluşundan beri eski Yunan hayranlığının bu topraklarda yayılmış olması, 
* Yunanlıların Hristiyan (Ortodoks) olmaları, 
* ABD'de baştan beri Yunan kökenli nüfusun zaman içinde palazlanarak ABD'nin ayrılmaz bir parçası haline gelmeleri ve çok güçlü bir lobi oluşturmaları, 
ABD'nin Yunan yandaşlığını etkileyen en önemli faktörlerdir. 
Yukarıda ana başlıklarını gösterdiğim nedenlerden dolayı Avrupada, ABD de Türk-Yunan ilişkilerinde hiçbir zaman "tarafsız kalamamışlar", şu ya da bu 
ölçüde Yunanistan tarafına meyletmişlerdir. 
ABD'nin ve Avrupa'nın bu Yunan yandaşlığı Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı politikasını da belirlemiştir. ABD'yi ve Avrupa'yı "arkasında gören" 
Yunanistan,19 yüzyılın ilk yarısındaki Mora isyanından beri Osmanlı'ya (ve Türkiye'ye) karşı, hep Avrupa desteği ile genişleyebilmiştir. 
* İngiltere, Mora isyanının çıkmasından Yunanistan'ın Kuzey'e ve Batı Trakya'ya yayılmasına kadar Yunanistan'ı hem yönetmiş, hem de destek vermiştir. 
* Girit'i ve birçok Ege adasını Yunanistan İngilizlerin desteği ile elde etmişlerdi. 
* İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Trakya'da Bulgarların elindeki topraklar Yunanistan'a İngilizler tarafından verilmiştir. 
* 1947'de İtalyanların yenilerek bıraktıkları sahipsiz kalmış Anadolu kıyılarının yanıbaşındaki 12 ada, yine İngilizlerin desteği ile Yunanistan'a 
hediye edilmiştir. 
Yunanistan o dönemlerde, İngiltere'yi (ve Avrupa'yı) hep arkasında gördü. 
* Kurtuluş Savaşı öncesinde Yunanlıları Anadolu'ya sokan da İngilizlerdir. 1917'de Rusya'da ihtilal başladığı için, Rusya'nın güneye sarkmasından korkan 
İngiltere, Yunanistan'ın arkasında o dönem fazla duramamıştı. 
Türk-Yunan ilişkilerinde bahar havası esen iki kısa dönem vardır. Yunanistan'ın Türkiye karşıtı politikadan kısa bir süre vazgeçmesi ise Yunanistan'ın çok zayıf 
durumda olması ve arkasında Batı desteğinin bulunmamasıdır. 
a. 1930 'lu yıllarda Atatürk-Venizelos döneminde dostluk havası esti. Çünkü Avrupa'da Hitler (faşizm) tehlikesi doğmaktaydı ve İngiltere kendi işleri ile 
meşguldu. İngiltere'nin Yunanistan'a da arka çıkacak lüksü yoktu.Öte yandan Yunanistan Türkiye karşısında savaşı kaybetmiş, yenik bir ülke idi ve büyük iç 
sorunlar yaşıyordu. Bu nedenlerle Türkiye ile iyi geçinmek zorundaydı. Hele Türkiye Cumhuriyet'nin başında Atatürk gibi bir insan varken. Venizelos dostluk 
elini, bu koşullar altında uzatmak zorunda idi, başka bir seçeneği yoktu. 
b. 1950'lerin başında 3-4 yıl da özel koşullar ortaya koyuyordu. Sınırındaki Bulgaristan Sovyetler Birliği'nin denetimindeydi ve Rusya'nın Boğazlar ve 
Balkanlar üzerinde çok ağır baskısı ve tehdidi vardı. Türkiye kadar Yunanistan da baskı ve sıkıntı içindeydi. İşte bu kısa dönemde de Türk-Yunan ilişkileri iyi 
gitti. Yunanistan'ın kafa tutup toprak talep edecek hali yoktu. 
Yeni savaştan çıkmış Avrupa da arkasında olamazdı. Batı Avrupa(ve İngiltere) kendi evinin içini düzeltmekle meşguldü. Ve Türk-Yunan ilişkileri bu nedenle, 
birkaç yıl iyi gitti.

7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder