DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 5
6) "Müdahale"nin Safhaları ve Uzun Maraton
15 Temmuz 1974'de Türkiye müdahale edince Güvenlik Konseyi toplandı ve ateşkes istedi. Türkiye ateşkes talebini yerine getirdiğinde Türk kuvvetleri dar bir alana sıkışmıştı. Girne'nin doğu ve batısından Lefkoşe'ye kadar uzanan çok küçük bir üçgen içindeydiler. Bu dar alan askeri açıdan güvensizdi. Rum ve Yunan tehdidine açıktı
Öte yandan adanın diğer yörelerinde 103 köye ve kentlere dağılmış Türk nüfusuna karşı fiilen Rum saldırıları başlamıştı. Rumlar toplu katliam yapıyorlar dı. Türk alayı da saldırıya uğramıştı. Rumların topyekün saldırıya geçmeleri, zaten yaşanmakta olan iç savaşı yaygınlaştırdı.
Cenevre'de Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının katılımı ile bir konferans toplandı.
Rumlar ve Yunanistan, adada Rum çoğunluğunun hakim olduğu üniter bir yapılanma dışında bir çözüme yanaşmıyorlardı. Konferans çıkmaza girmişti.
Bu arada Kıbrıs'ta Türklere karşı saldırılar sürüyordu. Ateşkes yüzünden harekâtı durduran Türk kuvvetleri de dar bir alana sıkışmışlardı.
5 Ağustos 1974'de ikinci harekât başladı. Gazi Magusa, Lefkoşe-Güzelyurt hattının kuzeyi ile batıda Erenköy bölgesi Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin eline
geçmişti. Kuzeydeki Rumlar Güney'e gitmişlerdi. Ama güneydeki Türkler, Rum kuşatması altındaydılar.
Daha sonra yapılan anlaşmalarla güneydeki Türkler de kuzeye, Türk bölgesine geçtiler. Türkiye Kıbrıs'ın (%36) sını denetimi altında tutuyordu ve Kuzey'e
yerleşen Türkler artık Türkiye'nin güvencesi altındaydılar.
15 Ağustos 1974 müdahalesine Batı'dan ve Sovyetler Birliği'nden tepki geldi Önce Türkiye'nin, adanın tamamını eline geçireceği kuşkusuna kapıldılar. Ancak böyle olmadığını anlayınca biraz rahatlamışlardı.
Türkiye'nin, güvenli bir bölge oluşturarak, Atitta Hattı diye anılan ve bugüne kadar da süregelen "sınırı" belirlemesi Batı'da Sovyetler Birliği'nde de
rahatsızlık yaratmıştı. Burası "büyüklerin" üzerinde oyun oynadıkları "arka bahçeleri" iken Türkiye gelip sınır belirlemiş ve ada Türklerini bu bölgeye
toplamıştı Kuzeyin Türkiye'ye ilhakı (taksim) veya Kıbrıs'ta bağımsız bir Türk devletinin oluşması olasılığı her iki Blok için de rahatsızlık yaratıyordu.
Öte yandan;
a. Dünyadaki Yunan ve Rum lobisi büyük bir karşı atağı geçmişti. Basın yayın organları ve televizyonlar Türkiye karışıtı yayınlar yapıyorlardı.
b. Atina'da Albaylar Junta'sı düşmüş, Karamanlis'in başkanlığında sivil yönetim işbaşına gelmişti. Atina'nın Batı ile ilişkilerinde düzelme olmuştu.
Atina, Batı'nın tam desteğini eline geçirmişti.
c. Moskova ise kendisi ile "flört eden" Makarios'un, adaya tekrar hakim olmasını, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'den elini çekmesini arzuluyordu. Türkiye ne de olsa bir NATO ülkesiydi.
d. Özellikle Batı'daki Ortodoks (ve Hristiyan) dünyası Türkiye'yi aforoz listesi içine almıştı.
Bütün bu çevreler, ne Türkiye'nin haklılığını, ne de Kıbrıs Türkleri'nin 1963-1974 döneminde çektiklerini düşünüyorlardı.
20 Temmuz 1974'de Türkiye'ye karşı çıkmayanlar 15 Ağustos 1974 sonrasında Türkiye'yi eleştirmeye başladılar. Oysa Türkiye, 1963-1974 döneminde Türkleri
yavaş yavaş yok etmeye çalışan Makarios'u 1963'te fiilen işgal ettiği yönetimin başına yeniden getirmek için Kıbrıs'a çıkmamıştı. Ama Makarios, İngilizlerin
yardımı ile N.Samson'dan kurtulduğu gibi, yine onların yardımı ile adaya döndü.
Türkiye, 1974 öncesi dönemi bir daha yaşamamak, Kıbrıs'ta "yeni bir yapılanma" getirmek için adada bulunuyordu. Bu; ada Türklerinin de istediği şeydi.
Bu tarihten sonra B.M.gözetiminde Türk ve Rum yetkililer arasında sonu gelmez görüşmeler, toplantılar başladı. Rum tarafı şu çizgi içindeki yerini hep korudu.
* Adada Rum çoğunluk olduğu için "çoğunluğa dayalı bir yönetim biçimi" kurulmalı idi.
* Türk Silahlı Kuvvetleri adadan çekilmeli, ada uluslararası bir gücün denetimi altına girmeli idi.
* Rumların Siyasal kimliği (egemenlik hakkı) olmasına karşın Türklerin böyle bir hakkı olamazdı. Rumlar eşitliği, bu yönü ile hiçbir zaman kabul etmediler.
Türk tarafının çizgisi ise şöyle idi:
* Kıbrıs adasında Rumlar gibi Türklerin de eşit hakları vardı.
* Rum çoğunluğunu egemen kılacak bir yapılanmaya izin verilemezdi. Türk tarafı şu ya da bu çözüm formülü içinde, kendi yönetimlerini sağlayacaklardı.
* Türk silâhlı kuvvetlerinin adayı uluslararası bir güce devretmesi ise kabul edilemezdi.Türkiye'nin garantörlüğü kaldırılamazdı.
Rumlar (ve Yunanistan) kafalarında sürekli olarak, "adanın uzun dönemde Rum yönetimine gireceği bir yapılanmayı sağlayacak förmüller için" çaba gösterdiler.
Türk tarafı ise adadaki Türk varlığının Türkiye'nin fiili güvencesi altında kalmasını sağlayacak formüllere yeşil ışık yaktılar.
Bu iki yaklaşım arasındaki fark siyah ile beyaz kadar büyük olduğu için bugüne kadar bir "çözüm" sağlanamadı.
Aslında "çözüm", Türkiye'nin müdahalesi ile gelmişti ve çatışmalar durmuştu.
7) Amerikan Ambargosu ve Türkiye'nin Öğrendikleri
ABD'deki Yunan lobisi ve Ortodoks devreleri (Enosis)i sağlayamamanın acısını Türkiye'den çıkarmak istiyorlardı. Kongre üzerinde baskı yaptılar Ve 1975'te
Amerikan Silâh Ambargo'su geldi. Gerekçe, ABD yapımı NATO silâhlarının "müdahale" de kullanılmış olması idi.
Ancak, daha müdahaleden aylar önce tıbbi amaçlı "afyon" üretiminin durdurulması konusunda Ecevit hükümeti ile ABD arasında ambargo sorunu ortaya çıkmıştı.
Washington Ankara'ya,. hükümet afyon üretimini durdurmaz ise ambagonun gelebileceğini söylemişti. Ankara buna "hayır" dedi.
Arkasından Kıbrıs Barış Harekâtı geldi. Adeta iki ayrı şey birleştirilmişti. Ve ABD en önemli NATO müttefikine 1975'de ambargo koymaya karar verdi. Oysa
Yunanistan da Kıbrıs'ta 1963'den beri NATO silâhlarını Türklere karşı (uçaklar ve gemiler dahil) bol bol kullanmıştı. Ambargo tek taraflı geldi ve sadece
Türkiye'ye uygulandı. Yunan lobisi Washington'u ve Kongreyi istediği yola sokmuştu(18).
Ankara1964'deki Johnson mektubundan sonra ABD'den ikinci darbeyi de silâh ambargosu ile öğreniyordu. Silah ambargosu 1978'de kalkacaktı. Çünkü 1978'de İran büyük bir kargaşa yaşıyordu ve Amerika karşıtı bir dini rejimin geleceği belli olmuştu.Bu durumda ABD, Elbruz dağları üzerinde kurulan ve Sovyetler Birliği'ni dinleyen "tesislerini" kullanamayacaktı(19). Bu sistemi Türkiye üzerinden sağlaması gerekiyordu.
Kaderin bir çilvesi olarak "mollaların" devrimi, ABD'nin ambargoyu kaldırmasına neden oluyordu.
1975-1978 Amerikan silâh ambargosu Türkiye'ye yeni bir şey öğretti. TSK'nın silâhı dışarıya bu denli bağımlı tutulamazdı. Türkiye artık, ulusal savunma
sanayiinin kurulması için ilk defa ciddi adımlar atıyor ve silâh alımında da çeşitlilik uygulamasına geçiyordu. 1947'de Marshall Yardımı ile başlayan ve
NATO'ya giriş ile unutturulan ulusal savunma sanayii yeniden gündeme gelmişti. Türkiye, "balık" üzerine söylenen Çin atasözünü nihayet hatırlıyordu. Kendi
balığını tutmasını öğrenecekti.
Kıbrıs Barış Harekâtı Türkiye'ye başka bir gerçeği de göstermişti; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı (ve Amerika) şemsiyesi altına alınan Türkiye, "Batı
tarafından gerçekten benimsenmiş değildi" Batı için bir "ileri karakol" görevi düşünülmüştü. Oysa Türkiye, kendisini Batı'nın içinde, Batı tarafından
benimsenmiş bir ülke zannediyordu.
1974 sonrasında ABD'nin ve Avrupa'nın Yunanistan'ın ve Rumların tarafını tutmaları, Batı medyasının Türkiye'nin haklı olduğu yönleri sistematik bir
biçimde gözardı etmesi, gerçekleri Türkiye'nin gözleri önüne sermişti.
Yunanistan ve Rumlar Batı'nın öz evlatları, Türkiye ise kerhen Batı içinde gösterilen bir ülke idi. Ankara'dakiler artık Türk dış politikasının bu yönde
bazı değişikliklere uğraması gereksinimini hissettiyorlardı. Ama Türkiye'ye "iç kargaşaya" gömülmüştü. Sağ-sol çatışması adı altında hırpalanıyordu. Arkasından gelen 3 yıllık askeri rejim de Amerika'ya sıkı sıkıya bağlıydı.
İç dengesizlilikler, Türkiye'nin Kıbrıs politikasında, ulusal çıkarları gözetecek kararlı bir refleks göstermesini engelliyordu. Buna rağmen, 1975'de Kıbrıs'ta Türkler, Kıbrıs Türk Federe Devleti'ni kurdular. 1983'te de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilân edildi.
Bu arada Yunanistan 1981'de A.E.T.nin (Avrupa Birliği'nin) tam üyesi oluvermişti. Artık Avrupa'nın Kıbrıs politikasında daha da etkili idi. Bu etki,
ileride, A.E.T.nin (AB'nin), Kıbrıs konusunda inisiyatifi B.M.den ve ABD'den Avrupa'ya kaydırılmasında rol oynayacaktı.
8) KKTC'nin Kuruluşu ile Başlayan Dönem
15 Kasım 1983'de Kıbrıs Türkleri, Kuzey Kıbrıs Türk Federasyonu'nu Meclis'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilân ederek yeni bir oluşum sağladılar. Türkiye
bu devleti tanıdı. Rauf Denktaş KKTC'nin Cumhurbaşkanı oldu. Anayasa ile, tüm devlet kurumları ile işleyen bir demokrasi vardı. Kıbrıs Türkleri zaten demokrasiye çok yatkındılar, demokrasi kültürü yüksek düzeyde idi.
Yıllar geçtikce KKTC'deki demokratik işleyiş, Batı Avrupa'daki ülkelerden farksız duruma geldi.
Bu arada, daha 1964'de B.M.gözetiminde başlayan ikili görüşmeler, rutin bir işlem gibi sürmekteydi. Rumların ve Türklerin posizyonlarında değişiklik yoktu.
Rumlar hâlâ, çoğunluğun (Rumların) egemen olduğu üniter bir devlet peşindeydiler. TSK'nın çekilmesini istiyorlardı.
Türkiye ve KKTC ise Kıbrıs'ın Rum olduğu kadar Türk olmasını, Rumların sahip oldukları siyasal kimliğe Türklerin de kavuşmasını talep ediyorlardı. Bu durumda
ortak bir anlaşma zemini oluşturmak olanağı ortadan kalkıyordu.
Yunanistan'ın ve Rumların "Kıbrıs'ta egemen olmak amaçlarının kaybolmamasındaki " temel nedene gelince; ABD ve Avrupa Yunanistan'a ve Rumlara Türkiye'ye karşı destek verdikleri için, Yunanistan ve Rumlar, önünde sonunda Türk tarafının Batı yardımı ile çökertileceğine inanıyorlardı.
Oysa ABD ve Avrupa Türkiye ve Yunanistan'a eşit mesafede dursa, Rumlar ve Yunanistan adil ve dengeli bir anlaşma noktasına gelebilirlerdi.
1963'den beri ne ABD, ne de Avrupa bunu yapmadı. Mart 1964'de B.M.işgalci Rum yönetiminin "meşru hükümet" olarak tanınması ile başlayan hatalar zinciri,
ABD ve Avrupa tarafından sürdürüldü. Bu da, Rumların ve Atina'nın, adanın tümünde egemen olma düşüncelerini korumalarına neden oldu. Kıbrıs
uyuuşmazlığındaki esas çıban başı budur.
Buna bağlı olarak Mart 1964'den bugüne kadar BM Güvenlik Konseyi'nde Kıbrıs uyuşmazlığına ilişkin çıkan kararlar "tek yanlı" olma özelliğini sürdürdü.
1974'den sonra Türkiye ve Kıbrıs Türkleri haksız yere suçlandı. ABD ve Avrupa'nın ağırlığını taşıyan bu kararlar, Rumlar ve Yunanistan'ın anlaşma
zemini oluşturmamalarında temel etken oldu.
* Rumların 1963 ve 1964'te Anayasayı fiilen ortadan kaldırdıklarını ve Türkleri yerlerinden atarak, silâh zoru ile yönetimi ele geçirdiklerini kimse hatırlamak
istemedi.
* 1963-1974 döneminde Kıbrıs Türklerinin Rumlar tarafından nasıl ezildiği görülmek istenmedi.
* Hatta Zürih ve Londra antlaşmaları bile gözardı edildi.
Batı adadaki Rumlara ve Türklere farklı bakıyor, Türk-Yunan ilişkilerinde de Yunanistan'ı sürekli kayırıyordu.
Rumların ve Yunanlıların hukuk ve insanlık dışı davranışlarına göz yumuyorlardı.
Bu koşullar altında Rumların ve Yunanlıların "adil ve dengeli" bir çizgiye çekilmeleri olanak dışına çıkıyordu. ABD ve Avrupa olaya sahiplenmişti ve Rumlar lehine çözmek istiyorlardı 1963'den bugüne kadar ortaya konan belgeleri ve fiili gelişmeleri inceleyen bir insan, bu gerçeği çok açık bir biçimde görebilirdi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Yeni Dönem AB ve Kıbrıs.,
1) Avrupa Kıbrıs'a El Atıyor
1990'da Doğu Bloku'nun dağılması ve Avrupa için ideolojik ve askeri tehdidin ortadan kalkması Avrupa'da önemli değişikliklere neden olmuştur. AB'nin (AT'nın) bölgeye ve Dünya'ya bakış açısı değişmiştir.
a. Doğu Bloku'nun ve Varşova Paktı'nın dağılması AB'yi rahatlattı. Artık, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı olmadığı için Doğu'dan askeri ve ideolojik
tehdit söz sonusu değildi.
b. Dünya Pazarları artık bölünmüşlükten kurtuluyordu. AB'nin büyük ülkeleri için yeni ekonomik ufuklar açılmıştı. ABD ve Japonya ile dünya pazarlarında daha
yoğun bir çekişme olacaktı. AB'nin kendi içinde daha da bütünleşmesi ve diğer güçlü ülkelere karşı "staratejik" bir rakip konumuna gelmesi gerekiyordu. AB
içini ve çevresini donatarak güçlenecekti. 1993'te uygulamaya konan ünlü Maastricht anlaşması, geleceğin AB'sinin temellerini attı.
* Tek paradan tek pazara ve ortak merkez bankasına,
* AB üst kurumlarının gerçek bir "uluslarüstü" yapıya kavuşturulmasına,
* Dünyaya karşı tek ses verebilmek için "ortak bir dış politikaya",
* Amerika'nın askeri egemenliğinden yavaş yavaş kurtulmak için ortak bir savunma örgütüne kadar uzanan politikalar belirlendi.
Artık AB, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nin köşe taşlarını oluşturmak için plânlarını yapıyor ve yavaş yavaş uygulamaya koyuyordu.
Türkiye geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri içinde olmayacaktı. Çünkü büyük ve AB'ye göre, Avrupa'dan farklı bir sosyal ve kültürel yapıya sahip Türkiye,
geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde bütün politik, ekonomik, sosyal ve kültürel dengeleri bozabilirdi.
Türkiye bulunmuyorsa, Türkiye'nin "Kıbrıs'taki varlığı"da AB için önem kazanıyordu. Ada, Rum egemenliğinde AB'nin içine alınırsa, bu durum AB için daha yararlı sonuçlar doğuracaktı. Yunanistan AB içindeydi.
Kıbrıs adası AB için artık "stratejik bir önem" kazanmıştı. Yeni dünya düzeninde, üç kıt'ayı karşıdan seyreden, Ortadoğu bölgesinin yanıbaşındaki bu koskoca ada yeni Asya pazarının "Batı kapısı" üzerinde bulunuyordu. Avrasya'nın stratejik bir noktasındaydı. Ticari yollar, enerji yolları ve askeri açıdan, AB'nin Doğu Akdeniz'deki ileri karakolu ve köprübaşı olabilirdi.
2) AB Devreye Giriyor.,
O zaman bu adayı "koparıp AB içine almak" gerekiyordu. AB bu stratejisini hemen uygulamaya koydu ve B.M. şemsiyesi altında yürütülen görüşmeleri gözardı ederek AB ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (Kıbrıs Cumhuriyeti) arasında yeni köprüler kurdu.
* 3 Temmuz 1990'da G.K.R.Y. tam üyelik için AB'ye başvurdu. Ankara buna karşı çıktı çünkü; Zürich ve Londra antlaşmalarına göre Kıbrıs, "Türkiye'nin ve
Yunanistan'ın birlikte içinde bulunmadıkları bir topluluğa (burada AB'ye) giremezdi". 1960-1963 döneminde Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Anayasa Mahkemesi
başkanının yardımcısı olan Alman hukukçu Dr.Christian Heinze, GKRY ve AB'nin, nasıl uluslararası anlaşmaları tanımadığını ayrıntılı bir biçimde ortaya
koymaktadır(20).
* AB Rumlara 30.6.1993'te olumlu yanıt verdi. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), hem de Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB'ye tam üye yapabilecekti. AB, Rumlarla görüşmelerin 1995'te yapılacağını belirtiyordu. Çünkü 1995'te Türkiye ile Gümrük Birliği belgesi imzalanacaktı. Ankara, Türkiye'yi tek yanlı AB'ye bağlayan bu belgeye "çok istekli" olduğu için, Kıbrıs, pazarlık konusu yapılacaktı.
Türkiye uluslararası hukuk otoritelerine "Rum başvurusunun ve AB'nin bu başvuruya evet demesinin uluslararası antlaşmalara aykırı olduğunu" gösteren
raporlar hazırlattı. Bu raporları B.M.üyelerine, Güvenlik Konseyi üyelerine ve AB'ye gönderdi. Ama "hukuk düzeni" çalışmıyor ve haklar tanınmıyordu. AB'nin
çıkarları bunun önünde idi.
Bu açık "ihlâl'e karşın realpolitik işliyordu". "Uluslararası topluluk" Yunanistan'ın ve Rumların yanında idi.
AB GKRY ile tam üyelik görüşmelerine başlayacağını Brüksel'de açıkladığı zaman, bu karara B.M. Genel Sekreteri Perez de Cuellar bile isyan etmişti. "AB, Kıbrıs uyuşmazlığında bütün parametreleri değiştiriyor ve sorunun çözümünü daha da zorlaştırıyor" demişti. Genel Sekreterin bu çıkışı, ABD'yi de, AB'yi de
etkilemedi.
* Londra ve Zürih antlaşmaları Türkiye'ye "Garantörlük hakkını"da tanımıştı. Türkiye'nin Kıbrıs üzerinde "söz hakkı" vardı. Türkiye sözünü söyledi ama,
GKRY'nin AB ile ilişkilerinde bunun da etkisi olmadı.
* Ve 1994 geldi; Bu yılın sonuna doğru, Yunanistan, "Türkiye'nin AB ile imzalayacağı Gümrük Birliği belgesini veto edeceğini" açıkladı. AB'nin amacı,
"veto"yu Ankara karşısında bir koz olarak kullanmak ve Ankara'yı Gümrük Birliği karşısında, "Rum-AB ilişkilerini kabule zorlamaktı".
İşin daha da ilginç yanı, bu belge Türkiye'ye değil AB'ye yarar sağlıyordu.
Türkiye tek yanlı olarak AB vesayeti altına giriyordu. Uygar dünyada, AB ile bu tür anlaşma imzalayan başka bir ülke yoktu.
Ama Ankara'daki hükümet bu belgeyi, "Sanki Türkiye AB'ye tam üye yapılıyormuş" gibi kamu oyuna sunmuştu. İçerde bazı çevrelerin de büyük desteği ile Türk kamuoyu yanıltılmıştı. Hükümet bu hava içinde Yunan vetosunun kalkmasına karşılık, AB'nin Rumlarla (Kıbrıs Cumhuriyeti olarak), tam üyelik görüşmelerine başlamasına "göz yummuştu". Zaten imzalanan Gümrük Birliği belgesinin 16 maddesine ilişkin (ek) de, durum, Kıbrıs'ın adı da anılarak, açık olarak ortaya konmaktaydı.
Öte yandan 6 Mart 1995'te Gümrük Birliği anlaşması imzalanmadan birkaç gün önce, 24 Şubat 1995'te Brüksel'de Komisyon başkanı, Rumlarla (Kıbrıs ile)
tam üyelik görüşmelerine başlayacağını açıklıyordu ve Ankara'dan buna hiçbir "resmi tepki" gelmiyordu. Çünkü Atina, Ankara'nın tepki vermemesi
(işi kabullenmesi) karşılığında (veto)sunu kaldıracaktı.
Bunlar hep kamuoyunun ve ilgili çevrelerin bilgisi dışında gelişti. TBMM ne olup bittiğinin farkında değildi. Belirli çevrelerin denetimindeki medya bunları
yazamıyordu.
Türkiye kendi hükümetiyle, kendi medyası ile ve belirli sermaye çevrelerinin katkısı ile "kendi kendisini bağlıyordu".
* Haziran 1995'te GKRY ile AB "ortaklık konseyi"ni Brüksel'de topluyor ve tam üyelik görüşmeleri başlıyordu.
Bütün bu gelişmelerin yavaş yavaş açığa çıkmaya başlaması Milli Güvenlik Kurulunun 1995 sonlarına doğru, Türkiye'nin Kıbrıs politikası konusunda "karar
almasına" yol açtı. M.G.K. konuya elkoydu ve bu tutum sonucu olarak da 28 Aralık 1995'te, Hükümetin göstermesi gerekirken gösteremediği "tepki", MGK kararı sonucu, 28 Aralık 1995'te Demirel-Denktaş deklarasyonu yayınlandı.
Hükümetin Şubat 1995'te, göstermesi gerekirken gösteremediği "tepki", MGK. kararı sonucu, 28 Aralık 1995'te Demirel-Denktaş deklarasyonu ile ortaya
konuyordu.
6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder