KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 1
Dani RODRIK*
*Harvard Üniversitesi
Çeviri**
**Yusuf Uslu tarafından yapılmıştır.
Küresel Yönetişim Mümkün müdür? Gerekli midir?
Özet:
Küreselleşme tarafından esaslı bir şekilde dönüştürülmüş bir dünyada yaşıyor olmakla birlikte, sorumluluk hâlen ulusal karar alıcılar üzerinde durmaktadır.
Küresel yönetişim, en saf hali ile ulusal yetkinin uluslararası teknokratlara devrini öngörmektedir. Bu açıdan küresel yönetişimin meşruluk kazanabilmesi
için sınırlı bir alanı ifade eden düzenleyici otoritelerden ve teknokratlardan öteye geçmesi gerekmektedir. Bu açıdan yeni uluslararası mekanizmalar bazı ihtilafların şiddetini hafifletebilse de gerçek yönetişimin yerini alabilecek durumlar kapsamlı bir ekonomik küreselleşmenin temelinin oluşturulması için yetersiz kalmaktadır.
Küresel düzenlemenin uygulanabilirliği, küreselleşmenin arzu edilen seviyelerde olmasını engellemekte ve bu durumda da aşırı-küreselleşmenin başarılı olması
mümkün olmamaktadır.
Ulus devlet demode oldu. Sınırlar ortadan kalktı. Uzaklık diye bir şey yok. Dünya düzleşti. Kimliklerimiz artık doğduğumuz yerler ile bağlı değil. İç siyasetin
yerini, ulusal sınırları aşan daha yeni ve daha değişken temsil şekilleri aldı. Otorite, ulusal kural koyuculardan uluslararası düzenleyici ağlara doğru kayıyor. Siyasi güç, uluslararası hükümet-dışı kuruluşlar şeklindeki örgütlenme yönünde değişiyor. Hayatımızı şekillendiren kararlar, büyük çok-uluslu şirketler ve kim olduğu belirsiz uluslararası bürokratlar tarafından alınıyor.
Küresel yönetişim çağının doğuşunu müjdeleyen veya kötüleyen bu veya benzeri cümleleri kim bilir kaç defa duyduk!
Hal böyle iken, 2007-2008’de yaşanan krizin neleri gözler önüne serdiğine bir bakmak gerek. Finansal krizin daha da yıkıcı hale gelmesini önlemek için küresel bankaları kim kurtardı? Uluslararası kredi piyasalarını rahatlatmak için gerekli olan nakdi kim pompaladı? Mali genişleme aracılığıyla küresel ekonomideki canlanmayı kim teşvik etti? İşini kaybedenlere yönelik işsizlik tazminatı ve diğer koruyucu mekanizmaları kim sağladı? Büyük bankalara yönelik tazminat, sermaye yeterliliği ve likidite ile ilgili yeni kuralları kim koyuyor? Geçmişteki ve günümüzdeki yanlışlar ile bundan sonra olacak yanlışlarla ilgili en çok kabahat kimde?
Bu soruların her birinin cevabı aynıdır: ulusal hükümetler. Yönetimi, küreselleşme tarafından esaslı bir şekilde dönüştürülmüş bir dünyada yaşadığımızı düşünebiliriz, fakat sorumluluk hâlen ulusal karar alıcılar üzerinde duruyor. Aşırı şekilde empoze edilmeye çalışılan ulus devletin düşüşte olduğu şeklindeki tespit, sadece bir “abartıdan” ibarettir. Dünya ekonomisinde ADB’den tutun WTO’ya2 kadar alfabenin tüm harflerine denk gelecek sayıda uluslararası örgüt var olabilir, fakat demokratik karar alma aşaması hâlen sıkı bir şekilde ulus devlette kalmaya devam ediyor. “Küresel yönetişim” ifadesi kulağa hoş geliyor, fakat küresel yöne-tişimin yakın gelecekte ortaya çıkacağını zannetmeyin. Karmaşık ve değişken dünyamız, tam da bu nedenle çok gösterişli ancak sahte bir küresel yönetişim görüntüsüne mahal veriyor.
Ulus Devletin Tahakkümünden Kurtulmak
Artık küresel hükümet fikri üzerinde düşünüp taşınanlar sadece garip fikirleri olanlar ve uçuk görüşlü ütopyacılar değil. Birçok ekonomist, sosyolog, siyaset bilimci, hukukçu ve felsefeci ulus devleti geride bırakan yeni yönetişim biçimlerini aramaya katıldı. Şüphesiz, bu araştırmacılardan sadece birkaçı ulus devletin gerçek anlamda küresel versiyonunu desteklemektedir, zira küresel bir yasa koyucu veya küresel bir bakanlar konseyi hayalden ibarettir. Bu kişilerin önerdikleri çözümler siyasal topluluk, temsil ve hesap verebilirlik ile ilgili yeni bir anlayış üzerine kuruludur. Bu alanlardaki yenilenmenin, anayasal demokrasinin gördüğü fonksiyonun aynısını küresel ölçekte yerine getirmesi bekleniyor.
Küresel yönetişimin en saf şekli, ulusal yetkinin uluslararası teknokratlara devrini öngörür. Küresel yönetişim, küresel ekonomideki koordinasyonsuz karar alma süreçlerinin ortaya çıkardığı “teknik” sorunları çözmekle görevli özerk düzenleyici kurumları gerektirir. Belli nedenlerden dolayı ekonomistler bu tür düzenlere bayılırlar.
Örneğin, Avrupa ekonomik ağı VoxEU.org* 2008 krizinin ertesinde küresel finansal sistemdeki kırılganlığı çözmek adına önde gelen ekonomistlerden
tavsiye istediğinde, genellikle önerilen çözümler teknokratlar tarafından idare edilen daha katı uluslararası kurallar şeklinde oldu: uluslararası bir iflas mahkemesi, dünya finans örgütü, uluslararası banka bildirgesi, son çare olarak başvurulacak uluslararası bir banka gibi.3 Clinton yönetiminde uluslararası ticaret müsteşarı olan Jeffrey Garten ise çoktan küresel bir merkez bankası için çağrıda bulunmuştu.4 Ekonomist Carmen Reinhart ve Kon Rogoff da uluslararası mali sektöre yönelik düzenleyici otorite önerisinde bulunmuştu.5
Bu öneriler siyasetten anlamayan ekonomistlerin safça düşünüp taşınmaları olarak gözükebilir, fakat gerçekte bu öneriler genellikle net politik saiklere dayanır. Reinhart ve Rogoff uluslararası mali piyasalara yönelik bir düzenleyici otoriteyi savunurken, ülkeden ülkeye yayılan ekonomik sorunları çözmek kadar siyasi hataları da telafi etmek amacındadır; öyle ki bu konuda politik sebepler, muhtemelen ekonomik sebeplerden önde gelmektedir. BBu önerileri getirenler, ülke içi düzenlemeleri zayıflatan ulusal düzeydeki siyasi müdahalelere son vermeyi ummakta-dırlar. Bu görüştekiler, “uluslararası mali sektöre yönelik nitelikli- profesyonel kişilerden müteşekkil ve siyasi müdahalenin olmadığı bir düzenleyici otoritenin, ulusal ölçekte güçlü bbir mali hizmetler sektörü için şiddetle ihtiyaç duyulan bir denge unsuru olacağını” savunmaktadır. Bu yaklaşımı destekleyen siyaset teorisi, düzenleyici yetkinin müdahaleye kapalı ve özerk nitelikteki küresel teknokrasiye devredilmesinin gerek küresel gerekse ulusal ölçekte daha iyi bir yönetime yol açacağını iddia etmektedir.
Yetki devri, parlamenterlerin kuralları koyma konusundaki ayrıcalıklarını terketmelerini gerektirir ve bu da esasen parlamenterlerin seçmenlerin ihtiyaçlarına cevap verebilme imkanlarını kısıtlar. Aslında bu durum genellikle birtakım şartlaraltında ortaya çıkar. Örneğin, Amerika’da Kongre eğer siyasi tercihleri Başkanınkiyle oldukça yakın ve görüşülmekte olan mesele çok teknik ise, kural koyucu yetkilerini yürütme kuruluşlarına devreder.6 Bu durumda bile, yetki devri kısmi olur ve beraberinde ayrıntılı hesap verme mekanizmaları getirir. Yetki devri, siyasal bir davranıştır.
Dolayısıyla uluslar-üstü kuruluşlara yapılacak yetki devrinin yaygın ve sürdürülebilir hale gelebilmesi için birçok ön koşulun yerine getirilmesi gerekir.
Bunun için, ortak normlara sahip uluslararası siyasal bir topluluk ile küresel alana uygun yeni hesap verme mekanizmalarının bulunduğu bir çeşit “küresel siyasi yapı” oluşturulmasına ihtiyaç vardır.
Ekonomistler bu ön koşullara pek önem vermiyorlar, fakat diğer akademisyenler buna yeterince önem veriyor. Bu kişilerden birçoğu yeni küresel yönetişim biçimlerinin ortaya çıktığı konusunda kuvvetli emareler görüyor. Örneğin, PrincetonÜniversitesi’nde uluslararası ilişkiler akademisyeni olan Anne Marie Slaughter düzenleyici merciiler, yargıçlar ve hatta yasa koyucuların bulunduğu uluslararası ağlara dikkat çekiyor. Bu ağlar, hükümetler-arası bir kuruluş niteliği taşımasa veya resmen kurumsallaşmamış olsa da yönetişim işlevi görebilmektedir. Slaughter, bu tür ağların resmi yönetişim mekanizmalarının ulaşabileceği alanı genişlettiğini, ülkeler arasında bilgi paylaşımına ve ülkelerin birbirlerini ikna etmesine imkan verdiğini, küresel norm biçimlerinin oluşmasına katkıda bulunduğunu ve uluslararası normlar ile anlaşmaların uygulanmasının çok zayıf olduğu ülkelerde buna yönelik ulusal kapasiteyi ortaya çıkarabileceğini ileri sürmektedir.7
Finansal piyasaların yönetimi, bu tür ağların en ileri seviyede olduğu ve Slaughter’in anlattıklarına en çok uyan alandır.
Uluslararası Menkul Kıymet Komisyonları Örgütü (IOSCO), dünyadaki menkul kıymet piyasası düzenleyicilerini bir araya getiriyor ve küresel ilkeler yayınlıyor. Basel Bankacılık Denetim Komitesi ise aynı görevi banka sektörü düzenleyicileri için yapıyor. Bu ağların küçük sekretaryaları (o da varsa) bulunmakta, fakat icra güçleri yok. Bu ağlar, standart belirleme yetkileri ve yasal olmaları nedeniyle en azından düzenleyici otoritelerin gözünde kesinlikle etkili oluyor. Bu kuruluşların çalışmaları, ülke içi tartışmalarda genellikle bir dayanak noktası haline geliyor. Bu kuruluşlar tamamıyla ulus devletlerin yerini alamayabilir, fakat bu kuruluşlar uluslararası alanda politika yapıcılar arasında birbirine geçmiş ağlar oluşturulmasını sağlamaktadır.
Küresel yönetişimin meşruluk kazanabilmesi için sınırlı bir alanı ifade eden düzenleyici otoritelerden ve teknokratlardan öteye geçmesi gerekmektedir. Peki
bu ağlar, teknik alanların ötesine geçebilir ve daha geniş sosyal amaçları kapsayabilir mi? Bretton Woods rejimini tanımlamak üzere “Entegre liberalizm” teriminiortaya atan Harvard Üniversitesi akademisyeni John Ruggie bu soruya “evet” şeklinde yanıt vermektedir. Ruggie uluslararası ağların, ulus devletlere dayanan geleneksel yönetim modelini zayıflattığı görüşündedir.
Ruggie, bu dengesizliği düzeltmek için küresel düzeyde kurumsal sosyal sorumluluğa daha fazla vurgu yapılması gerektiğini savunmaktadır.
Entegre liberalizmin güncellenmiş versiyonu, devlet merkezci bir çok-taraflılıktan “sivil toplumun ve kurumsal aktörlerin küresel sosyal örgütlenmelere aktif şekilde katkı sağladığı bir çok-taraflılığa” doğru kaymalıdır.
Bu aktörler insan hakları, işgücü, sağlık, yolsuzlukla mücadele ve çevresel yönetim gibi alanlarda yeni küresel normlar geliştirebilir ve bu küresel normların
büyük uluslararası şirketlerde ve ulusal hükümetlerin politikalarında yer almasını sağlayabilir. Yoksul ülkelerdeki HIV/AIDS tedavi programlarını destekleyen çok-
uluslu kuruluşlar, bu konuda göze çarpan örneklerdendir.
Ruggie’nin şekillenmesinde büyük çaba harcadığı Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi bu tür konuları kapsıyor. Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi, uluslararası şirketleri sosyal ve ekonomik hedeflerin geliştirilmesi çerçevesinde dönüştürmeyi amaçlıyor. Bu tür bir dönüşüm, bu şirketlerin faaliyet gösterdiği toplumlara faydalı olacaktır. Ancak, Ruggie’nin açıkladığı üzere, bu durumun getireceği başka avantajlar da vardır. Büyük şirketlerin sosyal ve çevresel performansını arttırması, diğer küçük şirketleri de bu yolda teşvik edecektir. Bu durum, uluslararası rekabetin işçi ve çevre standartlarına ilişkin acımasız bir yarışı başlattığı ve ülkedeki sosyal içermeyi* zedelediği şeklindeki yaygın kanıyı da azaltacaktır. Ayrıca bu durum, uluslararası pazarlar ve ulusal hükümetler arasındaki yönetim boşluğunu daraltmak suretiyle kamu sağlığı ve çevre koruma gibi devletin giderek finanse etmekte ve yürütmekte zorlandığı alanlarda özel sektörün omuz vermesine imkan sağlayacaktır. 8
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder