25 Ağustos 2019 Pazar

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 14

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 14


Son asırda İslâm Birliği fikrinin mürevviçlerinden olan Cemal'üd-din Afgani bu mevzuda en ziyade gayret sarfedenlerin başında gelir. Merhum, böyle bir 
ittihat vücude gelmezse, Müslümanların birer  birer garplı  müstemlekecüer tarafından yutulacağına inanmış  bir insandı. Nitekim de  öyle olmuştur. 
Müslüman ittihadı fikrini hor ve hakir gören, yahudi ittihadı likrini hürmet ve takdirle alkışlayan bir çok soysuz düşmanlar Cemal-üd-din Afganî'nin 
Farmason olduğunu işâa etmekle onu gözden düşürmeğe çalışmışlardır. Müslümanlıkla Farmasonluk taban tabana zıt şevlerdir. İkisi bir araya gelmez. 
Bu sebeple bu mevzuda derin incelemeler yaparak işin hakikatine varmağa çalıştık. Aldığımız kat'î netice şudur: Cemal-üd-din Afganî filhakika farmason 
tarikatına intisab etmiştir. Sebebi de, Müslümanlığın, tekmil milliyetçilerin,  bütün  dindarların her türlü mukaddesatın bî aman düşmanı olan bu, 
beynelmilel teşekkülün, bu yahudi yataklarının hakikî mahiyetlerini anlamak ve , ona göre tedbirler almak içinmiş... Buna dair hatıraları Beyrut Üniversitesi tarih  profesörleri tarafından  neşredilmiştir.  Turkiyenin baş olduğu, islâm ittihadı dâvasında Cemal-üd-din Afganî, bütün Müslüman milletler arasında geniş bir hüsn-ü kabule mazhar olduğu gibi büyük Türk Veziri Âli Paşa tarafından da desteklenmiştir. Âli Paşaya; şimdiki insanların kullandığı gibi mürteci denilmeyip mutaassıp denilmişti. W. Palgrave'-in Londrada neşrettiği Essays on Eastern Questions, yâni «Şark Meselelerine Ait Tetkikler» ismindeki eserinin 111 inci sahifesinde Âli Paşanın şöyle dediği yazılıdır:

«Bizim arzumuz taasubu azaltmak değil, bilâkis onu art-tırmaktır.»
Müşarünileyh bu veciz beyanatiyîe pek çok şeyler ifade etmek istemiştir ki, anlayanlara ne mutlu! irtica diye bütün mukaddes hislere ve masum hareketlere 
saldıran insanlar, her türlü mukaddes ve asil duygulardan tecerrüd etmiş, robotlaşmış, midesi ve şehvetiyle müteharrik insanlar görmek isterler ki, 
bu sayede milletlere kolayca zincir vurulur ve o çeşit milletleri iliklerine kadar soymak mümkün olur. Meşhur müsteşrik Vamberi'nin Londrada 1906 
tarihinde neşretmiş olduğu Wastern Culture in Eastern Lands nam eserinin 351 inci sahifesinde şu malûmatı buluyoruz:

«Kırım harbinden biraz sonra Âli Paşanın konağında, İslâm dininin uzak yerlerinden İstanbula gelmiş «İslâm Birliği» mefkûrecileri toplanmışlardı.»
Demek oluyor ki bu fikir etrafında vaktiyle oldukça gayretler ve himmetler sarf olunmuştur. Şu var ki o gün ve bugün böyle bir ideal müthiş düşmanlarla 
karşı karşıyadır. Başında beynelmilel siyonizm ve onun emrindeki görünür, görünmez bütün teşekküller... Paralı, pullu, teşkilâtlı, gazeteli, kulüblü, localı,
bankalı... Hülâsa her türlü imkânlara sahip ve cümlesi bir kaynaktan zehirini alan ve en ufak, en küçük, en masura arzulara, yaygaralarla, ağız birliğiyle, 
el birliğiyle cephe alan... Her sesi boğan, her kıpırdamayı olduğu yerde felce uğratan bir düşman... Yalanın ve iftiranın yaratıcısı bir düşman! 
Bu düşmanın tek... Ama tek kuvveti.. Müslümanlar arasındaki dağınıklık ve anlaşmazlıktır.
Anlaşmazlıkları onlar icat ederler, araya bir fırsat sokarak bu vahdetin gerçekleşmesine onlar engel olurlar.
Beynelmilel düşmanların teşkilât ve faaliyetlerini yenerek yeryüzünde bir İslâm birliği; bizim bulduğumuz ve düşündüğümüz tarzda bir «Birleşmiş îslâm 
Milletleri» mefkuresinin tahakkuku bin türlü zorluk ve mânilerle çevrilidir. Bizim elimizde vasıta olur, Müslümanlar samimî bir surette bu mefkure etrafında 
toplanacak olurlarsa, hasımların bütün faaliyetleri ve baltalama hareketleri boşa gider.
Biz Türkler, böyle mukaddes bir mefkureyi kafiyen hiçe sayamayız. Bunun bu asırda bir faidesi yoktur diyemeyiz. Önümüzde canlı, tarihî ve çok kuvvetli 
misaller vardır. İstiklâl Savaşları... Biz bu mücadeleye girdiğimiz vakit, göğsümüzdeki imân, ruhumuzdaki vatan aşkı. gönüllerimizdeki istiklâl ateşinden başka silâhımız ve istinatgahımız yoktu. O vakit baş kumandandan dümen neferine kadar cümlemiz bir tek ümidin sıcak tesellisinden kuvvet alıyorduk O da Müslümanlığımız... Bu ümid ve bu his hiç de boş değildi. Hint yarımadasında yaşayan din kardeşlerimiz ingiliz zulüm ve ceberrutuna baş kaldırdılar, isyanlar ve mitingler tertiplediler. Kitaplar, gazeteler, broşürler neşrettiler. Konferanslar verdiler ve Türke reva görülen bütün bu haksızlıkları 
İSLAMA ÇEKiLEN KILIÇ diye vasıflandırdılar ve bu isimde kitaplar neşrettiler, grevler yaptılar ve ingilizleri hayli zor duruma düşürdüler. 
Pakistan müslümanlan her türlü fedakârlıkta bulundular, mekteplere boykot yaptılar ve bize büyük para yardımlarında bulundular. 
Medeniyet dünyası ve beşeriyet önünde hakkımızı müdafaa ettiler. Biz bunun büyük faidesini gördük, nasıl inkâr edebiliriz? Bu canlı ve tarihî misaller 
bize müdafaa ettiğimiz tezin hiç de boş olmadığını gösteren birer vesikadır.

* * *
İslâm Birliği fikrinin tarihimizde ve bilhassa son asırda en büyük kahramanı hiç şüphesiz İkinci Sultan Abdülhamid'dir. Müşarünileyh otuz yıl fasılasız bu 
dâva peşinde koşmuş ve büyük izler bırakmıştır. Aleyhinde yapılan her harekette bu faaliyetin tesiri olduğu muhakkaktır. Onun zamanı saltanatında 
dünyanın en uzak köşelerinden muteber zevat gelerek müşarünileyhe dindarâne hürmet ve tazimlerde bulunuyordu. Bir çok insanlar bu haleti ruhiyenin 
bir vecd ve heyecan halinde kalıp fiilî ve amelî netice vermediğini ileri sürerler. Bu da tarafsız bir görüş değildir. «Müslüman Birliği» ideali bu asırda 
«taarruz» için değil «müdafaa» içindir. Faidesi de yukarıda yazdığımız gibi Millî Mücadelede görülmüştür. Dünya müslümanlarını bu ateş, harekete 
getirdiği gibi Türk milletini de silâhsız ve cephanesiz cephelere sevkedip mucizeler yaratmasına saik olan da bu imândır.

*  * *
Müslüman kardeşliğinin bizim yaşadığımız devirde çok şayanı dikkat ve asil örneklerinden birini Trablusgarb harbi teşkil eder. İtalyanların yahudi ve 
mason teşkilâtı sayesinde kolayca istilâ ettikleri bu müslüman memleketinde derakab kurulan harb cephesinde Türk ve Arabların nasıl bir müslümanlık 
ateşi ve heyecaniyle birleştikleri, kardeş gibi omuz omuza döğüştükleri herkesi ve bütün dünyayı heyecana sevketmiş ve garbi hayli düşündürmüştü. 

O zaman ve ondan sonra Birinci Dünya Savaşında Mısırlı dindaşlarımızın  gösterdikleri alâka ve heyecan İngilizleri ziyadesiyle sarsmıştı.
Hindistanın müslüman liderlerinden Şeyh Muhammed Mi'metullah 1913 senesi Teşrinievvelinde Asiatic Eeview ismindeki gazetesinde: «Son Türkiye 
vukuatı ve müslüman Hindistan» başlıklı makalesinde şöyle yazmıştır :
«İngiliz devlet ricalinden şunu rica ediyorum: Milyonlarca Müslüman tab'anın galeyan ve hiddeti birdenbire alevlenip bir felâket doğurmadan evvel, 
İngiliz Hükümeti, Türk düşmanlığı siyasetini değiştirsin!..»
Bu kadar sarih, ve canlı misaller bu dâvanın ne kadar mühim olduğunu göstermeğe kâfidir sanırım.

* * *
Birinci Dünya Harbine geliyorum. Bu harbde Türk Milleti, mucizeler vücude getirmiştir. Buna mucizeden başka bir isim verilemez. Zira; Birkaç tümen 
Türk askerinin çelik kaleler, dev toplar, müttefik donanmaları ve Avrupanın muazzam devletlerinin muazzam kara ve deniz ordularını, sadece göğsündeki 
imânla karşılayıp Gelibolu yarımadasından hüsran ve mahcbiyetle yere sermesindeki en büyük sır Türk Mehmetçiğin manevî cephesindeki kuvvetten 
başka bir şey değildir. O zamanın hükümeti, bütün dünya müslümanlarını cihada davet etmişti. Bu davetin boşa gittiğini söyleyenler olmuştu, kafiyen 
yalan! Garb devletleri idaresinde veya kontrolünde bulunan müslüman memleketlerinde bu davet fırtınalar koparmış, isyanlar doğurmuştur. 
Mısırda öyle büyük heyecan ve kargaşalıklar olmuştur ki, bu kasırga ancak kuvvetli İngiliz askerî birliklerinin sayesinde ört bas edilebilmiştir. 

Aynı zamanda Trablusgarbda ihtilâller çıkmış, İtalyanlar deniz kıyılarına kadar sürünüp atılmıştır. Bu hâdiselerde, «İki Devrin Perde Arkası» eserinin müellifi olan Süvari Miralayı Hüsameddin Ertürk beyin büyük himmeti sebketmiştir. Hüsameddin bey, bir denizaltı ile bütün şimalî Afrika memleketlerini dolaşmış ve müslüman halkların gönüllerini tutuşturmuştur. Ne çare ki nasibsiz milletimiz, kendi gafletinin eseri olarak bağrına bastırdığı bir sürü sığıntının ve onların yeryüzündeki teşkilâtının suikast ve hiyanetine kurban giderek harbi kaybetmiş, Ehl-i Salib donanmasının memleketi mağrûrâne istilâsına şahit olmuştur.
Bizim, din kardeşlerimizi cihada davet edişimiz Afrikada, İngiliz idaresinde bulunan bütün müslümanları 1915 de ihtilâle sevkettiği İngiliz hükümet 
ricalinin itiraflarından öğrenil¬miştir.

* * *
Avrupalının maskesini yırtan, onun hürriyet ve insan hakları perdesi arkasında saklı zulüm ve kindar hüviyetini meydana koyan iki yüzlülüğünü bütün 
âleme isbat eden Versay Muahedesi İstiklâl Savaşlarında gösterdiğimiz kahramanlık ve fedakârlıkla, süngülerimizle param parça edilmişti. 
Bu muahedede hiç bir insan ve kahramanlığa hürmet, hiç bir ölçü ve nısfet bulunmaması ve Türk'ü bütün bütün tarihi beşerden silme gayesini gütmesi, tekmil İslâm dünyasınm dikkat nazarını çekmiş ve bütün Müslüman milletleri isyan, heyecan ve galeyana sürüklemişti. Versay muahedesi üzerine, yeryüzünde yaşayan bütün Müslüman milletler o şekilde ayaklanmış, gazaba gelmişlerdi ki, birçok Avrupalılar yeryüzünde kopacak yeni ve müthiş bir fırtınanın dehşetinden titremeğe başlamışlardır. Bu hâdisenin propaganda servisleri tarafından halk efkârından gizlenmesi için çok gayret sarfedilmiştir. 

Bu mesele hakkında şark ve İslâm meseleleri hakkında geniş malûmat ve ihtisas sahibi olan Leon Gaietani'nin Birinci Dünya Harbi sonunda ve 1919 senesinde dünya matbuatında çıkan şu beyanatı çok dikkate şayandır :
«Bu hiddet ve asabiyet bütün Müslüman ve şark medeniyetini kökünden sarsmıştır. Çinden Akdenize, uzak şarktan, uzak garbe kadar tekmil şark âlemi 
hiddet ve heyecan içindedir. Her yerde garblılardan nefret ve onlara karşı kin ateşi alev alev yanıyor. Fastaki karışıklıklar, Ceyazirdekî ayaklanmalar, 
Trablusgarbdaki hoşnutsuzluklar, Mısırda, Arabistanda ve çöllerde «milliyetçi grupların hareket ve faaliyetleri», bunların cümlesi aynı derin hislerin, aynı Müslüman kardeşliğinin, aynı Müslüman tesanüdünün birer tezahürüdür, şark âleminin Avrupalıya ve garb medeniyetine birer isyanıdır.»

Bu beyanat üzerinde duralım ve ondan sonraki vukuatı takip edelim. Müslüman milletler; son haddini ve son misalini Türk milletinde gördüğü garb ihtiras 
ve barbarlığına karsı baş kaldırmıştır. Evvelâ, bizim mîllî mücadelemiz esnasında rnaddî, manevî surette Türk milletini desteklemişler, sonra da garblıları insafa ve yola getirmek için her türlü tazyiki yapmışlar, her çareye baş vurmuşlardır.
Sonra ,asil ve kahraman Türk milletini ve onun başardığı mucizeleri örnek alarak yer yer isyanlar ve kıyamlar tertip etmişler ve hemen hemen Müslüman milletlerin cümlesi esaret zincirlerini kırarak istiklâllerine kavuşmuşlardır. Şimdi tek basına, hürriyet ve istiklâli için emsalsiz kahramanlık ve sonsuz fedakârlıklar gösteren «Cezayir» kalmıştır ki onun da yakında semalarında ayyıldızlı bayrağı dalgalanacak ve kâbus o kahra-man diyarın sırtından kalkacaktır.
Bütün bu hâdiseler gösteriyor kî, Müslüman milletlerin kendi aralarından ne kadar, ufak tefek ihtilâflar olursa olsun, hariçten vuku bulan tecavüz ve 
müdahaleler Müslümanları hemen bir gaye uğrunda birleştiriyor ki bu; teşkilâtsız ve isimsiz bir nevi «Birleşmiş islâm Milletleri» nden başka bir şey değildir.
Müslümanları birliğe ve kardeşliğe sevkeden sebeplerin başında sömürgeci ve emperyalistlerin asırlardan beri şahidi olduğumuz zulümleri ve i'tisâfları gelir. 
Haddizatında Müslüanları birbirine bağlayan derin kardeşlik hisleri, aynı iman esaslarında, aynı medeniyet yolunda yürüyen ve aynı mukaddes gayeye 
koşan, yeryüzünde barış ve saadeti hedef tutan insanların ruhlarında mevcut derin duyguların muhassalasıdır. Bu; sadece dinî değil, aynı zamanda 
sosyal bir ihtiyacın mahsulüdür; ve bütün dünya Müslümanları «Medeniyet-i Muhammediye» nin yeryüzüne yayılmasını kendileri için vazife bilmektedirler.

* * *

Sir T. Morison'un yazmış olduğu England and îslâm ,yâni ingiltere ve islâm ismini taşıyan eserinde bu mevzu hakkında şu mütalâa vardır:
«Yeryüzünde hiç bir Müslüman yoktur ki; islâm medeniyetinin ölmüş olduğunu veyahut tekrar kalkınıp, genişlemeye-ceğine inanmış olsun. 
Hakikatte herkes islâm medeniyetinin buhran geçirdiğini ve sarsıldığını kabul eder ve bunun sebeplerini bilir. Vaktiyle hıristiyanlık da insanları dar bir 
taassup ve zulmet içinde bırakan batıl fikirler yüzünden sukut etmişti. Ama şimdi herkes, Müslümanların inkılâblar ve yenilikler devrine girdiğini, garbe 
bakarak ondan şevk ve gayret aldığını ve islâm medeniyetinin yeni baştan canlandığını ayan beyan görmektedir.»
Şimdi bir de, mühim bir Müslüman şahsiyetin şayanı dikkat fikirlerini gözden geçirelim: Bu zat, tahsilini Avrupada yapmış Tuloz Üniversitesinden hukuk 
diploması almış Mısır hâkimlerinden «Yahya Sıddıks dır. Bu zatın Arabca olarak neşrettiği «Müslüman Milletlerin Uyanış ve intibahı» isimli eserinden  
şu parçayı alıyorum:

Büyük hükümetlerin müthiş bir surette silâhlanmaları yüzünden kendilerini iflâsa sürüklediklerini görüyoruz. Bu muazzam hükümetler, birbirlerine meydan 
okuyorlar, yekdiğerini tehdit ediyorlar. Devamlı surette ittifaklar aktediyorlar ki, bu ittifaklar dünyayı altüst edecek ve yeryüzünü harabeler, ateş ve kanlar 
kaplayacaktır. İstikbâl Allahındır ve onun ilâhî iradesinde başka bir şey baki değildir.

Soysuzlaşmış garb âleminin bu hali, kendimize örnek etmek istediğimiz tekâmül ve terakkinin eseri midir? Acaba Avrupa iki üç asırdan beri müthiş çalışması 
neticesi olarak tekmil varlığını harcamış mı bulunuyor? Avrupa daha şimdiden dejenere olmuş da bunun yerine daha az soysuzlaşmış, daha az sinirli, daha 
genç ve gürbüz, daha sağlam milletlere mi mevkiini terkedecektir. Benim kanaatımca Avrupa yükseleceği kadar yükselmiş, zirveye ulaşmıştır. 

Onun bugünkü itidalden uzak, müstemlekecilik gayreti kendisi için bir kuvvet değil, bir zaaftır. Avrupa, bugün görünen parlak kudretine ve ihtişamına 
rağmen eskisinden çok daha zayıftır, hastadır, muztariptir, ve bunu gizlemekten âcizdir. Artık onun kaderi taayyün etmiştir.
Avrupalının memleketimizle olan teması ve münasebetleri bize maddî ve manevî cihetlerce hem çok iyilik etmiş, hem de çok fenalık etmiştir. Fenalık 
ahlâk ve siyaset cihetinden olmuştur. Müslüman milletler daimî mücadelelerle bitap düşmüşler ve parlak medeniyetleri ve müreffeh hayatları yüzünden 
inhitat etmişler ve tabiatiyle zayıf düşmüşlerdir. Fakat bu milletler tamamen bitmiş, mahvolmuş değillerdir! Silâh kuvvetiyle tahakküm altına alınmak 
istenen Müslüman milletler, Avrupalıların tazyik ve hükümleri altında dahi birlik ve tesanütlerinden bir şey kaybetmemişlerdir...
Biz Müslümanların şu son senelerde ilimde ve fende, edebiyat ve sanatta terakkimiz o derece büyük olmuştur ki, böyle giderse elli sene sonra Avrupalılara ulaşırız...

Son asır bizim için yeni bir uyanış ve kalkınmanın mes'ut başlangıcı olacaktır. Her ırk ve millete mensup bütün Müslümanlar canlanıyorlar. Hepimiz kültür, 
say-ü gayret, san'at ve irfanın kıymet ve ehemmiyetini idrak ediyoruz. Şarkta müslümanlar arasında şayanı hayret bir faaliyet vardır ki bu, bun-dan yirmi 
beş yıl önce bütün dünyaya meçhuldü. Bugün şarkta ve Müslüman milletler arasında hakikî bir «efkârı umumiye» mevcuttur.
Artık hepimiz metin olalım, çalışalım ve ümit edelim! Bugün terakki yoluna girmiş bulunuyoruz, bundan istifade edelim... 
Bize bu inkılâbı yaptıran bizzat Avrupalının zulmü ve istibdadıdır, inkişafımızı ve terakkimizi temin eden, Müslümanları tahrik eden âmilde Avrupa ile olan 
temasımızdir. Bu hal tarihin tekerrüründen ibarettir. Bütün muhalefetlere, mukavemetlere ve zorluklar?, karsı Allahın İradesi karşı geliyor. Avrupalının 
Asya halkı ve Müslüman milletler üzerindeki tehakkümü yavaş yavaş kalkıyor ve Asyanın kapıları Avrupalıların yüzüne kapanıyor! Önümüzde büyük 
inkılâpların eserlerini görüyoruz ki, bugüne kadar dünya tarihinde eşine rastlanmamıştır. Önümüze yeni bir devir açılıyor!»

* * *
Mısırlı müellifin kitabından mühim gördüğümüz parçaları yukarıya aldık. Müellif bu eserinde cidden kehanet derecesinde mütalâalar ileri sürmüştür. 
Bu eser yazıldığı zaman henüz Birinci Dünya Harbi vuku bulmamıştı. O harp bir çok hanümanlar yıktı ve medeniyeti sarstı, dünyayı sefalet ve ıstıraba boğdu. 
Müellif garbın müthiş silâhlanması yüzünden kendi kendini iflâsa sürüklediğini yazmıştı. Öyle de oldu ve İkinci Dünya Harbi insanlığı mahv ve perişan etti. 
Maddesini, mânasını harab etti, yıktı kül etti. Fakat sulh olmadı. Soğuk harb ismi altında devam ediyor. Atom, Hidrojen, Füze ve daha henüz açıklanmamış 
nice silâhlar icap ve istif ediliyor. Biz Müslümanlar bundan istifade etmeliyiz ve ediyoruz da... Cezayirden başka esaret zincirlerini kırmamış millet hemen 
hemen kalmadı. Cezayir işi de yakında halledilemezse ki, mutlaka halledilecek-tir ki o zaman yeryüzündeki bütün Müslüman milletlerin görülmemiş bir el 
birliği, müthiş bir tesanüt ve hamlesi sayesinde o da istediğimiz gibi hallü fasl edilecek, yeryüzünde tahakküm ve esaret altında hiç bir Müslüman millet 
ve memleket kalmıyacaktır.
Her fırsat düştükçe tekrarladığımız gibi garbın sömürgeciliği ve sultasından yakasını sıyırmış olan Müslüman milletlerin karşısında daimî, kadim ve en 
tehlikeli bir düşman vardır. Bu düşman «İsrail»dir ve koynumuzda cephe tutmuştur. Onun teşkilâtı, gazeteleri, propagandası, fitnesi ve fesadı ve hepsinden ziyade parası bizim baş düşmanımız ve tehlikemizdir. Bütün esaret zincirlerini kırmış, meskenet ve ataletten sıyrılmış, cehaletin acısını tatmış olan 
Müslüman milletler yeni ve müthiş bir inkılâp ve terakkinin içindedirler. Bunların birleşmesine, kuvvet haline gelmesine, eski şevket ve itibarı kazanmasına 
şimdi garb değil, daha ziyade Siyonistler mani olmak istiyor. Garb ve Amerika, bugün bütün beşeriyeti tehdit eden komünizmin karşısında en kuvvetli 
olarak kurulacak cephenin, mania hattının Müslümanlar olduğunu biliyor ve takdir ediyor. Onun için muvakkaten nazarlarımızı garblılardan çekerek israil 
üzerine döndürelim: Araplarla - Türkler arasında yeni bir sui tefehhüm var. 
Bu fesat, İsrail'den gelmiştir. Afrikada Milyonlarca Müslüman istiklâline kavuşmuştur. 

Oraları servet hazineleri ve ham madde kaynaklariyle tıklım tıklım doludur. İsrailin koca karı Hariciye Vekili nefes aldırmadan o bakir memleketlere koşuyor, fesat tohumunu ekiyor ve bu defa silâhla değil, iktisadî ve malî yollarla o zengin memleketleri sömürmeğe teşebbüs ediyor. Afrikanın garbında otuz beş 
milyon nüfuslu, hepsi zenci ve Sünnî Müslüman olan saf, temiz, iyi kalbli Nijeryalılar yukarıda yazdığımız gibi her sene bir «islâm Liderleri Kongresi» 
topluyor, bizi davet ediyor, fakat ben gidemiyorum. Bayar'ın emri bu... Nijeryalılar, bu, Afrika'nın bizden fersah fersah uzak köşesindeki Müslüman 
kardeşlerimiz diyor ki:
«İslâmın rehberi, ümidi, lideri, ağabeyi Türklerdir. Onların şanlı tarihlerini ve Islâmiyete yaptığı hizmetleri ve fedakârlığı biliyoruz. Başka milletleri ve 
onların zâlim idaresini gördükten sonra, şimdi Türklere daha çok hürmet ediyoruz. Bu millet bizim de, bütün Müslüman milletlerin de, medeniyetin de 
ümidi ve meş'alesidir.»
Evet bu; bizzat o milletin rüesasının, liderlerinin kendi ifadeleridir. Ne çare ki, yahudi ve dönme; kemal-i izzet ve itibarla kollarını sallayarak gidiyor, biz 
yerimizde sayıyoruz. Mısırlı müellifin dediği gibi «irâde Allahındır», bu irade bizi yur¬dumuzda hapseden insanları, simdi bütün dünyadan tecrit ediyor, 
ıssız adalarda derin bir sessizliğe mahkûm ediyor...

* * *
Garbî Afrikadan bahsettik. Asya Müslümanlarının bize olan hürmet ve bağlılıkları hiç de ötekinden aşağı değildir. Bizim İstiklâl Savaşımız esnasında Hint 
yarımadasında yüz milyonu bulan din kardeşlerimizin Türkiye'ye reva görülen haksızlıklara karşı kopardıkları figân ve isyan ingilizleri dehşete sürüklemişti. 
Sir Teodor Morrison'un bu husustaki sözleri çok mühimdir, diyor ki:
«İngiliz halk efkârı şarktaki hâdiselerin vahametini anlayacak vakte gelmiştir. Türkiyenin parçalanmak istenmesinden dolayı bütün Müslüman dünya hiddet 
ve ateş içindedir. Kabil ve Kahire gibi merkezlerde şiddetli kargaşalıkların çıkması, bu geniş nefret ve hiddetin göze batan eserleridir. Ben, Hindistan 
Müslümanlariyle otuz sene temas halinde bulundum, bunun için Türk İmparatorluğunun parçalanmak istenmesine karşı Müslümanların duydukları gayet şiddetli küskünlük ve tehev-vürden İngiliz halk efkârını haberdar etmeyi kendime vazife bilirim. Pek âlâ anlaşılıyor ki: Versay'da toplanan politika adamları Türk yurdu dışında Türkleri seven ve acıyan kimse yoktur zannettiler. Bu, müthiş ve felâketli bir ihtardır. Bugün Müslümanların ne derece müthiş bir infial içinde olduklarını anlamak için Londradaki Müslümanlarla konuşmak bile kâfidir. Bizzat Hindistnada Peşaver'den tutunuz da Arkot'a kadar bütün İslâm âlemi Türkiye meselesinden dolayı korkunç bir kazan gibi kaynamaktadır. Hindistan Müslüman kadınları evlerinde bu meseleden dolayı ağlıyorlar. Tüccarlar, yâni bu siyasete ehemmiyet vermeyen insanlar mağazalarını, dükkânlarını, yazıhanelerini terk ederek gösteriler, nümayişler ve protesto mitingleri yapıyorlar. 
Din adamları bile uzletgâh ve İba-dethanelerinden, Müslümanlığın bu şekilde tahrip ve ifnasını protesto etmek için fevc fevc harekete geliyorlar.»

* * *
Bütün bu misaller gösteriyor ki bir Müslüman birliği, kardeşliği, tesanüdü ve en nihayet bir «Birleşmiş İslâm Milletleri» ideali hiç de ham bir hayal değildir. 
Bunu böyle tasvir ve tasavvur edenler, bu mefkurenin gerçekleşmesinden korkan insanlar ve zümrelerdir. Onlar, asırlar boyu iliklerine kadar sömürdükleri 
Müslüman milletleri daimî derin bir cehalet içinde görmek isterler, zira bu sayede bizim hazinelerimizi soyup, servetlerimizi yağma edebilirler. 

Bu mefkure aleyhinde işittiğimin ve işiteceğimiz bütün sesler aynı menbadan, aynı yerden gelir... israil oğullarından...

Onların kan, ateş, zulüm, entrika ve dalavere ile elde ettikleri mukaddes topraklarda kurdukları fesat yuvasını methüsena etmeyen, müstevliyi gök yüzüne çıkarmayan kalem mi kaldı?

Bugün mazide işlenmiş günahların kefâret-i zünübü gibi, gafletten ve ataletten silkinen cemiyetler ve milletler, hatalarını müdrik bir şekilde çalışıyorlar. 
Vücude gelen kuvvetli ordular, iktisadî ve siyasî hamleler, geceyi gündüze katan gayretler... Ve yarını milyon şehidin mübarek kanı üzerinde kurulmakta olan müstakil ve şanlı Cezayir... Bütün bunlar düş-manlarımızın aklını başından alıyor ve yürüyüşümüze çelme atmak için var kuvvetleriyle çalışıyorlar. Biz de uyanık ve gay¬retliyiz, azimli ve kararlıyız. Bu yürüyüşü durdurmak, bu azmi ve ateşi söndürmek için düşmanlarımızın başvurdukları çarelerin en mühimmi, Müslüman mîlletler arasına nifak ve ayrılık tohumlan saçmaktır. Plânlarının basına Türk milletini bütün diğer dünya Müslümanlarından tecrit etmek gelir. Bu sebeple var kuvvetleriyle bizim üzerimize çullanmışlardır. Değerli ilim adamımız İsmail Hamî Danişmend Beyin bir konuşmasını dinledim, hatırımda kalanları aşağıya alıyorum:
«Birbirlerini tanımayan bir çok garb müellifleri şu noktada fikir birliği halindedirler, o da: Türk milletini harblerle yok etmenin, tarihten silmenin imkânsızlığı.. 

Yine bu müelliflerin ifadesine göre Türkleri maddeten yıkmak mümkün olmadığına göre onun binay-ı manevisine hücum ve çıkar yoldur. O halde Türkleri kendi benliklerinden uzaklaştırmak ve onları besleyen ve ayakta tutan bütün manevî faktörleri bertaraf etmek lâzımdır. Bu maksatla da garbın aleyhimizde yapmadığı kalma¬mıştır. O garb ki: Meselâ Kanunî Sultan Süleyman zamanında, bütün medeniyet âlemi için bir örnek teşkil eden Türk adliyesini tetkik etmek üzere ingiltere kralı Kanunî'yo adamlar göndermiş, Türk adliyesini inceletmiş ve kendi adalet mekanizmasını ona göre kurmuştur.»
Bu; hiç şüphesiz Müslüman adaleti idi. Doğru işlediği müddetçe semeresini bol bol vermiştir.

* * *
Ortada bir hakikat var. Biz bu hakikati İslâmın doğuşundan itibaren takip edersek; mekârim-i ahlâk ve fazilet üzerine kurulmuş bir din görürüz. 
Bu muazzam dinin esaslarını, emirlerini ve nehiylerini tebliğ eden âyetler ve onların nüzul sırası ve sebeplerini de dikkatle incelersek, bütün beşeriyetin 
saadet ve selâmetini isteyen ve bütün insanları bir iman halkası etrafında kardeş telâkki eden gayet muhteşem ve muazzam bir medeniyet gözlerimizin 
Önünde canlanır. Biz, bu medeniyetin esasları, temelleri ve hikmetleriyle çok az meşgul olmuşuzdur. Halbuki tekmil ibadetleri ve hukuk vecibeleriyle 
Müslümanlık gayet esaslı ve geniş bir medeniyetin ta kendisidir.
Bugünün ilmi; demokrasinin Müslümanlıkta esas olduğunu ve bu rejim ile idare edilen ilk İslâm hükümetleri, günün sahte ve yalnız isimden ibaret bir 
demokrasiyi değil, onun hakikisini yaşatıyorlardı. İlk Halife seçilen Hazreti Ebubekir'in halka yaptığı şu aşağıdaki hitabe ne kadar canlı, samimî ve manalıdır. 

Bakınız, büyük insan ne diyor:

«Ey millet! Sizler beni; aranızda en az lâyık olanı halifeniz olarak seçtiniz; hareketim âdilâne olduğu müddetçe beni tutunuz; olmadığı takdirde de beni 
tevbih ediniz ve beni uyandırınız. Makbul olan ancak doğruluk ve hakikattir. Yalan kötüdür. Ben âcizlerin müdafii olduğumdan, sizler bana ancak kanuna 
riayet ettiğim müddetçe itaat ediniz; fakat beni doğru yoldan en az ayrıldığımı görürseniz, artık bana itaate mecbur değilsiniz!»
Bu şahane hitabeyi dinleyen her insan bu beyandaki ve bu dîndeki büyüklüğü takdir eder. Ne yazık ki biz bu kadar haklı, bu kadar meşru, bu kadar ulvî bir 
dâvayı müdafaa edemiyoruz. Müslüman Türkün ilham aldığı bu hakikî medeniyetin düşmanları, bizi bu yol üzerinde gördükleri vakit yaygarayı basıyorlar. 

Hiç bir vicdan ve ahlâk kaydiyle mukayyet olmayan, gördükleri bunca nimet ve lûtuflara rağmen ruhlarındaki kini islâm düşmanlığını bir türlü söndüremiyen, damarlarında bir damla Türk kanı bulunmayan, ağızlan salyalı, ne, cabetsiz siyosinst ve komünist uşakları en masum ve hattâ en basit hareketlere irtica damgası vurmaktan haya etmezler. Zira onlar bu sayede geçiniyor, bu sayede lükslerini ve şehvet-lerini tatmin ediyorlar. 

Bizim müdafaada gösterdiğimiz aciz, bizim dâvamızın ne kadar kutsi, ne kadar ulvî olduğunu lâyıkiyle bilmemekliğimiz Müslüman düşmanlarına kuvvet 
veriyor. Her şeyi bilen Allah, bundan ötürüdür ki Kelâm-ı Kadiminde cihadı, mücadeleyi ön plâna almış ve büyük dereceyi Allah yolunda mallariyle ve 
canlariyle mücadele edenlere tahsis buyurmuştur. Ama nerede?!.. Bizim din ve Müslümanlık anlayışımız o kadar zayıf ve biçare ki, ferdî ve derunî ihtiyaçlarımız bertaraf oldu mu, artık gerisiyle meşgul olmuyoruz. Halbuki Müslümanlık cemiyete ve beşeriyete hitab eden âlemşümul bir dindir.

15.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder