25 Ağustos 2019 Pazar

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 11

Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar.,  BÖLÜM 11



Tarihin muhtelif devirlerinde Türk İstilâsına uğramış ve yahut Türklere mağlûb olmuş milletlerin an'anelerine bakılırsa, bunların duydukları eski Türk 
düşmanlığının izleri kabilinden bir çok efsanelere tesadüf edilir: Eski Çin, Iran, Yahudi, Süryâni, Ermeni, Bizans, Lâtin ve Arab menbaları bu bakımdan tetkik ve mukayese edilecek olsa, binlerce rivayetlere müstenit bir çok ciltler vücude getirilebilir. Eski milletlerin asırlarca yüreklerini titreten «Türk korkusu» onların muhayyilelerini yüzlerce yıl Türk ırkının aleyhine işletmiş ve işte bu hayal faaliyeti o milletlerin an'anelerinden başka tarihlerinde, folklorunda ve bilhassa din menbalarmda Türk tipine adetâ bir umacı şekli veren korkunç tasvirler bile hasıl olmasına sebep olmuştur.

Bu akla gelmez efsanelerin icadında en mühim rolleri oynayanlar muhtelif devirlerde memleketlerin din adamlarıdır. Yani o mutaassıp dinciler, bir 
taraftan da ırkçılık ve milliyetçilik taassubu göstermişlerdir! Bunlann en şaşılacak örnekleri eski Arab müfessirleriyle sarihleri içinde gösterilebilir. 

Kur'anı tefsir yahut hadîsi şerh eden Arab âlimleri din sahasında millet duygularına kapılmak zaafından bir türlü ictinab edeme-mişler ve hemen her 
münasebetle Türk ırkının aleyhine okkalarla mürekkep sarfetmekten ve hattâ böyle yapabilmek için vesile ve münasebet aramaktan bile zevk almışlardır. 
Bu vaziyetin asıl acı tarafı, Türk ırkının aleyhine uydurulan bu garazkârane efsanelerin Arab medresesinden Türk medresesine geçmiş ve Osmanlı softaları 
tarafından asırlarca dinî birer hakikat şeklinde tekrar edilip durmuş ve hattâ Arabdan fazla «Asabiyeti Arabiye» gösteren şuursuz yobazlar yetişmiş olmasıdır! 

Eski Istanbulun ilmine sınıfı içinde Türk olmayan unsurlara mensup zümrenin mühimce bir yekûn teşkil etmesi, bu vaziyetin takarrür ve devamında her 
halde ihmal edilemiyecek bir âmil sayılabilir.

Bu acı vaziyet hakkında vazıh bir fikir verebilmek için her şeyden evvel o yahudi ve Arab efsaneleriyle iftiralarının en mühimlerinden biri olan «Ye'cûc ve Me'cûc. meselesinden bahsetmek mecburiyetindeyiz.

İslâm dinine bir çok dinlerin hurafeleri girmiştir; fakat en fazla giren Isrâiliyat'tır  İslâmiyetin zuhurundan itibaren ihtida eden yahudilerle  hıristiyanlar, Kitabı Mukaddesle Kur'anın müştereken bahsedilmekte oldukları neseb ve tarih meselelerinde İslâm tefsirine derin bir tesir icra etmişler ve Müslüman müfessir  lerine bir çok îsrâiliyatı bazan pek aşırı mübalâğalarla tekrar ettirmişler dir.. 
Bu vaziyeti kolaylaştıran şöyle bir hadis de rivayet edilir:

«Beni İsrailden bahsetmenizde beis yoktur.» 

İslâm âlimleri işte bu hadis'e ittiba' etmekle çok zararlı bir ifrata kapılmışlardır. Halbuki bu hadis, teşvik değil, tecviz mahiyetindedir. Her halde bu ifrata bilhassa Hicretin ilk asrında ihtida eden yahudiler sebep olmuşlardır; meselâ bunların içinde eshabdan Abdullah ibni Sellâm gibi mühim şahsiyetler 
görülmektedir: Evvelce Medine hahamlarından olan bu zat, Kur'an tefsirine Tevrat tefsirini nakledenlerin en mühimlerin dendir. Kâtib-üd-Dînûrî lâkabiyle 
meşhur İmam Ebu-Muhammed Abdullah ibni Müslim ibni Kuteybe'nin Kitab-ül-Maarif'ine göre Hicretin 32 tarihinde vefat eden Tabiinden Kâ'b-ül-Ahbâr'da 
Yemenin sabık yahudilerindendir. Hazreti Ebubekir devrinde ihtida edip Hazreti Ömer zamanında Medineye gelen bu zat da Isrâiliyatı îslâmiyete nakledenlerin en mühimlerîndendir. Bu gibi şahsiyetler içinde yine tabiînden Ebu-Abdullah Vehb ibni Münebbih-il Yemânî kardeşi Hammâm ibni Münebbih-il Yemânî de en mühim İsrâiliyat nâkillerindendir. Kâtib-üd-Dî-nûrî'nin Kitâb-ül-Masrif'ine göre bilhassa «Vehb» semavi kitaplardan yetmiş ikisini okumakla iftihar ederdi. Hicretin ikinci asrında vefat eden bu iki kardeş, gene aynı menbaa göre, Yemene İrandan gelmiş olmak itibariyle Türkler hakkında hem Acem, hem yahudi hurafelerine mükemmel surette vâkıftı. Gene İslâmiyetin ilk zamanlarında ihtida eden yahudi âlimleri içinde «Sa'ye»nin Sa'lebe, Esid ve Zeyd isimlerin deki üç oğluyla Yemenden gelen îbni Yâmin ve bir de Mukayrîk vardı.
İste bütün bu yahudi muhtedileri İsrâiliyat efsanelerini İslâm ilmine olduğu gibi nakletmişlerdi. Bunlardan başka bir çok hıristiyan ve Zerdüştî dönmeleri 
de vardı: Meselâ sabık piskoposlardan Dağatır, Abdül-Kays kabilesinden Cârûd ismi ile maaruf Ebu-Gıyâs-Beşer ve Hazreti Ömer devrinde ilk defa olarak 
Medine mescidinde vaaz eden Yemenli Temîm Dârî ile Necrân rahipleri bulunurlar dı; meşhur Sahabî Selman Fârisî de aslen İranlı olduğu halde, evvelâ 
Suriye ve Musul'a gidip hıristiyan dinine girmiş ve nihayet Medinede Müslüman olmuştu. Tabiî bütün bu ruhaniler İslâm dinine Zerdüşti ve Ortodoks 
an'aneleriyle beraber giriyorlardı. Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi, en mühim tesir, yahudi menbalarından gelen tesirdi: Çünkü ilk mühtediler içinde 
yahudilerin sayısı mühim bir yekûn tutmaktan başka, hıristiyan dönmeleri ile kendi dinlerinin yahudilerden aldığı Isrâiliyatı beraber getirmiş oluyorlardı.
Her halde bu zevatın eski dinlerindeki hurafeleri İslâmiyete fenalık etmek için nakletmiş olmadıkları muhakkaktır. Bunların maksatları, yeni dinlerine eski 
bilgileriyle hizmet etmekti; fakat netice olarak İslâm âlimleri yahudi, hıristiyan ve Zerdüştî hurafeleriyle dolmuş oldu ve eski müfessirleriyle şarihları 
da Türklere karşı olan milli duygularını dinî bahanelerle istedikleri gibi ifade hususunda iste bunlardan istifade imkânını buldu.
İsrail peygamberlerine izafe edilen «Ahd-i atik» ile «incil» ve teferruatından mürekkep olan «Ahd-i Cedîd» in teşkil ettiği kitabı mukaddesin baş tarafındaki 
«Pentateuque» yâni «Esfâr-ı Hamse» yahudi ve hıristiyan itikadınca Hazreti Musa'nın Tevrat'ı sayılır: Yahudilerin «Torat Moşe» dedikleri bu beş kitabın 
birincisinde, yâni Genese = «Tekvin-ül-Mahlûkat» kitabında Nuh'un oğullariyle torunlarına ait esatiri bir takını ecdat isimlerine müstenit bir tasnifi vardır: 
Beni İsrailin ensâb ilmine ait telâkkilerini gösteren bu tasnif, o kitabın onuncu tab'ının birinci fıkrasından başlayıp otuz ikinci fıkrasına kadar Türk ırkiyle 
alâkadar sayılanlar Tiras-Thiras yahut Tires, Tocerrne yahut Togorma ve Tharsis-Terşiş şekilleridir. Fakat yahudi müfessirlerince esas ittihaz edilen, 
bilhassa Tocerce, Togorma yahut Togarma seklidir. Hattâ bu telâkkiden dolayı yahudiler hâlâ Türk mânasına Togarma ismini de kullanmaktadırlar. 
Fakat bunlardan başka bir isim daha var ki o da bazı müfessirlerce Türklerin ilk atasına ait sayılır; bu isim de «Mogog» yâni «Me'cûc» ismidir. 
Bu kelime «Ye'cûc» ismiyle beraber Kur'anda da zikredilir. Bütün bu isimler Ahd-i atîkin tekvin kitabından başka bir defa Tevârih-i evvelde ve iki defa da 
«Hazkıyâl» kitabında geçer.

«Tekvîn»e göre Togarma Yâfes'in oğullarından «Comer» yahut Gocer'ni oğludur, Arabların me'cûc dedikleri Mogog da Gomer'in kardeşidir: Yahudi ve 
hıristiyan müfessirleri Türk ırkının ilk atasını tayin ederken işte bu iki kardeş üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir.
Gomer taraftan olanlar bu muhayyel şahsın oğlu olan Togorma'nın ismiyle Türk kelimesi arasındaki fonetik yakınlığa istinat etmişler ve «Mogog» yahut 
Me'cûcu tercih edenler de bu mevhum şahsiyetin nesline ait «Kitab-ı Mukaddes fıkralariyle  Türk  tarihinin  muhtelif  inkişafları   arasında  bir  takım 
münasebetler görmüşlerdir.

...

Osmanlı medresesinden yetişen iki Türk müellifi Arabca Türkçe kamuslarda Arab âlimlerinin bu hurafelerini olduğu gibi kaydetmekle iktifa edip Arabların 
bu hayalî vasıfları Türk ırkına mal etmekteki millî ve tarihî gayretkeşliklerine karşı hiç bir isyan sesi çıkarmamışlar, yalnız o ciheti meskût geçmekle iktifa 
etmişlerdir.

Her halde su muhakkaktır ki, Türk ırkı islâm âleminin başına geçip bütün şarkı ve Müslüman şart milletlerini bütün garbı ve hıristiyan garb milletlerine 
karşı asırlar boyunca cephe cephe müdafaa ederken, yerlerinde yurtlarında sakin ve rahat yasayan Arab âlimleri kendi dindaşları ve dîn birliği namına 
müdafileri olan Türkler aleyhine din düşmanları olan cemaatlerin bütün hurafelerini toplayıp bin türlü ilâveler ve mübalâğalarla i'zam ettikten sonra, 
tekmil o yüz kızartıcı hezeyanları bir haya dini olan Islâmın ilâhî kitabına izafe ederek asırlarca neşir ve tamim etmekten maatteessüf sıkılmamışlardır! 
Türklere karsı Ehl-i Salib ordulariyle elbirliği eden Arablarla Türk ırkını Hazreti Adem'in bir ihtilâm esnasında yere düşmüş nutfesinden doğan bir canavar 
sürüsü ve bir «Ye'câc ve Me'cûc» güruhu seklinde tasvir ve teşhire kalkışan Müslüman - Arab uleması arasında Islama ihanet bakımından ne fark vardır?

* * *
Bir fasıl evvel, henüz yeni basılmış Arabca «İslâm devleti» bitabından aldığımız parçalar ve yukarıya ilmî delilleri ve kaynaklariyle kaydettiğimiz bir kısım 
yazılarla, asırlardanberi durmayıp kanayan bir yarayı deşmiş olduk. Bu yaranın ufunetini ve acısını şu dakikada ciğerime çökmüş buluyorum. Orta Doğuya 
bir hançer gibi sokulmuş, Arabların bizzat kendi aralarında ve sonra onlarla Türkler arasında, Allanın arzu buyurduğu şekilde bir vahdet, bir birlik, bîr 
kardeşlik, bir tesanüt olmamasından istifade ederek kurulan israil devletinin varlığı gözlerimin önünde heyula gibi canlandı. Nazarlarını Medinei Münevvereye ve bütün yakın şarka dikmiş olan ve sonsuz ihtiras ve hayalleri istikbal ve hayatiyetimizin ka'rına ulaştıran Beni israil'in, orta doğunun iki büyük unsuru olan Türk ve Arab milletlerinin aralarındaki bu sui tefehhümlerin yahudilerin ne kadar çok işine yaradığım idrak etmiyecek bir aklı selim tasavvur edemiyorum.

Biz, bütün bu; düşmanlar tarafından körüklenen, beslenen ve gün geçtikçe şiddetini arttıran anlaşmazlıkları ka'r-ı tarihe gömmek ve Islâmı topyekûn 
imha etmek için şu altmış senedir nihaî taarruza geçmiş ve şu dakikaya kadar epi muvaffakiyet elde etmiş olan israil oğullarına karşı tek cephe teşkil, 
tek vücut ve ruh halinde karşılarına dikilmeyi ne kadar isterdik. 
Bu uğurda bu âciz müellif kardeşiniz maddî ve manevî bütün varlığım harcamış, istikbalini tehlikeye sokmuş, müteaddit defalar zindanlara girmiş, ağızları leş kokan, salyalı bedmâyelerin hedef ta'rîzi olmuş ve bunlara karşılık Allah aşkının ve Müslümanlığın verdiği kuvvet ve ilhamla elli beş eserle vazifesini yapmış bir insanım. Allahtan başka yardımcım olmamış ve kimseden başka bir muavenet 
de talep etmiş değilim. Fakat Müslüman düşmanlarının sarfettikleri akıllar durduracak muazzam gayret ve paralar yanında tek elin sesi elbette ki kâfi 
gelmemiştir.

Arab müellifi, Türklerin islâm nizamlarına kafiyen riayet etmediklerini, içtihat kapılarını kapadıklarını ve dinî hiç bir eser neşretmediklerini iddia ediyor. 
Bu iddia hakikatle taban tabana zıddır. Türkler dinî eserlere o kadar büyük kıymet vermişlerdir ki bugün kütüphanelerimizde el yazması ve matbu' 
milyonları aşan eser mevcuttur. O derecede ki din adamlarımız dinî eserler okumak ve yazmak için var kuvvetleriyle Arabca öğrenmeğe vakf-ı vücut 
etmişler ve hattâ Türkçeyi ihmal bile etmişlerdir.

Şu noktaya ehemmiyetle bir mim koymalıyız: Türklerin dinî eserlere hiç ehemmiyet vermedikleri iddiası doğrudan doğruya bir yahudi propagandasının 
klişeleşmiş şeklidir. Kimse bunun farkında olmamış, pek çokları kendilerini bu propagandanın tesirine kaptırmıştır. O kadar ki: Filistinde yahudilere devlet 
kurma müsaadesi vermemiş ve bunun için otuz üç yıl mücahede etmiş olan Sultan ikinci Abdülhamid Han, tahtından düşürülmek için: Kütüb-ü şer'iyeyi 
hark ve ihrak etmekle suçlandırılmıştır. Din adamlarımızdan üç bedbaht da bu fetvanın altına «Allah günahlarını affetsin» kaydiyle imzalarını atmışlardır. 
Allahın bu günahı affetmiyeceği muhakkaktır.

Halbuki Sultan İkinci Abdülhamid Han, Kur'anı Kerimi ve Buhâri-i Şerifi altın yaldızlı ciltler ve fevkalâde kâğıtlarla bastırıp bu hususta kesesinden 
milyonlarca lira sarfedip bütün Müslüman memleketlerine, emirlerine, ekâbirine, ulemasına ve kütüphanelerine hediye etmiş azmi kadar imanı da büyük 
bir Türk hakanıdır. Bazı Arab din kardeşlerimizin, göze batan bu hakikatleri görmemezlikten gelip, aramıza yahudiler tarafından sokulmuş olan bozguncu 
ve ayırıcı fikirler üzerinde ısrar etmeleri acınacak bir haldir. Ve Allah nezdinde büyük mes'uliyeti mevcuttur.

Biz, ciğergâhımıza saplanmış olan hançeri çıkarmak için maziyi unutup müthiş bir el biliği ile tek bir kalb halinde Asya ve Afrika Müslümanlarını kardeş 
görmek için çalışıyoruz. Bu mesaiye kimler ve ne şekilde olursa olsun başka bir mahiyet ve istikamet verirse ancak ve ancak dinimizin ve mukaddesatımızın 
düşmanlarına hizmet etmiş olurlar, islâmiyete değil!

MİSYONERLİK FAALİYETİ

İslâm hükümranlığına cephe alan ve onu zayıf düşürmek ve hattâ yok etmek için çalışan teşkilâtın başında misyonerlik gelir. Garblılar, Müslüman dünyasını ilim neşriyatı perdesi altında, yani misyonerlik yoliyle manevî istilâları altına atlmak için asırlardan beri çalışmaktadırlar. Denebilir ki misyonerlik, garb emperyalizmi ve müstemlekeciliğinin ileri karakolları, öncüleri olmuştur.

Misyoner cemiyetleri uzun senelerden beri hemen hemen bütün Müslüman memleketlerine yayılmış olup bunların ekseriyetini ingilizler, Fransızlar ve 
Amerikalılar teşkil eder. Onların nüfuzları ve İslâm memleketlerine hululleri bu misyonerler sayesinde kolaylaşıyordu. Avrupalı misyonerlerin Türkler ve Arablar arasında suitefehhümleri ve anlaşmazlıkları körükledikleri muhakkaktır. Daha acısı, bugün devlet arşivlerinde bulunan yeni vesikalara nazaran vaktiyle bazı büyük denilen zevatın hükümeti zaafa uğratmak, devlet nizamlarını altüst etmek için. Arabları Türkler aleyhine teşvik eden teşebbüsleri ve mektupları hayret ve dehşetle görülmüştür. Bu gibi haris insanların misyonerlerden ilham almış olmaları uzak ihtimallerden değildir. Garblı misyonerler, sadece mensup oldukları dini neşretmek ve onun propagandasını yapmakla iktifa etmemişler, islâm dünyasının başı ve reisi olan Türkiyede yaşayan Müslüman akalîyetlere de ırk ve millet fikri aşılamışlardır. Asırlar boyunca Osmanlı - Türk bayrağı altında yaşamış ve islâm adaletinin en asil örneğini Türkiyede görmüş, hayatları refah ve saadet içinde geçmiş, devletin en büyük makamlarına geçmiş Türk ırkının asil, fıtrî ve âlicenap müsamahası sayesinde zengin olmuş olan bütün diğer Müslümanlarda, yeni bir milliyetçilik cereyanı başlamış ve bu cereyan görünür, görünmez teşekküller ve misyonerler tarafından körüklenmiştir. Yahudiler, bu fitnede ele başı vazifesini görmüşlerdir. Bunun tabiî ve meşru bir neticesi olarak unsur-u aslî olan Türklerde de milliyetçilik ve Türklük cereyanı başlamış ve böylece yalnız Türk Osmanlı hükümetini değil, bütün dünya Müslümanlığını zayıf düşürecek tefrikalar yaratılmıştır.

Bilhassa Türk - Arab milletleri arasına sokulan soğukluk ve düşmanlık hisleri o kadar büyüktür ki: Harem-i Şerifde, Ravza-i Mutahharada kendilerine bir 
melce'-ü penâh bulacağını zanneden Türk kumandanları ve askerleri merhametsizce hançerlenerek şehid edilmişlerdir. Bunda İngilizlerin rolleri ve 
günahları gayet büyüktür. Kendilerini hanedan-ı Resuldan sayan Şerif Hüseyinler, Faysallar, Nuri Saitler onların evlâd ve ahfadı, ilâhî adaletin en parlak bir tecellisi olarak mahv-ü ifna edilmişlerdir.

Türk askeri vatan ve din aşkından başka hiç bir hisle mütehassis değildir. Onun kudretli süngüsü altında beş yüz yıl mes'ut yaşayan Filistin, elimizden 
çıktıktan sonra kaç yıl Müslüman bayrağı altında kaldi, ruz-u cezada Allah bunun hesabını soracaktır. Şu var ki, Türkün ahi, ruz-u kıyamete de kalmıyor..
Müslüman memleketlerinde beliren dar milliyetçilik cereyanı Müslüman milletler arasındaki din kardeşliği ve tesanüt hissini baltaladığından bu da düşmanlarımız  ın menfaatine yahissini baltaladığından bu da düşmanlarımızın menfaatine yaramıştır.

Garblıların faaliyet sahalarına sürdükleri misyoner cemiyetleri bir yandan yukarıda zikri gecen faaliyetlerde bulunurken diğer yandan da, Müslüman 
memleketlerinde yaşayan hıristiyan tab'ayı da bir koz olarak ellerine almışlar ve onları da tahrik vasıtası yaparak aleyhimize kullanmışlardır.

Asırlar boyu İslâmın başında bulunan ve Haçlılara tek başına göğüs geren talihsiz Türkler, Müslümanlığın emrettiği bütün adalet ve müsamahayı bol 
bol bahşettikleri halde bir yandan kendi dindaşları, bir yandan da diğer dinlerin her türlü siyasî entrikalara âlet olan teşekkülleriyle mücadele etmişlerdir. 
Bu; yalnız bizim değil, bütün Müslümanlığın zayıf ve mecalsiz kalmasına sebep olmuştur. Biz müslümanların bu haller adetçe, sayıca, zenginlikçe bizden 
üstün olan sömürgeci garblıların ziyade işine yaramış ve düne kadar yüz milyonlarca müslüman obur ve haris Avrupalılar tarafından iliklerine kadar 
sömürülmüstür. Bir zamanlar, Fransayı Şarlgen'in tecavüzünden kurtarmış, Avrupada sulhun ve nizamın hamisi olan Türkleri, kimseye yardım etmek şöyle 
dursun, kendilerini sürüklendikleri sukut sathı mailinde duramayacak hale getir¬miştir. Şartlar değişmiş olmakla beraber garb yine aynı garb ve İsrail aynı 
İsrâîldir. Üstelik içimize, koynumuza, bağrımıza sokulmuştur. Dört tarafa zehirini saçmakta, akıllar durduracak gayretler sarfetmekte, müthiş çalışmakta 
ve hiç saklamamalıyız dehşetli kuvvetlenmektedir. Bu kadar da değil, bugün Orta Doğu milletlerini bir kardeşlik ve birlik etrafında toplayacak her 
teşebbüs onun tarafından baltalanmakta, oluk gibi para harcamaktadırlar. Bazı gafiller de, menbaı ve menşeini bilmedikleri propagandaların tesirine 
kapılarak onlara yardımcı olmaktadır.

12. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder