Tarih Boyunca İSLAM HAKİMİYET ve Uğradığı Suikastlar., BÖLÜM 9
İSLÂM DEVLETİNİN İNHİLÂLİ
İslâm tefekkür hayatındaki zaaf ve duraklama takriben Hicretin beşinci asrında başlamıştır. Bazı din âlimlerinin Kur'andan ve hadislerden hükümler çıkarılması,
yani ictihad kapılarını kapamaları bir çok müddekkiklerce intihabın mebde noktası telâkki edilmektedir. Bu tarihten sonra yine bazı müctehitler çıkmış ise de tefekkür hayatındaki durgunluk ve onun husule getirdiği çukur gün geçtikçe derinleşmiştir. Bu hal büyük islâm hükümranlığının varlığına tesir ederek çözülme ve gevşeme başlamıştır. O derecede ki haçlı ordular bu halden cesaret alarak harekete geçmişler ve müslümanları karşılarında zayif ve kuvvetsiz bulmuşlardır.
Resul Ekrem'in Bedir, Uhud, Tebük, Hendek ve sair harblerde kuvvetlere karsı gösterdikleri, harikulade kudret ve dayanışmanın beşinci yüz yılında ziyadesiyle
zaafa uğradığı müşahede edilmiştir. Haçlılar ve Hıristiyan taassup alemiyle iki yüz yıl mücadele edilmiştir. Bidayette zafer Haçlılar tarafında olup onlar islâm
memleketlerinden bir kaçına el koymuşlarsa da müslümanlar memleketlerin; istirdada ve Haçlı orduları yüz geri etmeğe muvaffak olmuşlardır. Bundan sonra
islâm hükümranlığının başına Kölemenler geçmiştir. Onların zamanında içtihat kapıları kapanarak evvelki imamlara uyulması lüzumlu görülmüştür.
Bu sıralarda Moğol tecâvüzleri de islâm kudretine zararlar vermiştir. Bütün bunlara rağmen islâm devletinin kuvveti sarsılmamış, yine de düşmanlarına
karşı heybet azametini muhafaza eden zama¬nın en büyük varlığı olarak ayakta durmuştur. Milâdi onbesincî ve Hicri dokuzuncu asırda Osmanlı Türk devleti müslüman âleminin başına geçerek, islâm devletlerinin çoğunun idaresini eline almıştır. Türklerin elinde müslüman bayrağı, yeryüzünün üç büyük kıt'asında şevket ve ihtişamla dalgalanmış ve Avrupanın göbeğine kadar dayanmıştır.
Türklerin maddî ve manevî kuvvetleriyle, imanlarının rasaneti ve din aşkiyle başardığı muvaffakiyetler yanında islâmiyete yaptığı namütenahi hizmetler,
bazı dar görüşlü insanlar tarafından inkâr edilse de hakikatte bizim müslümanlığa ve medeniyete yaptığımız hizmetler saymakla tükenmez. Müslüman Türkler Avrupaya ayak basıp fütuhata giriştikleri vakit garb ve anarşi, dalâlet ve istibdat için yüzüyordu, însaf sahibi Avrupalı muharrirlerin samimiyetle itiraf ettikleri gibi garb âlemi; adalet ve medeniyeti canlı, samimi ve halis bir şekilde Türklerde görmüştür. Garbın karanlık günlerinde kargılarına çıkan Türkler askerlik ve adalet ve idare bakımından yeryüzünün en güçlü ve şevketli varlığını teşkil ediyordu, Kâbei Muazzamadan Haremi Şerife kadar bütün müslüman memleketlerinde Türk hakanlarının himmetleriyle vücude getirilen eserlere bugüne kadar başka müslüman memleketleri, ellerine büyük imkânlar geçtiği halde henüz daha bir çok yenilerini ilâve etmiş değillerdir.
Fatih Sultan Mehmet Han'ın ve ondan sonrakilerin idaresi altında on sekizinci asrın ortalarına kadar Osmanlı Türk devleti olanca ihtişam ve parlaklığiyle
tarih sahifelerinde müslümanlığın yüzünü ağartmış, göğsünü kabartmış bir halde ayakta ve hâkim bir vaziyette kalmıştır. Türk milletine bu heyecanı,
bu azmi, bu cesareti veren ve onu bütün islâm âleminin baş tacı yapan unsurun müslümanlık olduğunu kimse inkâr edeme¬miştir. Osmanlı devletinin
prensip, program ve idaresinde ve bilhassa adliyesinde islâmiyetin başlıca müessir âmil olduğu muhakkaktır. Türklerin asırlar boyu ayakta ve müstakil
olarak yaşamasında müessir olan faktörler düşmanlarımız tarafından anlaşılınca ve Türk milleti dünyanın üç kıt'asında yani Asya, Avrupa ve Afrikanın en
zengin ve mutena yerlerinde yaşamağa bağlayınca garbın, basta İngiltere olmak üzere bulun mutaassıp sömürgecilerinin ihtirasları kabardı. Bu sebeple gerek islâm tarihine, gerek Türk tarihine ve hatta hatta ilhanlara kadar uzanan uzun bir tarih süresi içinde; Arab yarımadasında îslâmiyetin intişara başladığı günlerde görüldüğü veçhile, israil oğullarınnı bozguncu ve hain parmakları fesat saçmağa ve aleyhimize çalışmağa başladı. İslâmiyetin ebedî ve ezeli düşmanı olan İsrailliler, dimdik ayakta duran ve bütün dünya müslüman milletleri için bir kuvvet ve ilhanı kaynağı olan, sözünü bütün dünyaya geçiren Türklerin bu ihtişam ve satvetini elbette çekemezlerdi. Çekemedikleri için var kuvvetleriyle aleyhimize çalıştılar. Memleketlerimizde görünmez teşkilâtlar ve yer altı faaliyetleri kurdular. Rüşvet ve suiistimal, hile ve kalpazanlığı hayat piyasasına sürdüler ve bizi içimizden çökertmek, tek kuvvetli ve müstakil islâm devleti olan Türkleri yıkmak için hiç bir fırsat ve imkânı diriğ etmediler.
Bu mevzuda kendi günahlarımızı ve hatalarımızı saymakta faydalı ve lüzumludur. Dünyanın her köşesinde, asırlar boyu bütün milletler tarafından itilip kakılan, daima hakaret ve zulüm altında ezilen, daimi sürgünler ve işkenceler altında bunalan yahudiler; maruz kaldıkları bu kötü muamelenin sebep ve saiklarını aramadan, işin iç yüzüne nüfuz etmeden topyekûn getirip bu temiz İslâm diyarına, bu asil ve civanmert, asalet ve şefkat eseri ise, hiç de isabetli, doğru ve siyasi bir hareket değildir. Cezasını ve acısını Türk milleti çekmiştir. Onlar, büyük Türk Hakanı Fatih Sultan Mehmedi zehirleyip öldürmekle ayağımıza öyle bir çelme atmışlardır ki asırlar boyu bu çelmenin sersemliği üzerimizden gitmemiştir. Bunu, tarihimiz içinde bir duraklamanın ve hattâ gerilemenin başlangıcı addetsek fazla mübalâğa yapmış olmayız. Ondan sonra çeşitli ahlâksızlıklar örneği ve suiistimaller aynı kaynaklardan fışkırarak bizi cidden zaafa düşürmüştür.
İçinde yaşadığımız asırda, yani bizim nesillerimizin bizzat yaşadığı şu son senelerde; bugün maalesef hakikat ve müslüman milletler için bir yüz karası teşkil eden Filistini ellerine geçirmek için milletimizi topyekûn imhaya kadar giden teşebbüsleri semeresini vermiş, memleket ve büyük imparatorluğu¬muz bir asırdan fazla bir zaman sûrîş ve keşmekeş içinde çalkalanmıştır. Asırlar boyu Türk süngüsünün muhafazası altında ve islâm adaleti sayesinde bütün din
sahipleri için hür ve mes'ut olan ilk islâm kâbesi Filistin ve Kudüs'ü elde edebilmek için, yer yüzünde yaşayan bütün israil oğullan var kuvvetlerini seferber etmişler, sonunda Türkleri adeta diğer bütün islâm milletinden tecrit eden bir ustalıkla hayali hükümetlerini hakikat kılmışlardır. Bunu yapmak için şu son asırda memleketimizde ne kadar nahoş hadise ve vak'alar çıkmış ise bunların cümlesinde bilâkaydı şart israil oğlunun hain elini ve müfsit teşebbüsünü bulmak ve bilmek lâzımdır.
* * *
Müslüman Türk devletinin zaafa uğramasından bazı Arab muharrirleri şu sebepleri buluyorlar:
«Türkler içtihat yollarını kapamışlar ve kitap ve sünnete ayak uydurmamışlar ve kürrei arzın diğer parçalarını alabildiğine islâm mülküne katmak mümkün
iken bunu yapmamışlar ve böylece dünyayı islâm medeniyetinin solmaz renkleriyle boyayarak âdem oğullarını içinde bulundukları fenalıklar ve bozuk
nizamlardan kurtarmamışlardır. Arablara bazı ilmi vazifeler ve payeler vermekten başka Arab dilini ihmal etmişlerdir. Halbuki Arabcaya fazla ehemmiyet verilip onu adeta devletin resmî dili yapmak lâzım iken bunu yapmamışlar ve ne fikriyat ve ne de fiiliyat cihetinden islâm kanunlarına hiç kıymet vermemişler, eğri, büğrü yollarda yürümüşler ve bunun neticesi olarak on ikinci Hicret asrının ikinci yarısından itibaren dahili bir zaafiyete düşmüşler dir.
İslâm nizamlarının bakiyeleri, serpintileri, bazen gark, bazen garbe mütemayil fikirler ve zikzaklarla yürümüşler, Türklerde içtihat ve içtihat erbabı ve ilim adamları olmaması yüzünden hükümranlıkları sönük olarak devam etmiş ve böylece on dokuzuncu Milâdi asırda Türklerin tarih terazisinin kefeleri bir aşağı bir yukarı oynamıştır. Bu muvazenede islâm âlemine müteveccih terazi kefesi hafiflemeğe ve garbe müteveccih kefede gittikçe ağır basmakta idi. Böylece, Avrupalılar da hasıl olan uyanıklık ve rönessansa mukabil Türk mefkuresinde sönüklük ve islâm nizamlarının kötü tatbiki menfi neticeler vermeğe başlamıştır.
On dokuzuncu asırda garb filozoflariyle muharrir ve mütefekkirlerinin sarfettikleri büyük gayretler neticesinde milletlerde mühim terakkiler kaydedilmiş, yeni görüşler ve siyasi hareketlerle adlî nizamlarda ve içtimaî hayatta büyük tebeddüller vukua gelmiştir. Bu değişikliğin en mühim noktası keyfi
hükümdarlık yavaş yavaş ortadan kalkarak, millî iradeye dayanan yeni hükümetler kurulmuştur. Son yüz yıl içinde garblıların sanayie ehemmiyet
vermeleri ve bir çok keşifler ve icatların meydana çıkması Avrupanın kuvvetlenmesine ve kalkınmasına büyük yardımlar etmiştir.
Bu hareketlerin maddi ve manevi kalkınmada büyük yapıcı tesirleri olmuştur.
Bu maddi ilerileme ve fikriyat ile ilim yolundaki terakki, Avrupalıların rnüslümanlara karşı büyük bir üstünlük kazanmalarına sebep olmuştur. Artık şark meselesinin şekli değişmiş ve Avrupalıların müslümanlardan pervaları kalmamıştır. Sark meselesi Osmanlı Türk devletinin mevcudiyetinde bazen lehde, bazen aleyhde neticeler doğurmuş ve garblılar arasında rekabetler doğurmuştur. Şark meselesini yaratan âmillerin başında, Avrupalıların san'at, ticâret ve fikriyat sahasında terakkileri, Osmanlı Türklerinin zayıflasmasına ve inhitatına sebep olmuş, bütün bu hadiselerin cümlesi müslümanlıkla hıristiyanlık
alemindeki muvazenenin aleyhimize dönmesiyle neticelenmiştir.
Avrupanın halindeki bu siyasî ve içtimaî tebeddül ve înkılâblarla hayat nizamlarındaki değişiklikler ve belli ideolojilere sım sıkı sarılmak ve büyük sanayi hamleleri meydana getirmek onların yükselişine büyük hizmetler etmiştir. Bu sıralarda islâm âlemine riyaset etmekte olan Osmanlı devletinde ise gidişat
bunun aksine tecelli etmiş ve Türkler bu farkı idrak edip kendi özelliklerine ve kanunlarına kıymet vererek aradaki mesafeyi kapatacakları yerde garbın bu
ilerileyişine hayranlık ve şaşkınlık içinde bakmış ve geri kalmıştır. Bunun iç yüzü şudur ki: Osmanlı devleti bir müslüman devleti olduğu gibi hükümranlığı
altına giren milletler de müslümandırlar. O milletler islâm inanç ve kanunlarına bağlıdırlar. Bu milletlerin içtimaî hayat tarzları da kendi akide ve ananelerine
göredir, Osmanlı Türkleri bu nizama riayet etmedikleri için kendi kuvvetini kendisi zaafa uğratmıştır. Onların imanı, düşünce ve idrakin mahsulü değil
taklit bir inanç idi. Bu sebeple Osmanlı devletinin kuruluşu sağlam temellere istinat etmiyordu. Bu hal onların kalkınmalarına da mani teşkil ediyordu,
içtihat yokluğu, tatbik edilen hükümlerin hayattaki neticesi olan medeniyet bu yüzden tebellür etmediği gibi devletin calışmasiyle de bir ahenk teşkil etmiyor du. Osmanlılar; bu i'tilâ yollarında Avrupada gördükleri fikir ve san'at inkilâblan karşısında şa¬şırmış ve hangi yolu takip edeceklerini seçememişler dir.
Ayrıca müslümanlığın mubah kıldığı bilgiler, san'atlar ve icatlarla men ettiği mefhumların yekûnu bulunan medeniyet farklarını birbirinden ayırt
edemediklerinden yerlerinde donup kalmışlardır, îşte onların bu tevekkuf devri esnasındadır ki Avrupa devletleri arabalarını yürütmüşler, onları geride
bırakmışlardır. Bunların bütün sebebi, müslümanlığı lâyikiyle anlamamalarından başka bir şey değildir.»
* * *
Buraya kadar aldığımız kısım, bir Arab müellifinin kaleminden aynen çıkmıştır. Ulu orta savrulan bu saçma fikirlerin yanlış ve garazkârane görünüş,
müslümanlığı param parça etmek için durmadan çalışan yahudilerin ne kadar çok işine yaradığı izahtan varestedir. Sari bir hastalık, bir veba virüsü
gibi müslüman milletler arasında intişar eden bu zehirli mikrobun hangi tesirlerin, hangi ilhamların mahsulü olduğu tetkike değer.
İsrail oğullan müslümanlığı parçalara bölüp, mezhepler icat ederek onu kuvvetten düşürüp, mecalsiz hale sokmak için ellerinden geleni fazlasiyle yapmışlardır, muvaffak da olmuşlardır. Bugün bu yoldaki mel'un mesai inkıtaa uğramış değildir, devam etmektedir. Şu son asırlarda müslümanlık da yeni yeni mezhepler türemiş ve herbiri bizden bir parça koparmıştır. Her yeni din müessesesinin, islâmın parçalanması ve hattâ yok olmasını isteyen iki büyük düşman tarafından desteklendiğini kat'iyetle bilmek lâzımdır. Bunlar müslümanlığın bir kül bir vahdet teşkil etmesini kendileri için tehlike saymakta ve müslümanlığın mecalsiz,kudretsiz, itibarsız bir hale düşmesini kendi istikballeri için lüzumlu addetmektedirler. Bunlar, hepimizin bildiği gibi İngiltere ve İsraildir. 1957 senesinde İstanbula gelen İngilterenin çok muhterem şahsiyetlerinden, dünya çapında bir iktisatçı, milliyetçi ve fikir adamı olan Normand Tomshon, İstanbuldan ayrılırken Yeşilköy hava meydanında bana şu şayanı dikkat sözleri söylemişti:
«Sîz îngiltereden çok şikâyet ettiniz. Halbuki hakikatte ingiltere diye bir devlet yoktur. Eğer merkezi Londrada bulunan hükümeti kasdediyorsanız o, ingiltere değil, büyük israil devletidir. Filistinde cebren ve kahren kurulan İsrail ise onun küçük kızıdır. Bir zamanlar İngilterenin siyasetinde ve mukadderatında büyük rol oynamış olan Dizrâeli, başvekilliği sırasında Ingiltereye israil devleti isminin konulmasını teklif edecek kadar ileri gitmiş ise de bu teklif milletçe nefretle red-dedilmiştir.»
Bu kadar samimi ve dost ifade karşısında kendiliğimden bir şey ilâvesine lüzum görmedim. Yine bütün dünyaca mesturdur ki eski ingiliz başvekillerinden
Gladiston, parlâmento kürsülerinden, Kur'am Kerimi kasdederek:
Bu Mel'un kitap yeryüzünde durdukça insanlığa huzur ve saadet yoktur, demişti...
Yeryüzünün bütün namuslu ilim adamları dinimizi ve kitabımızı överken bir garazkârın bu derece hezeyanına fazla kıymet vermemek lâzımgelirse de, bu
adamın dünya çapında bir siyaset adamı, bir hükümet reisi olması ise ehemmiyet vermemizi gerekli kılar.
Binâenaleyh, müslümanlık; haçlı ordular dahil; karşısında bu gibi düşmanlarla asırlarca mücadele etmiş ve bu mücadelede Büyük Türk Milleti daima
islâmın şeref ve haysiyetini korumuş ve kurtarmıştır. Aşağıda ilmî ve tarihî vesikalarını göreceğimiz bu hadiseleri nakletmeden evvel, günümüzden misal
alıp bunu bütün müslüman milletlerin gözlerinin önüne sermek, nazar dikkatlerini çekmek vazifemizdir. Biz, bu hakikatin başta Türkler olmak üzere bütün müslüman milletlerce bilinmesini arzu ederiz, söyle ki; Teodor Herzl adında Viyanalı bir yahudi, basit bir muharrir; Filistinde bulunan Sahyun dağına
izafeten siyonizm idealini ortaya atıp mukaddes toprakları kendilerine vadolunmuş, yani adanmış topraklar efsanesini ortaya attığı vakit, dünya milletlerini iliklerine kadar sürdürüp patlayacak hale gelen İsrail oğullan yeni bir heyecanın raşeleriyle sarsıldılar. Bir devlete sahip olmak ve bu devletin hudutlarını Tevrat'tan mülhem ve Türk Boğazları dahil, Nüden Fırata kadar uzatmak onlar için en mukaddes bir mefkure olmuştu. Şu kadar var ki bundan kırk yıl öncesine kadar o tapraklar, Türk milletinin himayesinde ve bayrağımızın gölgesi altında idi. Bu mukaddes yerleri bizden koparmak için dünya yahudiliğinhı şu altmış yıl içinde yapmadığı kötülük, çevirmediği entrika ve dolab, baş vurmadığı fesat ve ihanet kalmamıştı. Evvelâ, paralarına güvensinler, zamanın hükümdarı îkinci Sultan Abdülhamid Handan oralarda bir imtiyaz bir muhtariyet koparmak için milyonlarca altın teklif ettiler. Bu paralar suratlarına savrulmuş bir tükürük gibi yüzlerine çalındı ve Osman oğlu, en gür sesile:
— Ecdadımın kanı bahasına alınmış vatan topraklarından bir karışını, dünya hazinelerine değişmem!.
Diye haykırdı! Haham basısını da, Teodor Herzl'ide huzurundan koğdu. Türk tarihinin en mühim yaprağı açılmıştı. Dünya siyasetinde müessir, dünya
servetine sahip ve yeryüzünde işleyen bütün gizli, bozguncu, beynelmilel teşkilâta hakim, yer altı faaliyetlerine malik yahudi elindeki bütün vasıtaları
seferber etti. Onun korkunç propagandası kürrei arzın her köşesinde aleyhimize, zahirde Sultan Abdülhamid'in, hakikatte Türk milletinin aleyhine çalıştı ve sözün kısası, muvaffak oldu. Birinci Dünya Harbinde, Filistini erkek arslanlar gibi mertçe, kahramanca müdafaa eden ve koca ingiliz ordusunu Gazze önlerinde bir kaç defa bozguna uzratıp yüzgeri ettiren asil, civanmert, fedakâr, cesur ve alicenap Türk ordusunu, yahudilerin topyekûn casusluk ve baltalama hareketleri mağlûbiyete sürükledi ve eninde, sonunda 1948 senesi Mayıs ayında bir avuç yahudi Türksüz doksan milyon Arabın elinden oralarını aldı. devletini kurdu.
İşte bundan sonradır ki yahudi, oralarda ebed müddet olarak kalmak, genişlemek, entrikasiyle, parasiyle, propagandasiyle, cihanşümul teşkilâtiyle,
müdhiş sanayi gayretiyle Orta Doğunun; Nilden Fırata kadar değil Akdenizden, Hazer denizine kadar hakim olmak sevdasına düştü. Kör olası gözler Medinei Münevvereye, Haybere kadar yeniden dikildi. Asırlık ihtiraslar hortladı ve artık, hiç bir şeyden pervası olmayanlara mahsus bir küstahlık bu yeni emeller, bu yeni gayeler gazete, kitap ve broşürlerle kâinata ilân edildi. Dün, hayali dediğimiz şeyler bugün hakikat oldu. Bu gibilerin hakikat olması için bütün müslüman milletlerin, hattâ bütün Asyalı ve Afrikalı milletlerin yekvücut olarak bu mel'un ve sinsi istilâya set çekmesi kat'iyetle lâzımdır.
Şimdi yaraya dokunmuyoruz: Yahudiler bunu bizden daha iyi düşünmüşlerdir. Orta Doğunun bağrına bir hançer gibi saplanan, patlak gözlerini, obur ve
haris oğullan birinci safta karşılarında iki müslüman millet görüyor. Bunun biri Türkler, ötekisi Arablardır. Bu iki milletin arasını açmak, vaktiyle sünnilik,
Şiilîk diye nasıl müslümanları ikiye bölmüslerse de bugün dar bir milliyetçilik ve hotkâmlık tohumları ekerek bu iki ırkı birbirine düşman etmek, birleşmelerine bîr kuvvet ve vahdet teşkil etmelerine mani olmak bugünün dünya yahudiliğinin başlıca gayesi ve faaliyetleri cümlesüıdedir.
Bu sebeple her hangi bir Arab muharririnin yukarıya sadece bir örnek diye aldığımız yazısı ile bazı Türk ve müslüman ismi taşıyan, haddi zatında ne Türk,
ne de müslüman olan sayıları son derece mahdut insanların saçtıkları fesat tohumunu aynı gaye ve aynı maksada hizmet eder ve sadece yahudinin işine
yarar. Bu hareketlerin arkasında yabancı parmaklar, gizli eller ve keseler dolusu altınlar vardır. Bu fesadın Önüne geçmek için istisnasız bütün müslüman
milletlerin uyanık, tedbirli ve bilgili olmaları lâzımdır.
* * *
Şimdi biz, müslüman bir Türk olarak, asırlarca islâmın bayrağını iklimden iklime götürmüş ve onun büyük şerefini yükseltmiş bir milletin ferdi olarak yukarıda okuduğumuz indî ve maksatlı yazılara karşılık vereceğiz. Her şeyden evvel, Bütün dünya milletlerinin Türkler hakkında gayet iyi ve halis niyetler beslediğini, canlı misallerle tebellür ettirmek isterim:
1911 senesi Ağustos ve Ramazan ayı idi. Henüz Harbiyeden diploma almamış, hiç bir resmi sıfat ve şahsiyeti olmayan bir Türk genci sıfatiyle Tunus, Cezayir ve Merakeşte bir seyahat yaptım. Bu kısa seyahatim esnasında Fas Meliki Mevlây-ı Hafız'dan çarşı, pazardaki küçük esnafa kadar, sadece Türk olduğum için bana gösterilen hürmet ve itibar, mazhar olduğum misafirperverliğin asil tezahürleri karşısında duyduğum heyecan bugün, bu dakika, aradan elli küsur yıl geçmesine rağmen halâ taptaze ruhumun silinmez köşelerinde canlı olarak yaşamaktadır.
Aradan on yıl geçti. İstiklâl savaşları olanca şiddetiyle devam ediyor. Zonguldağı bir Fransız kuvveti işgal etmiş, onun da kendisine göre gayesi var.
Gaziantep, Maraş ve Adanadan söktürüp ileri geçemeyen Fransızlar için Ankara ya giden en kısa yol Zonguldak... Hele Boluda ve Düzcede çıkan isyanlar
ve ihtilâller bir muvaffak olursa ve onlar da Zonguldak cephesini bir yararlarsa netice ne olabilir?
Zonguldak cephesindeki Türklerin kumandası benim elimde. Diğer bütün Türk birlikleri gibi silâh, cephane ve mühimmat cihetinden öyle büyük bîr yoksulluk içindeyiz ki... Bunu asil ırkımın tükenmez fedakârlığı ve göğsümüzdeki imanla telâfi ediyoruz. Allahın nusrat ve yardımını Türklerden esirgemiyeceğine öylesine inanıyoruz ki...
Arapça bir beyanname yazıp, karşımızdaki Fransız kıt'alarında bulunan Müslüman askerlere gönderdim. Gayet çabuk tesiri görüldü ve Türklerin
İslâmın alemdarı bir millet olduğuna inanmış bir çok Tunuslu ve Cezayirli din kardeşlerimiz, istikbâl ve yuvalarını çiğneyerek saflarımıza iltica ve bizimle aynı siperlerde muharebe ettiler. Antep ve Maraş cephelerinde de böyle oldu.
* * *
Aziz Pakistanın büyük lideri, İslâm ilim dünyasının en hâkim ve müstesna şahsiyeti, seksenbeş milyon din kardeşimizin manevî reisi Mevlâna Abul A'lal
Mevdudî, geçen sene bu âcize yazdığı bir mektupta:
«Asırlarca islâmın bayrağım şanla şerefle kahraman ellerinde tutmuş olan büyük Türk milletini selâmlamak üzere ilk fırsattp. size misafir olacağım. »
Bütün bu bariz hakikatlere ve tarihin âdil şehadetine baş kaldırıp, Orta Doğunun ve İslâm dünyasının iki büyük rüknü olan Türk ve Arab milletlerini birbirinden
soğutmağa, hattâ düşman yapmağa matuf bütün teşebbüsler, yazılar, gayretler ve propagandalar sadece yahudilerin menfaatine hizmet eder ve onu zulümle,
hıyanetle, siyasetle ve garbın haris ve menfaat sever liderlerinin yardımiyle yerleştirdiği mukaddes topraklarda temelleştirir ki, bu; küfrün en büyük derecesidir.
10. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder