31 Ağustos 2019 Cumartesi

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 3

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 3


AB’nin anayasal yapısına ilişkin bu tür kapsamlı tartışmalar kadar önemli olan bir husus ise, bu örgütün asıl işlerinin Charles Sabel’in “deneysel yönetişim” olarak 
adlandırdığı formalite dışı ve evrimleşerek gelişen uygulamalar çerçevesinde yapıldığıdır. Üye devletler ve yüksek seviyedeki AB kurumları başarılması gereken amaçlara karar veriyor. Bu amaçlar, “sosyal içerme (bütünleşme)” gibi iddialı ve tam olarak tanımlanmamış konular olabileceği gibi, “birleşik enerji şebekesi” gibi dar konular da olabiliyor. Ulusal düzenleme kurumları bu hedeflerin gerçekleştirilmesi noktasında kendilerine uygun olduğunu düşündükleri yolları uygulamakta serbestler, ancak buna karşılık eylemlerini ve sonuçları forum, ilgili kurumlar, düzenleyici konseyler nezdinde veya açık koordinasyon yöntemleri ile rapor etmek zorundalar. Eşzamanlı gözden geçirme, ulusal düzenleyicilerin kendi yaklaşımlarını diğer ülkelerin yaklaşımlarıyla karşılaştırabilmesine ve gerekirse revize edebilmelerine imkan sağlıyor. Zaman içinde, hedeflerin kendisi bu görüşmelerde öğrenilenler ışığında güncelleniyor ve değiştiriliyor.15 

Deneysel yönetişim, Avrupa çapında normların oluşmasına yardımcı olmakta ve ortak yaklaşımlar etrafında uluslararası mutabakatın (konsensüsün) inşasına 
katkıda bulunmaktadır. Bu durumların, bütünüyle bir homojenleşme sonucu vermesi gerekmiyor. Farklılıkların var olmaya devam ettiği durumlar, karşılıklı anlayış ve hesap verebilirlik çerçevesinde sürüp gidecek, böylece bu farklılıkların bir ihtilaf alanı olma ihtimali daha da azalacak. Ulusal uygulamaların gerekçelendirilmesinin şart koşulması ise, ulusal farklılıkların uyumlaştırılmasını daha da kolaylaştırıyor. 

AB üyeleri farklı kutupların bir arada yer aldığı bir küme gibi gözükebilir, ancak dünya ekonomisini oluşturan ülkelerle karşılaştırıldığında, AB uyumlu bir modeldir. 
Birliği oluşturan 27 ülke ortak bir coğrafya, kültür, din ve tarih ile birbirlerine bağlıdır. Kişi başına düşen gelirin çok yüksek olduğu Lüksemburg hariç 
tutulursa, dünya çapındaki yaklaşık 190 ülke ile karşılaştırıldığında, AB üyesi ülkelerin en zengini (İrlanda, 2008), en yoksul olanından (Bulgaristan) sadece 3.3 kat daha zengindir. AB üyeleri ekonomik entegrasyonun çok ötesine geçen güçlü bir stratejik amaç şuuruyla hareket ediyor. Gerçekten de siyasi amaç boyutuyla Avrupa birleşmesi, ekonomik amaç boyutundan daha büyük görülüyor. 

Karşılaştırmalı tüm bu avantajlarına rağmen, AB’nin kurumsal evrimi yavaş ilerledi ve üye devletler arasında hâlen önemli farklılıklar bulunmaktadır. Derinleşme ve yeni üyeler almak suretiyle genişleme hususundaki gerilim buna iyi birörnek olarak verilebilir. Örneğin, Türkiye ile ilgili gittikçe şiddetlenen tartışmayı bir düşünün. Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefeti kısmen kültürel ve dini sebeplerden kaynaklanmaktadır. Fakat Türkiye’nin farklı siyasi geleneği ve kurumlarının Avrupa’nın siyasi entegrasyonunu büyük ölçüde zedeleyeceği hususundaki endişe de bu muhalefette önemli bir rol oynamaktadır. Diğer taraftan Britanya, Fransa ve Almanya’nın siyasal Avrupa tutkusunu azaltacak her şeyi memnuniyetle karşılıyor ve bu nedenle Türkiye’nin muhtemel üyeliğini destekliyor. 
Herkes şunu gördü ki; üye sayısı arttıkça ve AB’nin yapısı daha çeşitli bir hal aldıkça Avrupa’nın siyasi derinleşme süreci daha da sorunlu bir hale geliyor. 

Avrupa’nın açmazı bir bütün olarak dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığından farklı değil. İleri ekonomik entegrasyon, geniş kapsamlı uluslararası yönetişim yapısının inşa edilmesini gerekli kılıyor. 

Nihayetinde, AB ya birtakım sıkıntıları göze alarak zor bir karar alacak ya da kendisini ekonomik birlik boyutu ile sınırlı bırakacak. Siyasal Avrupa’dan yana olanlar, bu süreci sadece ekonomik boyut ile sınırlamak isteyenlere göre daha şanslı gözüküyorlar. Ancak siyasal Avrupa fikrini savunanların öncelikle bu tartışmayı kazanması gerekiyor. Zira, siyasal Avrupa’dan yana olanlar, ulusal seçmenden ve farklı bakış açılarına sahip diğer siyasi liderlerden oluşan güçlü bir muhalefet ile karşı karşıyalar. 

Bu nedenle, Avrupa ekonomik olarak dünyanın herhangi bir bölgesine göre daha entegre olmuş, fakat yönetişim yapısı itibariyle gelişimi devam eden bir aşamadadır. AB’nin kendisini gerçek anlamda bir ekonomik birliğe dönüştürme potansiyeli mevcuttur, ancak henüz bu gerçekleşmemiştir. Öyle ki, Avrupa 
ekonomilerinin baskı altına girdiği durumlarda, buna yönelik çözümler genellikle ulusal oluyor. 

Bu yönetişim boşlukları özellikle 2008 krizi sırasında ve sonrasında aşikâr hale geldi. Avrupa bankaları, ulusal düzenleyici kurumlar tarafından denetleniyor. Bankaların durumu kötüye gitmeye başlayınca, AB hükümetleri arasında neredeyse hiç koordinasyon kalmadı. Bankalara ve şirketlere ilişkin kurtarma paketleri çok defa diğer AB üyelerine zarar verecek şekilde her hükümet tarafından müstakil olarak oluşturuldu. Açık bir sirayet etkisi (Her iki ekonominin nasıl kesiştiğine bağlı olarak Fransızların uyguladığı mali canlandırma programı, Fransız şirketleri kadar Alman şirketlerine veya tersi durumda Fransız şirketlerine fayda sağlar) söz konusu olmasına rağmen, iyileştirme planları ve mali canlandırma programlarının tasarlanmasında bile hiç koordinasyon yoktu. Sonunda Avrupa liderleri mali gözetim amacıyla “ortak” bir çerçeveyi Aralık 2009’da onayladıklarında, Britanya Maliye Bakanı “sorumluluk ulusal düzenleyicilere aittir” demek suretiyle bu anlaşmanın doğası gereği sınırlılığını vurguladı.16 

AB’nin yoksul ve kötü durumda olan üyeleri sadece Brüksel’den gelen gönülsüz yardımlara bel bağlamamalıdır. Litvanya, Macaristan ve Yunanistan zengin AB 
hükümetlerinden kredi alabilmenin bir şartı olarak, mali yardım için IMF ile bir araya gelmeye zorlandı.17 (Washington’un, Kaliforniya’nın Federal İyileştirme Fonu’ndan faydalanabilmesi için gözetim amacıyla IMF’ye başvurmasını istediğini bir hayal edin) İşin doğrusu, bu ülkeler her iki açıdan da bir açmazın içindedir.
Öyle ki, siyasal birlik eksikliği bu ülkelerin Avrupa’nın diğer ülkelerinden yeterli desteği alabilmelerinin önünü tıkarken, ekonomik birlik bu ülkelerin rekabet edebilirliğini süratli bir şekilde artırmak amacıyla yapılacak develüasyona engel oldu. 


Tüm bunlar ışığında, AB başarılı olamayacak denilebilir, ancak bu tür bir yargı çok sert olur. AB üyeliği, küçük ülkelerin aşırı-küreselleşme kuralları ile yaşama 
isteklerinde değişiklik yapmıştır. Mesela, kendisini Arjantin’in 10 yıl önce yaşadığı sorunlara benzer ekonomik sorunlarla uğraşmakta bulan küçük Baltık ülkesi Litvanya’yı düşünün. Litvanya, 2004 yılında AB’ye katıldıktan sonra Avrupa bankalarından yüksek miktarda kredi alması ve emlak piyasasının şişmesi neticesinde süratli bir şekilde büyüdü. Litvanya’nın çok yüksek miktarda cari işlemler açığı ve dış borcu (2007 itibariyle sırasıyla GSMH’nın %20 ve %125’i oranında) oluştu. 

Tahmin edileceği üzere, küresel ekonomik kriz ve nakit dalgalanmasındaki ani değişiklikler 2008 yılında Litvanya ekonomisini darboğaza sürükledi. Borç verme ve emlak fiyatları ters yüz olunca, 2009 yılı itibariyle işsizlik oranı yüzde 20’lere yükseldi ve GSMH yüzde 18 oranında azaldı. Ocak 2009’da ise Litvanya Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana en şiddetli ayaklanmalara sahne oldu. 

Litvanya’da aynı Arjantin’de olduğu gibi sabit döviz kuru ve serbest sermaye akışı uygulanmaktaydı. Litvanya para birimi 2005 yılından itibaren Avro’ya sabitlenmişti. 

Bununla birlikte, Arjantin’dekinin tersine Litvanya para birimini devalüe etmeksizin ve sermaye kontrolüne gitmeksizin (sermaye kontrolü açıkça AB kurallarının ihlali anlamına gelirdi) zorluklara göğüs germeyi başardı. 2010 yılının başlarında ise Litvanya ekonomisi istikrar kazanmaya başladı.18 Litvanya’nın Arjantin’den farklılığı, Litvanya’nın büyük bir siyasal topluluk içindeki üyeliğinin, yalnız yola devam etmenin oluşturacağı maliyet fayda dengesini tersine çevirmesiydi. 
İşçilerin AB çapında serbest dolaşım hakkı, zor günler geçiren bir ekonomi için emniyet sübabı vazifesi görmek suretiyle birçok Litvanyalı işçinin göç etmesine 
imkan sağladı. Brüksel, Avrupa bankalarını Litvanya’da olan iştiraklerini desteklemek konusunda ikna etti. Daha da önemlisi, kısa dönemlik çok yüksek ekonomik maliyetine rağmen Avro’nun para birimi olarak kabul edilmesi, Litvanyalı politika yapıcıların devalüasyon gibi bu amaca zarar verebilecek seçeneklere başvurmasını engelledi. 

Başlangıçta karşılaşılan tüm sorunlara rağmen kurumsal yapılanma sürecindeki ilerlemesine bakıldığında, Avrupa önemli bir başarıya imza atmış olarak değerlendirilmelidir. 

Bununla birlikte dünyanın geri kalanına göre AB, ibretlik bir durum da oluşturuyor. AB aynı düşüncede olan az sayıda ülke arasında bile derin 
ekonomik entegrasyonu destekleyecek sağlıklı bir siyasal birliği başarabilme konusunda güçlüklerle karşılaşıldığını gösteriyor. En iyimser görüşle, kuralı sınayan tek istisna (örnek) AB’dir. AB uluslararası demokratik yönetişimin uygulanabilir olduğunu gösterdi, fakat AB tecrübesi bu tür bir yönetişimin neler gerektirdiğini de açıkça ortaya çıkardı. Genel olarak küresel yönetişimin dünya ekonomisi için gerçekçi bir yol olduğunu düşünenler, Avrupa tecrübesini dikkate almakla iyi ederler. 

Küresel Yönetişim Tüm Sorunlarımızı Çözebilir Mi? 

Küresel yönetişim tutkunlarının şüphenin faydalarından istifade etmelerini sağlayalım ve önerdikleri sistemin aşırı-küreselleşmenin ortaya çıkardığı gerilimleri nasıl çözeceğini soralım. 

Aşağıda yer alan üç sorunla nasıl başa çıkacağımızı bir düşünelim. 

1. Çin’den Amerika’ya ihraç edilen oyuncak bebeklerde güvenli olmayan seviyede kurşun tespit edilmiştir. 

2. Amerikan bankaları tarafından verilen ve dış ülkelerde pazarlanan menkul kıymetlerin “zararlı” hale gelmesi nedeniyle Amerika’da düşük gelir grubuna verilen yüksek faizli mortgage kredisi krizi dünyanın geri kalanına yayılıyor. 

3. Endonezya’dan Amerika ve Avrupa’ya ihraç edilen ürünlerin bir kısmı çocuk işçiler kullanılarak üretiliyor. 

Bu üç durumda da bir ülke, ithal eden diğer ülke için sorun oluşturacak bir mal, hizmet veya varlık ihraç ediyor. Çin, Amerikan çocuklarının sağlığını tehlikeye 
atan kurşun içeren oyuncakları ihraç ediyor; Amerika, dünyanın geri kalanında finansal istikrarı tehlikeye atan yanlış fiyatlandırılmış tahviller ihraç ediyor; 
Endonezya ise Amerika ve Batı Avrupa’daki işçi standartlarını ve değerlerini tehdit eden çocuk işgücünü ihraç ediyor. Mevcut uluslararası kurallar bu sorunlara yönelik net bir çözüm getirmiyor, bu nedenle bu konular üzerinde enine boyuna düşünmek gerekiyor. Bu konuları sadece piyasa çerçevesinde ele alabilir miyiz? Bu konularda özel kurallara mı ihtiyacımız var, varsa bunlar ulusal mı olacak küresel mi? Bu sorulara verilecek cevaplar, bu üç alanın her birine göre farklılaşacak mı? 

Her ne kadar bu sorunlar dünya ekonomisinin çok farklı alanlarını ilgilendirmekte ise de, bu sorunlar arasındaki benzerlikleri bir düşünün. Her bir sorunun 
odağında kurşun boya miktarı, finansal güvenirliğin derecelendirilmesi ve çocuk işgücünü ilgilendiren standartlarla ilgili bir ihtilaf söz konusudur. Her üç durumda da ihraç veya ithal eden ülkeler arasında uygulanan (veya arzu edilen) standartlar konusunda farklılık var. İhracatçı ülkeler daha düşük standartlara sahip olabilir ve bu nedenle ithal eden ülkeler nezdinde rekabet avantajına sahip olurlar. Bununla birlikte, ithal eden ülkedeki müşteriler ihraç edilen ürün veya hizmetin hangi standartlara göre üretildiğinin doğrudan farkına varamayabilir. Bir tüketici, bir oyuncağın kurşun boyası içerip içermediğini veya sömürüye dayalı şartlar altında çocuk işçi kullanılarak üretilip üretilmediğini kolayca bilemez veya banka, elindeki varlıkların ne kadar risk taşıdığını tam olarak tespit edemez. Diğer her şeyin sabit olduğu varsayımı altında, eğer bir ürün kurşun boya içeriyorsa veya çocuk işçi tarafından yapılmışsa veya verilen hizmetin finansal hasara yol açma ihtimali yüksekse, ithal edenler söz konusu ürünü veya hizmeti büyük ihtimalle almayacaktır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder