uluslararasılaşma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
uluslararasılaşma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2019 Cumartesi

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 4

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 4

Doç. Dr. Ali Murat ÖZDEMİR 



Potansiyel Ekonomik “artık”ın üretimi konusunda esaslı zorluklar çeken çevresel ülkelerin, merkez ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin üretimi ve yeniden 
üretimine katkılarını kavramsallaştırmak için, kapitalizmi küresel bir sistem olarak kavramsallaştırıp ulusal kapitalizmleri de ancak bu bütünün parçaları olmak suretiyle eşit ölçüde kapitalist saymak durumunda kalırsınız. Bir önceki cümlede özetlenen formül, dünya kapitalizmini bir şekilde oluşmuş unsurları üzerinde harici etkiler üreten bir yapı haline getirir. Montly Review çevresinin anılan tutumu daha sonradan Bağımlılık Okulu ve Dünya Sistemi yaklaşımlarınca benimsenecektir. 

Ayrıca, böyle bir denklem ulusları ve devletleri küresel bir kapitalizmin sınıfları ile değiştirmek gibi önkabulü teorik ufkunuza –zorla- sokar: Ezilen çevre 
ülkeler ve hâkim merkez kapitalist ulusal yapılar. Montly Review çevresinin analizlerinde merkezi ülkelerdeki yoksulluk ve sömürü, ya merkezin kendi içerisindeki merkez ve çevre çatışması ile birlikte gözden silinir ya da tekelleri kapitalizmin kötü adamları haline getirerek kapitalist sistem ve sömürü üzerine yapılan klasik dönem Marksist analizlerin kapitalist sistemi bütünsel gören formülasyonlarıyla ciddi bir ihtilaf içerisine girer. 

Leo Huberman’ın ölümünden sonra 1969 yılında Sweezy ile beraber Monthly Review’un editörlüğünü üstlenen Harry Magdoff43 kısaca özetlediğimiz perspektifi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eksenli emperyalizm incelenmesinde kullandı. Magdoff çalışmalarında ABD’yi özgün koşullarda gelişen bir imparatorluk olarak tescil etti. Bu bağlamda Magdoff’un sömürgesiz emperyalizm tezi hem ABD’nin küresel ölçekli yeni rolünün hem de İkinci Dünya Savaşı sonrası Marksizmlerinin zor kavramına yüklediği yeni anlamın kavranması için önemlidir: “Modern emperyalizmin sömürgecilik olmaksızın mümkün olabileceğini söylemek yanlış olur. 

Ve yine de sömürgeciliğin sonu hiçbir biçimde emperyalizmin sonuna işaret etmez. Bu görünür paradoksa getirilecek olan açıklama, askeri ve politik gücün doğrudan icrası olarak ele alınan sömürgeciliğin, birçok bağımlı ülkenin toplumsal ve ekonomik kurumlarının metropol merkezlerin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlenmesi açısından yaşamsal olduğudur. Bu yeniden biçimlendirme bir kez tamamlandığında uluslararası fiyatlar, pazarlama ve mali sistem gibi ekonomik güçlerin kendisi, ana ülke ile sömürge arasındaki egemenlik ve sömürü ilişkilerinin sürdürülmesi ve aslında derinleştirilmesi için yeterli hale gelmişlerdir. 

Bu koşullar altında sömürgeye, temel herhangi bir şey değişmeksizin ve başlangıçta sömürgenin fethedilmesine neden olan çıkarlara fazla ciddi biçimde 
müdahale edilmeksizin resmi bağımsızlık bahşedilecektir”.44 

Hemen ekleyelim: Magdoff Sovyet varlığının ve Üçüncü Dünya ülkelerinde görülen halk hareketlerinin sömürge karşıtı etkisini küçümsemez. Bunlar klasik 
sömürgeci politikaları sonlandırmakta esaslı önemi haizdirler. “Ancak, önemli olan nokta sömürgelerin zaruri çözülüşünün ana ülkenin mümkün olduğu kadar çok avantajı korumasını sağlayacak ve eski sömürgeler için gerçek bağımsızlığa doğru yönelecek toplumsal devrimleri engelleyecek biçimde yapılmış olmasıdır”.45 Sömürge ülkelerin edindikleri biçimsel bağımsızlığa rağmen emperyalizmin temel belirleyicileri olan 

1) Metropollerde büyük iş çevrelerinin tekel yapısı; 
2) Bu ekonomik merkezler açısından büyüme ve hammadde kaynakları ile pazarları kontrol etme zorunluluğu; 
3) Metropol merkezlerin ihtiyaçlarına hizmet eden uluslararası işbölümü; 
4) Endüstriyel güçler arasında birbirlerinin pazarlarına ve dünyanın geri kalanına ihracat ve yatırım yapma yönündeki ulusal rekabetler; kendilerini korumaya devam etmektedir. 46 

Şu ana kadar, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, azgelişmişliğin dünya kapitalizminin işleyişinin yapısal sonucu olarak özel ilgiye mazhar olması durumu ve sömürgesiz emperyalizm tezi üzerinden yapılan saptamalar ekseninde ilerledik. Bu saptamalar Montly Review çevresine ait düşüncelere referansla yapıldı. Yukarıda da kısaca belirtildiği gibi Marksizm İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra farklı ekoller şemsiyesi altında emperyalizmi çalışma nesnesi yapmaya devam etti ve değindiğimiz saptamalar Montly Review çevresiyle sınırlı kalmadı. Ancak elinizdeki çalışmanın kapsamı açısından söz konusu saptamaları ilk olarak ortaya koyan okulun görüşlerine değinmekle yetineceğiz.47 İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde emperyalizm tartışmalarında öne çıkan bir diğer başlık hegemonya tartışmalarıdır. 

Hegemonya tartışmalarının yürütüldüğü çerçevede birisi Antonio Gramsci’nin kavramlarını uluslararası ilişkiler düzlemine taşıyan Gramşiyan Okul diğeri yapısalcı Marksizm’in önvarsayımlarından beslenerek, bu düşünce tarzına getirilen eleştiriler ekseninde ilerleyen Düzenleme Okulu olmak üzere iki ayrı çizgiye kısaca değinilecektir. 

Gramsci’ye göre hegemonya, aynı kavramı, bir ulus devlete ya da bir ulus devletler grubuna, diğer devletler karşısında ve diğer devletlerle girdikleri ilişkilerde, kendi çıkarlarını baskın olarak kabul ettirme kapasitesi olarak algılayan uluslararası ilişkilere realist yaklaşımda olduğunun aksine, sınıfsal içerikli bir kavramdır.48 

Bu bağlamda hegemonya belirli bir sınıfın liderliği sadece zora değil, daha da önemlisi, rızaya da dayalı bir liderlik tesis edebilme kapasitesi ile ilişkilidir. Yönetici sınıfın yönetilenlerle ortak değerler, fikirler ve maddi çıkar ilişkileri tesis edebilmesi kapasitesi ile yönetilenlerin rızalarını elde edebilme kapasitesi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.49 Anılan ilişki bir kez tesis edilebildiğinde, devletin, burjuvazinin uzun dönemli çıkarları için, aynı sınıfın kısa dönemli çıkarlarını feda etmesi dâhil bir seri çaba, zor kavramı kullanmaksızın kuramlaştırılabilecektir. Burjuvazi bir kez hegemonik pozisyon elde ettiğinde, yönetilenler için alternatif değerler ve projeler geliştirme (karşı-hegemonya) hedefine ulaşma olasılığı da, böyle bir hedefin gerekliliğine olan inanç da zayıflayacaktır.50 Bu haliyle hegemonya güçlü bir devletin baskısını gerekli kılan ama yeter bulmayan rızai-uzlaşımsal bir düzene, bir hâkimiyet biçimine referans içeren bir terim haline gelir.51 

Gramsci’de hegemonya, öznellikler arası anlamların, paylaşılan değerlerin gerçekliği nasıl biçimlendirdiği sorusuna verilecek cevapların merkezi unsurunu oluşturur. 
Gerçekliğin somut maddi cisimler dünyasından ötede, sosyal ilişkilerin doğasına ilişkin ideolojik kabullerle ilgili olduğu ve bu kabullerin bizim eylem ve 
ilişki formlarımızı belirlediği bir kez kabul edildiğinde, hegemonyanın kuruluşunun sadece devlet politikaları üzerinden anlamlandırılması imkân dâhilinden çıkacaktır. 

Hollywood ya da büyük medya gibi kültür endüstrisinin parçası sayılabilecek örgütlenmelerin yaydığı değer ve anlamlardan, dini ve milli ideolojilerin 
etkilerine; rakibin gücüne yönelik söylenlerden, küresel ölçekte “istenir” olanı belirleyen (dönemine göre değişmekle birlikte bugün için demokrasi, çoğulculuk, çok kültürlülük gibi) kavramların üretim ve dolaşım dinamiklerine kadar bir seri belirleyen, hegemonyanın uluslararası düzlemde tesisi sürecine dâhil olacaktır. 

Bu bağlamda kavramın emperyalizmle bağlantısını, hegemonik bir dünya düzeninin nasıl olup da bu düzeni daim kılacak şekilde değerler ve anlayışlar ürettiği sorusu üzerinden sağlamak gerekecektir.52 

Gramşiyan okulun en önemli temsilcisi Cox’a göre belirli bir uzamda hegemonya üç aktivite/eylemsellik alanı ile ilgilidir: Toplumsal üretim ilişkileri, devlet 
biçimleri ve dünya düzenleri.53 Hegemonyanın üç aktivite/eylemsellik alanını birbiri ile diyalektik bir ilişki içerisinde ele aldığımızda, tarihsel/toplumsal yapıların mevcut-somut konfigürasyonları içerisinden, tarihsel süreci kavramsallaştırmak mümkün olacaktır. Bu haliyle tarihsel süreç, toplumsal üretim ilişkilerinden türeyen toplumsal kuvvetlerin, dikey ve yatay, bütün boyutlarında eylediği bir zaman-alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu güçler devlet biçimlerinde ve dünya düzeninde ifadelerini bulurlar.54 Anılan eylemsellik alanları arasında nedensel-sonuçsal/artzamanlı bir ilişkiden ziyade sistemsel / eşzamanlı bir ilişki bulunmaktadır. 

Bir diğer deyişle, örneğin, dünya düzeninin devlet biçimine zamansal olarak önceliğinden bahsedemeyiz. Her dünya düzeni belirli bir devlet biçimiyle korelasyon içerisine girecektir. Bu bağlamda İngiliz Hegemonyasının ulus-devlet imparatorlukları ile Amerikan hegemonyasının yayılmasına katkı koyduğu liberal devlet biçimleri arasında olduğu kadar, Amerikan hegemonyasının Sovyet öncesi ve sonrası dönemlerinde gözlemlenen devlet biçimleri arasında fark oluşacaktır. 

Yirminci Yüzyılın ikinci yarısı yapısalcılık esinimli çalışmaların öne çıktığı bir zaman dilimine denk gelir. Bu bağlamda Yapısalcı Marksizm’in pek çok öngörüsünü sahiplenmekle birlikte Yapısalcılıkta faillik sorununun işlenmemesine ilişkin tepkileri dikkate alarak ilerleyen Düzenleme Okulunun görüşleri, hegemonya kavramının emperyalizm teorisi bağlamında etkinleştirilebilmesi için imkanlar sunar. 

Düzenleme Okulu dünya kapitalizminin değerlendirilmesinde esas çıkış noktasının, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması olarak kabul edildiği baskın Marksist yaklaşımın aksine, sermayenin yeniden üretiminin koşulları olması gerekliliğini vurgulamıştır. Sermayenin merkezileşip, yoğunlaşması olgusunun analizin ekseninden çıkarılması, okulun, kendi varoluş koşullarını yaratan bir kapitalizm olgusu yerine sermaye ilişkisinin yaratıcı/inşai yetersizliği / tamamlanamamışlığı (constitutive incompleteness of capital relation)55 düşüncesi üzerinden geliştirdiği yaklaşımla uyum içindedir. Buna göre kapitalist üretim ilişkilerini kavramsallaştırmak için değişken sayısının sınırlı olduğu kapalı sistemlere dayalı kuramsallaştırmalar yerine; sistemde değişim olgusunu yalnızca sistemin iç dinamiklerine dayandırmayan, açık bir sistem yaklaşımı geliştirilmelidir. 

Emperyalizm ve hegemonya tartışmaları Düzenleme Okulu’nun doğrudan ilgi alanına girmemekle birlikte ulusal ve uluslararası seviyelerin eklemlendirilmesi sorunu kapsamında gündeme gelmiştir. Okul’un kurucu isimlerinden Aglietta’nın Kapitalist Düzenlemenin Kuramı başlıklı çalışmasında hegemonya kavramı, uluslararası alandaki iktisadi ağırlıklı ilişkileri, yapısal biçimler aracılığı ile ulusal devletlere bağlarken kullanılabilecek bir araç olarak ele alınmıştır.56 

Bu bağlamda hegemonya, bir devletin bir seri devleti, sermaye dolaşımının güvenceye alınması için, geniş bir alandaki çok taraflı meta ilişkilerinin istikrarını sağlayacak koşullar doğrultusunda etkilemesini sağlayan bir olgu olarak tanımlanmıştır.57 Bu çerçevede, Amerikan imparatorluğunun bilinçli siyasi eylemi üzerinden yapılan açıklamaların reddini sağlayan kuramsal çaba, uluslararası iktisadi ilişkilerin istikrarı için hegemonik bir devletin gerekliliği düşüncesiyle58 yer değiştirmiştir.59 
Uluslararası bir düzenleme biçiminin ikamesini sağlayacak şekilde hareket edebilecek hegemonik bir devletin olmadığı durumda uluslararası alanda istikrar mümkün olmayacaktır.60 
Bu perspektiften denilebilir ki; uluslararası düzenin ulusal bir ekonomiye etkisinin asıl kaynağı hegemonik bir devletin mevcudiyetidir.61 

Bir devletin hegemonyası o devletin iktisadi etkinliğinden kaynaklanabilir. İktisadi etkinlikten kaynaklanan hegemonya durumu, ilgili devletin düzenleyici etkinliğinin kendi ulusal sınırlarını aşarak genişlemesini gerektirir.62 
Buna göre 1945-1970 arası dönemde vuku bulan Amerikan üstünlüğü bu çağa has düzenleme biçimini yayma başarısından kaynaklanmaktadır. Bugün için, kapitalizmin yapısal kriz döneminde ekonomik üstünlüğü aşınan Amerika’nın hegemonik liderliğinin sürmesi durumunu iktisadi etkinliğe dayanarak açıklamak mümkün değildir. 

Bu durum, Okul içerisinde iktisadi temellere dayalı yapısalcı bir hegemonya kavramsallaştırmasından, stratejinin ve politik önderliğin öne çıktığı bir kavramsallaştırmaya geçişi gerektirmiştir. Bu bağlamda, okula bağlı yazarlarca Amerika’nın 1980 sonrası üstünlüğünün siyasi ve finansal alanlardaki dayatma kapasitesine dayandığı iddia edilmiştir.63 

Siyasi alana kayış ve Washington uzlaşımı olarak belirtilen dönüm noktası arasında da bir bağ kurmak mümkün gözükmektedir. Bu durumda sermaye dolaşımının sermayenin baskın fraksiyonlarının lehine güvenceye alınması için siyasi bir önderlik gerekecek, hegemonya salt iktisadi alandaki düzenleyici etkinliğin ötesinde belirli bir devletler grubunu harekete geçirebilecek uluslararası bir tarihsel bloğun etkinliği haline gelecektir. 

Sovyetler Birliği’nin Yıkılmasından Sonra Emperyalizm Çalışmaları 

İkinci Dünya Savaşı öncesinde emperyalizm yorumlarının, büyük kapitalist devletler (emperyalistler) arasında rekabet fikri üzerinden geliştiğini; savaş sonrasında bu yorumlara -diğerleri arasında- azgelişmişlik, sömürgesiz emperyalizm ve hegemonya tartışmalarının eklendiğini gördük. Anılan eklentiler aralarında: 
a İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı dünyasını şemsiyeleyen Amerikan hegemonyasının belirmesi; 
b- 1970’lerden sonra yeni sanayileşen ülkeler bağlamında daha da karmaşık hale gelen az gelişmişlik sorunu; 
c-Tekil kapitalist ülkelerin (klasik dönem emperyalizm teorisine göre birbirleriyle şiddetli rekabet halinde olmaları gerekirken, bir türlü beklenen ölçütlerde rekabete girmeyen) ordularını bir çatı altında toplayan Nato’nun ortaya çıkması; 
d-İçeride Fordist toplumsal uzlaşmanın, dışarıda uluslararasılaşan kapitalizmin düzenlenmesi için tebarüz eden kuruluşlardan ve bunların yarattığı hukuktan oluşan yeni düzenleme biçimlerinin gündeme gelmesi gibi bir seri sorunun klasik açıklamaları yetersiz hale getirmesinden kaynaklanmaktaydı. 

Ancak kapitalist dünya sisteminin dinamikleri değiştikçe emperyalizm çalışmalarında yeni arayışlar gündeme geliyordu. Bu bağlamda 1990’larda şiddetlenen küreselleşme olgusu ve Sovyet sonrası dünyanın belirleyenleri yeni tartışma alanları başlattı. Bu dönemde sürdürülen tartışmaların bir kısmı (Sovyet sonrası dünyanın belirleyenleri üzerinden ilerleyen tartışma alanı) iktidarın yapısı ve onunla girilen ilişkinin sonuçları üzerine odaklanmıştır. Aynı dönemde bir ikinci tartışma serisinin küreselleşme tartışmaları üzerinden kapitalist üretim ilişkilerinin ve sınıf çelişkilerinin üretildiği ve yeniden üretildiği alanın kapsamı (ve tali olarak üretimin ve yeniden üretimin zamanı) üzerine yoğunlaştığını, bu bağlamda da imparatorluk ve ülkesel egemenlik (territoriality) başlıklarının öne çıktığını söyleyebiliriz. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 3

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 3


Doç. Dr. Ali Murat ÖZDEMİR 

Gelinen noktada Lenin’in emperyalizmi neden “kapitalizmin en üst aşaması olarak” tanımladığını anlamak mümkündür: Emperyalizm en üst aşamadır zira 
sermayenin çelişkileri bu yolla savaşa, sömürüye ve şiddetin başka biçimlerine tahvil edilerek dünyanın en uzak köşelerine taşınmaktadır.28 En üst aşama terimi son manasına gelmemektedir ve bu bağlamda mevcut küreselleşme de emperyalist aşamaya ya da onun yeni bir ifadesine karşılık gelebilir.29 

Gelebilir ancak gelebilmesi için: 
1) uluslararası işbölümündeki dönüşümlerin hesaba katılması, daha doğrusu aralarında yeni sanayileşen ülkeler olgusu da bulunan bir seri dinamiğin göz önüne alınması ve 
2) sermayenin siyasi iktidar içerisinde temsilinin doğasındaki dönüşümün hesaplanması gerekir. İlk hususla ilgili olarak şunlar söylenebilir: 

Merkez ekonomilerin ürünleri olan mamul malların satışları karşısında, çok az katma değer içeren birincil malların satışı için dünya pazarına girmeye çalışan 
çevresel formasyonların oluşturduğu uluslararası işbölümü görüntüsü, -mekânsal ve zamansal biçimlenişini emperyal siyasetlerin vesayeti altında gerçekleştiren- Ondokuzuncu yüzyıl dünyasında belirginleşmeye başlamıştır. 

Marksistler emperyalizm kavramsallaştırmalarını geliştirirken bu şablonu verili kabul etmişlerdir. Örneğin Buharin’in ülkeleri gelişmiş kapitalizm ve hammadde 
üreten tarım ülkeleri olarak ikiye ayırmasının ardında bu mantık bulunmaktadır.30 
Aynı şekilde Lenin de, bu şemaya referansla, merkez ülkeleri çevresel dünyadaki pazarlardan mahrum kılmanın devrimci bir strateji olabileceğini iddia etmişti.31 
Luxemburg32 kapitalizmin azgelişmişliği de yaratarak yayılışında, erken kapitalistleşen ülkelerin bu şemadaki tarımsal ürün sağlayıcılarına empoze ettiklerinin, bir başka deyişle siyasi zorun etkilerinin hesaba katılmasını önerirken; aklında yine bu şema vardı.33 

Yine Üçüncü Enternasyonal’in imgeleminde ulusal burjuvazi ile komprador burjuvazi kavramsallaştırmasını 34 yaratan bu kavramsallaştırmaydı. 
Sözü edilen şablon içerisinde piyasanın uyguladığı şiddet, söz konusu şablonun değiştiği (yeni sanayileşen ülkelerin doğuşu ile ortaya çıkan) dönemle karşılaştırıldığında geri plandadır. 

Önce ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan üretim ve tüketim normlarının uluslararasılaşmasıyla başlayan, ardından 1960’ların sonunda yeni sanayileşen ülkelerin ortaya çıkmasıyla neticelenen iki uluslararasılaşma dalgası klasik emperyalizm teorisyenlerinin veri saydığı şablonu esaslı olarak değiştirmiştir. Diğer yandan, bugün küresel piyasalar için sermaye yoğun yüksek teknolojili üretimin coğrafyası, klasik emperyalizm teorisyenlerinin çizdiği uluslararası işbölümü haritasıyla örtüşmemekle birlikte, uluslararası düzlemde piyasalar ekseninde oluşan yeni bağımlılık ilişkileri ve kar transferlerinin belirleyiciliğinde türlü kaynak/zenginlik aktarma yöntemleri gündemdedir. Klasik emperyalizm teorilerinin çizdiği anlamıyla emperyalizmin mevcudiyeti bugün için tartışmalı olsa da, kapitalist dünya ekonomisinin işleyişinin tahrip edici ve eşitsiz sonuçları ortadadır. 

Ne diyordu Marx? 

–Emperyalizm kapitalist üretim tarzının ürünüdür. 

İkinci hususla (sermayenin devlet içerisinde temsili) ilgili olarak şunlar söylenebilir: Hilferding, Buharin ve Lenin’in Birinci Dünya Savaşının hemen öncesinde ya da başında belirttikleri gibi sermaye yirminci yüzyılın başları gibi erken bir dönemde bile ulusal devlet içerisindeki temsili ile yetinemeyecek kadar yoğunlaşıp merkezileşmişti. Varlık koşullarını tekelci teşebbüslerin işleyişinde bulan tarihsel bloklar, sermaye birikiminin koşullarını tek bir ulusal devlet ve onun sömürgeleri ötesine geçirme itkisini derinden hissediyorlardı. Bugünün dinamiklerini anlamanın yolu (kısaca değindiğimiz iki uluslararasılaşma dalgasından sonra) sermayenin küresel ölçekte yeniden üretilebilmesinin koşullarını sağlama işlevini yerine getiren hegemon devleti ve bunun müttefiklerini yalnızca ulusal devletler olarak kavramsallaştırmamaktan 
(bu devlet formları içerisinde temsil edilen çıkarları ayrıştırabilmekten) ve yine aynı işlevi yerine getiren uluslararası kuruluş ve kurumlarda temsil edilen çıkarları sınıfsal bağlantıları ile okuyabilmekten geçmektedir. Geriye kalan satırlarda, önce 1945 yılından başlayıp Sovyet sisteminin çöküşüne kadar 
olan dönemde gündeme gelen tartışma konularına kısaca değinecek sonra bu hususla (sermayenin ve devletin uluslararasılaşması) ilgileneceğiz. 

İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Emperyalizm Çalışmaları 

Şu ana kadar yirminci yüzyılın ilk iki on yılında geliştirilen yaklaşımlarla ilgilendik. Rus Devrimi’nin başarısı ve ardından meydana gelen kamplaşmalar süreci içerisinde Avrupa Sosyal Demokratları ile Komünistler arasındaki ayrım belirginleşmiş ve bu durum sosyal demokratlar için Yeni İkinci Enternasyonal ve komünistler için 3. Enternasyonal’in (Komünist Enternasyonal’in) kuruluşu ile kurumsallaşmıştı.35 3. Enternasyonal’in kuruluşundan daha beş yıl geçmeden 
Lenin ölecek, Sovyetler Birliği’nin kendisine beden veren devrimci dalga durgunlaşacak ve Sovyetler Birliği izole edilecekti. Tek ülkede sosyalizm tezi etrafında gelişen tartışmalar, 1925-1929 tarihleri arasındaki iç siyasi çekişmenin Troçki karşısındaki galibi olan Stalin’in istediği gibi neticelenecek, Troçki’nin tezleri Sovyet eksenli doktrin içerisinden dışlanacaktı. Bu bağlamda Stalin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çıkarını öne alacak şekilde, enternasyonalizm ilkesinin tanımını değiştirmişti: Tek ülkede sosyalizm koşullarında dünya sosyalizminin çıkarları en iyi, sosyalizmi SSCB’de kurmak ve 1917 Devrimi’nin kazanımlarını korumak yolu ile savunulabilirdi. Bu teze göre artık SSCB’nin çıkarları ile uluslararası proletaryanın çıkarları arasında tam bir uyum olduğu söylenebilirdi. Stalin’in öldüğü sene olan 1953’e kadar Komünist partilerin stratejilerini SSCB ile kurulan ilişki belirleyecekti.36,37 Anılan koşullar altında emperyalizm teorileri dinamizmlerini yitirdiler; İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni okulların çıkışına kadar. 

Batı ülkelerindeki Marksist teorisyenler İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist güçler arası silahlı rekabetin yatıştığını ve sömürge imparatorluklarının pasifleşip gerilediğini gördüler.38 Güç kavramının içeriği ve teorik kullanımı da değişti İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra. Azgelişmiş ülkeleri sermayenin merkez 
ülkelerde başlayıp merkez ülkelerde realizasyonla sona eren sermaye döngüsüne çıplak güç aracılığıyla sokma eylemine tekabül eden emperyalist iktidar ve şiddet kavramları, bu tarihten sonra piyasa aracılığı ile tatbik edilen gücü de kapsayacak şekilde genişleyip, yeni kullanım alanları buldular. Piyasaların tatbik ettiği gücün, çıplak güç karşısındaki teorik itibarı arttı. Çok uluslu şirketlerin piyasalarda kurduğu tahakküm ve bunun sonuçları emperyalizmin faaliyet listesine eklendi. Az gelişmişliğin dünya kapitalizminin işleyişinin yapısal sonucu olarak özel ilgiye mazhar olması durumu, sömürğesiz emperyalizm tezi, hegemonya tartışmaları, bu dönemde emperyalizm başlığı altına sokulabilecek çalışmaların içerdiği yeniliklere tekabül eden konulardır. 

Azgelişmişliğin dünya kapitalizminin işleyişinin yapısal sonucu olarak görülmeye başlaması sürecinde en önemli isim Paul Sweezy’dir. Onun etkisi İkinci Dünya Savaşı sonrası Marksist emperyalizm tartışmalarında belirleyici olmuştur. Sweezy, hem kendi çalışma arkadaşlarından oluşan Monthly Review çevresini hem de Bağımlılık Okulu, Dünya Sistemi, Düzenleme Okulu çevrelerini ve çağdaş temsilini Mandel’de bulan Troçkizmi kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak etkilemiştir. 

Sweezy Lenin’den çağdaş kapitalizmin tanımını almıştır: Tekelci kapitalizm. Ancak Sweezy’nin çabaları Lenin’in politikaya ve “tarihin hayal gücüne” yüklediği anlamların önemli bir kısmını, kapitalizmin doğasına özgü iktisadi yasalar karşısında geri plana atmaktadır. Buradaki yasalar tek bir ülke sınırları içerisinde kendi enerjisini üreterek gelişen hücresel bir sistemin değil küresel ölçekte kapitalizmin yasalarıdır. Sweezy’ye göre farklı emperyal güçlerce yürütülmüş olsalar bile, bütünüyle bakıldığında, emperyalist müdahaleler dünyayı öyle bir biçimlendirmişlerdir ki, azgelişmiş ülkeler coğrafyası gelişmiş ülkelerdeki birikimin sürdürülmesi için gerekli olandan fazlasını (ve bu bağlamda da kendi içsel dinamiklerini) üretemeyecek şekilde azgelişmişliğe mahkûm kalmıştır. Ona göre emperyalist politikalarda somutlaşan kapitalist dünya ekonomisi, azgelişmişliği sürekliliğe mahkûm eden siyasi (devlet) ve iktisadi (toplumsal artık) mekanizmalar göz önünde tutarak suretiyle incelenmelidir. Emperyalizm belirli bir ülkenin saldırgan politikalarda değil söz konusu mekanizmaların sürekliliğinin sağlanmasında etkinleşen (iç ve dış katılımcıları 
olan) politikalarda aranmalıdır.39 

Daha sonraları Sweezy’nin yanı sıra aynı ekolden olan Magdoff,40 Baran41 gibi yazarların çalışmalarında geliştirilen teze göre azgelişmiş ülkelerin birikim yapma yetenekleri bu ülkelerde bulunan üretim güçlerinden önce küresel ölçekte etkin üretim ilişkileriyle bağlantılıdır. Bu bağlantı da azgelişmişliği sürekli hale getirmektedir. 

Anılan tez küresel ölçekte artan toplumsal fazlanın, azalan emperyalistler arası rekabetin geçersizleştirmeye başladığı Marksist emperyalizm yorumlarına bir 
dinamizm getiriyordu. Bu çerçevede emperyalist etkinlik, küresel ölçekte artan toplumsal fazlanın merkez ülkelere transferinde açığa çıkar. Andığımız damardan ilerlendikte, söz konusu artığın geniş kitlelerin menfaati için kullanmanın yollarını bulmak devrimci çevrelerin hedefi haline gelmektedir. Stratejiniz bu olursa, vurgu öncelikle sınıf mücadelesinden akla uygun bölüşüme, sınıf siyasetinden kitle siyasetine kayar.42 Anılan kayma İkinci Dünya Savaşı sonrasında artan sosyal demokratik örgütlenme ve siyasetle de uyumlu olacaktır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 2

TARİHSEL BAĞLAMINDA EMPERYALİZM., BÖLÜM 2 


Doç. Dr. Ali Murat ÖZDEMİR 

Marksist Emperyalizm tartışmalarına gelince; emperyalizm kavramının sistematik araştırılması Marx’tan sonraya, Luxemburg, Hilferding, Lenin ve Buharin gibi düşünce ve eylem insanlarına kalmıştır. Bununla beraber, Marx’ın çalışmaları emperyalizm araştırmaları içerisine giren bir seri konuyla doğrudan ilişkilidir. 
Marx’ın alanı etkileyen çalışmalardan birisi ilkel birikim konusundaki saptamalarıdır. 
Ona göre ilkel birikim kapitalist üretimden önce gerekli büyük sermaye ve emek-gücü kitlesinin nasıl bulunduğunu açıklamak için burjuva iktisat ideolojisinin7 
gerekli gördüğü teorik buluş olmanın ötesinde bir anlamı haizdir.8 İlkel birikim denildiğinde bu “...emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan 
süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan, doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür... Ve onların mülksüzleştirilmesini anlatan bu öykü, insanlık tarihine, kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır”.9 

“Tarımsal üreticilerin, köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları, bütün bu sürecin temelidir. 
Bu mülksüzleştirme nin tarihi, farklı ülkelerde, farklı yönler alır ve farklı evrelerini farklı sıralar izleyerek farklı dönemlerde tamamlarlar”.10 

Marx’ta ilkel birikimin sürekliliği olgusu açıkça yer almaz.11 Ancak Marx’ın perspektifi ilkel birikimin sürekliliğini de içerecek şekilde genişletilebilir. Dünya 
çapında farklı biçimlerde sürekli olarak ortaya çıkan bir süreçtir ilkel birikim. Toprağın ve suyun metalaştırılması, ortak mülkiyet, komünal mülkiyet ya da devlet mülkiyetinin çıplak zor ya da başka usullerle (özelleştirme, özel mülkiyetin yaygınlaştırılması) ortadan kaldırılması, işgücünün metalaştırılması, toplumu koruyan düzenlemelerin iptali, köle ticareti, tefecilik, korsanlık, zorla borçlandırma ve benzerleri, ilkel birikimin, farklı zamanlarda, farklı ülkelerde, farklı yöntemlerle tebarüz etmesini sağlayan uğraklardır. İlkel birikim kapitalizmin ürünüdür. Marx’ın alanı etkileyen bir diğer tutumu da burada bulunabilir. 

İngiliz emperyalizminin kendi düzenini tatbik edebildiği (Pax Britannica) bir dönemde yazan Marx, İngiliz hegemonyasının düzenini kapitalizmin evrenselleştirici niteliklerinde aramakta tereddüt etmemiştir. Şu durumda ona göre emperyalizm, ilkel birikim süreçlerini hızlandıran ve yoğunlaştıran bir olguya denk düştüğünden kapitalizmin (yanlış bir rotada gelişmesinin sonucu değil) ürünüdür. 

Pax Britannica’nın çöktüğü bir dönemde gelişmiş kapitalist ülkelerin kıyasıya rekabetine şahit olan klasik dönem emperyalizm yazarları ise emperyalizmin itkilerini değiştiren temel unsur olarak tekelleşme olgusuyla uğraşmak durumunda kalmışlardır. Bu dönemde tekellerin devlet içindeki ağırlıklı temsili -dolayısıyla siyasal iktidar üzerindeki gücü- devlet stratejilerinin çıplak güç politikaları biçiminde tebarüz etmesine yol açmaktaydı. Buharin, Luxemburg, Lenin ve Hilferding’in çalışmalarında emperyal güçler arasındaki rekabetin yarattığı yıkıcılığın ve dünyatoplumları arasındaki eşitsizliğin yapısal nedenleri araştırılmıştır. Örneğin, Hobson’un ilgili ulusal sınırlar içerisinde düzenlemeye tabi tutulabileceği inancını beslediği kapitalist dönüşüm (“gelişme”), Luxemburg’a göre münhasıran ulusal sınırlar içerisinde gerçekleşebilecek bir şey değildir ve kapitalist birikim uluslararası ölçekte zenginlikle birlikte yoksulluğu da üretir.12 Lenin, kapitalist devletin kendi içerisindeki temsilin niteliğine göre farklı sınıflara hizmet edebilecek tarafsız bir entite olarak kavramsallaştırılmasına karşıdır.13 Hilferding emperyalizmin finans kapitalin işleyişinin ürünü olduğunu ve bunun da basit düzenlemelerle kontrol edilemeyeceğini belirtir.14 Buharin uluslararası işbölümünün yapısal etkileri ile emperyalizm arasında bağlantı kurar.15 

Lenin16 ve Buharin17 Birinci Dünya Savaşını anlamlandırmak ve karşı stratejiler üretmek çabası içerisinde bir emperyalizm teorisi geliştirmiştir. Hilferding’in Lenin ve Buharin’in emperyalizm kavramsallaştırması üzerindeki etkisi oldukça yoğundur. 

Buharin’in “Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi” 1915’te yazılmış, Rus Devrimi’nden sonra basılmıştır. Lenin ve Buharin savaşı, Hilferding’e paralel bir 
şekilde, merkezdeki sermayenin realizasyonu, bir başka ifade ile ürünlere derç edilmiş emeğin tüketilmek suretiyle toplumsallığının onay görmesi için çevresel toplumsal formasyonların zorunu katılımının sağlanması sürecinde, merkezi ekonomiler arasında (azalan kar oranları yasası nedeniyle) artan rekabetin ifadesi olarak yorumladılar. Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi adlı eserinde emperyalizmi, finans kapital’in politikası olarak konumlandırırken, Hilferding’in gözlemlerine dayanmaktaydı. Şöyle diyordu: “Emperyalizm bir zapt etme politikasıdır. 

Ancak, her zapt etme politikası emperyalizm değildir. Bu nedenle finans kapitalin bir politikası olarak emperyalizmden söz ettiğimizde, zapt edici karakteri bu sözün içinde saklıdır”.18 

Emperyalizm’in ayırt edici özelliği sanayi sermayesi değil, tam tersine mali sermayedir” diyen Lenin de bir üst paragrafta özetlenen yaklaşımı sergilemekteydi.19 
Lenin emperyalizmi beş maddelik bir tanımla vermekteydi: “
1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış olması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin oluşması; 
3) Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının özellikle büyük bir anlam kazanması; 
4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; ve 
5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması. Emperyalizm; tekellerin ve mali sermaye egemenliğinin belirginleştiği, sermaye ihracının olağanüstü bir önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstlerce paylaşılmasının başladığı ve yeryüzü topraklarının 
en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlandığı bir gelişim aşamasındaki kapitalizmdir”20 

Buharin adını andığımız çalışmasında, emperyalizmi politika olmasının yanı sıra bir ideoloji olarak değerlendirmekteydi. Kautsky’nin sanayileşmiş ulusların 
daha fazla alan arayışı (ilhak) olarak özetlediği emperyalizm anlayışını eleştiren Lenin21 -Buharin’le paralel bir şekilde-, emperyalizmin “politik açıdan “büyük güçlerin hegemonya yarışı” içerisinde şekillenen şiddet ve gericilik dürtüsü olduğunu vurgulamaktaydı. 22 Lenin’in hegemonyayı sınıf ittifaklarının oluşumunda etkin ideolojik formasyonlardan ayrı tutmadığını, bir başka deyişle ideoloji ile bağlantılandırdığını biliyoruz. 

Lenin ve Buharin, emperyalizmin salt iktisadi açıklamasını reddetmenin yanı sıra Hilferding’ten başka hususlarda da ayrılmaktaydılar: Hilferding emperyalizmi 
açıklarken merkezileşme ve yoğunlaşma sürecini öne çıkarmaktaydı. Bu anlamda askeri-sınaî kompleksin etkileriyle emperyalizmi birleştiren Hobson’la Hilferding arasında bir uyum saptamak mümkündür. İktisadi aktörlerin bilinçli eylemine odaklanan Hilferding çizgisi karşısında Buharin, kapitalizmin yapısından doğan etkileri, sermayenin aynı anda işleyen iki çelişik temayülünün (uluslararasılaşma ve ulusallaşma eğilimlerinin) ürettiği çelişkileri önemsiyor du.23 

Uluslararasılaşma eğilimi karmaşıklaşan sosyal işbölümü nedeniyle uluslararası bağımlılığın artışında gözlemlenebilirdi. Ulusallaşma eğilimi ise kendisini dünyanın büyük ulus-devlet imparatorlukları arasındaki gerilimde dışa vurmaktaydı. Buharin için emperyal kudret sermayenin gelişimine bağlıdır; bu bağlamda [kapitalist] devlet sivil toplumun üzerinde havada asılı duran (tarafsız) bir kurum değildir. Tekeller kendi iktisadi güçlerinin yanı sıra devletin imkânlarını da kullanırlar. Buharin’e göre tekellerin devlet iktidarı üzerindeki denetiminin tarihsel olarak ortaya çıkışı, sınaî sermaye ve banka sermayesinin finans sermaye içinde kaynaşmasıyla birlikte mümkün olabilmişti. Bu bağlamda savaş uluslararasılaşma eğiliminde bulunan dünya ekonomisinin emperyalistler arası rekabete sahne olan bir düzlemde işlemesinin getirdiği çelişkilerin ürünüydü. Öyleyse, “üretimin toplumsallaşması” (bir ürünün ham maddeden başlayıp mamul hale gelene kadar sürece dâhil olan insan ve işlem sayısının olağanüstü karmaşıklığı) ile “artı-değer birikimi neticesinde ortaya çıkan zenginliğin devlet iktidarı dolayımıyla az sayıda insanın elinde toplanması durumu” arasında, Kapital’de Marx tarafından veciz bir şekilde saptanmış bulunan çelişki, Buharin’in formülasyonu içerisinden kendisini ifade etmekteydi.24 

Buharin’in emperyalizm kuramının siyasal sonuçları liberal tezi çürütmenin yanı sıra Marksist teorisyen Kautsky’nin ultra emperyalizm tezini de hedeflemekteydi. 
Kautsky 25 Emperyalist güçlerin savaşmak yerine –egemen emperyal devletler arasında anlaşma temelli ilişkiler kurmak yoluyla- dünyayı paylaşmak yolunu da 
seçebileceğini açıkça belirtmişti. Buraya kadar ortaya konulanlardan açıktır ki, Buharin’e göre emperyalist siyaset, burjuvazinin iradi olarak tercih edip bütünlük içerisinde ve sorunsuz olarak tatbik ettiği bir siyaset olmayıp; kapitalist üretim ilişkilerinden mütevellit küresel bir yapının işleyişinin mantıksal bir sonucudur. Buna göre, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını sağlayan aynı rekabet yasaları, sermaye gruplarının ulusal devletlerin gücünü kullanarak birbirlerini dışlamalarını da gerektirecektir.26 Kautsky’nin sonucuna varabilmek için aynı anda işlemekte olan sermayenin ulusallaşması eğilimi ile uluslararası laşması eğilimlerinden yalnızca uluslararasılaşma eğilimini tanımak, diğerini de unutmak gerekecektir. 

Teorik tutumu Buharin’le pek çok noktada uzlaşan Lenin, bir yandan işbölümü kavramının uluslararası alana tatbiki üzerinden uluslararası iktisadi ilişkilerin 
nesnel yapısını belirlemeye çalışırken, bir diğer yandan bu yapının aktörlere önsel ve harici bir şey olmadığını vurgulamakta, bir başka deyişle, politik eylemin nesnel koşulları (yapı) ile faillik durumunun üst belirlenime tabi potansiyelleri arasındaki gerilimin inşası sonuçlarını hesaba katmaktaydı. Dolayısıyla, Lenin’e göre emperyalizm yapıların harici olarak zorlamasıyla, kendiliğinden meydana gelebilecek bir dönüşüm değildir. 

Mali Sermaye ekseninde gelişen tekeller, bunların uluslararası düzlemdeki müdahaleleri 27 ve müdahalelere karşı direniş birlikte küreselleşiyordu. 
Sermaye ihracı ve bunu takip eden yeni ilişkiler ve değerler sisteminin (ilişkileri düzenleyecek ve ihtilafları azaltacak hukuk sistemi, iş gücünün üretilmesi için eğitim kurumları, merkez ülkelerdeki gerilimi azaltacak ve yapılan haksız müdahaleleri meşrulaştıracak ideolojiler vs.) sömürülenler tarafında yarattığı huzursuzluk kendi başına sosyalizme geçişin garantisi olamazdı. Kapitalizmin gittikçe artan ölçülerde eşitsiz şekilde gelişimi, Lenin’in içerisinde bulunduğu dönemde, tekelci aşamaya geçmiş bulunan ulusal sermayelerin içinde etkin bir şekilde temsil edildikleri ulusal devletleri birbirine karşı kullanma eğilimleri ile birleştiğinde, dünyanın teritoryal olarak paylaşımı sonucu doğmaktaydı. Bir başka deyişle uluslararası iş bölümü, hem hammadde, pazar ve işgücü sunucuları olan çevre ülkelerle merkez ekonomiler arasındaki karşıtlık hem de ulusal sermayelerin silahlı nüfuz alanları ekseninde belirlenmekteydi. Bu koşullar altında anti-Emperyalist mücadele savaşların özgül karakterlerinden, ulusal soruna, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından tam demokrasi ve sosyalist devrimin koşullarına kadar farklı ama ilintili konularda müdahale gerektirmekteydi. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***