DARBELER TARİHİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DARBELER TARİHİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 11

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 11



IRAK’TA DARBELER ,


ORSAM RAPORU,

1936 Darbesi: 1941 Darbesi: 
Bekir Sıdkı liderliğinde gerçekleşen darbedir. Darbe hem Irak’ta hem de Arap ülkeleri arasında gerçekleşen ilk darbe olarak tarihi geçmiştir. 
Dört milliyetçi Iraklı general tarafından gerçekleştirilen darbedir. Darbe sonrası Abd’ulilah Ürdün’e kaçmıştır. 

1968 Darbesi: 
1966 yılında Abdüsselam Arif şüpheli bir uçak kazasında hayatını kaybetmesinin ardından başa geçen kardeşi Abdurrahman Arif’i yönetimden çekilmeye zorlayan Baas Partisi ve bazı ordu komutanlarınca gerçekleştirilen darbedir. Ahmed Hasan el Bekir başa geçmiştir. 

1958 Darbesi: 
Abdülkerim Kasım önderliğinde gerçekleşen darbedir. Kral 2. Faysal ve Krallık ailesinden pek çok kişi darbe sonrasında idam edilmiştir. 

1959 Musul Darbe Girişimi: 
Abdülkerim Kasım’ı devirmek için Musul’da başlatılan başarısız darbe girişimidir. 

Şubat 1963 Darbesi: 
Abdülkerim Kasım’ın başa geçmesinin ardından orduda generaller arasında güç mücadelesi yaşanmaya devam etmiştir. Bunun sonucunda da Abdüsselam Arif tarafından gerçekleştirilen darbe ile Abdülkerim Kasım devrilmiştir. 

Kasım 1963 Darbesi: 
Baas Partisi içinde, Nasır karşıtı ve Nasır destekçileri arasında yaşanan mücadelenin sonucunda yaşanmıştır. Bu güç mücadelesinden yararlanan 
Abdüsselam Arif yönetimi ele geçirmiştir. 


IRAK’TA SARAY İÇİ DARBE SADDAM HÜSEYİN VE İKTİDARA GELİŞİ 

Ferhat PİRİNÇCİ 
Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi 
ORSAM RAPORU,


Saddam Hüseyin iktidara geldikten hemen sonra Baas Partisi içinde olsun olmasın kendisine rakip olan veya risk oluşturan bütün kişi ve grupları tasfiye etmeye başlamıştır. İdam, ‘kaza’ sonucu ölüm, hapis cezası veya sürgün şeklindeki bu tasfiyelerde, Saddam’ın en önemli dayanağı kendisine bağlı olan istihbarat ve güvenlik örgütleri olmuştur. Bu örgütlerin şekillenmesi sırasında aşiretçilik ve akrabalık ilişkileri önemli rol oynamıştır. 

Irak, Suriye ve Mısır’ın ardından Arap Ortado-ve başarısız girişimlerle devam etmiştir. Saddam Hüğu’sunda darbeler sonucu iktidar değişimi yaşayan seyin’in 
1979 yılında saray içi bir darbeyle iktidara üçüncü ülkedir. 1958’de Monarşinin yıkılması ve gelmesinden sonra, 2003 yılındaki Amerikan işgaline cumhuriyetin ilanıyla sonuçlanan General Kasım dar-kadar gerçekleştirilen darbe girişimleri başarısız olmuş besi ile başlayan darbeler serüveni, çok sayıda başarılı ve 
Saddam Hüseyin iktidarını koruyabilmiştir. 

Saddam Hüseyin İktidarına Kadar Irak’ta Başlıca Darbe Girişimleri 
Tarihi Yapan Kişi / Grup Sonuç 

14 Temmuz 1958 General Abdülkerim Kasım (Milliyetçi, Komünist, Baasçı gruplar) Monarşi devrildi, Kral II. Faysal öldürüldü. 
Mart 1959 Musul merkezli (Baasçılar ve Nasırcılar) Başarısız, bastırıldı. 
7 Ekim 1959 Baasçılar, (Saddam Hüseyin’in içinde yer aldığı suikast ekibi) Başarısız, General Kasım’a suikast, yaralandı. 
8 Şubat 1963 General Abdülselam Arif (Baasçılar ve Nasırcılar) 
Başarılı, General Kasım öldürüldü, General Arif Devlet Başkanı oldu. 
13 Kasım 1963 General Arif Başarılı, Baasçılar tasfiye edildi. 
14 Ekim 1964 Saddam Hüseyin ve Baasçılar Başarısız, Saddam hapse girdi. 
17 Temmuz 1968 Saddam Hüseyin ve Baasçılar Başarılı, General Abdurrahman Arif devrildi, General Ahmed Hasan Bekir Devlet Başkanı oldu. 
30 Temmuz 1968 General Bekir, Saddam Hüseyin Başarılı, İkili gücünü pekiştirdi, Başbakan Albay Naif Fas’a Büyükelçi, Savunma Bakanı Albay 
Davut Ürdün’e Askeri Ateşe olarak atandı. 
30 Haziran 1973 Albay Nedim Kazzar Başarısız, Albay Nedim Kazzar yakalandı, idam edildi. 
16 Temmuz 1979 Saddam Hüseyin Başarılı, saray içi darbe, General Bekir çekildi, Saddam Hüseyin Devlet Başkanı oldu. 
28 Temmuz 1979 Saddam Hüseyin Başarılı, Saddam Hüseyin iktidarını konsolide etti. 

Birçok kişi, Saddam Hüseyin dendiğinde 2003 Amerikan işgali sırasında askeri üniformasıyla yaptığı konuşmaları hatırlar. Hatta Saddam, hakkında idam 
kararı verildiğinde “bir asker olarak kurşuna dizilerek idam edilmek istediğini” ifade etmiştir. Ancak buna rağmen Saddam Hüseyin’in herhangi bir askeri geçmişi yoktur. İlkokuldan sonra askeri okula başvurmasına rağmen kabul edilmemiştir. Buna rağmen Baas iktidarında 1 Kasım 1974’te Korgenerallik rütbesi verilmiş, iktidarı tamamen ele geçirdikten sonra ise 17 Temmuz 1979’da Mareşalliğe yükselmiştir. Askeri hiçbir geçmişi olmayan Saddam Hüseyin’e ilişkin bu anekdot, aslında Saddam’ın uyguladığı politikalarla iktidara adım adım nasıl geldiğini de yansıtmaktadır. Zira Saddam Hüseyin, monarşi sonrasındaki Irak 
darbeler tarihinde asker kökenli olmayan ilk Devlet Başkanı olmuştur. 

Henüz 22 yaşındayken monarşiyi deviren darbenin lideri Başbakan General Abdülkerim Kasım’a başarısız bir suikast düzenleyen ekibin içinde yer alan Saddam Hüseyin, ülkeden kaçarak Şam ve Kahire’de sürgün hayatı yaşamış; 1963’te General Kasım’ın devrilmesiyle Irak’a geri dönebilmiştir. Bu kez Baas’ı yönetimden tasfiye eden Devlet Başkanı Abdülselam Arif’e darbe hazırlığındayken yakalanan Saddam, cezaevine girmiş 1966’da cezaevinden kaçarak 1968’e kadar yer altında Baas faaliyetlerini yürütmeye devam etmiştir. 

Baas Partisi’nin General Ahmed Hasan el Bekir öncülüğündeki darbeyle Saddam Hüseyin adım adım iktidara yürümeye başlamıştır. Bu noktada Saddam 
Hüseyin’i tek başına iktidara getiren yolda iki faktör ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi 1968 darbesinin lideri General Bekir’le akrabalık ilişkisidir. 
Saddam’ı büyüten dayısı Hayrullah Tulfah General Bekir’in teyzesinin oğludur. Bu akrabalık ilişkisi Bekir için Saddam’ın en güvendiği adamı olmasında önemli bir rol oynamıştır. İkinci faktör ise Saddam’ın monarşinin devrilmesinden önce başlayan siyasal faaliyetleri ve tecrübeleridir. 1958, 1959, 1963 ve 1964’te iktidara çok yaklaşmasına rağmen girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması veya bir karşı darbeyle tasfiye edilmesi, Saddam Hüseyin’e istihbarat ve güvenlik 
örgütlerinin önemini öğretmiştir. 

Bu nedenle General Saddam Hüseyin, monarşi sonrasındaki Irak darbeler tarihinde asker kökenli olmayan ilk Devlet Başkanı olmuştur. 

Bekir 1968’de Devlet Başkanı olduğunda Saddam Hüseyin Devrim Komuta Konseyi (DKK) Başkan Yardımcısı olmasına rağmen perde arkasında olmayı 
tercih ederek, rejimin mevcut güvenlik ve istihbarat örgütlerinde revizyonlar yapmış ve yeni örgütlenmelere gitmiştir. Ancak en önemlisi, Saddam bu politikaları uygularken örgütlerin tamamını doğrudan kendine bağlamış ve kendisine tehdit oluşturan kişi ve grupları teker teker sistemden tasfiye etmiştir. 

Saddam Hüseyin’in 1979’da Devlet Başkanlığına gelmesi, ‘kansız bir saray içi darbe’ olarak nitelenmektedir. Oysa Saddam iktidara adım adım gelirken de 
iktidara geldikten sonra da Irak’ta kan sürekli akmaya devam etmiştir. Saddam’ın iktidara gelmesinin ‘kansız’ olarak nitelenmesinin nedeni, Devlet Başkanı General Bekir’in hastalığını gerekçe göstererek Saddam lehine Devlet Başkanlığından çekilmesidir. Aslında geçiş yumuşak olmuştur. Zira 65 yaşında iktidarını Saddam’a devreden General Bekir öldürülmemiş, sürgüne gönderilmemiş, ailesiyle Irak’ta yaşamaya devam etmiş ve 1982’de ölmüştür. Cenazesi Saddam’ın katıldığı büyük bir devlet töreniyle defnedilmiştir. Irak darbeler ve karşı darbeler tarihine bakıldığında, devrilen veya başarısız darbe girişiminde bulunan kişiler ya öldürülmüş ya sürgüne gönderilmiş ya da hapse atılmıştır. 

Saddam Hüseyin iktidara geldikten hemen sonra Baas Partisi içinde olsun olmasın kendisine rakip olan veya risk oluşturan bütün kişi ve grupları tasfiye etmeye başlamıştır. İdam, ‘kaza’ sonucu ölüm, hapis cezası veya sürgün şeklindeki bu tasfiyelerde, Saddam’ın en önemli dayanağı kendisine bağlı olan istihbarat ve güvenlik örgütleri olmuştur. Bu örgütlerin şekillenmesi sırasında aşiretçilik ve akrabalık ilişkileri önemli rol oynamıştır. Zira söz konusu örgütlere başta kendi doğum yeri olan Tikrit olmak üzere Dur, Şavkat, Huveyce, Beyji, Samarra, Ramadi, Felluce, Bakuba gibi yerlerden Sünni Arap gençleri yerleştirmiştir. Bununla da yetinmeyen Saddam, bazı örgütlerin ve askeri birliklerin başına da kardeşleri ve kuzenleri gibi yakın akrabalarını getirmiştir. 

Saddam Hüseyin’in saray içi darbeyle iktidara gelmesinin kısa vadeli sonuçlarına değinirken, aslında bu durumun 1968’de başlayan bir sürecin devamı olduğu 
göz adı edilmemelidir. Diğer bir ifadeyle, Saddam’ın 1979’da iktidara gelişinde 1968’den beri istihbarat ve güvenlik örgütlerindeki rolü ve tasfiyeleri en önemli 
faktördür. Bununla beraber 1979’dan sonraki dönemde Irak ve bölge tarihi açısından Saddam kaynaklı önemli gelişmeler söz konusu olmuştur. 

Bunların başında 22 Eylül 1980’de başlayan İran-Irak Savaşı gelmektedir. Sekiz yıl süren ve yaklaşık bir milyon insanın ölümüne neden olan bu savaşın ardından, Saddam 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmiştir. Bu işgalin sonrasında Irak’a kapsamlı uluslararası yaptırımlar uygulanmış, ülke içinde karışıklıklar çıkmış ve çıkarılmış, ancak buna rağmen Saddam iktidarını devam ettirebilmiştir. Saddam’ın bu dönemde devrilmemesinde, istihbarat ve güvenlik örgütleri ile akrabalık ve aşiretçiliğin önemli rolü olmuştur. 

Saddam kaynaklı bölgesel düzeyde istikrarsızlığın sonuçları Irak özelinde daha kanlı ve acı izler bırakmıştır. Zira nüfusunun çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu 
Irak’taki Saddam yönetimi, İran’la savaş başlamadan önce Dava Partisi’nin önde gelen ulemalarını idam etmiş, savaş esnasında kendi halkına kimyasal 
gazla saldırılar düzenlemiş ve halkı sürgüne göndermiştir. Kuzey Irak’taki Kürt gruplara karşı yapılan ve Halepçe katliamı olarak hafızalarda yer eden Enfal 
operasyonlarının sorumlusu Kimyasal Ali lakaplı General Ali Hasan el Mecid’tir. 2010’da idam edilen bu kişinin Saddam’ın teyzesinin oğlu olması, Saddam’ın 
iktidarında akrabalık ilişkilerine verdiği önemi göstermektedir. 

Saddam Hüseyin 13 Aralık 2003’te yakalanmış ve yapılan yargılamanın ardından idama mahkûm edilerek 30 Aralık 2007’de asılarak idam edilmiştir. Saddam’ın 
mirası olan istihbarat ve güvenlik örgütleriyle Irak Ordusu ise Amerikan birliklerinin Bağdat’a girmesinden sonra 2003’te dağıtılmıştır. Saddam sonrası 

1958, 1959, 1963 ve 1964’te iktidara çok yaklaşmasına rağmen girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması veya bir karşı darbeyle tasfiye edilmesi, Saddam 
Hüseyin’e istihbarat ve güvenlik örgütlerinin önemini öğretmiştir. süreçte ABD’nin desteğiyle Irak Ordusu ve güvenlik kuvvetleri yeniden oluşturulmaya çalışılırken, Saddam’ın mirası etkisini hissettirmeye devam etmiştir. Zira Amerikan birliklerine ve Irak güvenlik güçlerine karşı yapılan ve Sünni direniş olarak tanımlanan 2003-2008 dönemindeki saldırılar, büyük ölçüde Saddam dönemi istihbarat ve güvenlik örgütleri tarafından yapılmakta veya organize edilmekteydi. Hatta günümüzde DAEŞ’in Ramadi ve Felluce’deki gövde gösterisinin ardından Musul’u işgal etmesi ve toprak kontrolünü muhafaza etmesi, Saddam dönemi subay ve güvenlik örgütlerinin yardımıyla açıklanmaktadır. 

Ayrıca 2003’ten beri yakalanamayan Saddam’ın en yakın arkadaşı ve dünürü olan Devlet ve DKK Başkan Yardımcısı İzzet İbrahim el Duri’nin, bu yardımda 
önemli rol oynadığı iddialar arasındadır. 

Sonuç olarak Saddam Hüseyin, iktidara geliş yöntemi ve 2003’e kadarki iktidarıyla Irak ve bölge tarihinde derin izler bırakmıştır. Saddam’ın iktidardan 
devrilmesinden sonra da Irak özelinde ve bölge genelindeki etkisinin sona erdiğini söylemek zordur. Saddam’ın iktidara tek adam olarak gelmesinde ve 
iktidarının ancak bir işgalle sona ermesinde uyguladığı politikaların etkisi yadsınamaz. Bu politikaların bir kısmı Saddam Hüseyin’in kişiliği ve yaşadığı deneyimlerden, bir kısmı ise Irak’ın demografik ve siyasal yapısı ile darbeler tarihinden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Irak’ta istikrarlı bir yönetim yoktur. Devlet yapısı hem territoryal hem de siyasal açıdan kırılgan durumdadır. Ancak Saddam sonrasında istikrarlı bir siyasal yapı kurulmuş olsaydı bile Saddam döneminin etkisini tamamen ortadan kaldırmak zor olacaktı. 

Ferhat PİRİNÇCİ 
Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi 
ORSAM RAPORU,

12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 10

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 10



İRAN Musaddık ve Darbe 
Pınar ARIKAN 
Dr. Akdeniz Üniversitesi, ORSAM Ortadoğu Danışmanı 
ORSAM RAPORU,



İran-Amerikan ilişkilerinde onarılmaz bir yara açan 19 Ağustos 1953 Musaddık karşıtı darbedeki Amerikan rolü, dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albright tarafından 17 Mart 2000’de yaptığı konuşmada “1953’te Birleşik Devletler İran’ın halk tarafından sevilen Başbakanı Muhammed Musaddık’ın iktidardan indirilmesini düzenlemede önemli rol oynadı” sözleriyle açıkça kabul edilmiştir. 

19 Ağustos 1953’te Musaddık’a yönelik gerçekleştirilen, İran tarihinde ve siyasal ruhunda derin bir iz bırakmış olan darbenin üzerinden 63 yıl geçti. 

1949’da halkoyuyla meclise seçilerek 1953 yılında Şah Muhammed Rıza Pehlevi tarafından Başbakanlık görevine getirilmiş olan Muhammed Musaddık, Amerikan 
ve İngiliz istihbarat servislerinin desteğiyle düzenlenen darbe ile görevinden alındı ve liderliğini yaptığı Milli Cephe hareketi şiddetli bir siyasal baskıya maruz bırakıldı. 

Adı Milliyetçilik ile özdeşleşen Musaddık, temsil ettiği ‘anayasacılık’, ‘halk egemenliği’, ‘emperyalizm karşıtlığı’ değerleri ile bugün de İran’ın milli lideri olarak tanınmaktadır. 1979 İran devriminden 2009’daki Yeşil Hareket’e kadar bütün toplumsal muhalefet hareketlerinde ve ülkedeki bütün seçim süreçlerinde, bu değerlere bağlılığını göstermek isteyen halk ve siyasetçiler Musaddık posterlerini ellerinde taşımakta, fotoğraflarını seçim afişlerine basmaktadır. Öyle ki 14 Temmuz 2015’te İran ile Batılı ülkeler arasında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı, Musaddık’ın 1951’de İngiltere tarafından işletilmekte olan İran petrol sanayisini millileştirme başarısına referans ile ‘İran’ın Batı karşısında ikinci büyük zaferi’ olarak yankı bulmuştur. İran-Amerikan ilişkilerinde onarılmaz bir yara açan 19 Ağustos 1953 Musaddık karşıtı darbedeki Amerikan rolü, dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albright tarafından 17 Mart 2000’de yaptığı konuşmada “1953’te Birleşik Devletler İran’ın halk tarafından sevilen Başbakanı Muhammed Musaddık’ın iktidardan indirilmesini düzenlemede önemli rol oynadı” sözleriyle açıkça kabul edilmiştir. Böylece, darbeler tarihi olarak okunabilecek modern Orta Doğu tarihinde, bir dış destek ilk defa Musaddık darbesi için uygulayıcısı tarafından kabul edilmiştir. 

Musaddık ve Milli Cephe Hareketi 

İsviçre doktoralı bir hukukçu olan Muhammed Musaddık, siyasetle ilgilenmeye 1905-1906 Anayasa Devrimi sırasında başlamıştı. 1913’te İsviçre’den döndükten sonra Tahran Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde görev yapan Musaddık, 1921’de Ahmed Kavam hükümetinde Maliye Bakanı, 1923’te Muşir-ed-Dovle hükümetinde Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı. Siyasi hayatını 1906 Anayasası’nın korunmasına ve halk egemenliği lehindeki bütün hükümlerinin uygulanmasına adamış bir hukukçu olarak geçiren Musaddık, bu nedenle 1925’te Başbakan Rıza Han’ın Kaçar Hanedanlığı’nı sona erdirerek Pehlevi Hanedanlığı’nı kuran ve kendisini Şah ilan eden yasa önerisine karşı çıkmıştı. İran Meclisinin bu yasayı kabul etmesinin ardından siyasetten çekilen Musaddık, 1941’de İttifak Devletleri’nin İran’ı işgali ve Rıza Şah’ı tahttan indirerek yerine oğlu Muhammed Rıza Şah’ı geçirmesini müteakip 1944 yılında yeniden milletvekili seçilerek Meclis’e girdi. 

Milli Cephe, yaklaşık sekiz ay süren Meclis seçimleri devam ederken Ekim 1949’da Musaddık ile beraber yirmi kişilik bir grup siyasetçi ve aydının Şah’a 
taleplerine iletmek üzere saray bahçesinde düzenledikleri protesto ile bir araya geldi. Talepleri “seçimin adil ve serbest şekilde düzenlenmesi, sıkıyönetimin 
kaldırılması, basın özgürlüğünün sağlanması” olan bu grup, protesto sonrasında bir parti kurmak yerine Milli Cephe adı altında gevşek bir koalisyon oluşturdu 
ve cephenin bu taleplere destek veren her siyasi görüş, parti, örgüt ve sendikadan katılıma açık olduğunu ilan etti. Milli Cephe’nin programı “sosyal adaletin tesisi, anayasal kanunların korunması, serbest seçimler ve siyasi görüş ifade etmede özgürlüğün sağlanması, ekonomik durumun iyileştirilmesi” amaçlarını içeriyordu. Cephe’ye göre ‘zorba devlet’ ve ‘kolonyal tahakküm’ İran’ın milli çıkarlarına zarar veren, ülkenin ve milletin geleceğine tehdit oluşturan iki unsurdu. 

Milli Cephe’ye göre devletin zorba iktidarını sona erdirmenin yolu, anayasanın tam anlamıyla uygulanarak halk iradesinin meclise ve siyasete yansımasından, 
kolonyal tahakkümü sona erdirmenin yolu ise İngiliz şirketi tarafından işletilen İran petrol sanayisini millileştirerek, İran’ın kendi doğal kaynağını çıkarma, işleme ve satma hakkına sahip olmasından geçiyordu. 1950 seçimiyle sekiz üyesi Meclis’e giren Milli Cephe, milletvekili sayısının azlığına rağmen aldığı toplumsal destekle etkili bir grup oldu. Anayasanın “Şah hüküm sürmeli; yönetmemeli” prensibini uygulamak ve Meclise müdahalesini engellemek, seçim ve basın kanunlarını demokratikleştirmek üzere anayasal reform gerçekleştirmek çabalarının yanında, Meclis’te Petrol Komisyonu’nda aktif görev aldılar. 

Musaddık başkanlığında çalışan Petrol Komisyonu, İngiltere ile imzalanan 1933 Anlaşması’nın gözden geçirilmesiyle Temmuz 1949’da imzalanmış Ek Anlaşma’yı 
incelemek ve Meclis’in onayına getirmekle yükümlüydü. Musaddık ve Milli Cephe’nin kararlı çabaları sonucunda komisyon, Mart 1951’de Ek Anlaşma’yı 
reddetti ve petrol sanayisinin millileştirilmesine dair tasarıyı kabul etti. Öneri 13 Mart 1951’de Meclis üyelerinin oy birliğiyle yasalaştı ve İran petrol 
sanayisi millileştirildi. İran şehirlerinde halk tarafından sevinçle kutlanan bu olay, İran’ın despotizme ve kolonyal tahakküme başkaldırısının zaferi olarak İran 
tarihine geçti. Bu başarı, Musaddık’ı Nisan 1951’de Başbakanlık koltuğuna taşıdı. 

Başbakan Musaddık 

Musaddık, kabinesini Meclis onayına sunduğunda iki maddeli bir program açıklamıştı: 

1. Petrolün millileştirilmesi kanununun bütün ülkede uygulanması 
ve gelirlerin ülke ekonomisinin, refahının ve güvenliğinin artırılması için kullanılması; 

2. Meclis seçim kanunu ile il meclislerinin seçim kanununda reform 
yapılması. Başbakan olur olmaz İngiliz petrol şirketi ile görüşmelere başlayan Musaddık, Amerika’nın da aracılığına başvurarak diplomasi yürüttü; ancak görüşmeler tıkandı ve Ekim 1951’de şirketin İngiliz çalışanları İran’dan tahliye edildi. 

Bir yıl sonra ise İngiltere ile diplomatik ilişkiler kesildi. Öte yandan, Eylül 
1951’den bu yana İran’a uluslararası petrol ambargosu uygulanmaktaydı ve Musaddık hükümeti ekonomik olarak güçsüz kalmıştı. Haziran 1953’e gelindiğinde Eisenhower, İngiliz şirketinin uğradığı zarar telafi edilmediği sürece İran’a yardımı keseceğini bildirmiş, Musaddık ise öneriyi geri çevirmişti. 

Şah Muhammed Rıza Pehlevi ise petrolün millileştirilmesi sürecine müdahale etmek için meşru bir zemini kalmamışken, Musaddık’ın Başbakanlık yetkilerini 
kullanmasına ve bakanların belirlenmesine müdahale etmeye devam etti. Anayasaya aykırı olan bu müdahaleler nedeniyle Musaddık’ın görevinden 
istifa ettiğini açıklaması, 21 Haziran 1952’de kanlı halk protestolarının fitilini yaktı. Halkın desteği Şah’ın geri adım atması ve Musaddık’tan Başbakanlık 
görevine devam etmesini istemesiyle sonuçlandı. Bir yıl sonra ise vergi, yargı, eğitim ve seçim kanunlarında reform yapan yasa değişikliğinin Senato tarafından onaylanmamasının yol açtığı kriz, Milli Cephe’nin önde gelen bazı üyelerinin de Musaddık’tan desteklerini çekmelerine neden olmuştu. Krizle baş etmek için Meclisi feshetmek üzere referandum öneren Musaddık, 16 Ağustos’ta referandumdan zaferle çıktı ve Şah’ın onayını istedi. Ancak Şah, Meclis’i feshetmek yerine Musaddık’ı görevden aldı. Kararı bildiren komutanın Musaddık’ın yanındakiler tarafından rehin alınmasıyla ilk darbe teşebbüsü önlenmiş oldu. Bunun üzerine Şah, 16 Ağustos’ta İran’dan ayrıldı. İki gün boyunca başta komünist Tudeh partisi olmak üzere Musaddık destekçisi siyasi partiler ve halk tarafından “Cumhuriyet isteriz!” sloganıyla monarşi karşıtı protestolar düzenlendi. Darbe günü olan 19 Ağustos’ta ise Şah taraftarı gruplar sokakları doldurmuştu. 

Darbe 

Musaddık, petrol endüstrisini millileştirerek ve bunun şartları konusunda İngiliz hükümetine taviz vermeyerek İngiltere ve Amerika’nın İran’daki çıkarlarına zarar vermişti. Musaddık’ın milliyetçi siyasetinin yarattığı uluslararası kriz, istihbarat servisleri aracılığıyla darbeyi organize eden Amerika ve İngiltere için darbenin gerekçesiydi. Öte yandan Musaddık, Şah'ın hükümete ve Meclis’e gerek seçim gerekse yasa yapımı sürecinde müdahalesini engellemeye, otoritesini sınırlandırarak sembolik bir hükümdar konumuna geri döndürmeye çalışmıştı. Musaddık ile girdiği güç mücadelesi de Şah’ın darbeye taraftar olmasının nedeniydi. Dolayısıyla Musaddık hükümetinin devrilmesi her iki güç odağının da çıkarlarına ters düşen bir gücü ortadan kaldıracaktı. Zaten Şah, nihayetinde petrolün millileştirilmesi yasasına onay vermişse de Petrol Komisyonu’nun çalışma süresi boyunca Ek Anlaşma’nın kabulü için uğraşan Başbakanlar atamıştı. 
Musaddık hükümetinin devrilmesinin, uluslararasılaşan İran petrol krizini çözmek için en etkili seçenek olduğuna karar veren İngiltere ve Amerika, 
Şah’ın destekçilerini örgütleyerek 19 Ağustos 1953’te darbeyi gerçekleştirdi. 

< Eylül 1951’den bu yana İran’a uluslararası petrol ambargosu uygulanmaktaydı ve Musaddık hükümeti ekonomik olarak güçsüz kalmıştı. >

19 Ağustos günü toplanan Musaddık karşıtı kitle, Milli Cephe’nin gazetesine saldırarak ateşe verdi. Komünist gazetelere saldırıldı. Tahran radyo istasyonu 
işgal edildi. Ordunun Musaddık karşıtı mensupları da darbeye katılarak Tahran telgraf ofisi, radyo yayın istasyonları, polis ve ordu karargâhları gibi noktaları 
işgal ettiler. Kaynaklara göre bu işgal ve protesto faaliyetleri İngiltere ve Amerika tarafından finanse edilmiş, kalabalıklar para karşılığı meydanlarda toplanarak darbenin zeminini oluşturmuşlardı. Yine kaynaklara dayanan başka bir yoruma göre ise Behbehani ve Kaşani gibi Musaddık karşıtı din adamları da kalabalıkları organize etmede en az yabancı istihbarat örgütleri kadar önemli rol oynamışlardı. Sonuçta, İran halkının oylarıyla Meclis’e seçilen, İran’ın doğal petrol kaynağını kullanım açısından milli kaynak haline getirerek büyük güçlere kafa tutan, Şah’ın hükümete ve Meclis’e müdahaleleriyle ülke yönetiminde otoriter monarşinin halk egemenliğine üstünlüğünü tesis etme çabasına karşı mücadele eden Musaddık, iç ve dış faktörlerin işbirliğiyle örgütlenen darbe ile Başbakanlık görevinden alındı. 

Darbeden dört gün sonra Muhammed Rıza Şah İran’a geri dönmüş, General Zahedi Başbakan ilan edilmiş, İngiliz şirketi ile petrol sanayisi konusunda 
yeni bir anlaşma yapmak için uygun ortam yaratılmıştı. Ancak Muhammed Rıza, Musaddık’ın halk nezdinde sahip olduğu meşruiyeti ve popülariteyi kazanabilmek için uzun yıllar mücadele edecek, yine de yabancı güçler tarafından tahtı geri verilmiş ve onların desteğiyle ayakta kalan kukla bir lider görüntüsünü değiştiremeyecekti. 

Pınar ARIKAN 
Dr. Akdeniz Üniversitesi, ORSAM Ortadoğu Danışmanı 
ORSAM RAPORU

11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 8

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 8


BÖLGESEL GELİŞMELER  ÇİN’İN YENİ BÖLGESELLEŞME VE NORMATİF GÜÇ PARADİGMASI ORTADOĞU’YU DÖNÜŞTÜRÜR MÜ? 





Hülya AKSU 
Doktora Öğrencisi, Akdeniz Üniversitesi ,
ORSAM RAPORU,


Çin, 1990’lardan 2000’li yıllara kadar, kendi kırılgan ekonomik, sosyal ve siyasi yapısından çekinenerek sadece ticareti öncelemiştir. Özellikle Arap Baharı'ndan 
sonra, dönemin idareleriyle yaptığı büyük çaplı enerji, altyapı yatırımlarının yok olması, politika değiştirmesini zorunlu hale getirmiştir. Kendisini kuşatmaya 
başlayan ve Ortadoğu’da Yeni İpek Yolu Projesi’ni sekteye uğratacak gelişmeler karşısında, daha fazla karışmama politikasını sürdüremeyeceği belli olmuştur. 

BÖLGESEL GELİŞMELER 

1990’lı yıllardan sonra Çin, içerde, bölgede ve küresel planda olan değişimlere paralel, yeni kavramlarla ‘yeni’ bir diplomasi geliştirmektedir. Yeni Güvenlik Kavramı, Yeni Kalkınma Yaklaşımı, Yeni Medeniyet Bakışı ve Yeni Dünya Siyasetinde Ahenk Kavramı, bu diplomasisinin temellerini belirler. Bu yaklaşım özellikle 2013’te ‘Komşuluk Diplomasisi-Zhoubian Waijao’ olarak taraftar bulmuştur. Bu Batı tipi kapalı, müttefik bloklar üzerinden kuşatma üzerine kurulu bir diplomasi değildir. Daha çok, Çin’in ülkelerle ve gruplarla ahenkli bir ilişki yakalamak için yeni dünya düzeninde, çok katmanlı, çok taraflı ilişkilerini içeren, açık bir yapıyı öngörmektedir. 
En önemli taşıyıcılardan birisi Yeni İpek Yolu Projesi’dir. Çin son on yıldır, Orta Asya ve İran üzerinden Avrupa’ya ulaşacak, insanlık tarihinin en iddialı ekonomik kalkınma projesi olan Yeni İpek Yolu’nu inşa etmektedir. Ortadoğu bölgesi ise hem bu proje hem de genel olarak Çin ekonomisi için, enerji kaynakları ve ulaşım yolları açısından hayati önem taşımaktadır. 

Ortadoğu’da 2003 Irak Savaşı, 2011 Libya Krizi ve 2012 Suriye Kaosu ile karşı karşıya kalan Çin, dış politikasının önemli ilkelerinden Tao Guang Yang Hui -kapasitesini belli etmemek- ilkesini yeni proaktif normatif güç paradigması etkisinde değiştirmektedir. Dünya güç dengesini değiştirme potansiyeli olan bu projede, Suriye ve Türkiye, Avrupa’ya ulaşmak için kara, deniz ve demiryolları için iki önemli duraktır. Çin için Süveyş Kanalı ve Hürmüz Boğazı’yla beraber onlara alternatif, hızlı, güvenli, istikrarlı bir yol güzergâhı gerekmektedir. Bunu sağlamak için karşımızda yeni dünya düzeninde yeni tarz işbirlikleri geliştirmenin bilincinde bir Çin bulunmaktadır. 

Çin’in Ahenkli Dünya Modeli 

Çin, Yeni Güvenlik Yapısı kavramını, ilk olarak Mart 1997’de ASEAN Bölgesel Forumu’nda sundu. Nisan 1997’de çok kutuplu dünya ve yeni dünya düzeninin 
inşası hakkında Çin-Rus Ortak Deklarasyonu’na dâhil etti. Böylece dünyada var olan mevcut iki model, Amerikan Hegemonyası ve Avrupa Hukuk Düzeni modeline ek olarak, Ahenkli Düzen ve Yeni Medeniyet Bakışı modelini yürürlüğe koymuş oldu. Bu yaklaşıma göre dünya ülkeleri, medeniyetler ittifakı söylemi etrafında, barış içinde birlikte var olmaları fikrini teşvik etmelidirler. 

Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik Doktrini ile uyumlu olan bu model, Türkiye’nin dış politikasında ağırlıklı yer bulur. Ahenkli Düzen Modeli, barış ve refahın eşit dağılımını yüceltmesiyle, istikrarlı, açık ve barışçıl bir dünyayı hedefliyor. Çin’in ekonomik, siyasi ve sosyal kırılganlıkları pratikte bazı uygulama hataları verse de, Çin İdaresi kararlı olarak bu modeli alanda uygulamaya ve taraftar bulmaya devam etmektedir. 

Çin’e Özgü Yeni Bölgeselcilik ve Normatif Güç Paradigmasının Doğuşu Siyaset alanında bölgeselcilik, belirli bir bölge veya bölgelerin siyasi, ekonomik, kültürel 
çıkarlarını korumayı, ön plana çıkarmayı amaçlayan politik bir ideolojidir. Uluslararası ilişkiler alanında ise, belirli bir kimlik ile kombine edilmiş ortak his 
ve ülkünün genel ifadesidir. Bölgeselcilik yaklaşımı, uluslararası ilişkilerde mevcut uluslararası ilişkiler teorilerinin çok boyutlu ilişkileri anlatmada 
yetersiz kaldığı yerde bize formel, informel veya mutabakat sözleşmesi seviyesinde ikili veya çok taraflı anlaşmalarla kuramsal altyapı sağlamaktadır. Yeni Bölgeselcilik yaklaşımını Bjorn Hettne şöyle tanımlar: Belli bir bölgede, küreselleşmeye karşı oluşan çok kutuplu yeni dünya düzeni tasavvuru içinde, belli bir kimlik etrafinda ortak hareket formları oluşturmak. 

Bu yaklaşım trans-bölgesel aktörleri, açık platformlarda bir araya getirerek uluslararası ticaret ve işbirliklerini mümkün kılmaktadır. Diğer taraftan askeri, siyasi blokların sınırlarını esnekleştirerek tarafları aynı anda hem rakip hem ortak yapan ‘hem hem diplomasi’sinin önünü açar, ilişkilerin karmaşık olmasına rağmen gerçekleşmesine imkân verir. Yeni Bölgeselleşme'nin, çok kutupluluğun modern versiyonu olarak geliştiği görülmektedir. 

Aşağıdan yukarı, aktörlerin kendiliğinden, doğal, otonom gelişimlerinden doğar. Karşılıklı ekonomik bağımlılıkla uyumlu ‘açık bölgeselleşme’ fikrini uygulamak ister. 
Çok boyutludur. Ticaret, finans, çevre, sosyal, siyasi ve diğer boyutlarla beraber devlet-dışı, alt-ulusal aktörleri de içerir. Yeni Bölgeselleşme, küresel bölgeselleşme yi kurar. Bir tarafta küreselleşme kavramı, coğrafyanın önemini azaltır. Yeni bölgeselleşme kavramı ise, bölgesel toplulukların rolünü önemser. Bu toplulukların kültürel ve medeniyetsel özellikleri tarafından belirlenen sınırlarını ve kimliklerini vurgular. Normatif Güç (Çin’e özgü yeni bölgeselleşme), çok kutuplu dünya tasavvuru etrafında, karşılıklı güven ve menfaat ilişkisini önceler. Siyasi olarak içişlerine karışmama prensibiyle, moral-menfaat arasındaki dengeyi ortak değerlere dayandırır. 

Açık, ulus-üstü ve ulus-ötesi entegre gruplar kurarak, maksimum ekonomik kazanca ulaşmak ister. Bu kavramın en büyük farkı, siyasi ve askeri ittifakı, bloklaşmayı ve Batı tipi demokratikleşmenin empoze edilmesini reddetmektedir. Şanghay İşbirliği Örgütü, bu yaklaşımın bedenleşmiş örneğidir. Ortak düşman fikrini kabul etmediği için, anti-NATO blok olarak adlandırılmayı reddeder. Bu durum 2008’deŞİÖ üyelerinin Rusya’nın Gürcistan’ı işgalinde Rusya ile taraf olmamalarında uygulanmıştır. 

Çin Merkez Krallığı’nın Ortadoğu’su 



Devlet başkanı Şi Cinping’in kendi sözleriyle Çin, Ortadoğu’da diğer devletlerin tercih ettiği vekâlet savaşına girmeyi reddetmektedir. 
Kazan-kazan politikası etrafında arabuluculukla barışı inşa etmeyi tercih etmektedir. Bu insiyatifte, Yeni İpek Yolu Projesi’ni kaldıraç olarak kullanmaktadır. Müdahale etmeme prensibini revize ederek ekonomik, askeri, teknolojik üstünlüklerinin ağırlığını mevcut devletlerin egemenliklerinin bozulmaması yönünde kullanmaktadır. 

Mesela Suriye’de Esad’ın politikalarını eleştirmesine rağmen, Esad sonrası geleceği tahmin edememek, doğabilecek kaosu önlemek adına, Suriye’deki statükonun yanında yer almaktadır. Yemen iç savaşında, İran’ın kendisi için jeopolitik önemine rağmen, Şii Husiler değil Suudi Arabistan’ın desteklediği Yemen hükümetinden yana ağırlığını kullanmaktadır. Hâlâ fiilen müdahale etmesede ‘denge faktörü’ olarak oyun kurucu olmaktadır. Çin'in yeni diplomasisi, ekonomik kazanca odaklı barış diplomasisidir. Normatiftir. İdeal, değer, saygı ve sorumluluk içerir. Realisttir. 

Güç, ekonomi, asker ve teknoloji caydırıcı unsur olarak öne sürülür. Küçük devletler ve gruplar, büyük devletler kadar dikkate alınır ve eşit yaklaşılır. Amerika’nın tercihettiği müttefik bloklar vasıtası ile kontrol yerine, grup ve işbirliği platformları üzerinden ortak kazan-kazan bağlantıları inşa etmeye odaklanır. 

Ortadoğu, Yeni İpek Yolu Projesi’ndeki eşsiz konumundan dolayı, Çin’in yeni diplomasisinde en müstesna yerlerden biridir. Çin bu projeyle, deniz ticaret yollarına olan bağımlılığını azaltmak için alternatif yollar yaratmak peşindedir. Özellikle karayolu, demiryolu bağlantılarıyla öne çıkan İran, Türkiye ve yedi Arap ülkesi, aynı zamanda bu projenin finansal kurumu Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın (AIIB) kurucu üyeleridir. Haziran 2014’de Şi Cinping'in söylediği üzere, bu işbirlikleri enerji ana platformu etrafında altyapı-inşaat ve ticaret-yatırım olarak şekillenecektir. 

Nükleer enerji, uydular ve yeni tür enerji kaynakları gibi yüksek teknoloji alanlarında ilerleme, nihai hedef olacaktır. Böylece bölgenin enerji kaynakları, sanayileşmeyle ekonomik istikrara kavuşacak, rant ekonomisinden çıkması kolaylaşacaktır. Bununla beraber, bu yüce idealler ancak Ortadoğu ülkelerinin bu ilerlemeleri halklarına yansıttıklarında gerçeğe dönüşme potansiyeli taşımaktadır. 

Çin, 1990’lardan 2000’li yıllara kadar, kendi kırılgan ekonomik, sosyal ve siyasi yapısından çekinenerek sadece ticareti öncelemiştir. Özellikle Arap Baharı'ndan sonra, dönemin idareleriyle yaptığı büyük çaplı enerji ve altyapı yatırımlarının yok olması, politika değiştirmesini zorunlu hale getirmiştir. Kendisini kuşatmaya başlayan ve Ortadoğu’da Yeni İpek Yolu Projesi’ni sekteye uğratacak gelişmeler karşısında, daha fazla karışmama politikasını sürdüremeyeceği belli olmuştur. 

Çin, bölgedeki her ülke ve grupla eşit mesafede arabuluculuk ve işbirliği yapabilen tek ülkedir. Buna ek olarak, Çin, İpek Yolu Projesi’ni Sünni-Şii gerilimini, ticaret zeminine çekerek düşürmek istemektedir. Pakistan-İran boru hattı, Pakistan Gwadar Limanı, Çin’in Sincan Özerk Bölgesi’nden çıkan, Sünni Orta Asya devletleri üzerinden geçerek Şii Tahran’a ulaşan yüksek hızlı İpek Yolu demiryolu hattı en güzel örneklerdir. Böylece Çin, yeni uluslararası ticaret ve kalkınma sistemini İpekyolu ile kendi tarzında şekillendiriyor. Ortadoğu’ya bağımlılığı ise Çin’in kendi ulusal güvenliğinin küreselleştiğini göstermektedir. Artık bölgenin ziyaretçisi değil, parçasıdır. 

Sonuç 

Çin uzun bir süre Batı bloğunu karşısına almayan temkin siyaseti yürütmüştür. Son dönemde, Cibuti askeri üssü ve Suriye’de Rusya ve İran ile ortak hareket konusunda ağırlığını artırması tehdit olma algısını artırmıştır. Öyle görünmekte dir ki Amerika’da bir süredir dillendirilen ‘Çin ile rekabet yerine işbirliği’ tezleri, birbirine gittikçe daha çok bağlanan bu iki güçlü ülkeyi kararvermeye zorlayacak tır. Öngörümüz, Amerika’nın kazan-kazan ilkesi etrafında şekillenen normatif güç paradigmasının etkisiyle bu kervana katılacağı yönündedir. Küreselleşen dünyamız, tarafları gönüllü veya gönülsüz bu yola sevketmektedir. 21. yüzyılın iç içe geçmiş ilişkileri bize, bunun en rasyonel seçim olacağını müjdelemektedir. 

Hülya AKSU 
Doktora Öğrencisi, Akdeniz Üniversitesi ,
ORSAM RAPORU

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***


ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 7


ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 7



BATI MEDYASININ DARBELERLE İMTİHANI: 
İbrahim EFE 
Yrd. Doç. Dr., Kilis 7 Aralık Üniversitesi,




MISIR VE TÜRKİYE ÖRNEKLERİ, 

Hem Mısır’daki darbe hem de Türkiye’deki son darbe girişimi göstermiştir ki darbenin demokratik kurumları ortadan kaldırması, anayasal sistemi askıya alması ve halkın iradesini hiçe sayması, bu ülkelerdeki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, tırmanan güvenlik endişeleri ve yönetenlerin artan diktatörlükleri 
Amerikan medyası ile meşrulaştırılmaktadır. 

Çağdaş kitle iletişim araçları insan hayatının her alanında etkilidir ve bu etki alanının devletlerarası ilişkileri de kapsadığı şüphesiz bir gerçektir. Amerikan toplumunun Amerikan olmayanlar ve özellikle Ortadoğu hakkında çok az bilgi sahibi olması, bilgi kaynağı olarak medyanın rolünü incelemeyi gerekli kılmaktadır. Ortadoğu’da yaşanan felaketlerin, savaşların ve darbelerin Amerikan medyasında yer alış şekillerinin yeterli bilgi sağlamamanın 
ötesinde bir takım kültürel önyargıları ve yanlış izlenimleri körüklediği ortadadır. Disney’in Alâeddin’inden, Hollywood filmlerine ve Sacha Baron Cohen’in 
Diktatör’üne uzanan geniş bir görsel kaynaktan beslenen Amerikan halkının Ortadoğu’daki insanlar ve yaşananlar hakkında elde ettiği bilgi negatif, ön yargılı ve gerçeklerden uzak olmuştur. Nitekim Rızanın İmalatı adlı meşhur kitaplarında Herman ve Chomsky, Amerikan kitle iletişiminin, sistemi destekleyen bir propaganda işlevini yerine getirdiğini ifşa etmektedirler. 

Bu işlev zorlama olmadan Amerikan toplumu nezdinde Amerikan politikalarının meşrulaştırılmasını sağlamakta ve Amerikan toplumu için ortak düşmanı 
yeniden üretmektedir. Bir zamanlar komünizme karşı yürütülen savaşın yerini ise 9/11’den sonra “teröre karşı savaş” almıştır. Amerikan medyasının Ortadoğu’da gerçekleşen darbeler hakkındaki tutumu da, geleneksel olarak Amerikan çıkarları ile uyumlu şekilde, çeşitli dinamiklere dayanarak çerçevelenmekte ve Amerikan kamuoyuna sunulmaktadır. Bu taraflı temsil ABD’nin darbelerin gerçekleştiği ülkelere yönelik normatif olmayan yaklaşımı ile yakından alakalıdır. 

Makbul Darbe: 2013 Mısır 

Yan sayfadaki iki Newsweek kapak sayfası (üstteki 22 Eylül 1980; alttaki 16 Ağustos 2013) arasındaki dikkat çekici benzerlik ve hatta aynılık Amerikan 
medyasının Ortadoğu’daki darbeleri ele alış şeklindeki devamlılığı özetler niteliktedir. 

3 Temmuz 2013’de Mısır ordusu, Mısır tarihinde ilk defa seçimle yönetime gelmiş Mursi hükümetini devirdi ve Mursi ile birlikte pek çok hükümet üyesini tutukladı. Türkiye ve Tunus haricinde, ne bölgeden ne de bölge dışından Mısır’da yaşananlara karşı ciddi bir tepki gelişmedi. Demokratik olarak seçilmiş bir hükümetin görevden uzaklaştırıldığı bir ülkeye yapılan yardımlarını hukuki açıdan askıya alması gerektiğinin farkında olan ABD yönetimi, endişelerini dile getiren ve yaşananları açıkça bir ‘darbe’ olaraknitelendirmeyen bir açıklamayla yetindi. Örneğin bir sene öncesinde, Mart 2012’de Mali’de yaşanan darbe sonrasında ABD hükümeti Mali’ye yapılan yardımların askıya alındığını duyurmuştu. Başkan Obama Mısır’da yaşanan gelişmelerden sonra Mısır ordusuna yönetimi hızlıca demokratik ve sivil bir hükümete bırakma çağrısında bulunsa da Muhammed Mursi’nin devrilmesine ‘darbe’ demekten imtina etti. 

< Amerikan medyasının Ortadoğu’da gerçekleşen darbeler hakkındaki tutumu da, geleneksel olarak Amerikan çıkarları ile uyumlu şekilde, çeşitli dinamiklere dayanarak çerçevelenmekte ve Amerikan kamuoyuna sunulmaktadır. >

Daha da önemlisi darbeden bir kaç gün önce Tanzanya’da gerçekleşen bir basın toplantısında kendisine Mısır’daki Mursi karşıtı protestolarla ilgili görüşü 
sorulduğunda, Başkan Obama’nın verdiği cevapta şu ifadeler de yer aldı: 

…Demokrasi sadece seçim demek değildir, aynı zamanda [demokrasi] muhalefet ile nasıl çalıştığınızla, farklı seslere nasıl davrandığınızla, azınlık gruplara nasıl muamele ettiğiniz ile alakalıdır. 

Mursi ile ilgili temel eleştirilerin ifade edildiği bu satırların ardında, aslında Ortadoğu’daki darbelerin Batı açısından meşru kılınmasını sağlayan en önemli 
argüman yatıyordu: Doğu’nun demokrasi tecrübesizliği ve doğulu liderlerin, seçim ile başa gelseler bile, asla ‘gerçek’ bir demokrat olamayacakları argümanı. 
Bu nedenle seçimle başa gelenler pekâlâ darbe ile yerlerini cuntaya bırakabilirdi. Doğu’nun bu demokrasi tecrübesizliğine, doğulu liderlerin despotluğu, ekonomik 
istikrarsızlık, siyasi huzursuzluk ve terör eylemleri de eklenince, artık darbe makbul hale gelmekteydi. Mısır’da 2013 yılında yaşanan darbenin genelde Batı 
özelde ABD basını tarafından ‘makbul bir darbe’ olarak çerçevelenmesi, 15 Temmuz 2016’da Türkiye’de yaşanan darbe girişiminin Batı medyası tarafından ele alınış şeklinin anlaşılmasında oldukça açıklayıcıdır. 



15 Temmuz Darbe Girişimi 

Newsweek dergisinin 15 Temmuz 2016 tarihli sa-yısında ‘IŞİD saldırıları arttıkça, Türkiye özgür ifade üzerindeki savaşını hızlandırmakta’ başlıklı makalede, 
Erdoğan’ın muhalif medya ve özellikle Zaman gazetesi üzerindeki baskılarından bahsedilmekteydi. Eğer 15 Temmuz gecesinde yaşanan başarısız darbe girişimi 
emeline ulaşsaydı, muhtemelen Newsweek dergisi bir sonraki sayısında yönetime el koyan paşayı ya da Fethullah Gülen’i kapak sayfasına taşıyacaktı. 



Ancak bu olmadı. Newsweek dergisinin 22 Temmuz 2016 tarihli sayısında Türkiye’deki darbe girişimi ile ilgili herhangi bir yazı yer almadı. Ancak darbe girişimin ilk saatlerinde Erdoğan’ın ülkeyi terk ettiği ile ilgili yalan haber (ilk olarak sosyal medyada NBC’li Kyle Griffin tarafından) hızla yayıldı. Darbe girişiminin erken saatlerinde, Erdoğan Facetime uygulamasıyla canlı yayına bağlanıp halkı sokaklara çağırdıktan sonra, Washington Post’ta yer alan bir haber (‘Türkiye’nin başkanı Recep Tayyip Erdoğan Dünyanın Neresinde? ‘Where in the world is Turkey’s president, Recep Tayyip Erdogan?) Erdoğan’ın muhtemelen ülkeyi terk etmiş olabileceğini, Erdoğan’ın nerede olduğu ile ilgili gizemin devam ettiğini söylüyordu. Darbenin ilk saatlerinde ülkesini terk ederek başka bir ülkeye sığınan başkan imajı, işte Batı’nın darbeyi sayesinde meşrulaştırdığı ‘diktatör doğulu lider’ temsiline tam olarak denk geliyordu. Erdoğan’ın ve Türk hükümetinin ülkeyi terk etmediği ve darbecilere karşı ölümüne bir mücadeleyi göze aldığının belli olduğu sıralarda, New York Post’ta 15 Temmuz günü yayınlanan Michael Rubin imzalı ve ‘Türkiye’deki darbe neden ümit anlamına gelebilir?’ başlıklı köşe yazısı, darbenin nedenlerini ve hatta gerekliliğini açıklamaya çalışıyordu. Rubin’e göre zaten tarihi olarak darbelere alışık olan Türkiye için, İslamcı gruplarla iş tutan otokrat bir yönetimin ve başkanın devrilmesi ümit anlamına gelebilirdi. Yine Washington Post’ta 16 Temmuz’da yayınlanan ‘How Erdogan’s anti-democratic government made Turkey ripe for unrest’ başlıklı köşe yazısında, Yüksel Sezgin darbe girişiminin gayri hukuki olduğunu ancak Erdoğan ve Türk hükümetinin anti-demokratik olduklarından ve Türk demokrasisine zarar verdiklerinden bahsediyordu. 
Darbenin bizzat kendisinin ele alınmadığı ve normatif olarak reddedilmediği bu tür haberlerde, diktatörlüğü kesinleşmiş bir Erdoğan ve amaçları belirsiz ve aslında pek de zararlı olmayan darbeciler dikotomisi göze çarpmaktadır. Nitekim darbe girişiminin arkasında yer aldığı artık kesinleşen grubun lideri Fethullah Gülen ile ilgili haberlerde, bu dikotomi çarpıcı bir şekilde işlenmektedir. Örneğin, “77 Yaşında, kırılgan ve Pennsylvania’da yaşıyor, Türkiye onun bir darbe planlayıcısı olduğunu söylüyor “(He’s 77, frail and lives in Pennsylvania. Turkey says he’s a coup mastermind) başlıklı haberde, Fethullah Gülen dünyadan elini ayağını çekmiş, yaşlı ve münzevi bir din adamı olarak tanıtılmaktadır. Fethullah Gülen’in CNN ve sair Batı medya organlarına verdiği röportajlardaki hasta ve yorgun görüntüsünün yanı sıra modern kıyafetli sakalsız bir imam olarak ekranlarda arzı endam edişi ve ısrarla Batı’nın hizmetinde olduğunu vurgulaması, Batı medyasının dikotomik yaklaşımında makul ve makbul tarafı temsil etmektedir. 

< Obama Mısır’da yaşanan gelişmelerden sonra Mısır ordusuna yönetimi hızlıca demokratik ve sivil bir hükümete bırakma çağrısında bulunsa da Muhammed Mursi’nin devrilmesine ‘darbe’ demekten imtina etti. >



Medya ve Darbeler 

Hem Mısır’daki darbe hem de Türkiye’deki son darbe girişimi göstermiştir ki darbenin demokratik kurumları ortadan kaldırması, anayasal sistemi askıya 
alması ve halkın iradesini hiçe sayması, bu ülkelerdeki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, tırmanan güvenlik endişeleri ve yönetenlerin artan diktatörlükleri Amerikan medyası ile meşrulaştırılmaktadır. Bu nedenle Ortadoğu’da tecrübe edilen bir darbe normatif olarak eleştirilmemekte ve özellikle elitlerin gözünden değerlendirilmektedir. 
Türkiye’de son darbe girişimine karşı gösterilen popüler direncin Batı medyasında yer almaması ve bunun Türk kamuoyunda hayal kırıklığına neden olması, bu tek taraflı bakış açısı ile ilgilidir. 

Öte yandan Türk halkının demokratik hakları için sokağa çıkıp darbeyi durdurma cesareti göstermesinin Batı medyasında hak ettiği ilgiyi görmemesi, demokrasinin Doğulular için çok görüldüğü anlamının doğmasına ve hayal kırıklığına neden olmaktadır. Batı medyasının bu tutumu, temsil ettiği Batılı değerlerle zıtlık teşkil etmekte ve gazetecilik etiğinin dayandığı ilkeleri muğlak ve güvenilmez hale getirmektedir. 

İbrahim EFE 
Yrd. Doç. Dr., Kilis 7 Aralık Üniversitesi 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 6

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 6



1992 CEZAYİR DARBESİ: REKABETÇİ OTORİTER REJİMİN DOĞUŞU 



Levent BAŞTÜRK 
Öğr. Gör., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi 
ORSAM RAPORU

1994 yılında işbaşına gelen Cumhurbaşkanı Liamin Zerval ve onun etrafında toplanan askeri elit –güvercinler- uzlaşma yoluyla iç savaşa son vermeyi amaçlarken, şahinler silahlı muhalefetin kökü kazınana kadar savaşın sürmesi gerektiğini savunmuşlardır. Şahinlerin etkisi 1999 yılında Abdulaziz Buteflika işbasına gelene kadar sürecektir. 

2011 yılı başında Arap İsyanları, Tunus, Libya ardından gerçekleştirilen askeri darbenin sebep olduğu ve Mısır’ı sarsarken Cezayir’in bu durumdan gelişmeler bugünün Cezayir’ini şekillendirdi. neden fazla etkilenmediği sorusu sıkça soruldu. Günümüz Cezayir’i pek çok kuruluşun faal oldu-Lakin Tunus, Mısır ve Libya’da yaşananların aynısı ğu canlı bir sivil topluma sahip. Hukukun üstünlüğü 
olmayan ama pek çok benzerliği olan bir isyan ve ve milli iradenin temsili düşüncesi Cezayir’de bastıardından gelen demokratikleşme hadisesini, Cezayir rılmış değil. Lakin sivil toplum reformcu prensipler 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında yaşamıştı. etrafında toplanarak etkin bir sekilde karar verme 
1988 yılında vuku bulan ayaklanmanın ardından Ce-mekanizmalarını etkileyebilecek bir mücadeleyi yüzayir Cumhurbaşkanı Şadli Bin Cedid çok partili reji-rütecek kapasiteye sahip bulunmamakta. Öte yandan me geçme kararı almıştı. Ancak 1991 yılında yapılan 1962-1989 döneminde hâkim olan tek partili otorigenel seçimlerin birinci turunun tamamlanmasının ter cumhuriyetin 1992 darbesinden sonra seçimli / rekabetçi otoriteryanizm olarak kategorize edebileceğimiz bir rejime dönüştüğünü görüyoruz. Darbe öncesi ve sonrasında yaşanan gelişmelerin şekillendirdiği bu dönüşüm, 2011 Arap İsyanları’ndan Cezayir’in neden etkilenmediğinin de açıklamasını sunuyor. 

1988 Ayaklanmasının Etkisi 

5 Kasım 1988’de Cezayir gençliği önce başkentte, ardından tüm ülkede sokaklara döküldü. 6 gün süren gösteriler bağımsızlık sonrası dönemin en büyük sosyo-politik tepkisiydi. Ayaklanmada yaklaşık 500 kişi hayatını kaybetti ve 1000’den fazla kişi yaralandı. ‘Ekmek Ayaklanması’ olarak da anılan olayların 
görünür sebepleri olarak, ekonomiyi liberalleştirme politikaları nedeniyle temel tüketim maddelerinin fiyatınının artması ve kronik boyutlara varan işsizlikten 
söz edilmektedir. Ancak daha geniş bir perspektiften baktığımızda, ordu-parti (Ulusal Kurtuluş Cephesi- FLN)-bürokratik-teknokratik elit üçlüsünün hâkim 
olduğu tek parti cumhuriyet rejimiyle halk arasındaki otoriteryan pazarlığın bitmiş olmasından söz etmek gerekir. Halkın sosyal refahının sağlanması karşılığında itaati şart koşan bu pazarlık, devletin ideolojik, siyasi, ekonomik ve kültürel meşruluğunu yitirmesi sonucunda çökmüştür. 

1988’deki ayaklanma Cezayir’de tek partili otoriter cumhuriyet rejiminin artık toplum üzerindeki hegemonyasının zayıfladığının ve şiddetin devletin elindeki tek araç haline geldiğinin bir göstergesi olmuştur. 

Ayaklanma sonrasında Bin Cedid, rejim için yeni meşruluk alanı tesis etmek amacıyla çareyi  rejimin demokratikleşmesinde bulmuştur. 

Çok Partili Hayata Geçiş 

Şubat 1989’da FLN’in siyasetteki tekelini sonlandıran anayasa değişiklikleri kabul edildi. Yerel ve genel seçimlerin iki yıl içinde gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. 
Anayasanın kabulünün ardından 30’dan fazla siyasi parti kuruldu. Bu partilerden biri de İslamcı akademisyen Abbasi Medeni’nin önderliğinde Mart 1989’da kurulan İslami Kurtuluş Cephesidir (FIS). 

FIS, ülke çapında parti teşkilatlanması, etkili bir camii cemaati ve sosyal yardım kurumları ağı sayesinde Haziran 1990 mahalli seçimlerinde yüzde 54 oyla 
seçimlerin galibi oldu. Genel seçimlerin de Haziran 1991’de gerçekleşmesi gerekiyordu. Mart 1991’de yeni seçim yasasıyla meclisteki milletvekili sayısı artırılmış 

  < ‘Ekmek Ayaklanması’ olarak da anılan olayların görünür sebepleri olarak, ekonomiyi liberalleştirme politikaları nedeniyle temel tüketim maddelerinin fiyatınının artması ve kronik boyutlara varan işsizlikten söz edilmektedir. >

ve FIS’in popüler olduğu kalabalık seçim bölgelerinden çıkan milletvekili sayısıyla FLN’nin en fazla oy aldığı küçük yerleşim birimlerinden çıkan milletvekili 
sayısı eşitlenmişti. Böylece FLN'nin genel seçimlerde başarısı teminat altına alınmaya çalışılmıştır. 

Seçim yasasını protesto eden FIS liderleri, Mayıs 1991’de halkı genel greve çağırdılar. Ayrıca Medeni ve yardımcısı Ali Belhac, iktidara geldiklerinde 1962’den beri ülkeyi yönetenlerden yolsuzluk yapanların mahkeme 
huzuruna çıkarılacağını ve suçlu bulunanların mallarının müsadere edileceğini açıkladılar. Gelişen olaylar 5 Haziran’da güvenlik kuvvetlerinin zor kullanarak 
müdahalesi sonucunda bastırılmıştır. Ancak sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen FIS taraftarlarıyla güvenlik kuvvetleri arasındaki çatışmaların devam etmesi 
üzerine, güvenlik güçleri 30 Haziran’da Medeni ve Belhac’ın tutuklamışlardır. Bu olaylar sırasında 3 bin kişi tutuklandı ve hükümet genel seçimleri yıl sonuna ertelediğini ilan etti. 

1991 Genel Seçimleri ve Darbe 

Ertelenen seçimler 26 Aralık 1991’de yapılmış ve FIS, 430 milletvekiliğinin 188’ini ilk turda garantilemişti. Ayrıca kesin neticelerin ikinci turda belli olacağı 150 bölgede de FIS adayları seçimi önde götürmekteydi. 
Bu durumda, FIS’in mecliste yeni anayasa yapmak için gereken üçte iki çoğunluğa ulaşması kuvvetle muhtemeldi. Seçimlerden sonra geçici FIS lideri Abdülkadir Haçani’nin Fransız televizyonuna verdiği demeçte iktidara gelmeleri halinde her ülke ve rejimle iyi ilişkiler vaadine rağmen, Batı medyası bu seçim zaferinin Akdeniz devletleri için endişe verici olduğuna değinmekteydi. 

İlk turun ardından, Cezayir’de önce FIS taraftarlarının seçimlerde yolsuzluk yaptıkları iddiaları gündeme getirildi. Tepkiler Berberi azınlığın desteklediği 
Sosyalist Güçler Cephesi’nin orduyla anlaşmalı olarak düzenlediği gösterilerle devam etti. Haçani’nin FIS’in iktidarı süresince düşünce hürriyetine set çekmeyeceği yolundaki açıklamaları FIS üzerine yapılan planların 
icraata dökülmesini engelleyememiştir. 

İç Savaş: Uzun Kara 10 Yıl 

Ordu, anayasanın milli güvenliğin ve kamu düzeninin teminini öngören maddesi uyarınca yönetime el koyarak 11 Ocak 1992’de Bin Cedid’i devlet başkanlığın dan zorla istifa ettirmiştir. Ayrıca ikinci tur seçimleri iptal edilmiştir. FIS illegal ilan edilmiş ve FIS ileri gelenlerinden ve aktivistlerinden oluşan 18 bin kişi Sahara Çölü’nde kurulan toplama kamplarına gönderilmiştir. 

Darbe sonrası uygulanan devlet baskısı ve şiddeti, aralarında FIS üyelerince oluşturulan grup da dâhil olmak üzere çeşitli silahlı örgütleri piyasaya çıkardı. Bu silahlı gruplar içinde özellikle Afganistan’dan dönmüş savaşçılardan oluşan Silahlı İslami Grup (GIA), aynen devletin güvenlik güçleri gibi, sindirme ve yıldırma amaçlı şiddet kullanma metodunu benimsemiştir. 

2000 yılına doğru hafifleme trendine giren iç savaşta, yaklaşık 200 bin insan hayatını kaybetmiş ve bir milyon insan yerlerinden olmuştur. Binlerce tecavüz 
hadisesi de bu kara on yılın bir diğer acı gerçeğidir. 

1994 yılında işbaşına gelen Cumhurbaşkanı Li- amin Zerval ve onun etrafında toplanan askeri elit – güvercinler - uzlaşma yoluyla iç savaşa son vermeyi 
amaçlarken, şahinler silahlı muhalefetin kökü kazınana kadar savaşın sürmesi gerektiğini savunmuşlardır. Şahinlerin etkisi 1999 yılında Abdulaziz Buteflika 
işbasına gelene kadar sürecektir. 

Uzlaşma yoluyla iç savaşa son vermeyi seçim vaadi haline getiren Buteflika, seçilmesinin ardından bu konuda hazırlanan bir barış süreci planı çerçevesinde 
genel affı da içermek üzere bir dizi teşebbüste bulunmuş ve bu konuda kamuoyu desteğini de arkasında bulmuştur. Ancak Buteflika binlerce kayıp insanı 
araştırmak amaçlı bir uzlaşma ve tahkik komisyonu kurulmasına yanaşmamıştır. Böylece devletin kirli çamaşırlarının açığa dökülmesinin önüne geçilmiştir. 

Lakin iç savaş süresince, Cezayir devleti yerel, genel ve başkanlık seçimlerini zamanında düzenlemeye devam etmiştir. Bu süreçte FLN, rakip partilerin 
varlığına rağmen sistemin ana partisi olma özelliğini yeniden kazanmıştır. FIS’ın kapatılmasına rağmen diğer İslamcı partilerin faaliyetlerini sürdürmelerine 
izin verilmiştir. Hatta Müslüman Kardeşler’in Cezayir uzantısı olan Toplumsal Barış Hareketi yakın zamana kadar koalisyon ortağı olarak hükümetlerde 
yer almıştır. 

Sonuç: Darbe ve İç Savaşın İzleri 

Derin acılar bırakan bir iç savaşın kollektif hatırada bıraktığı izler nedeniyle Cezayir toplumu hala yaşanılan travmayı atlatamamıştır. Bu nedenledir ki, 2011 
Arap İsyanları sırasında Cezayir halkı kendisini yeni bir maceraya sokacak bir toplumsal girişime yeltenmek istememiştir. Cezayir’de değişik siyasi eğilimlerin 
temsil edildiği geniş bir siyasi yelpaze ve canlı bir sivil toplum yapılanması vardır. Ancak bu kesimlerin sisteme yönelik taleplerini iletme konusunda merkezdeki güç yoğunlaşmasına karşı zafiyeti devam etmektedir. 

Ordunun merkezini oluşturduğu güç odağı –le pouvoir – sistemin tüm güvenlik, mali/ekonomik ve bürokratik kurumlarını kontrol etmektedir. Darbeden 
önce olduğu gibi, sonra da her bir cumhurbaşkanının kim olacağına karar veren kurum ordu olmuştur. 1989 Anayasa değişikliğine kadar tek partili otoriter 
sistem olarak sürdürülen bu yapı, 1991 darbesinden sonra da çok partili seçimlerin düzenlenmeye devam edilmesiyle bir seçimli/rekabetçi otoriteryanizme dönüşmüştür. 

Bu süreçte siyasi iktidarın FLN ile diğer partilerin arasında paylaşılması ve yakın zamana kadar buna ‘resmi’ İslamcı partilerin de dâhil edilmesi, bu gerçeği değiştirmemiştir. 

Baskının terör ürettiği gerçeği iç savaşın son bulmuş olmasına rağmen geçerliliğini yeni şartlar altında sürdürmeye devam etmektedir. İç savaş sırasında GIA’nın bölünmesi sonucunda ortaya çıkan Selefi Vaaz ve Savaş Grubu (GSPC) 2007’den itibaren El Kaide’ye bağlanarak İslami Mağrip El Kaide (İMEK) adını almıştır. Bu örgüt sadece Kuzey Afrika’da değil Avrupa’da da ciddi bir güvenlik tehdidi olma niteliğini taşımaktadır. 

Darbeler kısa sürede, yönetici elit açısından iktidarını korumak için bir çözüm olarak görülse de uzun vadede ve açtığı ilave sorunlarla yeni hayati sorunları 
da üretmektedir. Kendisine verilen dış desteğin de etkisiyle, Cezayir’de ordu ve bürokrasi uzunca bir süredir kazanmış gibi görünse de Cezayir’in yeni bir 
patlamaya gebe olduğuna dair her türlü belirtiyi gözlemlemek mümkündür. 

Levent BAŞTÜRK 
Öğr. Gör., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi 
ORSAM RAPORU

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***