CEZAYİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CEZAYİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 6

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 6



1992 CEZAYİR DARBESİ: REKABETÇİ OTORİTER REJİMİN DOĞUŞU 



Levent BAŞTÜRK 
Öğr. Gör., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi 
ORSAM RAPORU

1994 yılında işbaşına gelen Cumhurbaşkanı Liamin Zerval ve onun etrafında toplanan askeri elit –güvercinler- uzlaşma yoluyla iç savaşa son vermeyi amaçlarken, şahinler silahlı muhalefetin kökü kazınana kadar savaşın sürmesi gerektiğini savunmuşlardır. Şahinlerin etkisi 1999 yılında Abdulaziz Buteflika işbasına gelene kadar sürecektir. 

2011 yılı başında Arap İsyanları, Tunus, Libya ardından gerçekleştirilen askeri darbenin sebep olduğu ve Mısır’ı sarsarken Cezayir’in bu durumdan gelişmeler bugünün Cezayir’ini şekillendirdi. neden fazla etkilenmediği sorusu sıkça soruldu. Günümüz Cezayir’i pek çok kuruluşun faal oldu-Lakin Tunus, Mısır ve Libya’da yaşananların aynısı ğu canlı bir sivil topluma sahip. Hukukun üstünlüğü 
olmayan ama pek çok benzerliği olan bir isyan ve ve milli iradenin temsili düşüncesi Cezayir’de bastıardından gelen demokratikleşme hadisesini, Cezayir rılmış değil. Lakin sivil toplum reformcu prensipler 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında yaşamıştı. etrafında toplanarak etkin bir sekilde karar verme 
1988 yılında vuku bulan ayaklanmanın ardından Ce-mekanizmalarını etkileyebilecek bir mücadeleyi yüzayir Cumhurbaşkanı Şadli Bin Cedid çok partili reji-rütecek kapasiteye sahip bulunmamakta. Öte yandan me geçme kararı almıştı. Ancak 1991 yılında yapılan 1962-1989 döneminde hâkim olan tek partili otorigenel seçimlerin birinci turunun tamamlanmasının ter cumhuriyetin 1992 darbesinden sonra seçimli / rekabetçi otoriteryanizm olarak kategorize edebileceğimiz bir rejime dönüştüğünü görüyoruz. Darbe öncesi ve sonrasında yaşanan gelişmelerin şekillendirdiği bu dönüşüm, 2011 Arap İsyanları’ndan Cezayir’in neden etkilenmediğinin de açıklamasını sunuyor. 

1988 Ayaklanmasının Etkisi 

5 Kasım 1988’de Cezayir gençliği önce başkentte, ardından tüm ülkede sokaklara döküldü. 6 gün süren gösteriler bağımsızlık sonrası dönemin en büyük sosyo-politik tepkisiydi. Ayaklanmada yaklaşık 500 kişi hayatını kaybetti ve 1000’den fazla kişi yaralandı. ‘Ekmek Ayaklanması’ olarak da anılan olayların 
görünür sebepleri olarak, ekonomiyi liberalleştirme politikaları nedeniyle temel tüketim maddelerinin fiyatınının artması ve kronik boyutlara varan işsizlikten 
söz edilmektedir. Ancak daha geniş bir perspektiften baktığımızda, ordu-parti (Ulusal Kurtuluş Cephesi- FLN)-bürokratik-teknokratik elit üçlüsünün hâkim 
olduğu tek parti cumhuriyet rejimiyle halk arasındaki otoriteryan pazarlığın bitmiş olmasından söz etmek gerekir. Halkın sosyal refahının sağlanması karşılığında itaati şart koşan bu pazarlık, devletin ideolojik, siyasi, ekonomik ve kültürel meşruluğunu yitirmesi sonucunda çökmüştür. 

1988’deki ayaklanma Cezayir’de tek partili otoriter cumhuriyet rejiminin artık toplum üzerindeki hegemonyasının zayıfladığının ve şiddetin devletin elindeki tek araç haline geldiğinin bir göstergesi olmuştur. 

Ayaklanma sonrasında Bin Cedid, rejim için yeni meşruluk alanı tesis etmek amacıyla çareyi  rejimin demokratikleşmesinde bulmuştur. 

Çok Partili Hayata Geçiş 

Şubat 1989’da FLN’in siyasetteki tekelini sonlandıran anayasa değişiklikleri kabul edildi. Yerel ve genel seçimlerin iki yıl içinde gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. 
Anayasanın kabulünün ardından 30’dan fazla siyasi parti kuruldu. Bu partilerden biri de İslamcı akademisyen Abbasi Medeni’nin önderliğinde Mart 1989’da kurulan İslami Kurtuluş Cephesidir (FIS). 

FIS, ülke çapında parti teşkilatlanması, etkili bir camii cemaati ve sosyal yardım kurumları ağı sayesinde Haziran 1990 mahalli seçimlerinde yüzde 54 oyla 
seçimlerin galibi oldu. Genel seçimlerin de Haziran 1991’de gerçekleşmesi gerekiyordu. Mart 1991’de yeni seçim yasasıyla meclisteki milletvekili sayısı artırılmış 

  < ‘Ekmek Ayaklanması’ olarak da anılan olayların görünür sebepleri olarak, ekonomiyi liberalleştirme politikaları nedeniyle temel tüketim maddelerinin fiyatınının artması ve kronik boyutlara varan işsizlikten söz edilmektedir. >

ve FIS’in popüler olduğu kalabalık seçim bölgelerinden çıkan milletvekili sayısıyla FLN’nin en fazla oy aldığı küçük yerleşim birimlerinden çıkan milletvekili 
sayısı eşitlenmişti. Böylece FLN'nin genel seçimlerde başarısı teminat altına alınmaya çalışılmıştır. 

Seçim yasasını protesto eden FIS liderleri, Mayıs 1991’de halkı genel greve çağırdılar. Ayrıca Medeni ve yardımcısı Ali Belhac, iktidara geldiklerinde 1962’den beri ülkeyi yönetenlerden yolsuzluk yapanların mahkeme 
huzuruna çıkarılacağını ve suçlu bulunanların mallarının müsadere edileceğini açıkladılar. Gelişen olaylar 5 Haziran’da güvenlik kuvvetlerinin zor kullanarak 
müdahalesi sonucunda bastırılmıştır. Ancak sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen FIS taraftarlarıyla güvenlik kuvvetleri arasındaki çatışmaların devam etmesi 
üzerine, güvenlik güçleri 30 Haziran’da Medeni ve Belhac’ın tutuklamışlardır. Bu olaylar sırasında 3 bin kişi tutuklandı ve hükümet genel seçimleri yıl sonuna ertelediğini ilan etti. 

1991 Genel Seçimleri ve Darbe 

Ertelenen seçimler 26 Aralık 1991’de yapılmış ve FIS, 430 milletvekiliğinin 188’ini ilk turda garantilemişti. Ayrıca kesin neticelerin ikinci turda belli olacağı 150 bölgede de FIS adayları seçimi önde götürmekteydi. 
Bu durumda, FIS’in mecliste yeni anayasa yapmak için gereken üçte iki çoğunluğa ulaşması kuvvetle muhtemeldi. Seçimlerden sonra geçici FIS lideri Abdülkadir Haçani’nin Fransız televizyonuna verdiği demeçte iktidara gelmeleri halinde her ülke ve rejimle iyi ilişkiler vaadine rağmen, Batı medyası bu seçim zaferinin Akdeniz devletleri için endişe verici olduğuna değinmekteydi. 

İlk turun ardından, Cezayir’de önce FIS taraftarlarının seçimlerde yolsuzluk yaptıkları iddiaları gündeme getirildi. Tepkiler Berberi azınlığın desteklediği 
Sosyalist Güçler Cephesi’nin orduyla anlaşmalı olarak düzenlediği gösterilerle devam etti. Haçani’nin FIS’in iktidarı süresince düşünce hürriyetine set çekmeyeceği yolundaki açıklamaları FIS üzerine yapılan planların 
icraata dökülmesini engelleyememiştir. 

İç Savaş: Uzun Kara 10 Yıl 

Ordu, anayasanın milli güvenliğin ve kamu düzeninin teminini öngören maddesi uyarınca yönetime el koyarak 11 Ocak 1992’de Bin Cedid’i devlet başkanlığın dan zorla istifa ettirmiştir. Ayrıca ikinci tur seçimleri iptal edilmiştir. FIS illegal ilan edilmiş ve FIS ileri gelenlerinden ve aktivistlerinden oluşan 18 bin kişi Sahara Çölü’nde kurulan toplama kamplarına gönderilmiştir. 

Darbe sonrası uygulanan devlet baskısı ve şiddeti, aralarında FIS üyelerince oluşturulan grup da dâhil olmak üzere çeşitli silahlı örgütleri piyasaya çıkardı. Bu silahlı gruplar içinde özellikle Afganistan’dan dönmüş savaşçılardan oluşan Silahlı İslami Grup (GIA), aynen devletin güvenlik güçleri gibi, sindirme ve yıldırma amaçlı şiddet kullanma metodunu benimsemiştir. 

2000 yılına doğru hafifleme trendine giren iç savaşta, yaklaşık 200 bin insan hayatını kaybetmiş ve bir milyon insan yerlerinden olmuştur. Binlerce tecavüz 
hadisesi de bu kara on yılın bir diğer acı gerçeğidir. 

1994 yılında işbaşına gelen Cumhurbaşkanı Li- amin Zerval ve onun etrafında toplanan askeri elit – güvercinler - uzlaşma yoluyla iç savaşa son vermeyi 
amaçlarken, şahinler silahlı muhalefetin kökü kazınana kadar savaşın sürmesi gerektiğini savunmuşlardır. Şahinlerin etkisi 1999 yılında Abdulaziz Buteflika 
işbasına gelene kadar sürecektir. 

Uzlaşma yoluyla iç savaşa son vermeyi seçim vaadi haline getiren Buteflika, seçilmesinin ardından bu konuda hazırlanan bir barış süreci planı çerçevesinde 
genel affı da içermek üzere bir dizi teşebbüste bulunmuş ve bu konuda kamuoyu desteğini de arkasında bulmuştur. Ancak Buteflika binlerce kayıp insanı 
araştırmak amaçlı bir uzlaşma ve tahkik komisyonu kurulmasına yanaşmamıştır. Böylece devletin kirli çamaşırlarının açığa dökülmesinin önüne geçilmiştir. 

Lakin iç savaş süresince, Cezayir devleti yerel, genel ve başkanlık seçimlerini zamanında düzenlemeye devam etmiştir. Bu süreçte FLN, rakip partilerin 
varlığına rağmen sistemin ana partisi olma özelliğini yeniden kazanmıştır. FIS’ın kapatılmasına rağmen diğer İslamcı partilerin faaliyetlerini sürdürmelerine 
izin verilmiştir. Hatta Müslüman Kardeşler’in Cezayir uzantısı olan Toplumsal Barış Hareketi yakın zamana kadar koalisyon ortağı olarak hükümetlerde 
yer almıştır. 

Sonuç: Darbe ve İç Savaşın İzleri 

Derin acılar bırakan bir iç savaşın kollektif hatırada bıraktığı izler nedeniyle Cezayir toplumu hala yaşanılan travmayı atlatamamıştır. Bu nedenledir ki, 2011 
Arap İsyanları sırasında Cezayir halkı kendisini yeni bir maceraya sokacak bir toplumsal girişime yeltenmek istememiştir. Cezayir’de değişik siyasi eğilimlerin 
temsil edildiği geniş bir siyasi yelpaze ve canlı bir sivil toplum yapılanması vardır. Ancak bu kesimlerin sisteme yönelik taleplerini iletme konusunda merkezdeki güç yoğunlaşmasına karşı zafiyeti devam etmektedir. 

Ordunun merkezini oluşturduğu güç odağı –le pouvoir – sistemin tüm güvenlik, mali/ekonomik ve bürokratik kurumlarını kontrol etmektedir. Darbeden 
önce olduğu gibi, sonra da her bir cumhurbaşkanının kim olacağına karar veren kurum ordu olmuştur. 1989 Anayasa değişikliğine kadar tek partili otoriter 
sistem olarak sürdürülen bu yapı, 1991 darbesinden sonra da çok partili seçimlerin düzenlenmeye devam edilmesiyle bir seçimli/rekabetçi otoriteryanizme dönüşmüştür. 

Bu süreçte siyasi iktidarın FLN ile diğer partilerin arasında paylaşılması ve yakın zamana kadar buna ‘resmi’ İslamcı partilerin de dâhil edilmesi, bu gerçeği değiştirmemiştir. 

Baskının terör ürettiği gerçeği iç savaşın son bulmuş olmasına rağmen geçerliliğini yeni şartlar altında sürdürmeye devam etmektedir. İç savaş sırasında GIA’nın bölünmesi sonucunda ortaya çıkan Selefi Vaaz ve Savaş Grubu (GSPC) 2007’den itibaren El Kaide’ye bağlanarak İslami Mağrip El Kaide (İMEK) adını almıştır. Bu örgüt sadece Kuzey Afrika’da değil Avrupa’da da ciddi bir güvenlik tehdidi olma niteliğini taşımaktadır. 

Darbeler kısa sürede, yönetici elit açısından iktidarını korumak için bir çözüm olarak görülse de uzun vadede ve açtığı ilave sorunlarla yeni hayati sorunları 
da üretmektedir. Kendisine verilen dış desteğin de etkisiyle, Cezayir’de ordu ve bürokrasi uzunca bir süredir kazanmış gibi görünse de Cezayir’in yeni bir 
patlamaya gebe olduğuna dair her türlü belirtiyi gözlemlemek mümkündür. 

Levent BAŞTÜRK 
Öğr. Gör., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi 
ORSAM RAPORU

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 5

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 5



1969 LİBYA ASKERİ DARBESİ 




Şükrü ÇILDIR 
Araştırma Görevlisi / Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
ORSAM DOSYASI

1963 yılında orduya katılan Kaddafi ve arkadaşları kendilerine Hür Subaylar Hareketi adını vererek darbede rol alacak Devrim Komuta Konseyi’nin küçük bir nüvesini oluşturdular. 3 arkadaş olarak başlattıkları bu hareketi mümkün olduğunca ordu içerisinde genişletmeye çalıştılar. 
1969 yılına gelindiğinde darbe için yeterli sayıya ulaştığını düşünen Kaddafi harekete geçmek için uygun zamanı bekledi. 

Libya, Kral Seyyid İdris önderliğinde Trablusgarp, Sirenayka ve Fizan isimli üç bölgenin birleşerek 1951 yılında bağımsızlığını kazanmış, federal yapıya sahip, anayasal monarşi ile yönetilen bir krallıktı. 1 Eylül 1969 tarihine gelindiğinde 27 yaşında genç bir subay olan Muammer Kaddafi önderliğindeki silahlı kuvvetler, Libya Kralı Seyyid İdris’e karşı askeri darbe gerçekleştirmiştir. Bu yazı, Libya tarihinin en önemli kırılma anlarından biri olan 1969 darbesinin nasıl meydana geldiği, darbe sürecini tetikleyen siyasal ve toplumsal gelişmelerin neler olduğu ve darbe sonra sında Libya’da meydana gelen bazı önemli değişimleri 
analiz edecektir. 

Dünya’nın değişik coğrafyalarında meydana gelen darbe girişimleri gibi, 1969 Libya askeri darbesi de önceden meydana gelen birtakım siyasal ve toplumsal 
gelişmeler tarafından tetiklenmiştir. Bunlardan ilki, 1952 yılında yapılan parlamento seçimleridir. Bu se çimlerin en popüler partilerinden biri olan, federalizm yerine üniter devlet yapılanmasını savunan ve dolayısıyla krallık rejimi tarafından da tehdit olarak algılanan Milli Kongre Partisi, seçimlerde hile yapıldığını iddia etmişti. Bunun üzerine halk ayaklanmış, kral ve hükümete karşı geniş çaplı gösteriler düzenlenmiştir. Bu olayların ardından krallık yönetimi gösterileri yasaklamış, medyayı sansürlemiş ve siyasi partileri yasa dışı ilan ederek muhalefeti sindirmiştir. Bunun neticesinde, devlet yönetimi belli birkaç ailenin ve kabilenin kontrolüne girmiştir. 

Ayrıca Libya bağımsızlığını kazandığından itibaren yerel/federe yönetimler ile federal yönetim arasında yaşanan sorunlar da ülkeyi yönetilemez hale getirmişti. Bu yüzden, 1963 yılında krallık federal yapının yerine, tek merkezi hükümete bağlı üniterdevlet yapılanmasına geçmiştir. Ülkenin üniter yapıya kavuşması teorik olarak her ne kadar yeni kurulmuş bir devletin birliğini ve bütünlüğünü sağlayacağı, yönetimi kolaylaştıracağı ve daha işlevsel hale getireceği 
gibi beklentiler ortaya çıkarmışsa da, pratikte küçük bir grubun tekeline giren yönetim, kayırmacılık, rüşvet ve yolsuzluk gibi birtakım problemleri de beraberinde getirmiştir. 

Bunlarla birlikte krallık rejiminin dış politika uygulamaları da halkın ciddi tepkisini çekmiştir. İtalya gibi emperyalist bir güce karşı on yıllardır direnen 
Libya halkı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa ve İngiltere himayesini reddetmiş ve bağımsızlığı kazanmıştır. Bu tarihsel tecrübe Batılı ülkelere karşı halkın önyargısını beslemiş, ancak Kral İdris yönetiminin özellikle bağımsızlığın ilk on yılında Batı eğilimli bir dış politika anlayışını benimsemesine engel olama-
mıştır. Yeraltı kaynaklarından yoksun, toprakların yaklaşık %90’ının çöllerle kaplı olması, yaklaşık 1 milyonluk nüfusun büyük çoğunluğunun geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlaması gibi faktörler, Libya için Batılı ülkelerin desteğini zorunlu kılmıştır. Bu da Kral İdris yönetiminin 1950-1960 yılları arasında 
İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya ile çeşitli anlaşmalar imzalanmasına ve karşılığında ekonomik yardımlar almasına neden olmuştur. 

Bununla birlikte, Libya devlet sisteminin tesisinde Mısır model alınmıştı. Arap milliyetçiliğinin arttığı bir dönemde Mısır’dan eğitim müfredatı, kitaplar ve 
öğretmenler getirilmiş, bu ülkeye öğrenciler gönderilmiştir ve Kahire’de yayın yapan radyo ve gazetelere kolay erişim sağlanabilmekteydi. O dönemde Mısır 
Devlet Başkanı Nasır’ın portreleri en az Kralı İdris’in portreleri kadar Libya’da yaygındı. Tüm bunlar 1956 Süveyş Kanalı Krizi, 1964 Kahire’de düzenlenen Libya kralının katılmadığı liderler toplantısı ve son olarak 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında Libya kamuoyunun Mısır’ın etkisi altında kalması, mevcut yönetime karşı Libya halkının ayaklanmasına sebep olmuştur. 




Tüm bunların yanında, 1959 yılından itibaren Libya’da petrol kaynakları işlenmeye başlamış ve ülkenin petrol geliri giderek artmıştır. Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1951 yılında kişi başına düşen milli gelir 35 dolar civarındayken, 1969 yılına gelindiğinde bu rakam petrol gelirleri sayesinde 2000 dolara yükselmiştir. Libya için petrolün önemli bir gelir kaynağı olarak ortaya çıkması, Batılı ülkelere karşı bağımlılığı azaltmamış bilakis artırmıştır. Bunun da en önemli nedeni, Libya’nın petrolü işleyecek teknik kapasiteden yoksun olmasıdır. Ayrıca, petrolden elde edilen gelirler üst kademe yöneticilerin insafına bırakılarak, maalesef ülkenin iktisadi ve beşeri altyapısının geliştirilmesinde 
yeterince kullanılamamıştır. Tüm bunlara rağmen halkın refah seviyesi göreceli olarak iyileşmiş, bu da halkın siyasi beklentilerinin artmasına ve Kral İdris’in 
muhafazakâr siyaset anlayışının sorgulanmasına sebep olmuştur. Aynı zamanda toplumun zengin ve fakir kesimleri arasında artan gelir dağılımı adaletsizliği 
toplumsal tepkileri daha da körüklemiştir. Tüm bu unsurların bir araya gelerek toplumun fay hatlarında biriktirdiği enerji 1 Eylül 1969 tarihinde Libya’da siyasal 
deprem meydana getirmiş ve krallık rejiminin bir askeri darbe sonucu yıkılmasına neden olmuştur. 

Darbenin en önemli aktörü şüphesiz Muammer Kaddafi’dir. Kaddafi, Sirte şehri yakınlarında yaşayan bedevi bir ailenin çocuğu olarak 1942 yılında dünyaya 
gelmiştir. Rol modeli Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır gibi o da Arap milliyetçisi bir askerdi ve Mısır devriminden esinlenerek Libya’da da benzer 
bir devrimin olmasını savunuyordu. Kendi ifadesine göre, ortaokul yıllarından beri yakın arkadaşlarını bu uğurda gizlice örgütleyen Kaddafi, ülkenin geri kalmışlığının ve zayıflığının en önemli müsebbiplerinden birinin krallık rejimi olduğunu iddia ediyordu. Yapmayı planladıkları devrimin en iyi ve kestirme yolunun askeriyeye girmekten geçtiğine inandılar. 1963 yılında orduya katılan Kaddafi ve arkadaşları kendilerine Hür Subaylar Hareketi adını vererek darbede rol alacak Devrim Komuta Konseyi’nin küçük bir nüvesini oluşturdular. 3 arkadaş olarak başlattıkları bu hareketi mümkün olduğunca ordu içerisinde ge-
nişletmeye çalıştılar. 1969 yılına gelindiğinde darbe için yeterli sayıya ulaştığını düşünen Kaddafi harekete geçmek için uygun zamanı bekledi. 

Önce 12 Mart 1969 tarihinde darbe yapılmasıplanlanmıştı. 
Ancak bu tarih ünlü Mısırlı sanatçı Ümmü Gülsüm’ün Libya’da Filistinliler yararına vereceği konser ile çakıştı. Üst düzey kraliyet üyelerinin ve askerlerin de katılacağı bu konserin yarıda kesilerek darbe yapılması ve binlerce insanın arasında üst düzey yetkililerin tutuklanmasının halkta tepki doğurabileceği, 
etik ve insani olmayacağı gerekçesiyle darbeden vazgeçildi. Bunun ardından birkaç defa daha darbeye teşebbüs ettiler ancak çeşitli nedenlerle bunlar da 
gerçekleştirilemedi. Nihayet, 1 Eylül 1969’a gelindiğinde darbe yapmak artık zorunlu hale gelmişti. Hür Subaylar Hareketi içerisinde yer alan birçok subayın  Eylül başında İngiltere’de görevlendirileceği bilgisini alan Kaddafi ve ekibi, hemen darbe hazırlıklarına başladılar. Gerekli planları kırmızı mühürlü zarflara koyarak hareketin hücre liderlerine gönderdiler. Bu şekilde, 31 Ağustos gecesi başlayan darbe girişimi fazla direnç olmadan kolay bir şekilde sonuca ulaştı. Kral İdris her ne kadar başta İngiltere olmak üzere gücünü korumak için dış ülkelerden yardım istemişse de, bu yardımı alamadı. 

Darbecilerin lideri Muammer Kaddafi, 1 Eylül 1969 sabahında halka hitaben yaptığı açıklamada, bu darbenin Libya halkının özgür iradesi çerçevesinde, 
halkın değişim ve yenilenmeye yönelik aralıksız taleplerine bir cevap olarak gerçekleştirildiğini belirterek, silahlı kuvvetlerin gerici ve yozlaşmış krallık rejimini devirdiğini belirtti. Darbe sürecini yöneten 12 Üyeli Devrim Komuta Konseyi’nin sadece 3 üyesi Libya’nın önde gelen aile ve kabilelerine mensuptu, geri kalanlar ise toplumun alt tabakasına mensup fakir aile çocuklarındandı. 
Bu nedenle, söz konusu eylemi avam tabakasının Libya elitlerine yönelik gerçekleştirdiği bir darbe olarak da görmek mümkündür. 

Darbe gerçekleştirildikten sonra yapılacak en önemli iş, söz konusu darbenin devrim sürecine evrilmesi ve halk nezdinde meşruiyetinin sağlam zemine 
oturtulması olacaktı. Libya halkının birliğini ve bütünlüğü sağlayacak, refahını artıracak ancak en önemlisi de yeni siyasi aktörlerin devlet yönetimindeki 
gücünü tahkim edecek bir yeniden yapılanma süreci siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda başlatıldı. Ancak bu iyi niyetli girişimler kendi içinde bazı tezatlıkları 
da barındırmaktaydı. En başta Libya halkının krallık rejiminden kurtularak özgürlüğünü kazandığı ve kendi kendini yönetebileceği nin vurgulanmasına rağmen, darbe sonrası süreçte siyasi partilerin kurulması yasaklanmış, silahlı kuvvetler devlet yönetiminin en önemli aktörü haline gelmiştir. 

Bununla birlikte, mevcut devrim sürecinin başarılı olabilmesi için Krallık dönemi yapılarının tasfiye edilmesi sağlandı. Özellikle krallık üzerinde nüfuz sahibi 
olan liderlerin ve kabilelerin devlet yönetimindeki etkisi kırılarak, toplumun alt tabakasındaki küçük kabilelere mensup kişilerin güvenlik kurumlarında 
istihdamı sağlandı. Bu şekilde, Libya güvenlik güçlerinin Kaddafi yönetimine karşı sadakati teminat altına alınmaya çalışılmış ve buna bağlı olarak kendileri ne karşı girişilebilecek olası karşı darbe hamlelerine ön alınmış olundu. 

Ayrıca, Arap milliyetçiliği ve İslamcılık, devrim sürecinin ana ideolojik kalıplarını oluşturmuş, Siyonizm ve emperyalizm de tehdit olarak telakki edilmiştir. Dil 
temelli bir milliyetçilik anlayışını benimseyen Kaddafi, Arapça konuşan toplumları Arap milleti olarak tanımlamış, Arap tarihi ve kültürünü yücelten bir milliyetçilik anlayışını benimsemiştir. 

Bu çerçevede Arap milletinin geri kalmışlığını Osmanlı’nın dört asırlık hâkimiyetine, sonrasında karşılaşılan kolonyalizm ve emperyalizm sömürüsüne ve nihayet krallık döneminin baskıcı ve yozlaşmış yönetim anlayışına    bağlamıştır.  Kapitalizm ve komünizm bir paranın iki yüzü olarak kabul edilmiştir. Bu ideolojik yaklaşım dış politikanın şekillenmesine de arka plan oluşturmuş, bu çerçevede Doğu ve Batı bloğu arasında tarafsız kalma 
yolu tercih edilmiştir. Her ne kadar Batılı ülkelerle ilişkiler zaman zaman gerginleşmiş olsa da teknik, ticari ve ekonomik ilişkiler sürdürülmüştür. Ayrıca 
Filistin meselesi merkeze alınarak, esaret altındaki tüm milletlerin özgürlüklerini kazanmaları desteklenmiştir. 

Buna ek olarak, Arap birliğinin sağlanması için girişimler yapılmış, başarısız olununca da ibre Afrika birliği ve İslam birliğinin sağlanmasına dönmüştür. 
Bununla birlikte, sosyalizme ayrı bir önem verilmiş, sosyal adalet temelinde klasik Avrupa sosyalizminden farklı bir yaklaşım tercih edilmiştir. Kaddafi, İslam dininin sosyalist düşünceleri içinde barındırdığını iddia ederek, Libya sosyalizminin birçok Arap ülkelerindeki örneklerinden farklı olduğunu iddia etmiştir. 

Tüm bunların yanında darbe sonrası süreçte başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal alanlarda da ciddi iyileştirmeler sağlanmıştır. 1969 Libya darbesinin 
dikkat çekici en önemli özelliklerinden birisi darbenin halka rağmen değil, halkın rızasını alabilecek tarzda yürütülmüş olmasıdır. 


Şükrü ÇILDIR 
Araştırma Görevlisi / Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
ORSAM

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

14 Temmuz 2017 Cuma

28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 15



  28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 15


2.6.2. Sivil Toplumun Tepkileri: 

MGK kararları toplumun bir kesimi tarafından memnuniyetle karşılanırken, diğer bir kesimi ise kararlara karşı büyük tepki göstermiştir. 

İş dünyasında, DİSK Genel Başkanı Rıdvan BUDAK, “Ya asker gelecek, ya irtica. Ne 12 Mart’ta, ne 12 Eylül’de bu kadar açık görünmüyordu. Daha ne duruyorlar bakın haftalardır hemen her gün asker medyada yer alıyor. 12 Eylül öncesinde bu kadar ses vermiyorlardı” demiştir. 

Anadolu’nun çeşitli illerinde, özellikle Pazar günleri, İmam Hatipliler ve başörtülü kızlar tarafından MGK kararları aleyhinde gösteriler düzenlenmeye başlamıştır. 

2.6.3. Dış basındaki tepkiler: 

Dış Basında 28 Şubat MGK Toplantısıyla İlgili Haber ve Yorumlar:194 
-Fransa: Fransız Haber Ajansı (AFP) 
“MGK, Devletin laik kurumlarını savunacağını ve İslami radikallere göz açtırılmayacağını, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik sistemde ve çağdaş uygarlık yolunda gelişmesini güvence altına alan yasalardan ve Anayasa’nın uygulanmasından ödün verilmeyeceğini açıklayan bildirisini yayınladı.” 
-İngiltere: İngiliz Haber Ajansı (Reuters) 
“Laik generaller ve koalisyon yönetimi arasında süregelen gerginliğin ardından toplanan MGK, İslamcıların önderliğindeki hükümeti demokrasi ve laikliğin 
ayrılmaması konusunda uyardı. Gece yarısına kadar süren toplantı sonunda yayınlanan bildiri, ordunun geleneksel yaklaşımını yansıtıyor.” 
-İngiltere: The Economist 
“Türkiye’de son olup bitenlerde bütün tarafların rolü var. Generaller gereksiz yere politikaya müdahale ederek kendilerini zor duruma düşürdüler. RP ise devlet dairelerinde dine göre mesai saati düzeni kurmaya çalıştı. Laiklere sembol olmuş yerlere görkemli camiler inşa etmeyi gündeme getirdi. Aslında Necmettin ERBAKAN’ın yaptığı hiçbir şey Türkiye’nin demokrasi iddiasını sarsmadı. 
Bunu yapan askerlerin baskın olduğu MGK oldu.Garip olan demokrasiyi korumak ve Türkiye’nin imajını düzeltmek için yaptıkları uyarının tam tersi olmasıdır. 

-İngiltere: BBC World Service: 

“Generallerin MGK kararları Türkiye’nin gerçekleri ile uyuşmayan zorba maddeler içeriyor. %99’u Müslüman olan bir ülkede bu kararların uygulanması oldukça zor. Bu kararların uygulanması demek, Türkiye’nin insan hakları açısından elli yıl geriye gitmesi demek. 

-İngiltere: The European: 

“Türkiye’de yaşanan son olaylar demokrasinin bir lüks olduğunu ortaya koyuyor. Generallerin ülke siyasetinin merkezine yerleşmeye başlamaları demokrasinin bir anlam ifade etmediğini gösteriyor. Türkiye’deki laik kesimler ordunun siyasete doğrudan müdahale etmesini kabul etmiyor görünseler de. Bundan büyük mutluluk duyuyor, haz alıyorlar….” 

-İtalya: Corriera Della Sera 

“Askerler Erbakan’ı yargılıyor. 1974 Kıbrıs çıkarması öncesinde bile MGK toplantısı bu kadar uzun sürmedi. Şeriatı getirmek isteyen RP liderinin laikliği tehlikeye sokacak macerasına dur denildi.” 

-ABD: Associated Pres (Amerikan Haber Ajansı) 

“Etkin MGK, Türkiye’nin laik kimliğini savunma çağrısı yaptı.” 

-ABD: Washington Post’un Ankara çıkışlı ve Kelly Couterlar imzalı haber; 

“Başbakan ERBAKAN’ın, toplantıdan sonra “Bu suni gidermek şimdi bizim işimiz” dediği ve ayrıca Tansu ÇİLLER’in ise REFAHYOL Koalisyonunun bozması için Cumhurbaşkanı DEMİREL ve laik kurumların baskılarıyla karşılaştığı ileri sürüldü.” 

3. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı sonrası gelişmeler: 

 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı sonrasında Türkiye siyasi bir krizin içine sürüklenmiştir. Bu süreçte, özellikle muhalefet partileri Hükümetin istifa etmesi gerektiği yönünde sert açıklamalar yapmış, Meclis Genel Kurulu’nda Hükümetin iç ve dış politikası sert şekilde eleştirilmiştir. 

 Bu ortamda, 28 Şubat tarihli toplantıdan sonra 31 Mart 1997 tarihinde yapılan toplantıda irtica konusunun ele alınmadığı görülmüşse de, Genelkurmay tarafından, Genelkurmay karargahında, Nisan 1997 ayından itibaren başlamak üzere, basın mensupları, yüksek yargı mensupları ve diğer üst düzey 
bürokratlara verilen brifinglerinde çeşitli siyasi mesajlar verilmesi, siyaset ve toplumda yeni gerilimlere yol açmıştır. 

 Bu siyasi gerilim, 20 Mayıs 1997 tarihinde ise TBMM’de hükümet aleyhine ANAP, DSP, CHP ve DTP’nin ortak gensoru önergesiyle devam etmiş, ardından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “yasadışı bazı eylemlerin odağı olmaya başladığı ve bazı üyelerinin laik rejimi hedef alan girişimleri" nedeniyle Refah Partisi'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne dava açılmış; nihayet 
Başbakan ERBAKAN’ın 18 Haziran 1997 tarihinde istifasını sunmasıyla sonuçlanmıştır. 

3.1. Milli Güvenlik Kurulunun 31 Mart 1997 tarihli toplantısı öncesindeki gelişmeler: 

3.1.1. Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından 7 Mart 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL’e sunulan “İmam-Hatip Okulları” başlıklı rapor: 

 Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Arşivi’nde yer alan 7 Mart 1997 tarihli bir belgede, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısını müteakip Cumhurbaşkanı Demirel’e, 28 Şubat MGK Karalarının önemli bir unsuru olan Türkiye çapındaki İmam-Hatip okulları ve Kur’an kursları konusunda bir çalışma yapılarak arz edildiği görülmektedir.195 

 Bu çalışma çerçevesinde, Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL antetli el kartları üzerine İmam Hatip Okulları ile ilgili olarak sorulan sorulara cevap verildiği görülmektedir. Bu el kartları içinde Oğuz ÖZBİLGİN’e ait olan el kartında “Milli Eğitim Bakanlığı Müst.Yrdc. 7/3/1997, İHL:464, AİHL:7, Çok Prog. İçinde İHL:39, Toplam:510” notu yer almaktadır. 

 Bu sorular çerçevesinde, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’de kurulan İmam-Hatip Okulları, Kuran Kursları ve yurtlar hakkında kamu kurumlarından alınan bilgiler doğrultusunda 36 sahifelik bir takdim yapıldığı anlaşılmaktadır. 

 Çalışmada; “İmam-Hatip Okulları” başlığı altında; Türkiye’de 1923-1924 öğretim yılı başında 29 İmam-Hatip Mektebi açıldığı; ancak aynı öğretim yılı sonundan itibaren bu okulların tedrici olarak kapatılmaya başlandığı, 1926-1927 öğretim yılında sadece İstanbul ve Kütahya İmam-Hatip Mekteplerinin açık bırakıldığı; 15 Ocak 1949 tarihinde din hizmetlerini görecek eleman yetiştirmek amacıyla 10 ay süreli İmam-Hatip Kursları açıldığı, mezun olanların sadece İmam ve Hatiplik görevinde istihdam edildiği (Şemsettin GÜNALTAY-R.Şemsettin SİRER dönemi), 1951-1952 öğretim yılında toplam 7 İmam-Hatip Okulu açıldığı, bu okulların orta kısmının 4 yıl, lise kısmının ise 3 yıl olduğu, 1996-1997 
öğretim yılı itibarıyla Türkiye genelinde Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda toplam 12.906.734 öğrencinin bulunduğu; bu okullar kapsamındaki İmam Hatip Lisesi ve Çok Programlı Liselerde 461.614, Anadolu İ.H.Liselerinde 25.871, Yab.Dil Ağır.İ.H.L.de 855 olmak üzere, toplam 488.330 öğrencinin öğrenim gördüğü, bu okullarda ayrıca 18.362 öğretmenin görev yaptığı, İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin toplam öğrenci sayısı içindeki payının %3,85 olduğu belirtilmektedir. 

 “Kur’an Kursları” başlığı altında; Kur’an Kurslarının ilk defa 1925 yılında faaliyete geçirildiği, halen Diyanet İşleri Başkanlığınca açılan Kur’an Kursu sayısının 5.241 olduğu, bu kursların Diyanet tarafından muntazaman denetlendiği, mevcut Yönetmelikteki yetkiye rağmen Milli Eğitim Bakanlığının denetleme görevini yapamadığı, bunun dışında Devlet kontrolünde olmayan 200-2500 kursun bulunduğu, bu kursların bazı tarikatlara bağlı Vakıf 
ve Dernekler aracılığıyla faaliyet gösterdiği ifade edilmektedir. 

 “Yurtlar” başlığı altında; yurtların “resmi yurtlar” ve “irticai unsurların yurtları” başlığı altında ele alınabileceği, devlete ait öğrenci yurtlarının Kredi ve Yurtlar Kurumuna bağlı olarak faaliyet gösterdiği, anılan kuruma bağlı 70 il ve 30 ilçede toplam 152 adet öğrenci yurdunun bulunduğu, bu yurtların 35’inin kız, 33’ünün erkek yurdu, 84’ünün de karma yurt statüsünde olduğu, bahse konu 152 öğrenci yurdunun 75119 kız öğrenci, 85657 erkek öğrenci kapasiteli olduğu, BİNGÖL, BİTLİS, HAKKARİ, TUNCELİ, ŞIRNAK, IĞDIR, ARDAHAN, YALOVA, KARABÜK ve MUŞ illerinde Kredi ve Yurtlar Kurumuna bağlı yurt bulunmadığı, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak ise 903 öğrenci yurdunun mevcut olduğu, dernek, vakıf, şahıs ve şirketlere ait özel yurt ve pansiyon sayısının toplamının 
2.032 olduğu, sözkonusu dernek ve vakıflara bağlı 1.789 yurdun tarikatlar tarafından işletildiği, bunlardan 1.300’ünün Süleymancılara, 470’inin Fethullah GÜLEN grubuna ait olduğu, sözkonusu irticai unsurların, ayrıca, pansiyon ve öğrenci evi gibi imkanlara da sahip oldukları ifade edilmektedir. 

3.1.2. Milli Güvenlik Kurulunun 31 Mart 1997 tarihli toplantısı: 

MGK’nın bu toplantısından sonra, MGK Genel Sekreterliği tarafından yapılan yazılı açıklamada, başta 8 yıllık kesintisiz eğitim olmak üzere, MGK'nın bir önceki toplantısında Bakanlar Kurulu'na bildirilmesi kararlaştırılan 18 maddelik önlemler paketine ilişkin ifadelere değinilmemes dikkat çekmiştir. Toplantının ertesi günü, MGK toplantısın ele alınan hususlar ve kararlar gazetelerde geniş şekilde ele alınmıştır. 

3.1.3. Erdoğan TEZİÇ ve Necmi YÜZBAŞIOĞLU’nun “Din Ve Vicdan Özgürlüğü, Eğitim Öğretim Hakkı Çerçevesinde İmam-Hatip Okullarının Konumu” Başlıklı Raporu: 

 Komisyonumuza, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr.Erdoğan TEZİÇ ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi Prof.Dr.Necmi YÜZBAŞIOĞLU tarafından hazırlanarak, adıgeçenlerin imzasıyla, 1 Nisan 1997 
tarihinde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Necdet SEÇKİNÖZ’e fakslandığı anlaşılan, “DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ, EĞİTİM ÖĞRETİM HAKKI ÇERÇEVESİNDE İMAM-HATİP OKULLARININ ANAYASAL KONUMU” başlıklı 9 sahifelik rapor196 da intikal etmiştir. 

 Bir faks mesajı kapağının üzerinde “Saygılarımla E.Teziç” ifadesi ile “Sn.O.Özbilgin bir nüsha Sn.E.Y.’e N.S.” ifadelerinin yer aldığı “acil” kodlu raporun her sayfasının TEZİÇ tarafından parafe edilmiş olduğu görülmektedir. 

 Raporda, özetle, şu hususlara yer verilmiştir: 

 “Anayasa din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına almıştır. Bu güvence herhangi bir dine inanmak kadar hiçbir dine inanmamayı da kapsamaktadır. Anayasa ayrıca din ve vicdan özgürlüğünün kullanımına sınırlamalar da getirmektedir. 

 Anayasa, eğitim ve öğretimi düzenleyen ve uyulması gereken temel ilke ve esasları da belirlemiştir. Buna göre “eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetimi ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. 

 Anayasanın öngördüğü eğitim ve öğretim hakkının kullanımını 14.06.1973 tarih ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu düzenlemiştir. Kanunun 32. Maddesi de bir ortaöğretim kurumu olarak İmam-Hatip Liselerini düzenlemektedir. Buna göre İmam-Hatip Liseleri, imamlık, hatiplik ve Kur’an kursu öğreticiliği gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesi ile görevli elemanlar yetiştirmek üzere Milli Eğitim Bakanlığınca açılan ortaöğretim sistemi içinde hem mesleğe hem  yüksek öğrenime hazırlayıcı programlar uygulayan öğretim kurumlarıdır. 

 Milli Eğitim Temel Kanununun eğitime ilişkin bu vurgusundan, imam-hatip okullarının bir orta öğretim kurumu olarak sadece lise düzeyinde açılabileceği, ilköğretim kategorisinin ikinci aşaması olan ortaokul düzeyinde imam-hatip okulu açılmasına kanunun cevaz vermediği sonucu çıkmaktadır. Bununla birlikte, ortaokul seviyesinde imam-hatip okulları açılması pedagojik, zihinsel ve bedensel gelişim yanında Anayasal çerçevede ve din ve vicdan özgürlüğü, eğitim ve öğretim hakkı, Tevhidi Tedrisat Kanunu ve laiklik ilkesi yönünden ele alınması gerekmektedir. 

 Bu çerçevede, din ve inanç seçiminin belli bir olgunluğu gerektirdiği açıktır. Çocukları küçük yaşta, henüz asgari bir bilgi ve kültür birikimi kazanmadan, belli bir din doğrultusunda öğretip eğitmek, onun bilinçsizce belli bir dine ya da inanca şartlanmasına neden olacaktır. Bu da çocuğun din ve vicdan özgürlüğü nün özünü teşkil eden, dini ve inancı bilinçli ve özgürce seçmek fırsatından 
yoksun bırakılması demektir. 

 Laiklik ilkesi açısından el alınacak olursa, imam-hatip liseleri açılmasının temel koşulu, bu okulların din adamı yetiştiren meslek okulları amacı içinde kalmaları dır. Dolayısıyla, imam-hatip lisesi mezunları sadece kendi alanlarındaki eğitim kurumlarında eğitim ve öğretim görmelidirler. Aksi bir durum Tevhidi Tedrisat Kanununa da ters düşmektedir. Bu kanunun amacı medrese eğitimine son vererek, ikili eğitimi ortadan kaldırıp laik eğitime fırsat vermektir. Kuruluş amacı 
sadece din adamı yetiştirmek olan bu liselerin amacının dışına çıkması, adeta medreseleri yeniden dirilterek ikili öğretime geri dönüş sonucunu doğuracaktır. 

 Bu değerlendirmeler ışığında, Milli Eğitim Temel Kanununa göre imam-hatip okulları sadece lise düzeyinde açılabilir. Bu durumda imam-hatip liselerinin orta kısımları, kanun bazında dayanağı olmayan ve uygulamada oluşturulmuş fiili kurumlardır. Dolayısıyla, Türkiye’de imam-hatip okulları ile ilgili sorun kanunlardan değil, kanunlara ve Anayasaya aykırı uygulama ve idari 
düzenlemelerden kaynaklanmaktadır. 

 Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın, idari düzenleme ve uygulamaların Atatürk İlke ve İnkılapları ile Laiklik ilkesine aykırı olamayacağına ve devlet organları ile idari makamların, Anayasaya aykırı bu uygulamaları önlemekle yetkili ve yükümlü olduklarına ilişkin pek çok kararları bulunmaktadır.” 

 Bu rapor, Komisyonumuz tarafından 28/06/2012 tarihinde görüşlerine başvurulan Prof.Dr. Erdoğan TEZİÇ, bu raporun dönemin Cumhurbaşkanı 
Süleyman Demirel’in direktifi üzerine hazırlandığını belirtmiştir.197 

3.1.4. Başbakan Erbakan’a Yapılan Hakaret: 

 Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğg.Osman ÖZBEK’in, 17 Nisan 1997 tarihinde, televizyonda da yayımlanan bir konuşmasında, ERBAKAN’ın Hacca gitmesine tepki göstererek, “ulan pez…” şeklinde küfür etmesi kamuoyunda tartışma konusu olmuştur. 

 Sözkonusu konuşmasında ÖZBEK, Suudi Arabistan’ın Türk hacılara verdiği broşürde ifade edilen “Müslüman ülkede şeriat kanunları dışında başka bir kanunu varsa dinden çıkmış olursun” sözlerine tepki göstererek, Başbakan ERBAKAN için “torunuyla beraber Krala misafir oluyor…ulan pez…dinde krallık var mı… adam olan gidip o krala gidip misafir olmaz…sülalesiyle devletin bilmem nesini kiralayıp…allah mısın nesin…dinde krallık var mı arkadaşlar….ben bunu kabul etmiyorum.. başbakan değil bilmem ne bakanı olursa olsun…13 sene ben PKK ile mücadele ettiysem bunlarla da mücadele ederim” şeklindeki sözleri tartışma yaratmıştır. 

 Bazı gazetelerde, ERBAKAN’ın daha önce 25 kez hacca gittiğinden bahisle Tuğg.ÖZBEK’in davranışı mazur gösterilmeye çalışılmıştır. Bu olay üzerine, Başbakan ERBAKAN, “ÖZBEK hakkında hukuk devleti gereği işlem yapılmasını” istemiştir. RP’li milletvekilleri ise Tuğg.ÖZBEK için “sırtındaki üniformayı çıkarıp öyle konuşsunlar” demiştir.198 

 Cumhurbaşkanı DEMİREL, “Olmasaydı iyi olurdu. Üzüldüm. Ama o konuşmayı yaptıran nedenlere bakmak lazım. Bu bir boşalmadır” şeklinde açıklama yapmıştır. 

 DSP lideri ECEVİT ise “Generalin söylediği sözlerin özünü, öyle inanıyorum ki, milletimizin büyük çoğunluğu kabul eder, bu kaygıları paylaşır. Keşke bu sözler, üniformalı general tarafından bu üslupta söylenmeseydi…”demiştir. 
28 Şubat döneminde, Türkiye’de meydana gelen her olay hakkında, doğrudan veya dolaylı olarak (“üst düzey bir asker” vb.) görüşlerini bildiren Genelkurmay, bu olayda sessiz kalarak, Tuğg. ÖZBEK’e sahip çıktığını göstermiştir.199 

 Org.İsmail Hakkı KARADAYI, 26 Nisan 1997 tarihli gazetelerde yayımlanan röportajında şunları demiştir: “Kimse TSK’yı siyasetin içine çekmeye ve göstermeye çalışmasın. Bundan gerçekten büyük üzüntü duyarız. Münferit ve fevri olaylar TSK’nın siyaset içinde olduğunu göstermez.” 

 Ancak Genelkurmay Başkanı Org.İsmail Hakkı KARADAYI, Tuğg.ÖZBEK hakkında herhangi bir yasal işlem yapılmasını gerekli görmemiştir. 

 Genelkurmay 2’nci Başkanı Org.Çevik BİR ise bu konuda “ordu infial halindedir. Bu hal devam ederse infial de devam eder” demiştir. 26 Nisan 1997 tarihli gazetelerde, bir 28 Şubat klasiği olan “üst düzey bir askeri yetkili”ye atfen verilen haberlerde, “ Özbek Paşa, söylenmesi gerekenin onda birini söylemiş. Bu memlekette hırsız, uğursuz konuşabiliyor da, bir general niye konuşmasın?” denildiği belirtilmiştir. 

 16 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR