MISIR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MISIR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Aralık 2018 Cuma

YAKIN TARİH PERSPEKTİFİNDE FİLİSTİN DEVLETİ NASIL KURULDU BÖLÜM 3


YAKIN TARİH PERSPEKTİFİNDE FİLİSTİN DEVLETİ NASIL KURULDU BÖLÜM 3


İNTİFADALAR.,


Arafat 1980'lerde Libya, Irak ve Suudi Arabistan'dan aldığı parasal destekle, oldukça yıpranmış vaziyette ki FKÖ'nü tekrar yapılandırdı. Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde İsrail işgaline karşı Filistin gençliğinin başkaldırısıyla Aralık 1987'de başlayan Birinci İntifada sırasında bu yeniden yapılandırma çok yararlı oldu. İntifada kelimesi Arapça'da "başından savma" anlamına gelir ama genel olarak bir başkaldırıyı, isyanı tanımlamak için kullanılır. Filistinliler aleyhine sonuçlar doğuran barış görüşmeleri ve Sabra-Şatilla Katliamı’nın ardından FKÖ’nün Lübnan’dan çıkarılması, Filistin halkının tepkisinin büyümesine neden oldu. İntifada olarak adlandırılan ayaklanmanın ilk adımı 7 Aralık 1987’de atıldı. Gazze bölgesinde bir Yahudi kamyoneti, Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne ve dokuzunun da yaralanmasına neden oldu. İntifada için ilk organizasyon Gazze İslam Üniversitesi Öğrenci Meclisi tarafından yapıldı. 
Yaralıların bulunduğu Şifa Hastanesi’nin çevresinde toplanan öğrenciler Filistin İslami Direniş Hareketi’nin (Hamas) mensuplarıydı. İntifada hareketi Gazze Şeridi'nde başladı, ancak kısa sürede Batı Şeria’ya yayıldı. Protestolar, sivil itaatsizlik şekline büründü. Genel grevler düzenlendi, İsrail ürünleri boykot edildi, duvarlara işgal karşıtı yazılar yazıldı ve yollarda barikatlar kuruldu. 
Ancak, sapan, taş ve sopalarla karşılık veren Filistinlerin karşısında ağır silahlarla donanmış İsrail askerleri vardı. Filistinli siviller arasında yüksek can kayıpları meydana geldi. 1993'e kadar süren protestolarda toplam can kaybı bini aştı. İntifada yıllardır ezilen, işkence edilen, zorla evlerinden kovulan, katliamlara uğrayan bir halkın kadın-erkek, yaşlı-genç hep birlikte İsrail’e karşı oluşan bir başkaldırı hareketinin adı oldu. Filistin’de intifada hareketiyle birlikte aynı zamanda Hamas fiilen harekete geçti. Hamas, intifadayla birlikte bütün dünyaya sesini duyurmayı başardı, intifadanın organizasyonunda öncülü yaptığı gibi, bu direnişin ikinci ayından itibaren de periyodik bir şekilde halk kitlelerine hitap eden ve halk direnişini yönlendiren belirli programlar ortaya koydu. Hamas, diğer yandan da İsrail karşısında sürdürülmesi gereken mücadelenin içeriği ile ilgili görüşlerini ve Filistin'in çeşitli ulusal meseleleriyle ilgili politikasını ve tutumunu ortaya koyan bildiriler yayınlamaya başladı. Direnişlerinin belli bir hız kazanmasından sonra da İzzettin Kassam Birlikleri adında askeri bir kanat oluşturarak fiili eylemlerini bu kanat vasıtasıyla gerçekleştirmeye başladı. İntifada sırasında Filistinlilerin kullandığı en yaygın taktik, daha sonra ayaklanmanın sembolü hâline dönüşen, İsrail Ordusu tanklarına taş atılmasıydı. Bazı Batı Şeria şehirlerinde yerel liderler, vergi boykotu ve diğer boykotlar gibi pasif protesto eylemlerine başladı. İsrail buna ev baskınlarıyla yüksek miktarda paraya el koyarak karşılık verdi. Intifada sona ererken yeni silahlı Filistinli örgütler, özellikle Hamas ve Filistin İslami Cihad Örgütü, intihar bombalama eylemleriyle İsrailli sivilleri hedef almaya başladılar ve Filistinliler arasında iç çekişme de giderek arttı. 

15 Kasım 1988'de Filistin Kurtuluş Örgütü bağımsız Filistin Devleti'ni ilan etti. Arafat 13-14 Aralık tarihindeki konuşmalarıyla, İsrail'e "barış ve güvenlik içinde varolma" hakkını veren BM Güvenlik Konseyi'nin 242 nolu kararını kabul etti ve "devlet terörizmi de dahil olmak üzere her türlü terörizmi" reddetti. Uzun yıllar boyunca ABD ile FKÖ arasında resmî görüşmelerin başlaması için şart koştukları bu koşulların Arafat tarafından kabul edilmesi ABD hükümeti tarafından kabul gördü. Arafat'ın bu sözleri Filistin Kurtuluş Örgütü'nün ana amaçlarından biri olan İsrail'in yok edilmesinden vazgeçildiğini gösteriyordu. Yeni görüş 1949 ateşkes sınırları içinde bir İsrail Devleti ile Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde bir Arap devleti olarak iki ayrı oluşumun kurulmasıydı. 2 Nisan 1989'da Arafat Filistin Ulusal Konseyi'nin Merkez Konseyi tarafından ilan edilen Filistin Devleti'nin başkanı seçildi. 

1993 yılına kadar devam eden intifada hareketi Oslo İlkeler Anlaşması ile son bulmuştur. Anlaşma beş yıllık bir dönemde Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nin bazı bölümlerinde Filistinlilerin kendini yönetmesi ve bu bölgelerde İsrail yerleşiminin durdurulup, varolanların taşınması yönündeydi. 

Anlaşmaya göre yerel halktan ya da yurtdışında yaşayan Filistinlilerden oluşacak bir Filistin polis gücü Filistin yönetimi olan yerlerde devriye görevini sağlayacaktı. Eğitim, kültür, sosyal refah, doğrudan vergilendirme ve turizm gibi çeşitli alanlarda yetki ve idare Filistin geçici yönetimine verilecekti. Her iki taraf da altyapı, sanayi, ticaret ve iletişim gibi özel ekonik sektörlerde kooperasyon ve koordinasyonu sağlayacak bir komitenin kurulmasında anlaştılar. Bu anlaşmanın yapılması ile İsrail, FKÖ'yü resmen tanımıştır. Filistinlilerin tepkisi karışık oldu. Retçi Cephe anlaşmalara karşı ortak olarak muhalif oldukları islamcıların yanında yer aldı. 

Ayrıca Lübnan, Suriye ve Ürdün'de bulunan Filistinli mülteciler, birçok Filistinli entelektüel ve yerel Filistinli liderler tarafından da bu anlaşmalar reddedildi. Ancak sözü geçen bölgelerde yaşayanların çoğunluğu anlaşmayı ve Arafat'ın barış ve ekonomik refah sözlerini kabul etti. 
1996'ın ortasında Benjamin Netenyahu %1'lik bir farkla İsrail'in başbakanı olarak seçildi. Süregelen anlaşmazlıklarla Filistin-İsrail ilişkileri daha da düşmanca bir tavır aldı. İsrail-FKÖ anlaşmasına rağmen Netanyahu Filistin Devleti fikrine karşı çıktı. 1998'de ABD Başkanı Bill Clinton iki lideri buluşmaya ikna etti. Bu buluşmanın sonucunda ortay çıkan Wye River Memorandumu barış sürecini tamamlamak için İsrail hükümeti ve Filistin Ulusal Yönetimi'nin atması gereken adımları detaylandırıyor du. 
Arafat görüşmelere Netanyahu'nun halefi Ehud Barak ile Temmuz 2000'de Camp David zirvesinde devam etti. Hem kendi politik görüşü hem de Başkan Clinton tarafından uzlaşma için ısrar edilmesi nedeniyle Barak Arafat'a Batı Şeria'nın %73'ünde ve Gazze Şeridi'nin tamamında bir Filistin Devleti önerdi. On ile yirmi beş yıllık bir süre içinde Filistin'in iktidar alanı %90'a genişleyecekti. Ayrıca anlaşmada az sayıda mültecinin dönmesine izin veriliyor ve dönemeyenlere de tazmin sözü veriliyordu. Arafat Barak'ın önerisini reddetti ve hemen bir karşı öneri yapmadı. 
Görüşmeler Ocak 2001'de yapılan Taba zirvesinde devam etti. Bu sefer Ehud Barak İsrail'de seçim kampanyasını sürdürmek için görüşmelerden çekildi. Ekim ve Aralık 2001'de Filistinli militan grupların yaptığı intihar bombalama eylemleri artarken İsrail karşı saldırıları da yoğunlaştı, sonucunda da İkinci İntifada başladı. 
İkinci İntifada, 28 Eylül 2000 tarihinde Filistin'de başlayan halk direnişine verilen isimdir. El Aksa intifadası olarakta bilinir. Ariel Şaron, bu tarihte, yaklaşık 1,000 askerle birlikte Haremmüşşehir adıyla anılan bölgede Mescid-i Aksa'yı ziyareti üzerine pek çok çevre tarafından 'provokasyon' olarak nitelendirilirken Filistinlilerin protesto gösterileri arttı. 

 FİLİSTİN'İN DIŞ MESELELERİ İSRAİL İLE İLİŞKİLER 

Makalemin başında sırasıyla anlattığım; Filistin'in Yakın Tarihi, Arap-İsrail Savaşları, Filistin'in iç meseleleri konularından anlaşılacağı üzere, Filistin-İsrail ilişkileri karmaşık bir süreçtir. İsrail Devleti'nin kurulduğu 1948 yılından itibaren bölgede bulunan Filistinli Araplarla kimlik ve varoluş mücadelesine girilmiştir. 
Bu dönemde 1948'de BM'nin aldığı kararlar doğrultusunda uluslararası toplumun desteğini arkasına alan İsrail öncelikli olarak bir yerleşim stratejisi belirlemiştir. Bu strateji Arapların yaşadığı topraklarda onlara adeta bir hapis hayatı yaşattırıp bir kısmını da göçe zorlayıp mülteci konumuna düşürmüştür. Aslında bu durum İsrail ve Filistinlilerin kendi hakları olarak gördükleri topraklarda yaşama arzusundan kaynaklanmaktadır. İsrail'in bölgede varlığı sadece Filistin açısından değil aynı zamanda diğer Arap devletleri arasında da hoş karşılanmamıştır. Yukarıda da anlatıldığı üzere günümüze kadar 4 büyük bölgesel savaş yaşanmıştır. Bu bölgesel savaşların karakteristiğine baktığımızda Filistin davasının müdafaası amaçlarken aynı zamanda bölgede Arapları birliştirici bir unsur olarak görmekteyiz. Burada önemli olan savaşların sebeplerinden çok sonuçları itibariyle İsrail'in tek bir ülke olarak askeri ve siyasi gücünü pekiştirdiği görülmektedir. İşte bu durum İsrail-Filistin ilişkilerinde Filistin'in meşru ve milli bir güç olarak doğmasını zorlaştırmıştır. 

Ortadoğu'da uzun yıllardır yaşanan bu mücadele sadece İsrail-Filistin ikili ilişkilerinde değil aynı zamanda bölgesel ve uluslararası arabuluculuğun etkin kılınmaya çalışıldığı bir meseledir. Uluslararası kamuoyunun barış ve istikrarın sağlanmasını, sadece güvenlik değil aynı zamanda ekonomik çıkarlarının devamı için pekiştirmek istemektedir. Filistin-İsrail arasındaki ekonomik sorunlara bakacak olursak; İsrail, sanayisini tamamlamış, ağır sanayi ve teknolojinin üretimi alanlarında sadece Ortadoğu'nun değil aynı zamanda dünyanın önemli bir ekonomik gücüdür. Filistin ise ekonomik olarak güçlü bir yapıya sahip değildir, sanayi olarak çok gelişmemiştir. Bunun sebebi ise, Filistin'i her alanda kısıtlayan İsrail ablukası ve bölgede bitmek bilmeyen güvensizlik halidir. 

ULUSLARARASI ALANDA TANINMA PROBLEMİ 

1964 yılında Filistin bağımsızlığı amaçlayan FKÖ'nün başlatmış olduğu mücadele 1988 yılında Cezayir'de Filistin Devleti'nin ilan edilmesiyle resmen sonuca ulaşmıştır. Şuan içlerinde Türkiye'nin de olduğu 100'den fazla ülkenin tanımış olduğu Filistin Devleti'nin devletleşme sürecinde ona yardım eden, Birleşmiş Milletler ve ABD'nin İsrail Devleti'nin Filistin topraklarını işgal etmesine seyirci kalmaktadır. Bu durum Filistin Devleti'nin statüsünü hukuki anlamda zora sokmaktadır. Ayrıca şuan hükümet görevini üstlenmiş olan Hamas, ABD'nin de kabul ettiği terör örgütlerinden biridir. Filistin, resmi bir devlet olmasına rağmen Birleşmiş Milletler de ''gözlemci'' statüsündedir. FKÖ lideri Mahmud Abbas'ın BM'de sık sık dile getirdiği üye devlet olma statüsüne getirilmesi gerektiğinden bahsettiğini görmekteyiz. Filistin'de her devlet gibi uluslararası hukukun getirmiş olduğu ilkeler ve siyasi eşitlik prensibi doğrultusunda tanınmak istemektedir. BM'nin 1947 yılında aldığı ''taksim'' kararı ile Kudüs'ün durumu uluslararası statüye bağlanmıştır. Bu karar hem Filistin'i hemde Kudüs'ü 2'ye bölmüştür. Bunun sonucunda da 1948 yılında Arap-İsrail Savaşı çıkmış ve yenilen Filistinliler mülteci konumuna düşürülerek kaçmak zorunda kalmıştır. 
Ayrıca İsrail 1980 yılında Kudüs'ü fiili başkenti ilan etmiştir ancak Türkiye'nin de içinde bulunduğu devletler bunu kabul etmeyip resmi temaslarını Tel Aviv'de yürütmekte ve Tel Aviv'i başkent kabul etmektedir. 

SONUÇ 

Sonuç kısmında size Filistin seçimlerinden ve seçim sonuçlarının Filistin'e etkilerinden bahsetmek istiyorum. Bildiğiniz üzere 25 Ocak 2006 tarihinde Filistin’de yapılan seçimlerde, Filistin parlamentosunda çoğunluk seçimlere ilk kez katılan Hamas’ın oldu. 132 sandalyeli Filistin Meclisi’nde Hamas 76, El Fetih ise 43 sandalye kazandı. Seçim Komisyonu, Hamas'a zafer getiren seçimlere katılımın yüzde 77'yi bulduğunu açıkladı. Filistin'de seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanan Hamas'a karşı, ilk yaptırım tehditleri ABD ve İsrail'den geldi. ABD Başkanı George Bush, Hamas'ın şiddeti reddetmemesi ve İsrail'in yıkılması hedefinden vazgeçmemesi durumunda Filistin yönetimine sağladığı mali desteği keseceklerini açıkladı. Bu gelişmeler sonucunda yıllardır 2 ayrı siyasi kampta faaliyet sürdüren El Fetih ve Hamas birleşmiş ve tek bir ağızdan birlik çağrısında bulunmuştur. 
İşte bu süreç Filistin davasındaki haklılığı ortaya koyması açısından önemli bir kilometre taşı olmuştur. Ancak İsrail bu gelişme karşısında şiddetini artırmıştır çünkü karşısında daha fazla ve bölünmemiş tek bir güç vardır ve bu durum diplomasinin etkin kılınmasını güçleştirmiştir. 
Sonuç olarak Filistin meselesi, çözümü zor ve çözülmediği her gün her 2 tarafa da maddi manevi kayıplar verdiren bir problemdir bu problemin çözülmesi öncelikle bölge için sonrada dünya için huzur vesilesi olacaktır. Arabuluculuk faaliyetleri halen sürmektedir ancak sosyolojik ve dinsel unsurlarıyla katı bir meseledir. 
Benim fikrime göre Filistin sorununun çözülmesi için, her 2 toplumun unsurlarını içinde bulunduran yeni bir kimlik yaratılması ve bu kimliğin bir şemsiye görevi görerek demokrasi ve insan hakları temelinde hoşgörülü bir ortak yönetim anlayışını barındıran ve bu konuda özel bir BM Komisyonunun denetimine verilmelidir. 

KAYNAKÇA 

YILMAZ Türel, 2004, Uluslararası Politikada Ortadoğu Birinci Dünya Savaşı'ndan 2000'e SOUSS İbrahim-ELPLEG Zvi, 1994, İsrail-Filistin Diyaloğu 
ATAÖV Türkkaya, 1982, Siyonizm ve Irkçılık 
ORAN Baskın, 2001, Türk Dış Politikası Cilt II: 1980-2001 
ORAN Baskın, 2001, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980 
SANDER Oral, 2009, Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918'e 
SANDER Oral, 2009, Siyasi Tarih 1918-1994 
ERKMEN Serhat, 2009, Gazze'de Savaş; İsrail operasyonlarının nedenleri ve olası 
sonuçları, Ortadoğu Analizi, Cilt 1, Sayı 1, S.6-13 
ARAS Bülent, 2009, Gazze Dramı ve Sonrası, Ortadoğu Analizi, Cilt 1, Sayı 1, S.13-21 
ORHAN Oytun, 2009, İsrail'de Yeni Hükümet ve Dış Politika, Ortadoğu Analizi, Cilt I, Sayı 5, S.55-63 
YILMAZ Murat, 2011, Filistin'in Tarihi, 
www.home.arcor.de/filistin/filistinin/tarihi.html, 22.02.2012 
Wikipedia, 2012, Filistin, http://tr.wikipedia.org/wiki/Filistin, 24.02.2012 
Wikipedia, 2012, Filistin Kurtuluş Örgütü, 
http://tr.wikipedia.org/wiki/FK%C3%96, 24.02.2012 
Wikipedia, 2012, Hamas, http://tr.wikipedia.org/wiki/Hamas, 26.02.2012 
Wikipedia, 2012, El Fetih, http://tr.wikipedia.org/wiki/El_fetih, 27.02.2012 
Wikipedia, 28.02.2012 2012, Yaser Arafat, http://tr.wikipedia.org/wiki/Yaser_Arafat, 
Wikipedia, 01.03.2012 2012, İntifada, http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0ntifada, 
Wikipedia, 2012, 2.İntifada, 
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0kinci_%C4%B0ntifada, 02.03.2012 
Türkçebilgi, 2012, 2.İntifada, 
http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/filistin_tarihi_-_2._intifada, 02.03.2012 


***

10 Aralık 2017 Pazar

ORSAM SU SÖYLEŞİLERİ 2012 / ORSAM WATER INTERVIEWS 2012 BÖLÜM 5

ORSAM SU SÖYLEŞİLERİ 2012 / ORSAM WATER INTERVIEWS 2012 BÖLÜM 5



TESFAY ALEMSEGED: “MISIR, SUDAN VE ETİYOPYA RÖNESANS BARAJINA İLİŞKİN TEKNİK VE GÜVENLİK KONULARINDA İYİ İLİŞKİLERE SAHİPTİR.” 

25 Ağustos 2012 

* Bu söyleşi 26 Haziran 2012 tarihinde ORSAM Su araştırmaları Programı Hidropolitik Uzmanı Dr. Seyfi Kılıç tarafından ABD, Boston’da gerçekleş tirilmiştir.

Etiyopya Su Kaynakları Enstitüsü’nden Tesfay Alemseged ile Etiyopya’daki enerji ve su alanlarında izlenen politikaları, Büyük Rönesans Projesini ve bu proje kapsamında Mısır, Sudan ve Kenya gibi kıyıdaş ülkeler ile olan ilişkilerini ele aldık. 

ORSAM: Kendinizden bahseder misiniz? 

Tesfay ALEMSEGED: Adım Tesfay Alemseged ve bir buçuk yıldır çalışmalarını sürdürmekte olan Etiyopya Su Kaynakları Enstitüsü’nde çalışıyorum. Akademik çevrenin farklı bölümlerindeki sorunların, çok parçalı şekilde işleyen su sektörü ve su tarım ortamı ile ilişkili olduğu; dolayısıyla da akademik kurumların toplumla entegrasyonunun oldukça zayıf olduğu kanısındayım. Bu ise enstitünün kurum dışı bağlantı program koordinatörü olarak benim işimin bir parçası.  

Entegre müdahalelerin bu bölünmüşlüğü yüzünden özellikle tarım sektörü bir dizi kuraklık sorunundan mustariptir. Gıda güvencesizliği da büyük bir sorun teşkil etmekte ve hükümet ise araştırma ve işletim merkezleri de dahil olmak üzere tüm tarafların uygulama kapasitesini oluşturmak için bir temel strateji 
olarak çalışmaktadır; böylelikle söz konusu merkezler temeldeki asıl topluluk sorunları üzerine eğilebileceklerdir. Etiyopya’daki mevcut dönüşüm planına baktığımızda, ekonomi ve eğitim alanlarında bazı iyi göstergelerle karşılaşırız. Su sektörü, hâlâ başlangıç evresinde olan önemli sektörlerden biridir. Hükümet 
üst düzeyde söz konusu meseleye ilişkin çalışmalarını sürdüreceğine dair taahhütte bulunurken, aynı zamanda su sektörüne dayanan hidroenerji üretimi ve güvenlik konusuna da odaklanmaktadır, ancak bölümlere ayrılmış olunması hâlâ kaygı veren bir durumdur. Su politikasında bu çeşit bir eğitim,  komşu  larımızla ve Nil nehri ile entegrasyonun yanı sıra ulusal düzeydeki uygulama faaliyetlerinde de kolaylık sağlamaktadır. Çok uzun zamandır çeşitli uluslararası kurumlardan herhangi bir destek alınmamasına rağmen, özellikle son sekiz yıldır olmak üzere ülkedeki ciddi ekonomik gelişmelerin ardından hükümet yeni çalışmalar yapmak üzere girişimde bulunmuştur. Kendi çabalarımızla bu işin altından kalkabileceğimize inanıyorum ve her vatandaş da bu konuda katkı sağlayacağına ilişkin bağlılığını göstermiştir. Örneğin devlet memurları, aylık asgari maaşlarından feragat etmişlerdir, bu durum ise bizim kapasitemizde çalışma olarak görülmektedir ve böylece ekonomik büyümeyigerçekleştirebiliriz, 
buna Büyük Rönesans Barajı diyoruz. Söz konusu baraj yerel kapasiteye dayanarak gerçekleştirilecektir ve hatta bu durum ülkede bir bütünlük, bir fikir bütünlüğü yaratmaktadır. Bildiğiniz gibi Etiyopya, birçok farklı milletten  topluluklara ev sahipliği yapmaktadır. 
Ekonomik büyümenin özellikle temel nokta olan su konusuna odaklanması, farklı gruplardaki her kesim için ortak bir anlayıştır. Dolayısıyla gücün içten geldiğine inanıyoruz ve Sudan, Mısır, Kenya da dahil olmak üzere kıyıdaşlarımız olan ortaklarımızı da buna ekleyebiliriz. Ortak kıyıdaşlarımız var şu an birlikte  çalışmalarımızı sürdürmekteyiz. Görüşmelere ve birbirimizi dinlemeye başladık ve bu nedenle de devam etmekte olan Rönesans Barajı’nın yapımına ilişkin güvenlik ve teknik detaylarla ilgili Mısır ve Sudan ile ikili ilişkiler düzeyinde Nil havzası Girişimi (NBI) oldukça iyi bir şekilde devam ediyor. 

ORSAM: Nil Havzasına ilişkin 2010 Çerçeve Anlaşması ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? 

Tesfay ALEMSEGED: Hâlihazırda çok sayıda devlet bu anlaşmayı imzalamıştır. Henüz imzalamamış olan ve imzalaması beklenen iki ülke ise sadece Mısır ve Sudan’dır. Bu ise, kıyıdaş ülkeler arasında ortaklık potansiyellerini keşfetmek üzere ortak bir vizyon ve ortak bir anlayış yaratmak için büyük bir adımdır. 
Aynı zamanda Nil, ortak kaynağa bağımlı olan bir aile olarak toplumlar ve topluluklar içinde kendi etkileşimini yaratmış olan, dünyanın büyük bir nehridir. Bölünmüşlüğü sürdürmek ve ulusal çıkarları ayırmak yerine birlikte çalışıp 
birlikte refaha erişmemiz gerektiğine inanıyoruz. 

ORSAM: Büyük Rönesans Barajına ilişkin herhangi bir su tüketim planı var mı? 

Tesfay ALEMSEGED: Büyük Rönesans Barajı oldukça büyük bir plan ve öncelikli amacı ise hidroenerji üretimi. Ancak bu, Etiyopya’nın elde edilecek suyu tarımsal amaçlı kullanamayacağı anlamına da gelmiyor. Ne var ki, Nil nehrinin suyu dar boğazlardan geçtiği için bölgenin topografyası birtakım engeller oluşturabilir. 
Ancak şu da var ki, on bir adet nehrimiz var ve Nil nehri bunlardan sadece biri. 
Ayrıca söz konusu nehir Etiyopya’nın orta kısmını kaplarken, sulama için büyük potansiyeli olan başka nehirlerimiz de bulunmaktadır. 
Etiyopya büyük bir sulama programı girişiminde bulunmaktadır. 

Yağmur suyundan elde edilen sulama sisteminden sulamalı tarım sistemine yapılacak bir değişimle tarım sektörümüzde bir dönüşüme imza atabileceğimizi düşünüyoruz, zira yağmur suyundan elde edilen sulama sistemi, nüfusun büyük oranda artması ve çevre koşullarının da değişime uğraması gibi sebeplerden 
artık işlerliğini yitirmiş durumdadır. Yüksek alanlarda ve dağlık arazilerdeki tarıma bakıldığında, buradaki durum çiftçilerin ilgili tarım ve sulama teknolojileri ni kullanmalarına yardım etmeye ilişkin acil bir çözüm gerektirmekte dir. 
Bunun da ötesinde, sulamaya dayalı olarak ülkedeki şeker fabrikaları için on 
bir adet büyük şeker kamışı tarlası ekimi gerçekleştiriyoruz. 

Aynı şekilde hanelere yönelik sulama programı da, tüm ülkeye yayılan ciddi boyutlardaki programlar ve projeler eşliğinde oldukça iyi gidiyor. 
Bu mesele şimdi tam sulama programının da ortaya çıkmasına yol açmıştır ve değer katma vs. programların, çiftçilerin gözlemlediği bazı sistemik sorunlara da 
çözüm bulması beklenmektedir. 

ORSAM: Son olarak; sulama ve su konularına ilişkin Türkiye ve Etiyopya arasında herhangi bir işbirliği alanı görüyor musunuz? 

TESFAY ALEMSEGED: Kurumumuzda meslektaşlarımızla birlikte teknoloji transferi, uzmanlık ve bilgi alışverişi gibi konular üzerinde tartışıyoruz. 
Ve Etiyopya’nın odak noktalarından biri de Türkiye, zira şu anki yaşam düzeyimize rağmen iki ülke arasında birçok benzerlik olduğuna inanıyoruz. Daha iyi çiftçilik ve bahçecilik faaliyetlerinde bulunmak üzere yağmur suyu hasadı ve mevsimsel sel sularını toplama sistemi gibi Türkiye’nin daha iyi olduğu bazı alanlar olduğunu düşünüyoruz. 

Üstelik Türkiye’nin Etiyopya’da tekstil ve inşaat gibi sektörlerde çeşitli yatırımları da bulunmaktadır. 

Su sektörü ise dikkate alınması gereken bir başka önemli sektördür ve ülkeleri miz arasında bilgi alışverişinde bulunulmasının ve potansiyel ortaklıkların keşfedilmesinin, iki ülkenin tarihi ilişkileri açısından etkili olabileceğine inanıyorum. Buna ek olarak, tekstil ve inşaat faaliyetlerindeki ilişkilerimiz 
Etiyopya için tatmin edici boyutlardadır. Etiyopya’nın en büyük sanayilerinden olan çimento fabrikasının yapımında çalışan Türk şirketlerinden biri ile tanışma fırsatım oldu ve bu durumun ilişkilerimize olumlu yönde katkısı olduğu gibi tarihi ve dini yerlerin bakımı konusunda da Türkiye Etiyopya ile oldukça olumlu ilişkilere imza atmıştır. Aynı zamanda Etiyopya’da birçok Türk ve Necaşi Türk Okulu da bulunmaktadır. Dolayısıyla tüm bu gelişmeler, Türk ve Etiyopya halkı ile hükümetleri arasındaki ilişkilerin tarihi temelini oluşturmaktadır. 

ORSAM: Çok teşekkür ederiz 

...


ICID BAŞKAN YARDIMCISI DR. HÜSEYİN GÜNDOĞDU: “ TÜRKİYE ICID İLE BİRLİKTE BİR KEZ DAHA DÜNYA’DA İLK KEZ YAPILACAK BİR FAALİYETE İMZA ATACAKTIR. BU SEFER TARIMSAL SULAMA KONUSUNDA DÜNYA’DA İLK DEFA GERÇEKLEŞTİRİLECEK ” 


16 Kasım 2012 

* Bu röportaj, ORSAM Su Programı Uzmanlarından - Dr. Tuğba Evrim Maden tarafından, 18 Ekim 2012 tarihinde İstanbul’da düzenlenen EURO INBO 2012 Su Çerçeve Direktifinin Uygulanması Üzerine 10. Avrupa Konferansı’nda gerçekleştirilmiştir.

ORSAM Su Araştırmaları Programı 

İstanbul’da, 17-19 Ekim 2012 tarihleri arasında düzenlenen EURO INBO 2012 Su Çerçeve Direktifinin Uygulanması Üzerine 10. Avrupa Konferansı’nda ICID Başkan Yardımcısı Dr. Hüseyin Gündoğdu ile ICID ve önemi, Türkiye’de sulama ve modern sulama teknikleriyle ilgili bir söyleşi gerçekleştirmiştir. 

Dr. Hüseyin Gündoğdu “Türkiye ICID ile birlikte bir kez daha Dünya’da ilk kez yapılacak bir faaliyete imza atacaktır. Bu sefer Tarımsal Sulama konusunda Dünya’da ilk defa gerçekleştirilecek Birinci Dünya Sulama Forumunu Mardin’de gerçekleştirecektir. Ben hepinizi gelecek yıl gerçekleştirilecek foruma davet ediyorum. Çünkü sulama çok önemli, bugün dünyada biliyorsunuz su kaynaklarımızın %70’i tarımsal sulamada kullanılıyor.” 

ORSAM: Öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz? 

Hüseyin GÜNDOĞDU

Devlet Su İşleri 2.Bölge Müdürlüğü, Planlama Şube Müdürlüğü’nde Ziraat Yüksek Mühendisi olarak çalışıyorum. 25 yıllık çalışma hayatımda su konusuyla ilgili olarak değişik kurum ve kuruluşlarda görev aldım. Bunların başında da DSİ-Devlet Su İşleri gelmektedir. Ayrıca, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü Araştırma 
Enstitüleri, İl Müdürlükleri ile özel sektörde de çalıştım, danışmanlık yaptım ve 25 yıl sonunda da ICID (International Commission on IrrigationandDrainage - Uluslararası Sulama ve Drenaj Komisyonu) Başkan Yardımcılığı’na seçildim. 

ORSAM: CID‘den bahsedebilir misiniz? Ne zaman kurulmuştur? 

Hüseyin GÜNDOĞDU: 
ICID, 1950 yılında kurulmuş bir sivil toplum kuruluşudur ancak genelde çalıştığı ülkelerde su ile ilgili devlet kuruluşlarıyla çalışmaktadır. Dünyada 110 ülke bu kuruluşa üyedir. Her ülkenin bu kuruluşla ilgili bir ulusal komisyonu, komitesi  vardır ki bu görevi de bizim ülkemizde Devlet Su İşleri (DSİ) üstlenmiştir. Başka bir ülkelerde de, DSİ benzeri organizasyonlar ICID‘nin üyesidir. Kuruluşun merkezi Hindistan’dadır. 

Daha çok sulama ve drenaj konularında teknik bilimsel çalışmalar yapan, sulamanın etkin ve etkili yapılmasına olanak veren teknikler üzerinde çalışan, suyun iyileştirilmesi, su kullanım randımanının artırılması için çalışmalar yapan ve bu konudaki gelişmeleri dünyaya yayan teknik bir STK’dır. Belirttiğim gibi bu kuruluşa üye olan organizasyonlar genelde ülkelerin kamu kuruluşlarıdır, ancak  bu sene Avustralya’da yapılan bir toplantıda, ICID daha fazla kişiye, kurum ve kuruluşlara yayılmaya çalışmaktadır, bu yüzden de özel sektör ile bireysel olarak kişilerin de kuruluşa üye olmasına olanak verecek yeni kararlar almıştır. 

Türkiye, ICID’ye 1954 yılında üye olmuştur. Dönem dönem ICID ile ilişkisinde kopukluklar meydana gelmiştir. Bilindiği gibi DSİ de 1954 yılında kurulmuştur. DSİ_ICID ilişkilerinde durgun bir dönem yaşansa da, yaklaşık son 8-10 yıldır Türkiye, DSİ olarak bu kurumu yeniden önemsemeye ve bunların kendi çatısı altındaki çalışma guruplarına, teknik eğitimlerine uzmanlar göndermeye başlamış  tır. Türkiye, artık 60 yıldır edindiği sulama tecrübesini uluslararası organizasyonlara taşımayı hedeflemektedir. Artık sulama veya su politikalarında, karar merciinde olmak isteyen bir ülke durumundadır. O yüzden, Türkiye’nin bu çalışma kurumlarını desteklemesi yetmemiş ve yönetimde de yer almamız  gerekliliği üzerine çalışmalara başlamıştır. Bu doğrultuda da seçimlere katılmıştır.    
Söz konusu seçimlerde her yıl 3 kişi seçiliyor fakat bu sene 6 aday başkan yardımcılığı yarışına katılmıştır. Bu süreçte, Türkiye’ye ICID’den bir teklif gelmiştir. Çünkü Türkiye’nin forumlarda edindiği tecrübe söz konusudur özellikle 
de Türkiye’nin 2009 yılında düzenlediği Dünya Su Formu çok önemli bir tecrübedir. 
ICID de yaptığı işleri teknik boyutundan çıkartıp, tüm dünyayı ve farklı kesimleri kucaklayan bir aktivite içine girmek istemektedir. Bu amaçla, ICID sadece bilim adamları değil de çiftçiyi, sulamayla ilgili özel sektördeki karar mercilerini bir araya getiren, ondan sonra da her üç senede bir düzenlenecek bir sulama 
forumu yapmaya karar vermiştir. Daha öncede belirttiğim gibi derin tecrübeleri nedeniyle Türkiye’ye bu forumun öncüsü olmasını teklif etmiştir ve Türkiye’de bu teklifi kabul etmiştir. 
Dünyanın ilk sulama forumunun önümüzdeki sene 29 Eylül-5 Ekim 2013 tarihleri arasında Mardin’de yapılması planlanmaktadır. 

ORSAM: Neden sulama forumu için Mardin seçildi, GAP nedenlerden biri midir? 

Hüseyin GÜNDOĞDU: Her sene ICID’ de Asya Bölgesel Toplantısı başlıklı bir teknik toplantı düzenlenmektedir. Bu toplantıların yapısı değiştirilip, bir foruma çevrilmiştir. ICID’ de her şey programlıdır ve düzenli bir şekilde ilerlemektedir. Programlar içerisinde üç sene öncesinden hangi aktiviteleri yapılacağı bellidir. 3 sene önce Türkiye, 8. Asya Bölgesel Toplantısı’nı Türkiye’de yapmak için 
başvurmuştur ve Mardin’de yapacağını da belirtmiştir. Bu karar kabul ediliyor ama bu toplantı önce de ifade ettiğim gibi bir foruma dönüştürülüyor ve Mardin seçimi de geçerliliğini koruyor. Neden Mardin? Tabii ki GAP birinci nedenlerde biridir, GAP’ın neden olduğu bölgesel gelişimi tüm Dünya’ya göstermek 
istiyoruz. Ayrıca, Mardin son yıllarda çok ilgi çeken birçok kültürün bir arada yaşadığı bir merkez durumundadır. 

ORSAM: ICID’nin Dünya Su Forumu’yla herhangi bir organik bağı var mı? 
Hüseyin GÜNDOĞDU: ICID, yönetimde yer almak için governorlük için başvurmuş ve önümüzdeki ay yapılacak seçimlerde bu durumu netlik kazanacaktır. Fakat ICID, Dünya 
Su Forumları’nda birçok etkinlik yapmaktadır; FAO’yla, Asya Kalkınma Bankası’yla vs. bir sürü tematik konularda çalışmalar yapmakta ve yan etkinlikler düzenlemektedir. 

ORSAM: Türkiye’de sulama ve drenajın durumu nedir? Yetkili kuruluş DSİ midir? 

Hüseyin GÜNDOĞDU: Eskiden Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü ve bu kurum da sulamadan sorumluydu. Tabi drenaj dediğimiz zaman, fazla suyun teknik olarak söz konusu alandan uzaklaştırılması anlaşılmaktadır. Sulama ve drenaj konusunda şuanda en yetkili kuruluş DSİ’dir. Tabi tarım reformu ve Tarım 
Bakanlığı’na bağlı bazı kuruluşlarda çalışmalar yapmakla birlikte teknik açıdan en yetkili kuruluş DSİ’dir. 

ORSAM: Türkiye sulama ve drenajını diğer ülkelerle kıyasladığımızda olumlu veya olumsuz açıdan ne söyleyebiliriz? 

Hüseyin GÜNDOĞDU: Tabi sulama da teknolojinin gelişmesine bağlı değişiyor. Şimdiki modern teknolojilerle yapılması hedeflenen, suyun çok daha verimli kullanılmasıdır. Türkiye, 60 yıldır sulamayı geliştiriyor, şuanda 5 milyon hektar civarında sulama alanı açtı. Daha 3-3,5 milyon hektar alanımız sulama 
yatırımlarını beklemektedir. Şu anki sulama sistemlerimiz yapıldığı yıllardaki teknolojiye göre yapılmıştır. Şimdi kapalı sisteme geçmeye çalışıyoruz, bu sisteme geçtiğimizde %30 daha fazla su tasarrufu sağlanabilecektir. 

Dolayısıyla su tasarrufu sağlayan teknolojilere yönelmemiz gerekmektedir. Türkiye’nin şu anda bütün olarak sulamalarına baktığımızda %10-12 civarında kapalı sistem vardır. Yapacak daha çok işimiz var, yüksek teknolojiyi 
kullanmamız gerekmektedir. 

ORSAM: Ülkemizde, damla sulama teşvik ediliyor, Türkiye’den belli bankalar da 
damla sulamaya destek oluyor. Damla su uygulamasıyla ilgili bir artış var mı? 

Hüseyin GÜNDOĞDU: Tabii çok artış var. Dediğim gibi yaklaşık 8-9 senedir bu oran %10’a ulaştı, bu rakam önceden %3 civarındaydı. Türkiye, 10 sene önce damlatıcıları üretmekte zorlanmaktaydı Ancak Türkiye şu anda teknolojiyi kullanarak, damlatıcı üretebilmektedir. Özel sektörümüz bu konuda müthiş bir atılım yapmıştır. Çiftçi de bilinçlenmeye başlamıştır. İklim değişikliği, kuraklık 
vb. konularda suyun önemi artmaya başladı. 

Bu bilinçlenme de çok önemlidir. Damlama sulamaya geçtiğimiz yerlerde %30’a varan su tasarrufu sağlanmaktadır. Bunlar hep yüksek teknolojinin kullanılmasıyla olmaktadır. 
Tabii ki bu da yetmemekte bu yüksek teknolojiyi akılcı kullanma mecburiyeti de suyun etkin ve etkili kullanılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Damla sulama sistemlerini yapıyorsunuz ancak akılcı kullanamıyorsanız, başarıya ulaşmazsınız. Bu yönde de DSİ’nin, Tarım Bakanlığı’nın eğitimleri vardır. 

ORSAM: Hektar başına ortalama kaç metreküp su kullanılmaktadır? 

Hüseyin GÜNDOĞDU: Şimdi şöyle hesaplayalım; bitkinin çeşidine göre su ihtiyacı   farklı olabilmektedir. Kabaca söyleyebiliriz ki, bir açık kanal sulamasında hektar başına 7-8 bin metreküp su kullanılmaktadır. Ama damlama sulamaya geçtiğimizde bu rakam 5 bin metreküpün altına düşebilmektedir. Bu rakam büyük bir tasarrufu göstermektedir. Açık 
sulamada da akılcı kullanırsanız bu oranı daha aşağı düşürebilirsiniz. Bu ortalama hektar başına en iyi 4000-5000 metreküp olabilmektedir. Ama tabi bunu pamuk bitkisi için diyorum, mısır için belki bu çok daha farklı bir rakam olabilir. Bu rakamlar bitkinin çeşidi, toprağın yapısı, o anki havanın durumuna 
göre değişebilir. Söylediklerim ortalama değerlerdir. 

ORSAM: Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı? 

Hüseyin GÜNDOĞDU: Bildiğiniz üzere Türkiye su yönetimi konularında sahip olduğu tecrübeleri, hem bölgesi hem de tüm dünya ile paylaşmak, onlara bilgi ve tecrübelerini aktarmak istemektedir. Ülkemizde başarılı bir Dünya Su Forumu düzenleyerek bunu kanıtlamıştır. Türkiye ICID ile birlikte bir kez daha Dünya’da ilk kez yapılacak bir faaliyete imza atacaktır. 
Bu sefer Tarımsal Sulama konusunda Dünya’da ilk defa gerçekleştirilecek 
Birinci Dünya Sulama Forumunu Güzide Kentimiz Mardin’de gerçekleştirecektir. Ben hepinizi gelecek yıl gerçekleştirilecek foruma davet ediyorum. Çünkü sulama çok önemli, bugün dünyada biliyorsunuz su kaynaklarımızın %70’i tarımsal sulamada kullanılıyor. 

Bu mevcut su kaynaklarının önemli bir oranına denk gelmektedir. Konu ile ilgili gelişmeler 

http://www.worldirrigationforum.org/ 
ve 
http://www.icid.org/ 

sayfasından duyurulmaktadır. 

ORSAM: Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. 

ORSAM SU ARAŞTIRMALARI PROGRAMI 49 
ORSAM SU SÖYLEŞİLERİ 2012 ORSAM 
Rapor No: 18, Ocak 2013 



***

10 Kasım 2017 Cuma

DOĞU AKDENİZ ENERJİ REKABETİ EYLÜL 2016 BÖLÜM 3

DOĞU AKDENİZ ENERJİ REKABETİ EYLÜL 2016  BÖLÜM 3


İSRAİL VE KIBRIS’IN ARTAN İNİSİYATİFİ 

MEB’lerin belirlenmesi anlamında en problemli bölgeyi Kıbrıs Adası teşkil etmektedir. KKTC’nin uluslararası arenadaki tanınırlığı tartışılmakta olduğu için GKRY, Avrupa Birliği’nin (AB) de desteğini alarak 2 Nisan 2004 tarihinde, KKTC ve Türkiye’nin uluslararası hukukta var olan haklarını yok sayarak, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere BM’ye 200 millik bir MEB ilanı gerçekleştirmiştir. 

Mısır, Lübnan ve İsrail ile MEB sınırlandırma anlaşması imzalayan GKRY’nin Lübnan ile imzaladığı anlaşma Türkiye’nin girişimleriyle Lübnan iç hukukunda henüz onaylanmamıştır. 

Ayrıca Lübnan hükümeti 2011 yılında BM Genel Sekreterliği’ne gönderdiği bir mektupta GKRY ile İsrail arasında imzalanan anlaşmanın “Lübnan’ın egemenlik ve ekonomik haklarının ihlali” ve “bölgedeki barış ve güvenliğe” bir tehdit olarak algıladığını ifade etmiştir.24 GKRY’nin Mısır ile yaptığı anlaşma da uluslararası hukuka göre sorun teşkil etmektedir. Bu anlaşmaya göre GKRY ile Mısır arasındaki MEB sınırı, Kıbrıs Adası ile Afrika sahilleri arasında tespit edilen sekiz nokta ile ana karaya sahip olan Mısır’ın haklarını törpüler şekilde eşit uzaklık çizgisi esas alınarak belirlenmiştir.25 Türkiye Mısır’ın GKRY ile yaptığı bu anlaşmayı kendi haklarının ihlali olarak görmektedir. 

MEB ilanının ardından GKRY, 26 Ocak 2007 tarihinde Kıbrıs Adası’nın güneyinde 13 adet petrol arama ruhsat sahası ilan ederek bu sahaları ihale etmiştir. 
İhale edilen sahalardan 12 numaralı sahaya ait haklar, İsrail menşeli Delek Grup ile ABD menşeli Noble Energy şirketi tarafından alınmıştır. 

Rum yönetimi bu anlaşmalarla İsrail’in asgari 12 numaralı parselini de kapsayacak şekilde 4.600 kilometrekare, Lübnan’ın 3.957 kilometrekare 
ve Mısır’ın ise 21.500 kilometrekare deniz yetki alanını sahiplenmiştir.

İsrail’in 20. yüzyılın ortalarından itibaren karadaki topraklarını hukuka aykırı şekilde genişletme uygulamaları, deniz yetki alanlarında da devam etmekte dir. İsrail ile GKRY arasında yapılan MEB anlaşması sonrasında İsrail, diğer sahildar devletlerle herhangi bir anlaşma imzalamaksızın, 12 Temmuz 2011 tarihinde MEB sınırlarını gösteren koordinat listesini BM Genel Sekreteri’ne bildirerek MEB ilanında bulunmuştur. İsrail’in kendisine ait olduğunu ileri sürdüğü MEB’in Lübnan’ın ilan ettiği MEB’in yaklaşık 9 kilometrelik kısmıyla kesişmesi, iki ülkeyi karşı karşıya getirmiştir. Ayrıca İsrail, Filistin’in bağımsızlığını tanımamakta ısrar ederek Gazze Şeridi’nin MEB’indeki Gazze Marine 1 ve 2 alanlarında tespit edilmiş olan doğalgaz yataklarını kullanabilmek için sürekli olarak Gazze’ye yönelik askerî saldırılar düzenlemektedir.27 

İsrail ile GKRY arasında 17 Aralık 2010 tarihinde imzalanan MEB anlaşması diğer sahildar devletlerle yapılan anlaşmalara göre daha büyük bir önem arz etmektedir. İsrail’in Hayfa’nın yaklaşık olarak 100 kilometre açığında bulunan Dalit, Tamar, Dolfin, Tanin, Şemşon ve en önemli hidrokarbon yataklarının bulunduğu Leviathan sahasında keşfettiği 700 milyar metreküplük doğalgaz rezervi, GKRY ile yaptığı iş birliğinde yeni bir döneme girilmesine sebep olmuştur. 

İsrail’e deniz sahalarındaki hidrokarbon kaynaklarının keşfinde en büyük katkıyı ABD menşeli Noble Energy sağlamaktadır. Şirket, 1998’den bu yana GKRY’nin 
İsrail MEB’ine komşu Afrodit sahası dâhil altı sahasında hidrokarbon keşfi gerçekleştirmiştir. Noble Energy aynı zamanda İsrail’in Aşdod’da bulunan petrol bölgesinde de %47 oranında hisse sahibidir.28 

   ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin tahminleri de dâhil olmak üzere  Doğu Akdeniz’e yönelik araştırma sonuçlarına ve Türkiye’nin elindeki verilere göre, bölgede toplam 15 trilyon metreküplük bir doğalgaz rezervi vardır. Bunun ekonomik boyutu ise 3 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. 

GKRY’nin Türkiye’nin deniz sahasındaki deniz yetki alanlarını yok sayarak MEB ilan etmesi, Türkiye’nin hidrokarbon yatakları üzerindeki arama 
ve sondaj haklarını ihlal eder niteliktedir. 

Bunun yanı sıra GKRY’nin İsrail’e arama izni verdiği 13 parselden 5’inin (1, 4, 5, 6, 7 no.lu parseller) Türkiye’nin deniz yetki alanları ile çakışması, Türkiye ile İsrail’i karşı karşıya getirmiştir. GKRY’nin İsrail’e verdiği petrol/doğalgaz arama ruhsatının Türkiye’nin deniz yetki alanlarıyla çakışması üzerine GKRY protesto edilmiş ve “Türkiye bu alanlarda yabancı şirketlerin izinsiz petrol/doğalgaz arama/sondaj faaliyetlerinde bulunmalarına, bundan önce olduğu gibi bundan sonra da hiçbir şekilde müsaade etmeyecek ve kıta sahanlığındaki hak ve menfaatlerini korumak için gerekli her türlü tedbiri alacaktır.” açıklamasında bulunulmuştur.30 

 Türkiye ve KKTC’nin tepkilerine rağmen GKRY, 2012 yılının başlarında ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin tahminleri ve Türkiye’nin elindeki verilere göre, Doğu Akdeniz’de toplam 15 trilyon metreküplük bir doğalgaz rezervi vardır. Bunun ekonomik boyutu ise 3 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. 



Kaynak: 
http://alternatifpolitika.com/site/dosyalar/arsiv/21-Ekim-2015/2.kedikli_deniz_enerji.pdf   2, 3, 9 ve 11.   parsellerde yeni ihale süreçleri başlatmıştır. 

  GKRY, Kasım 2012’de bu ikinci ihaleyi de sonuçlandırarak 2 ve 3. parselleri İtalyan ENI ve Güney Koreli KOGAS şirketleri ortaklığına, 9. parseli Fransız TOTAL, NOVATEC ve Rus GAZPROM’un yan kuruluşu olan GPB Global Resources’a, 11. parseli ise Fransız TOTAL şirketine ihale etmiştir.31 
İsrail’in bölgedeki sismik aramaları 2000 yılından sonra ciddi bir artış göstermiştir. 

İsrail deniz alanlarında faaliyet gösteren başlıca firmalar; Noble Energy, Israel Oil Company Ltd./ IOCL, Israel Petroleum Co., Pelagic Exploration Co., Avner 
Oil Ltd. ve Adira Energy Ltd.’dir. Sahada aramayı yapan ve işletecek olan ortaklığın tek başına en büyük hissedarı ABD merkezli Noble Energy şirketi olmakla birlikte, sermayedarlar arasında İsrail şirketleri de önemli pay sahibidirler. ABD’nin Jeolojik Araştırmalar Merkezi, Mart 2010’da Leviathan bölgesinde 1,7 milyar varil petrol ve 122 trilyon kübik feet gaz bulunduğuna ilişkin tahminlerini açıklamıştır.32 İsrail ve İsrail’in izni ile ABD’nin bölgede rezerv aradığı hidrokarbon yatakları üzerinde, özellikle Tamar bölgesinde, Rusya da doğalgaz araması yapmak için girişimde bulunmuştur. 

Rusya 26 Şubat 2013 tarihinde Tamar sahasında üretilecek olan doğalgazı sıvılaştırılmış olarak Asya pazarına satmak üzere İsrail’le bir anlaşma yapmıştır.33 
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, GKRY’ye yaptığı resmî ziyaret sonrasında 16 Şubat 2012 tarihinde bir Savunma ve İşbirliği Anlaşması imzalamıştır.34 
Bölgede var olan enerji kaynaklarının çıkarılıp pazara ulaştırılması en önemli konudur. Bu bağlamda, çıkarılan petrol ve doğalgazın pazara ulaştırılması için düşünülen alternatifler arasında en az maliyetli ve en güvenilir güzergâhın Türkiye üzerinden geçtiği görülmektedir. 

Bu arzın Avrupa’ya ulaştırılması konusunda Türkiye ile İsrail arasında yakınlaşma kaçınılmaz hale gelmiş ve 2013 yılından itibaren başlayan gizli görüşmeler 2016’da anlaşma ile sona ermiştir. Arzın pazara ulaştırılması için üç muhtemel yol bulunmaktadır: 

1. GKRY ile Yunanistan arasında bir boru hattı kurulması. Fakat hem mesafenin fazla olması maliyeti yükseltmekte hem de deniz tabanının boru hattı 
döşemeye uygun olmaması bu alternatifi ortadan kaldırmaktadır. 

2. Bölgeden çıkarılacak olan doğalgazın İsrail üzerinden Arap Gazı Boru hattı ile taşınması. Bu alternatif de mesafenin fazla olması ve bölgede devam 
eden çatışmalar sebebiyle ciddi riskler barındırmaktadır. Boru hattının 270 kilometre olması ve 2011’den bu yana Suriye’de devam eden iç savaş, 
arzın pazara ulaştırılmasında ciddi bir güvenlik problemi olarak ortaya çıkmaktadır. 

3. Bölgeden çıkarılacak olan doğalgazın Türkiye üerinden geçecek bir boru hattı ile taşınması. Ortalama denizde 100 kilometre uzunluğu ile en kısa 
ve rasyonel olarak en ekonomik hat Türkiye üzerinden geçmektedir. İster Suriye-Ürdün kıyı çizgisine paralel uzatılsın isterse Kuzey Kıbrıs üzerinden 
geçirilsin nihai kavşak noktasının Türkiye olduğu görülmektedir.

Burada üzerinde durulması gerek bir diğer önemli konu da son dönemde Rusya’nın İsrail ile olan yakınlaşma çabalarıdır. Bunun en büyük sebebi 
ise 2007’den beri AB’nin doğalgaz ithalatının %45’ini karşılayan Rusya’nın AB üzerindeki bu tekelini kaybetmek istememesidir. AB ise Rusya’ya olan 
enerji bağımlılığını en aza indirmek için yeni alternatif yollar aramaktadır. Enerji ihtiyacının %22’sini Rusya’dan karşılayan AB’nin diğer tedarikçileri 
ise Norveç ve Cezayir’dir. AB, Doğu Akdeniz’den gelecek olan doğalgaz ile enerji bağımlılığını asgari düzeye indirmeyi hedeflemektedir. 

OLASI SENARYOLAR 

Doğu Akdeniz’deki yeni zenginlikler bölgedeki ilişkilerin doğasını temelden etkileyecek bir potansiyele sahip görünmektedir. Bu kaynaklara 
kıyıdaş çok sayıda ülke bulunmasına rağmen İsrail’in ön planda olması kuşkusuz bölgedeki jeopolitik dengelerde İsrail’in elini güçlendiren bir 
sonuç doğurabilecektir. Zira enerji konusunda artan inisiyatifi İsrail’in gelirlerini arttıracağından Batılı ülkelere olan bağımlılığı azalacak, 
bu durum da barış sürecini devam ettirmesi yönündeki baskılara karşı direncini yükseltecektir. 



Bununla eş zamanlı olarak Türkiye ile yakınlaşma ve imzalanan yeni enerji nakil anlaşmaları, Doğu Akdeniz’de yeni bir güç denklemi ortaya 
çıkaracağından bu durum Batılı ülkelerin de dolaylı biçimde desteğini alacaktır. Böylesi bir bölgesel biçimleniş İsrail ile birlikte Türkiye’nin de 
Ortadoğu’daki ilişkilerini dönüştürme potansiyeline sahiptir. Türk-İsrail yakınlaşması Batılı ülkelerin bölgesel yaklaşımlarında ellerini biraz 
daha kolaylaştıracağı için, ortaya dolaylı yoldan Ankara’nın masadaki özgül ağırlığını azaltan bir sonuç çıkabilecektir. 

Öte yandan GKRY’nin benzer şekilde potansiyel zenginler arasında bulunması, Kıbrıs’taki barış pazarlıklarında Rumların elini güçlendireceğinden 
Türkiye’nin adadaki politikalarında ciddi bir baskıyla karşılaşması büyük olasılık olarak görünmektedir. AB’nin siyasi desteğini hep yanında 
bulan Rumların yeni gelen bu ekonomik imkânla Türkiye ve KKTC karşısında kendi tezlerini dayatma siyasetleri de pekişecektir. 



Kaynak: http://alternatifpolitika.com/site/dosyalar/arsiv/21-Ekim-2015/2. 
kedikli_deniz_enerji.pdf


Bölge ülkelerinin olduğu kadar, Türkiye üzerinden petrol ve doğalgazını pazarlayan Irak, Azerbaycan, Türkmenistan ve hatta Rusya gibi ülkelerin de 
Doğu Akdeniz’deki gelişmelere karşı fazlasıyla duyarlı olacağı açıktır. 

KKTC’nin TPAO’ya Verdiği Ruhsatlar 
Türkiye’nin TPAO’ya Verdiği Ruhsatlar 
Yunanistan’ın İlan Ettiği Ruhsat Sahaları 
GKRY Ruhsat Sahaları 

Her şeyden önce, Ceyhan Limanı’ndan dünyaya açılan Kafkas ve Kerkük petrolleri için Doğu Akdeniz çok daha hassas bir güzergâh durumuna gelmiştir. 
Bölgedeki herhangi bir gelişme, söz konusu ülkelerde farklı arayışları beraberinde getirebilir. 

Yine, Rusya’nın en önemli müttefiki durumundaki Suriye, aynı bölgede ve söz konusu kaynaklara hemen sınır komşusu olduğundan, buradaki 
iç savaşın sonucu Doğu Akdeniz’deki enerji güvenliği için çok daha önemli hale gelmiştir. Üstelik bu yeni durum, Rusya’nın bu bölgedeki askerî varlığını 
da doğrudan ilgilendirmektedir. Merkezde İsrail’in olduğu yeni bir enerji koridorunun ortaya çıkıyor olması, bu ülkeye yönelik tehditlerini 
Lübnan üzerinden sürdüren İran açısından da kabul edilebilir bir durum olmayacaktır. Lübnan’ın deniz üzerindeki haklarını savunma adına 
ortaya atılacak olan yeni tartışmalar, Beyrut’taki egemenliğini kullanma konusunda Tahran yönetimine yeni manevra alanları kazandıracaktır. 
Bu tartışmalar sürecinde Türkiye ile İran’ın karşı karşıya kalacağı yeni gerilimler oluşabilir. Bütün bölgesel denklemin yeniden kurulduğu böylesi 
bir dönemde, Batılı ülkeler açısından Libya’dan başlayıp Irak’a kadar devam eden istikrarsız kuşak üzerindeki operasyonlar, çok daha hayati bir hal almıştır. 
Sınır değişiklikleri ile ilgili tüm senaryolar yeniden masaya yatırılırken, her aktör kendi hesabını bir daha gözden geçirecektir. 

Bu süreçte Türkiye-AB ilişkileri ve Türkiye-Rusya ilişkileri de oldukça dinamik bir döneme girmiştir. Güney Akım ve TANAP ardından bir de Doğu Akdeniz 
gazının Türkiye üzerinden Avrupa pazarına taşınması ihtimali, iki taraf arasındaki bağımlılık ilişkilerinde yeni bir sayfa açmaya aday görünmektedir. 

SONUÇ 

2000’li yılların ortasından itibaren varlığı ortaya çıkan Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yatakları bölgenin stratejik önemini artırmakla kalmamış, kıyıdaş ülkeler arasındaki ilişkilerin doğasını da değiştirmeye başlamıştır. 

Dünya doğalgaz arzında yeni bir tedarik kaynağı ortaya çıkarken, mevcut kaynakların pazar paylarını etkileyen bu gelişmeyle birlikte Ortadoğu 
barışından Türkiye-Avrupa ilişkilerine kadar birçok konu yeni dinamikler üzerinden okunmaya başlanmıştır. Ortaya çıkan bu yeni yer altı zenginliğinin 
en önemli sonuçlarından biri, bölgede işgalci kimliği ile barışın en önemli engeli durumundaki İsrail’in doğalgaz zengini bir ülkeye dönüşecek olmasıdır. 
1948’den itibaren işgal ettiği Filistin toprakları üzerindeki hâkimiyeti halen tartışmalı olan İsrail’in kendisine bu kez deniz üzerinde yeni bir hâkimiyet 
ve nüfuz alanı açmaya çalışması, önümüzdeki dönemin en önemli konularından olmayı sürdürecektir. 




Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yataklarının en azından bir bölümünün Gazze kıta sahanlığına denk gelmesi, işgalci rejimin Gazze üzerindeki deniz 
ablukasını da gündeme taşımaktadır. 

Bugüne kadar Gazze’ye yönelik deniz ablukasını kendisinin güvenlik kaygıları üzerine inşa ettiğini kaydeden İsrail’in, mevcut söyleminden 
farklı motivasyonlara sahip olduğu anlaşılmaktadır. Milyarlarca metreküplük Gazze doğalgazının İsrail tekeline mahkûm edilmesi, bölgenin 
sadece hukuki statüsünü değil, aynı zamanda insani durumunu da uluslararası gündemin üst sıralarında tutmaya devam edecektir. 
Zira kendi sahip olduğu zenginliklerinden yararlanmasına izin verilmeyen Filistin halkı için Filistin meselesi çok daha karmaşık hale gelecektir. 
Uluslararası hukuk açısından Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yataklarının hangi ülkelere ait olduğu ile ilgili tartışmalar daha uzun süre devam 
edecek gibi görünmektedir. Bu tartışmalar içinde Türkiye’nin oynayacağı rol, bu enerji kaynaklarını uluslararası pazarlara açmanın ötesinde bölge 
barışı için kullanılmasını da sağlamak olmalıdır. Özellikle Gazze’ye ait olduğu düşünülen kaynakların çıkarılması ve taşınmasında Türkiye, gazın sahiplerinden 
biri olan Filistinlilerin de söz sahibi olduğu bir mekanizmayı oluşturma gayreti içerisinde olmalıdır.

2000’li yılların ortasından itibaren tespit edilen Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yatakları bölgenin stratejik önemini artırmakla kalmamış, kıyıdaş ülkeler 
arasındaki ilişkilerin doğasını da değiştirmeye başlamıştır. Dünya, doğalgaz arzında yeni bir tedarik kaynağına ulaşılırken, mevcut kaynakların pazar paylarını 
etkileyen bu gelişmeyle birlikte Ortadoğu barışından Türkiye- Avrupa ilişkilerine kadar birçok konu yeni dinamikler üzerinden tekrar okunmaya başlanmıştır. 



Ortaya çıkan bu yeni yer altı zenginliğinin en önemli etkilerinden biri, bölgede işgalci kimliği ile barışın önündeki en büyük engel durumundaki İsrail’in doğalgaz zengini bir ülkeye dönüşecek olmasıdır. 


SON NOTLAR ;

1 Muhittin Ziya Gözler, “Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar”, 
   http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2014/12/17/7927/dogu-akdenizde-paylasilamayan-kaynaklar 
2 World Petroleum Resources Project, Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Levant Basin Province, Eastern Mediterranean, 
   Mart 2010, http://pubs.usgs.gov/fs/2010/3027/ 
3 Cihat Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilgi Strateji, Cilt 4, Sayı 6, 2012, s. 11. 
4 http://www.sonsayfa.com/Haberler/Ekonomi/Dogu-Akdenizde-servet-yatiyor-204685.html 
5 F. Taşdemir, Kıbrıs Adası Açıklarında Petrol ve Doğalgaz Arama Faaliyetleri Kapsamında Ortaya Çıkan Krizin Hukuki, Ekonomik ve Siyasi Boyutları, 
   Ankara Strateji Enstitüsü, 2012, s. 42. 
6 Umut Kedikli, “Taşkın Deniz, Enerji Kaynakları Mücadelesinde Doğu Akdeniz Havzası ve Deniz Yetki Alanları”, Alternatif Politika, Cilt 7, 
   Sayı 3, Ekim 2015, s. 403. 
7 http://www.globalresearch.ca/war-and-natural-gas-the-israeli-invasion-and-gaza-s-offshore-gas-fields/11680 
8 BG Group, “Where We Work: Areas of Palestinian Authority”, http://www.bggroup.com/databook/2014/26/where-we-work/areas-of-pa/ 
9 “The National Recovery and Reconstruction Plan for Gaza,” October 2014, 
   http://www.mfa.gov.eg/gazaconference/documents/final-Gaza%20ERP%20report%20ENG30092014.pdf 
10 “Arafat says natural gas field great hop efor Palestinian economy,” Associated Press, September 27, 2000, 
    http://www.thedossier.info/articles/ap_arafat-says-natural-gas-field-great-hope-for-palestinian-economy.pdf 
11 Steve Hawkes, Sonia Verma, “BG Group at center of Steve Hawkes and Sonia Verma”, “BG Group at centre of $4bn deal to supply 
    Gaza gas to Israel,” The Times, 23 May 2007, 
    http://www.thetimes.co.uk/tto/business/industries/naturalresources/article2180799.ece 
12 Simon Henderson, “Natural Gas in the Palestinian Authority: The Potential of the Gaza Marine Offshore Field”, 
     http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/natural-gas-in-the-palestinian-authority-the-potential-of-the-gaza-marine-o 
13 6 Office of the Quartet Representative Tony Blair, “Initiative for the Palestinian Economy-Summary Overview,” March 2014, 
    http://blair.3cdn.net/a0302ab9e588825b29_1bm6yhjay.pdf, p. 36. 
14 Eran Azran, “Palestinian Become First Customer of Israel’s Leviathan Gas Field”, 
    http://www.haaretz.com/israel-news/business/1.567216 
15 Haziran 2013’te Mısır’da Mursi hükümetine yapılan darbeden bu yana Katar, ithal edilen dizel yakıtın çoğunun ana tedarikçisi konumundadır, 
    bk. Simon Henderson, “Natural Gas in the Palestinian Authority: The Potential of the Gaza Marine Offshore Field,” The German Marshall 
    Fund of the United States, March 2014, 
    http://www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/opeds/Henderson20140301-GermanMarshallFund.pdf (20 Temmuz 2016). 
16 “Water and energy Crisis in Gaza: Seeking a multi-stakeholder partnership for solutionz,” UNICEF, May 16, 2014, 
    http://www.unicef.org/oPt/Outcome_document_on_Water_and_Energy_in_Gaza_-_16_ May_2014.pdf (20 Temmuz 2016). 
17 Buna benzer olarak mülteci kamplarında birçok özel durum vardır. Mülteci kamplarındaki pek çok kişi elektrik hizmetinin karşılığını ödemeyi 
    reddetmektedir. Interview with Hani Jhosheh, the Jerusalem District Electricity Company, Jerusalem, June 24, 2014. 
18 Su konusunun çözümünde fırsatlar ve su paylaşımları hakkında daha fazla bilgi için; David B. Brooks and Julie Trottier, An Agreement to 
    Share Water Between Israelis and Palestinians: The FoEME Proposal, EcoPeace/Friends of the Earth Middle East (March 2010), 
    http://foeme.org/uploads/13411307571~%5E$%5E~Water_Agreement_FINAL.pdf 
19 İbrahim Kaya, Uluslararası Hukukta Temel Belgeler, Ankara: Seçkin Yay., 2015, s. 296. 
20 Kaya, s. 310. 
21 Sertaç Hami Başeren, Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Yayınları, No. 31, İstanbul, 2010, s. 2; Başeren, 
     “Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı”, Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi, 8 (14), Ocak 2010, ss. 132-133. 
22 No. 216, 21 Eylül 2011 Türkiye-KKTC Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Dışişleri Bakanlığı Basın Açıklaması, 
     http://www.mfa.gov.tr/no_-216_-21-eylul-2011-turkiye-_-kktc-kita-sahanligi-sinirlandirma-anlasmasi-imzalanmasina-iliskin-disisleri-bakanligi-basin-ac_.tr.mfa 
23 Taşdemir, s. 36 
24 G. Lakes, “Lübnan: Bir Hidrokarbon Sektörü Oluşturmaya Yönelik Çabalar,”, Kıbrıs Deniz Hidrokarbonları. Bölgesel Siyaset ve Servet Dağılımı, 
    (ed. A. Gürel, H. Faustmann ve G. M. Reichberg) Rapor 2012/1, ss. 1-96. 
25 Ş. Kaya, “Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’in Hukuki Statüsü ve Türkiye Cumhuriyeti için Stratejik Önemi,” Stratejik 
    Araştırmalar Dergisi, Yıl 5, Sayı 9, 2007, ss. 19-55. 
26 C. Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilgesam, 4 (6), 2012, ss. 1-70, 28. 
27 Agreement between the Republic of Cyprus and the Arab Republic of Egypt on the Delimitation of the Exclusive Economic Zone, 17 February 2003, 
     http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/TREATIES/EGY-CYP2003EZ.pdf; Delimitation Agreement Cyprus-Lebanon EEZ, January 
     17, 2007; Delimitation Agreement Cyprus-Israel, December 17, 2010. 
28 Simon Henderson, “Energy Discoveries in the Eastern Mediterranean: Source of Cooperation or Fuel Tension? The Case of Israel”, The Washington Institute, 
     http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/energy-discoveries-in-the-eastern-mediterranean-source-for-cooperation-or-f (30 Haziran 2016). 
29 Taşdemir, s. 41. 
30 http://www.mfa.gov.tr/no_-43_-15-subat-2012_-gkry_nin-actigi-ikinci-uluslararasi-hidrokarbon-arama-ihalesi.tr.mfa 
31 Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, s. 32. 
32 Charles Levinson&Guy Chazan, “Big Gas Find Sparks a Frenzy in Israel”, Wall Street Journal, 30 Aralık 2010, 
     http://www.wsj.com/articles/SB10001424052970204204004576049842786766586 
33 http://www.globes.co.il/en/article-russia-wants-share-in-israeli-gas-1001119921 
34 Taşdemir, Kıbrıs Adası Açıklarında..... 
35 Umut Kedikli, Taşkın Deniz, “Enerji Kaynakları Mücadelesinde Doğu Akdeniz Havzası ve Deniz Yetki Alanları”, Alternatif Politika, Cilt 7, Sayı 3, Ekim 2015, s. 413.


www.insamer.com 
info@insamer.com 
Karagümrük Mh. Kaleboyu Cd. 
Muhtar Muhittin Sk.No:6 PK.34091 
Fatih / İstanbul - TÜRKİYE 
Araştırma 23 Ortadoğu 
Ortadoğu Eylül 2016 Doğu Akdeniz Enerji Rekabeti 
©İNSAMER 2016 

Bu yayının bütün hakları İNSAMER İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’ne aittir. İNSAMER’in izni olmaksızın yayının metni herhangi bir formda 
yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve dağıtımı yapılamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 
Hazırlayan: Merve Aksoy 
Genel Yayın Yönetmeni: Dr. Ahmet Emin Dağ 
Editör: Ümmühan Özkan 
Web Editörü: Mervenur Lüleci Karadere 
Nuhun Gemisi 
Sayfa Tasarım: Fatih Hacıoğlu 
Baskı: Pelikan Basım 
Maltepe Mh. Gümüşsuyu Cd. 
Odin İş Merkezi No. 1/28 Topkapı-İSTANBUL 
www.insamer.com 
info@insamer.com


***

DOĞU AKDENİZ ENERJİ REKABETİ EYLÜL 2016 BÖLÜM 2

DOĞU AKDENİZ ENERJİ REKABETİ EYLÜL 2016  BÖLÜM 2



2007’nin sonlarına doğru, Ehud Olmert’in başbakan olduğu dönemde, taraflar, British Gas ve İsrail’in sahada bulunan gazın Gazze Marine’den 
denizaltı boru hattı ile Aşkelon’a aktarılması konusunda vardıkları anlaşma çerçevesinde yakınlaşmışlardır. İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırılarının 
artması ve İsrail’le başlattığı görüşmelerin sürekli sekteye uğrayarak başarısızlıkla sonuçlanması üzerine British Gas İsrail’le yaptığı müzakerelerden 2007’de çekilmiş, ertesi yıl da İsrail’deki ofisini kapatmıştır. 


2013 yılında ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Filistin ekonomisini canlandırmak için 4 milyar dolarlık bir yardım planı önermiş, İsrail de Gazze 
Marine’in geliştirilmesi için destekte bulunmuştur. Gazze Marine’e yapılan bu yardımla Filistin ekonomisinin dışa bağımlılığının azalacağını 
öne süren ABD, aslında Filistin’in İsrail’e ekonomik anlamda daha fazla bağımlı hale gelmesini hedeflemiştir. 

Zira bu planla Gazze Marine sadece İsrail’in enerji güvenliğine katkı sağlayacak ayrıca İsrail-Filistin arasındaki dengesiz barışı da finanse edecektir. 
Bu sebepten dolayı 2013-2014 barış müzakereleri devam ederken Gazze Marine’in geliştirilmesi konusu da tartışılmış, fakat Nisan 2014’te görüşmeler bozulmadan önce, üzerinde uzlaşılan herhangi bir anlaşma olmamıştır. 

Filistinliler için enerji konusunda yapılacak iş birliği dönüştürücü etkiye sahip olabilir. Zira İsrail’in gaspının önlenmesi halinde, sadece Gazze 
Marine’in devlete 2,5-7 milyar dolar arası bir kazanç sağlayacağı tahmin edilmektedir. Bu rezervin geliştirilmesi ile elektrik üretimi için gerekli 
iç yakıt, Gazze bölgesinde deniz suyunun temiz suya dönüştürülmesi için yeterli enerji ve tarımsal ilerlemenin hızlanması için ihtiyaç duyulan 
katkı sağlanmış olacaktır. Dolayısıyla bu durumun Gazze ekonomisine katkısının olumlu olacağı aşikârdır.12 

FİLİSTİN TOPRAKLARINDA ELEKTRİK ENERJİSİ 

Filistin, enerji konusunda iki ana sorunla karşı karşıyadır: İlk olarak hem elektrik üretimi (planlama ve fiyatlandırma) hem de Filistin 
Otoritesi altındaki topraklarda insan ve emtia akışının sağlanması noktasında İsrail’in baskı ve yıldırma politikalarına maruz kalmaktadır. 
İkinci olarak ise, Filistinli elektrik üreticileri hak edilenden az ödeme alma, yanlış faturalandırma hatta elektrik hırsızlığından muzdariptir. 

Bütün bu olumsuzluklar Filistinli şirketlerin ana tedarikçileri olan Israel Electrical Corporation’a borçlanmalarına sebep olmaktadır. 

Ortadoğu’daki birçok ülkede olduğu gibi Filistin’de de enerji sisteminin karşı karşıya olduğu en büyük problem, finansal sorunların üstesinden gelmede yetersiz kalınmasıdır. Filistin Otoritesi enerji sistemi üzerinde hâkimiyetinin olmamasından kaynaklanan temel bazı sorunlarla karşı karşıyadır. 

Filistinliler elektrik konusunda hem Batı Şeria’da hem de Gazze Şeridi’nde neredeyse tamamen İsrailli tedarikçilere bağımlıdır. İsrail 
ve Filistin arasında yapılan Oslo Anlaşması’na göre, Filistin Otoritesi Batı Şeria ve Gazze Şeridi ile bitişik bölgeler olan A ve B bölgelerinde 
tam kontrole sahiptir. Ancak İsrail’in tam kontrolü altındaki C bölgesininki bu bölge A ve B bölgelerini kuşatmış durumdadır - altyapısının 
ihtiyaç duyduğu üretimin çoğu İsrail’in iş birliğine dayanmaktadır. 

Nüfustaki artışa paralel olarak artan enerji ihtiyacının karşılanmasının yanı sıra enerjiye ulaşımda istikrarın sağlanması da gittikçe önem 
arz eden bir konu olmaya başlamıştır. Hâlihazırda elektrik üretiminin olmadığı Batı Şeria’nın ihtiyaç duyduğu enerji İsrail ve Ürdün’den 
temin edilmektedir. Mevcut durumda Batı Şeria’da her yıl 860 megawatts (MW) elektrik tüketimi olduğu tahmin edilmektedir. Bu miktarın 
2020 yılına kadar 1310 MW’a çıkması beklenmektedir. Gazze Şeridi’ndeki durum ise oldukça vahimdir. Zira yıllık 410 MW’a yakın elektrik 
enerjisine ihtiyaç duyan Gazze Şeridi’ne yılda sadece 201 MW’a yakın bir miktar elektrik verilmektedir. 2020’ye kadar bu talebin Gazze’de 
de 1310 MW’a yükseleceği tahmin edilmektedir.13 

Filistin Otoritesi yakın bir tarihte Batı Şeria’nın iki tarafında İsrail’e bağımlılığı azaltacak olan elektrik üretimi için yeni kombine çevrim 
gaz türbini projesini geliştirmiştir. Mevcut planlara göre Batı Şeria’nın kuzeyinde bulunan Cenin şehrinde maliyeti yaklaşık olarak 500 milyon 
doları bulan 400 MW’lık bir enerji santrali kurulması öngörülmektedir. Batı Şeria’nın güneyinde bulunan el-Halil’de ise daha gelişmiş bir 
santralin kurulumu düşünülmektedir. Ocak 2014’te The Palestinian Power Generation Company/PPGC, İsrail’in kıta sahanlığında bulunan Levithan 
gaz yataklarındaki üretim başlar başlamaz 4,75 milyar kübik metre (bcm), (yaklaşık olarak 167 milyar kübik feet/bcf) gazın satın alımı anlaşmasını imzalamıştır. 

Böylece Cenin’de kurulacak olan elektrik santrali için gerekli olan doğalgaz sağlanmıştır. 20 yıl süreli olan bu anlaşma yaklaşık 1,2 milyar Amerikan 
dolarına mal olacaktır. Anlaşma ayrıca, santrali PPGC’nin işleteceğini de öngörmektedir.14 Hâlihazırda el-Halil’de kurulması planlanan tesis için ise herhangi bir enerji tedarik anlaşması imzalanmamıştır ve her iki projenin başlayabilmesi için de hem Filistin Otoritesi’nin hem de İsrail’in izin vermesi gerekmektedir. 2014 yazında, İsrail’in Filistin’e saldırmasından önce, Gazze Şeridi 2002’den itibaren işletimde olan ve sadece %50 kapasite ile 140 MW elektrik üreten gaz yakıtlı tek bir elektrik santraline sahipti. İsrail’in bölgeye düzenlediği saldırılardan sonra bu santral de düzenli hizmet veremez hale gelmiştir. Bu da Gazze’de halkın günlük ihtiyacı için gerekli elektriğe erişimini büyük ölçüde etkilemektedir. Kaldı ki tesis tam kapasite çalışsa bile Gazze halkının talebinin tamamını karşılayacak potansiyele sahip değildir. İsrail saldırılarından sonra üretimi büyük ölçüde düşen tesis, son yıllarda ancak ithal ettiği dizel yakıtı kullanarak 60 MW kapasite ile çalışabilmektedir.15 Mevcut altyapı yetersizliğinden dolayı Gazze Şeridi’ne doğalgaz tedariki de sağlanamamaktadır. 

Bu yüzden Gazze’nin enerji ihtiyacı ağırlıklı olarak İsrail ve Mısır’dan ithal edilen elektrik ile sağlanmaktadır. İsrail’den yaklaşık olarak yıllık 120 MW, Mısır’dan ise 28 MW elektrik ithal edilmektedir. Ancak bu rakam Gazze’nin elektrik toplam ihtiyacının yarısından daha azına tekabül etmektedir.16 

Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi sabit ve istikrarlı bir elektrik tedarikinden yoksundur. Ayrıca İsrail’in Gazze Şeridi’ne uyguladığı insanlık dışı ambargo da 
bu alanda yaşanan sıkıntıyı arttırmaktadır. Gazze’de sivil halk her gün 12 saatten daha fazla elektrik kesintisine maruz kalmaktadır.17 Gazze Şeridi’nde 
enerji üretiminde yaşanan sıkıntıların sebebi sadece ambargo değildir. Örneğin 2014 yılında İsrail hava kuvvetleri Filistin Otoritesine ait elektrik tesislerini vurmuştur. 

Bu da bölgede zaten mevcut olan enerji problemini daha da arttırmıştır. 
Gazze’de elektriğin yetersiz oluşu, kasıtlı olarak kesilmesi ve temiz su tedarikinin kısıtlanması, günlük yaşamın her alanını etkilemektedir. 
Bölgede temel hane halkı ihtiyaçları dışında enerjinin çok büyük bir miktarına hem kanalizasyon arıtma sisteminde hem de sağlık hizmetlerinde 
gereksinim duyulmaktadır. 

Ayrıca su tedarikinin güvenliği için de elektriğe ihtiyaç duyulmaktadır. 

Şu an hem Batı Şeria’da hem de Gazze Şeridi’nde toplam 400 milyon kübik metre suya gereksinim vardır. Batı Şeria’nın su tedariki İsrail’le ortak aküferden 
sağlanırken Gazze’de iç tedarikin büyük kısmı var olan fakat İsrail saldırıları ile devamlılığı kesintiye uğrayan aküferlerden temin edilmektedir.

DOĞU AKDENİZ VE BM DENİZ HUKUKU 

Sahildar devletin denizdeki yetki alanlarını kullanmasına yönelik olarak teamül hukukunda belirli terimler bulunmaktadır. Kara suları, bitişik bölge gibi dar deniz alanlarının dışında, devletlere diğer konularda yetkiler tanıyan kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) gibi kavramlar bunlardan başlıcalarıdır. 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne kadar yazılı olmayan ve teamül olarak uygulanan MEB, diğer maddelere göre daha büyük bir öneme sahip olup devletler arasındaki anlaşmazlıkların ve ihtilafların da başlıca kaynağıdır. 
Doğu Akdeniz Bölgesi’nde de kıta sahanlığı ve MEB kavramları konusunda ciddi uyuşmazlıklar söz konusudur. 

MEB, kara sularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz milini geçmeyecek şekilde deniz yatağı ve toprak altı canlı ve cansız doğal kaynakların 
araştırılması, işletilmesi, muhafazası ve yönetimi konuları ile; aynı şekilde sudan, akıntılardan ve rüzgârlardan enerji üretimi gibi, bölgenin ekonomik amaçlarla araştırılmasına ve işletilmesine yönelik diğer faaliyetlere ilişkin egemen hakları sahildar devlete sağlamaktadır.

19 Sahildar devletin bu haklardan yararlanabilmesi için öncelikle MEB’in belirlenmesi gerekmektedir. Belirlenme aşamasında “ilan” ve “anlaşma” olarak iki ayrı yöntem bulunmaktadır. Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre sahildar devletin, ilan ettiği MEB’i gösteren bir harita veya coğrafi koordinatlara ilişkin listeleri yayımlayarak bir nüshasını BM Genel Sekreteri nezdinde tevdi etmesi gerekmektedir.20 Sahilleri bitişik ve karşı karşıya bulunan devletler arasında MEB sınırlandırılması sorun olabilmektedir.

< MEB, kara sularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz milini geçmeyecek şekilde deniz yatağı ve toprak altı canlı ve cansız doğal kaynakların araştırılması, işletilmesi, muhafazası ve yönetimi konuları ile; aynı şekilde sudan, akıntılardan ve rüzgârlardan enerji üretimi gibi, bölgenin ekonomik amaçlarla araştırılmasına ve işletilmesine yönelik diğer faaliyetlere ilişkin egemen hakları sahildar devlete sağlamaktadır. >


TÜRK KITA SAHANLIĞI VE MUHTEMEL MEB SINIRLARI TÜRK KITA SAHANLIĞI SINIRLARI İLE ÇAKIŞAN BÖLGELER EGE DENİZİ AKDENİZ KKTC GKRY TÜRKİYE 


Bu konuyla ilgili olarak Uluslararası Adalet Divanı ilgili tüm taraflar arasında varılacak bir anlaşmayla sorunun giderilmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bununla birlikte MEB’in tek taraflı ilan edilemeyeceğine dair bir düzenleme de bulunmamaktadır. Doğu Akdeniz’e kıyısı olan sahildar devletlerin MEB’lerini ya tek taraflı ya da ikili anlaşmalar çerçevesinde ilan ettikleri görülmektedir. Türkiye MEB ilanında bulunmazkenGKRY, Suriye, Lübnan ve İsrail MEB ilanında bulunan sahildar devletler arasındadır. 

Türkiye açısından Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı/MEB sınırlandırılması üç ayrı bölgede değerlendirilmektedir: 

..Birinci bölge Türkiye, Suriye ve KKTC kıyılarının bulunduğu bölge. 
..İkinci bölge Türkiye ve KKTC kıyılarının bulunduğu bölge. 
..Üçüncü bölge ise Türkiye, Yunanistan, KKTC, GKRY ve Mısır kıyılarının bulunduğu bölge.21 

Günümüze kadar Suriye ile Türkiye arasında kıta sahanlığı ve MEB sınırlamasına dair hiçbir resmî girişim ve anlaşma olmamıştır. GKRY’nin Doğu Akdeniz’de 
sondaj çalışmalarına başlamasıyla birlikte Türkiye ile KKTC arasında 21 Eylül 2011 tarihinde Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması imzalanmıştır.22 

Bu anlaşmayla birlikte KKTC Bakanlar Kurulu, adanın kuzey ve güneyinde Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) petrol ve doğalgaz arama ve çıkarma ruhsatları vermiştir. KKTC Bakanlar Kurulu kararı ile adanın çevresinde yedi münhasır alan belirlenmiş ve bu alanlardan yedincisinde TPAO’ya petrol arama izni verilmiştir. Bakanlar Kurulu’nun verdiği ruhsat çerçevesinde TPAO’ya ait Piri Reis Gemisi, KKTC adına sismik petrol ve doğalgaz arama faaliyetlerine başlamıştır. 

Üçüncü bölge olan ve Türkiye, Yunanistan, KKTC, GKRY ve Mısır kıyılarının bulunduğu bölgede ise Türkiye’nin sayılan bu devletlerin hiçbiri ile kıta sahanlığına ilişkin herhangi bir deniz sınırlandırma anlaşması bulunmamaktadır. Bölgede Türkiye’ye en fazla sorun çıkaran ve Türkiye’nin denizdeki haklarını ihlal ederek diğer devletlerle ikili kıta saha sınırlandırması anlaşması yapan GKRY’dir. GKRY’nin gerçekleştirdiği tek taraflı fiilî uygulamalar, 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin MEB sınırlarının belirlenmesine yönelik 74. Maddesi’ne, kıta sahanlığı sınırlarını belirleyen 83. Maddesi’ne, “Yarı Kapalı Denizlere” ilişkin 122 ve 123. maddelerine, sözleşmenin uygulanmasında hakkın kötüye kullanılmamasını düzenleyen 300 ve 311. maddelerine aykırı düşmektedir.23 Yukarıda da belirtildiği gibi Doğu Akdeniz’de sahildar devletler arasında yaşanan anlaşmazlığın en temel sebebi, kapalı bir deniz olan Akdeniz’in MEB’lerinin iç içe geçmiş olmasıdır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 5

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 5



1969 LİBYA ASKERİ DARBESİ 




Şükrü ÇILDIR 
Araştırma Görevlisi / Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
ORSAM DOSYASI

1963 yılında orduya katılan Kaddafi ve arkadaşları kendilerine Hür Subaylar Hareketi adını vererek darbede rol alacak Devrim Komuta Konseyi’nin küçük bir nüvesini oluşturdular. 3 arkadaş olarak başlattıkları bu hareketi mümkün olduğunca ordu içerisinde genişletmeye çalıştılar. 
1969 yılına gelindiğinde darbe için yeterli sayıya ulaştığını düşünen Kaddafi harekete geçmek için uygun zamanı bekledi. 

Libya, Kral Seyyid İdris önderliğinde Trablusgarp, Sirenayka ve Fizan isimli üç bölgenin birleşerek 1951 yılında bağımsızlığını kazanmış, federal yapıya sahip, anayasal monarşi ile yönetilen bir krallıktı. 1 Eylül 1969 tarihine gelindiğinde 27 yaşında genç bir subay olan Muammer Kaddafi önderliğindeki silahlı kuvvetler, Libya Kralı Seyyid İdris’e karşı askeri darbe gerçekleştirmiştir. Bu yazı, Libya tarihinin en önemli kırılma anlarından biri olan 1969 darbesinin nasıl meydana geldiği, darbe sürecini tetikleyen siyasal ve toplumsal gelişmelerin neler olduğu ve darbe sonra sında Libya’da meydana gelen bazı önemli değişimleri 
analiz edecektir. 

Dünya’nın değişik coğrafyalarında meydana gelen darbe girişimleri gibi, 1969 Libya askeri darbesi de önceden meydana gelen birtakım siyasal ve toplumsal 
gelişmeler tarafından tetiklenmiştir. Bunlardan ilki, 1952 yılında yapılan parlamento seçimleridir. Bu se çimlerin en popüler partilerinden biri olan, federalizm yerine üniter devlet yapılanmasını savunan ve dolayısıyla krallık rejimi tarafından da tehdit olarak algılanan Milli Kongre Partisi, seçimlerde hile yapıldığını iddia etmişti. Bunun üzerine halk ayaklanmış, kral ve hükümete karşı geniş çaplı gösteriler düzenlenmiştir. Bu olayların ardından krallık yönetimi gösterileri yasaklamış, medyayı sansürlemiş ve siyasi partileri yasa dışı ilan ederek muhalefeti sindirmiştir. Bunun neticesinde, devlet yönetimi belli birkaç ailenin ve kabilenin kontrolüne girmiştir. 

Ayrıca Libya bağımsızlığını kazandığından itibaren yerel/federe yönetimler ile federal yönetim arasında yaşanan sorunlar da ülkeyi yönetilemez hale getirmişti. Bu yüzden, 1963 yılında krallık federal yapının yerine, tek merkezi hükümete bağlı üniterdevlet yapılanmasına geçmiştir. Ülkenin üniter yapıya kavuşması teorik olarak her ne kadar yeni kurulmuş bir devletin birliğini ve bütünlüğünü sağlayacağı, yönetimi kolaylaştıracağı ve daha işlevsel hale getireceği 
gibi beklentiler ortaya çıkarmışsa da, pratikte küçük bir grubun tekeline giren yönetim, kayırmacılık, rüşvet ve yolsuzluk gibi birtakım problemleri de beraberinde getirmiştir. 

Bunlarla birlikte krallık rejiminin dış politika uygulamaları da halkın ciddi tepkisini çekmiştir. İtalya gibi emperyalist bir güce karşı on yıllardır direnen 
Libya halkı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa ve İngiltere himayesini reddetmiş ve bağımsızlığı kazanmıştır. Bu tarihsel tecrübe Batılı ülkelere karşı halkın önyargısını beslemiş, ancak Kral İdris yönetiminin özellikle bağımsızlığın ilk on yılında Batı eğilimli bir dış politika anlayışını benimsemesine engel olama-
mıştır. Yeraltı kaynaklarından yoksun, toprakların yaklaşık %90’ının çöllerle kaplı olması, yaklaşık 1 milyonluk nüfusun büyük çoğunluğunun geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlaması gibi faktörler, Libya için Batılı ülkelerin desteğini zorunlu kılmıştır. Bu da Kral İdris yönetiminin 1950-1960 yılları arasında 
İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya ile çeşitli anlaşmalar imzalanmasına ve karşılığında ekonomik yardımlar almasına neden olmuştur. 

Bununla birlikte, Libya devlet sisteminin tesisinde Mısır model alınmıştı. Arap milliyetçiliğinin arttığı bir dönemde Mısır’dan eğitim müfredatı, kitaplar ve 
öğretmenler getirilmiş, bu ülkeye öğrenciler gönderilmiştir ve Kahire’de yayın yapan radyo ve gazetelere kolay erişim sağlanabilmekteydi. O dönemde Mısır 
Devlet Başkanı Nasır’ın portreleri en az Kralı İdris’in portreleri kadar Libya’da yaygındı. Tüm bunlar 1956 Süveyş Kanalı Krizi, 1964 Kahire’de düzenlenen Libya kralının katılmadığı liderler toplantısı ve son olarak 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında Libya kamuoyunun Mısır’ın etkisi altında kalması, mevcut yönetime karşı Libya halkının ayaklanmasına sebep olmuştur. 




Tüm bunların yanında, 1959 yılından itibaren Libya’da petrol kaynakları işlenmeye başlamış ve ülkenin petrol geliri giderek artmıştır. Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1951 yılında kişi başına düşen milli gelir 35 dolar civarındayken, 1969 yılına gelindiğinde bu rakam petrol gelirleri sayesinde 2000 dolara yükselmiştir. Libya için petrolün önemli bir gelir kaynağı olarak ortaya çıkması, Batılı ülkelere karşı bağımlılığı azaltmamış bilakis artırmıştır. Bunun da en önemli nedeni, Libya’nın petrolü işleyecek teknik kapasiteden yoksun olmasıdır. Ayrıca, petrolden elde edilen gelirler üst kademe yöneticilerin insafına bırakılarak, maalesef ülkenin iktisadi ve beşeri altyapısının geliştirilmesinde 
yeterince kullanılamamıştır. Tüm bunlara rağmen halkın refah seviyesi göreceli olarak iyileşmiş, bu da halkın siyasi beklentilerinin artmasına ve Kral İdris’in 
muhafazakâr siyaset anlayışının sorgulanmasına sebep olmuştur. Aynı zamanda toplumun zengin ve fakir kesimleri arasında artan gelir dağılımı adaletsizliği 
toplumsal tepkileri daha da körüklemiştir. Tüm bu unsurların bir araya gelerek toplumun fay hatlarında biriktirdiği enerji 1 Eylül 1969 tarihinde Libya’da siyasal 
deprem meydana getirmiş ve krallık rejiminin bir askeri darbe sonucu yıkılmasına neden olmuştur. 

Darbenin en önemli aktörü şüphesiz Muammer Kaddafi’dir. Kaddafi, Sirte şehri yakınlarında yaşayan bedevi bir ailenin çocuğu olarak 1942 yılında dünyaya 
gelmiştir. Rol modeli Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır gibi o da Arap milliyetçisi bir askerdi ve Mısır devriminden esinlenerek Libya’da da benzer 
bir devrimin olmasını savunuyordu. Kendi ifadesine göre, ortaokul yıllarından beri yakın arkadaşlarını bu uğurda gizlice örgütleyen Kaddafi, ülkenin geri kalmışlığının ve zayıflığının en önemli müsebbiplerinden birinin krallık rejimi olduğunu iddia ediyordu. Yapmayı planladıkları devrimin en iyi ve kestirme yolunun askeriyeye girmekten geçtiğine inandılar. 1963 yılında orduya katılan Kaddafi ve arkadaşları kendilerine Hür Subaylar Hareketi adını vererek darbede rol alacak Devrim Komuta Konseyi’nin küçük bir nüvesini oluşturdular. 3 arkadaş olarak başlattıkları bu hareketi mümkün olduğunca ordu içerisinde ge-
nişletmeye çalıştılar. 1969 yılına gelindiğinde darbe için yeterli sayıya ulaştığını düşünen Kaddafi harekete geçmek için uygun zamanı bekledi. 

Önce 12 Mart 1969 tarihinde darbe yapılmasıplanlanmıştı. 
Ancak bu tarih ünlü Mısırlı sanatçı Ümmü Gülsüm’ün Libya’da Filistinliler yararına vereceği konser ile çakıştı. Üst düzey kraliyet üyelerinin ve askerlerin de katılacağı bu konserin yarıda kesilerek darbe yapılması ve binlerce insanın arasında üst düzey yetkililerin tutuklanmasının halkta tepki doğurabileceği, 
etik ve insani olmayacağı gerekçesiyle darbeden vazgeçildi. Bunun ardından birkaç defa daha darbeye teşebbüs ettiler ancak çeşitli nedenlerle bunlar da 
gerçekleştirilemedi. Nihayet, 1 Eylül 1969’a gelindiğinde darbe yapmak artık zorunlu hale gelmişti. Hür Subaylar Hareketi içerisinde yer alan birçok subayın  Eylül başında İngiltere’de görevlendirileceği bilgisini alan Kaddafi ve ekibi, hemen darbe hazırlıklarına başladılar. Gerekli planları kırmızı mühürlü zarflara koyarak hareketin hücre liderlerine gönderdiler. Bu şekilde, 31 Ağustos gecesi başlayan darbe girişimi fazla direnç olmadan kolay bir şekilde sonuca ulaştı. Kral İdris her ne kadar başta İngiltere olmak üzere gücünü korumak için dış ülkelerden yardım istemişse de, bu yardımı alamadı. 

Darbecilerin lideri Muammer Kaddafi, 1 Eylül 1969 sabahında halka hitaben yaptığı açıklamada, bu darbenin Libya halkının özgür iradesi çerçevesinde, 
halkın değişim ve yenilenmeye yönelik aralıksız taleplerine bir cevap olarak gerçekleştirildiğini belirterek, silahlı kuvvetlerin gerici ve yozlaşmış krallık rejimini devirdiğini belirtti. Darbe sürecini yöneten 12 Üyeli Devrim Komuta Konseyi’nin sadece 3 üyesi Libya’nın önde gelen aile ve kabilelerine mensuptu, geri kalanlar ise toplumun alt tabakasına mensup fakir aile çocuklarındandı. 
Bu nedenle, söz konusu eylemi avam tabakasının Libya elitlerine yönelik gerçekleştirdiği bir darbe olarak da görmek mümkündür. 

Darbe gerçekleştirildikten sonra yapılacak en önemli iş, söz konusu darbenin devrim sürecine evrilmesi ve halk nezdinde meşruiyetinin sağlam zemine 
oturtulması olacaktı. Libya halkının birliğini ve bütünlüğü sağlayacak, refahını artıracak ancak en önemlisi de yeni siyasi aktörlerin devlet yönetimindeki 
gücünü tahkim edecek bir yeniden yapılanma süreci siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda başlatıldı. Ancak bu iyi niyetli girişimler kendi içinde bazı tezatlıkları 
da barındırmaktaydı. En başta Libya halkının krallık rejiminden kurtularak özgürlüğünü kazandığı ve kendi kendini yönetebileceği nin vurgulanmasına rağmen, darbe sonrası süreçte siyasi partilerin kurulması yasaklanmış, silahlı kuvvetler devlet yönetiminin en önemli aktörü haline gelmiştir. 

Bununla birlikte, mevcut devrim sürecinin başarılı olabilmesi için Krallık dönemi yapılarının tasfiye edilmesi sağlandı. Özellikle krallık üzerinde nüfuz sahibi 
olan liderlerin ve kabilelerin devlet yönetimindeki etkisi kırılarak, toplumun alt tabakasındaki küçük kabilelere mensup kişilerin güvenlik kurumlarında 
istihdamı sağlandı. Bu şekilde, Libya güvenlik güçlerinin Kaddafi yönetimine karşı sadakati teminat altına alınmaya çalışılmış ve buna bağlı olarak kendileri ne karşı girişilebilecek olası karşı darbe hamlelerine ön alınmış olundu. 

Ayrıca, Arap milliyetçiliği ve İslamcılık, devrim sürecinin ana ideolojik kalıplarını oluşturmuş, Siyonizm ve emperyalizm de tehdit olarak telakki edilmiştir. Dil 
temelli bir milliyetçilik anlayışını benimseyen Kaddafi, Arapça konuşan toplumları Arap milleti olarak tanımlamış, Arap tarihi ve kültürünü yücelten bir milliyetçilik anlayışını benimsemiştir. 

Bu çerçevede Arap milletinin geri kalmışlığını Osmanlı’nın dört asırlık hâkimiyetine, sonrasında karşılaşılan kolonyalizm ve emperyalizm sömürüsüne ve nihayet krallık döneminin baskıcı ve yozlaşmış yönetim anlayışına    bağlamıştır.  Kapitalizm ve komünizm bir paranın iki yüzü olarak kabul edilmiştir. Bu ideolojik yaklaşım dış politikanın şekillenmesine de arka plan oluşturmuş, bu çerçevede Doğu ve Batı bloğu arasında tarafsız kalma 
yolu tercih edilmiştir. Her ne kadar Batılı ülkelerle ilişkiler zaman zaman gerginleşmiş olsa da teknik, ticari ve ekonomik ilişkiler sürdürülmüştür. Ayrıca 
Filistin meselesi merkeze alınarak, esaret altındaki tüm milletlerin özgürlüklerini kazanmaları desteklenmiştir. 

Buna ek olarak, Arap birliğinin sağlanması için girişimler yapılmış, başarısız olununca da ibre Afrika birliği ve İslam birliğinin sağlanmasına dönmüştür. 
Bununla birlikte, sosyalizme ayrı bir önem verilmiş, sosyal adalet temelinde klasik Avrupa sosyalizminden farklı bir yaklaşım tercih edilmiştir. Kaddafi, İslam dininin sosyalist düşünceleri içinde barındırdığını iddia ederek, Libya sosyalizminin birçok Arap ülkelerindeki örneklerinden farklı olduğunu iddia etmiştir. 

Tüm bunların yanında darbe sonrası süreçte başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal alanlarda da ciddi iyileştirmeler sağlanmıştır. 1969 Libya darbesinin 
dikkat çekici en önemli özelliklerinden birisi darbenin halka rağmen değil, halkın rızasını alabilecek tarzda yürütülmüş olmasıdır. 


Şükrü ÇILDIR 
Araştırma Görevlisi / Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
ORSAM

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***