Yıldırım Beyazıt Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 12


ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 12


İKTİDARININ OLUŞUMU SURİYE’DE 1970 DARBESİ VE ESED 




Muhammed Hüseyin MERCAN 
Arş. Gör., Erciyes Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü 


Hafız Esed’in kurguladığı siyasi yapıda, inşa ettiği rejimin güvenliği ve sürekliliği esas unsur haline geldi. Anayasa üzerinden şekillendirdiği yeni sistem, Baas Partisi’ni toplumun ve devletin hâkim partisi haline getirirken (8. md) öte yandan da orduya geniş yetkiler tanımakta ve devlet başkanını da devletin tam sahibi haline getirmekteydi. 

1946’da kazanılan bağımsızlıktan Hafız Esed’in iktidarına kadar geçen süreçteki Suriye tarihi bir bakıma darbeler tarihi şeklinde anılabilir. 1949 yılında 
Hüsnü el-Zaim öncülüğünde gerçekleşen askeri darbe, bir yandan modern Orta Doğu tarihinde ordunun siyasete ilk toplu müdahalesi olurken, öte yandan aynı yıl içinde gerçekleşen iki darbeyle de Suriye’deki istikrarsızlık döneminin kapısını araladı. Fransız Manda yönetiminin ardından kısa bir süre demokrasi ya da bir başka deyişle sivil yönetim tecrübesi yaşayan Suriye toplumu, 1949’dan itibaren ordunun siyaseti dizayn ettiği ve devleti tüm kurumlarıyla şekillendirdiği bir ülkeye tanık olmaya başladılar. 

1950’li yılların Suriye’si, siyasi buhranlara tanık olan, anayasal tartışmaların sürekli gündemde ve iktisadi sorunların had safhada olduğu, kısacası istikrarsızlığın istikrar haline geldiği bir yapıya büründü. Ülkenin bu ortamından istifade eden Baas ideolojisine mensup sivil ve askeri kanat 8 Mart 1963 tarihinde gerçekleştirdikleri darbe ile ülke tarihin önemli kırılma noktalarından birine imza attılar. Bu darbe ülkede Baas Partisi ve ideolojisinin hâkimiyetini tesis etme yolunda büyük bir adım olsa da, ülkenin siyasi gerilim ve tartışmaları bu sefer de parti içine tevarüs ederek, darbeyi gerçekleştirenler arasında ayrılıkların baş göstermesine neden oldu. 

Uzun süredir ordu içinde etkin konumlarda yer almaya başlayan Nusayri kökenli öncü isimlerin ordudaki Sünni subayları tasfiyesiyle ordunun iç dinamikleri tamamen değişmeye başladı. Bunun sonucunda ordu içinde güçlenen Nusayri general ve subaylar Salah Cedid, Muhammed Umran ve Hafız Esed öncülüğünde 1966’da gerçekleştirdikleri parti içi darbeyle ülke yönetimine el koydular. Salah Cedid’in iktidarın başında yer aldığı ve Hafız Esed’in Milli Savunma Bakanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı olduğu bu yeni süreçte, iki isim darbe sürecinde birlikte hareket ettikleri Muhammed Umran’ı tasfiye edip, kendi aralarında iktidar çatışması içine girdiler. 

1967 Haziran’ındaki Arap-İsrail savaşında alınan büyük hezimet tüm Arap dünyasında derin bir travmaya sebep olurken, Suriye’de de bu yenilgi Salah 
Cedid iktidarını zayıflatmak arzusundaki Hafız Esed için önemli bir koz oldu. Ülkede iktidarın asıl odağı olması hasebiyle Cedid’in hezimetin birinci dereceden 
sorumlusu olduğu yönünde güçlü bir propaganda yürüten Esed, ordu içinde kendine yakın subayları etkin pozisyonlara yerleştirerek ülke siyasetindeki gücünü önemli ölçüde artırdı. Benzer şekilde Baas Partisi’nin şube yönetimlerini de ordu içindeki mevkiini kullanarak kendine yakın kişilerden oluşturmayı başaran Esed, 13 Kasım 1970 tarihinde parti içi yeni bir darbeyle Salah Cedid’i etkisiz bırakıp, ülke yönetimine el koydu. 

Bağımsızlıktan itibaren iktidarın sürekli el değiştirdiği ülkede, Esed’in öncelikli hedefi kendisi merkezli güçlü bir iktidar yapısı meydana getirmekti. Bu çerçevede iktidarının ilk dönemlerinde toplumsal meşruiyetine halel getirecek adımlardan kaçınan Esed, İsrail karşıtı söylemlerle ve Arap milliyetçiliğini ve 
birliğini yücelten ifadelerle halkı nezdinde itibarını artırmaya çalıştı. Anayasa’ya “Devlet başkanının dini İslam’dır ve İslam hukuku yasamanın ana kaynağıdır” 
(Md. 3) ibaresinin konması ya da “Suriye topraklarının Arap coğrafyasının bir parçası olduğu ve tüm Suriye halkının tam bir Arap birliğinin gerçekleşmesi 
için gayret etmesinin en büyük ödevleri olduğu” (Md. 1) şeklindeki madde, toplum nezdinde elini güçlendirecek hamleler oldu. Ayrıca ülke ekonomisinin can damarı konumundaki Sünni burjuvazi ile herhangi bir çatışma içine girmeden, Baas Partisi çatısı altında onları yanına çekmeye çalışan Esed, ülkedeki muhalif İslamcılara yönelik derinden ve sessiz bir politika izledi. 


Hafız Esed

Baas içindeki muhalif unsurları ortadan kaldırmayı başaran Esed, 1973 yılında hazırlattığı yeni anayasa ile Suriye’de mutlak hâkimiyetini ilan etti. Bu andan 
itibaren ülkenin tüm idari kurumlarını yeniden şe-killendiren Esed, şahsıyla bütünleşen bir devlet yapısıalgısını topluma dayatmaya çalıştı. Özellikle 1976 yılında İslamcı muhaliflere yönelik başlattığı sistematik katliam ve sindirme politikası sayesinde, toplumdaki tüm muhalif unsurları ortadan kaldırdı ve tek adam merkezli iktidarını daha da kuvvetlendirdi. Hafız Esed’in kurguladığı siyasi yapıda, inşa ettiği rejimin güvenliği ve sürekliliği esas unsur haline geldi. 
Anayasa üzerinden şekillendirdiği yeni sistem, Baas Partisi’ni toplumun ve devletin hâkim partisi haline getirirken (8. md) öte yandan da orduya geniş yetkiler tanımakta ve devlet başkanını da devletin tam sahibi haline getirmekteydi. Siyasi sistemin bu şekilde yeniden yapılandırılmasıyla, Hafız Esed Suriye halkının ya da ülkenin menfaatlerinden ziyade rejimin geleceğini ve emniyetini önceleyen politikaları devletin ana gündemi haline getirdi. Böylece Suriye’nin kendi sınırları içinde halkına yönelik uygulamalarında ya da küresel siyasette izlediği adımlarda ulusun çıkarı yerine rejimin çıkarı anlayışı ikame edilmiş oldu. 

Esed’in Arap milliyetçiliği söylemi, İsrail karşıtlığı, Filistin davasına verdiği destek gibi hususlar Arap dünyasına yönelik etkinliği artırma manevralarıydı. 
Bunun yanı sıra Sovyetler Birliği ve ABD arasında her iki tarafın güdümüne girmeksizin izlediği siyaset, kendisine geniş hareket alanı sağladı. Küresel siyasetin her iki büyük gücünün de farkında olduğu mutlak gerçek, bölgede İslamcı dalganın yükselmemesi adına Esed ve rejiminin emniyet sübabı konumunda olmasıydı. 
Bunun bilinciyle hareket eden Esed, iktidarı boyunca rejimine karşı tehdit olarak algıladığı her türlü İslamcı hareketi bitirmeye çalışırken, tüm dünyaya da verdiği 
mesajla, inşa ettiği otoriter rejimin devamının bölgesel denklem bazında hayati işleve sahip olduğunu göstermiştir. 

1970’deki darbeyle ülke siyasetini şekillendirmeye başlayan Esed, Nusayri azınlığın etkin olduğu ve Baas ideolojisi mensuplarının yer aldığı bu yeni sisteminde, toplumdaki her türlü muhalif sesin süratle kısıldığı ve rejimin çıkarının ve sürekliliğinin her şeyin üstünde tutulduğu bir yapı meydana getirdi. Gerek rejimin küresel bağlantıları gerek içeride inşa ettiği derin yapılanma, Suriye’de günümüzde yaşanan krizin yıllardır niçin devam ettiğinin anlaşılmasında önemli ipuçları taşımaktadır. Esed’in tek adam merkezli yapısından tevarüs eden hususlar ve politikalar, Suriye rejiminin halk ayaklanması sürecinde nasıl hala ayakta kalabildiğini ve Rusya ile İran’ın doğrudan desteğine ek olarak ABD başta tüm batılı güçler ve İsrail’in zımni desteğinin anlaşılmasında hayati konumdadır. 

Bu yönüyle 1970 darbesi sadece bir ülkenin siyasetine bir askerin şekil vermesi değil, aksine sistemin yeni baştan kurgulanarak bölgesel denklem içinde yeni rejimin hâkim güçlerin çıkarlarının devamında vazgeçilmez unsur haline gelmesini sağlayan önemli bir olaydır. 

Muhammed Hüseyin MERCAN 
Arş. Gör., Erciyes Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü 

***

SURİYE TARİHİNİN DÖNÜM NOKTASI: 8 MART 1963 DARBESİ 




Nuri SALIK 
Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 

1946-1963 yılları arasında Suriye siyasetini şekillendiren Halepli ve Şamlı kentli Sünni elitlerin Halk Partisi ve Vatan Partisi’nin yanı sıra, kırsal sınıf ve orta-sınıf 
taleplerinin taşıyıcısı olan Baas Partisi, Suriye Sosyal Nasyonalist Partisi (SSNP) ve Suriye Komünist Partisi gibi siyasi hareketlerin ayakta kalabilmek adına ordunun desteğine ihtiyaçları vardı. 

Suriye, 17 Nisan 1946 tarihinde Fransız mandasından kurtularak bağımsızlığını kazandıktan hemen sonra siyasal buhranlarla çalkalanmaya başlamış ve 
Hafız Esed’in 13 Kasım 1970 tarihinde askeri darbe ile iktidarı ele geçirmesine kadar geçen süreçte, modern Ortadoğu tarihinin en istikrarsız ülkesi 
olmuştur. Bu istikrarsızlık ve siyasi kaosun en önemli nedenlerinden bir tanesi, Suriye ordusunun kendi içerisinde yaşadığı hizipçilik ve siyasal aktörlerin 
bu bölünmüşlükten yararlanarak giriştikleri iktidar mücadeleleriydi. Bağımsızlık sonrası dönemde, siyasi partiler arasındaki ideolojik makasın kapatılamayacak 
kadar büyük olması sivil siyasetin ordunun desteğine olan ihtiyacını artırmış; bu durum ordunun siyasal arenada önemli bir aktör olarak yer almasına neden olmuştur. 

1946-1963 yılları arasında Suriye siyasetini şekillendiren Halepli ve Şamlı kentli Sünni elitlerin Halk Partisi ve Vatan Partisi’nin yanı sıra, kırsal sınıf ve ortasınıf taleplerinin taşıyıcısı olan Baas Partisi, Suriye Sosyal Nasyonalist Partisi (SSNP) ve Suriye Komünist Partisi gibi siyasi hareketlerin ayakta kalabilmek adına ordunun desteğine ihtiyaçları vardı. Osmanlı idaresi ve Fransız mandası sonrası siyasal sistemin başat aktörü konumunda bulunan ve sosyo-ekonomik sistem üzerinde mutlak hâkimiyeti olan kentli Sünni elitlerin hegemonyasına karşı ordu, toplumsal mobilizasyonun manivelası haline gelmişti. Bu nedenle, genç kuşak subaylar radikal söylemlere sahip partilere katılmaya başlamışlardı. 

< Baas ideolojisinin sekülerizm, Arap milliyetçiliği ve sosyalizmi esas alması, partinin kısa bir süre içerisinde Suriye’nin perifesinde bulunan şehirlerde cazibe merkezine dönüşmesine yol açtı.  >

Suriye’de geleneksel siyasi aktörlerin hegemonik konumuna karşı alan açma amacıyla faaliyet yürüten radikal partilerin başında, 1943 yılında kurulan Baas 
Partisi gelmekteydi. Ortodoks Hıristiyan Mişel Eflak ve Sünni Müslüman Salah Bitar isimli iki öğretmen tarafından kurulan Baas Partisi’nin ideolojisi, “birlik, 
özgürlük ve sosyalizm” prensipleri üzerine inşa edilmişti. Baas ideolojisinin sekülerizm, Arap milliyetçiliği ve sosyalizmi esas alması, partinin kısa bir süre 
içerisinde Suriye’nin perifesinde bulunan şehirlerdecazibe merkezine dönüşmesine yol açtı. Özellikle kırsal sınıfa mensup ve heterodoks dini inançlara sahip Alevi, Dürzi ve İsmaili subaylar kitlesel olarak partiye katılmaya başladılar. Baas Partisi’nin seküler ideolojisi, heterodoks gruplara Sünni siyaset dışında alternatif bir alan sunarken, partinin sosyalist söylemi büyük toprak sahibi Sünni elitlere karşı kırsal tabanlı aktörleri cezbeden bir diğer unsur oldu. Diğer taraftan, geleneksel elitlerin İsrail tehdidiyle mücadele etmekte yetersiz kalması ve Soğuk Savaş çerçevesinde Ortadoğu’nun emperyalist mücadelenin merkezi haline dönüşmesi, subayların radikal Arap milliyetçiliğini bayraklaştıran Baas Partisi’ne katılımını artırdı. Heterodoks inançlara sahip subayların (özellikle Alevilerin) Baas Partisi’ne olan rağbeti, partinin giderek askeri bir nitelik kazanmasına yol açtı. Baas partisi bünyesinde askeri ve sivil kanat arasında ortaya çıkan kırsal sınıf-kentli orta sınıf ayrışması, 1960’lı yılların başında iyice belirginleşen bir fay hattı olarak ortaya çıktı. Bu kamplaşma, 1963 darbesini takip eden süreçte partinin askeri kanadın kontrolüne geçmesi ve sivil kanadın tasfiyesi ile neticelenecekti. 

Baas Partisi, 1 Şubat 1958’de Cemal Abdülnasır liderliğindeki Mısır ile birleşerek modern Ortadoğu tarihinin ilk birleşik Arap devletinin kurulmasına öncülük etti. Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) döneminde gerçekleştirilen sosyalist reformlardan rahatsız olan geleneksel Sünni elitlerin desteklediği bir grup subayın 28 Eylül 1961 tarihinde gerçekleştirdiği ‘ayrılıkçı darbe’ ile Mısır-Suriye birliğinin sona erdiği ilan edildi. Ordu içi hizipleşmenin ve tasfiye hareketlerinin zirve yaptığı ‘ayrılıkçı dönem’, orduda özellikle Sünni subayların gücünün zayıfladığı bir dönem oldu. 8 Mart 1963 tarihinde gerçekleştirilen bir başka askeri darbe ile ayrılıkçı dönem sona erdi. 8 Mart darbesinin ilk bakışta ülkede daha önce gerçekleştirilen darbelerden bir farkı bulunmuyordu. Fakat 8 Mart hareketi, Suriye tarihinde bir kırılma anına ve etkileri günümüzde de hissedilecek olan olaylar silsilesinin dönüm noktasına işaret ediyordu. 

8 Mart 1963 askeri müdahalesi her ne kadar literatüre ‘Baas darbesi’ olarak geçse de, darbeyi gerçekleştiren cuntanın içinde üç farklı siyasi ajandaya sahip 
grup bulunuyordu. Bu gruplardan ilki, aralarında Hafız Esed’in de bulunduğu Askeri Komite’ydi. Askeri Komite, yaşları 28 ile 38 arasında değişen rütbeli beş 
Baasçı subaydan oluşuyordu. Askeri Komite’nin üyelerinden üçü Alevi (Muhammed Umran, Salah Cedid, Hafız Esed), iki tanesi ise İsmaili (Ahmed el-Mir ve Abdulkerim el-Cundi) mezhebine mensuptu. Darbenin içinde yer alan ikinci grup, Muhammed es-Sufi ve Raşid el-Kutani’nin önderlik ettiği Nâsırcı subaylardı.

Üçüncü grup ise liderliğini Ziyad el-Hariri’nin yaptığı ‘bağımsız’ subaylardı. 8 Mart darbesinin görünen motivasyonu, Arap milliyetçiliğinin zirvede olduğu bir 
dönemde Arap devletleri arasında yeniden siyasi birliği tesis ederek emperyalizme karşı kolektif mücadeleye katkıda bulunmaktı. Fakat darbenin hemen ardından kurulan Ulusal Devrim Komuta Konseyi (UDKK) içerisinde fikir ayrılıkları ve iktidar mücadelesi baş gösterdi. Nâsırcı subaylar, darbenin ardından Mısır ile mutlak birleşme noktasında ısrar ederken, Baasçı subaylar Nâsır’ın, BAC döneminde olduğu gibi, Suriye siyasetinde hegemonik bir konuma gelmesinden endişe ediyordu. 

8 Mart cuntasının iki önemli kanadı arasındaki mücadele şiddetlenince, Askeri Komite bağımsız grupla işbirliği yaparak Nâsırcıları UDKK ve hükümetteki 
görevlerinden uzaklaştırarak tasfiye etti. Bu subayların tasfiyesi aynı zamanda ordu içindeki Sünni subaylara vurulan önemli bir darbeyi simgeliyordu. 

Askeri Komite üyeleri, Nâsırcı subayları ordudan atarken, gücünü artırmak için kendi bölgesinden, kabilesinden ve çevresinden gelen Alevi, Dürzi ve İsmailileri ordu kademelerine yerleştirmeye başladı. Bunun yanı sıra, kırsal sınıfa mensup Baas gençliği kitlesel olarak orduya yerleştirildi. Bu dönemde Salah Cedid’in Genelkurmay Başkanı, Hafız Esed’in ise Hava Kuvvetleri Komutanı olması ordunun dönüşümünde kilit önemdeydi. Askeri Komite’nin ordunun tabanını kırsallaştıran ve heterodoks azınlık gruplarının önünü açan politikaları, ordunun Baas rejimini koruyan bir aygıta dönüşmesine yol açtı. Fakat orduda heterodoks dini azınlıkların güçlenmesi yeni elitlere yönelik toplumsal kuşkunun uyanmasına neden oldu. 8 Mart darbesinden birkaç ay sonra, 18 Temmuz 1963 
tarihinde, Nâsır yanlısı Albay Cesim Elvan Baas rejimini devirmek için bir darbe girişiminde bulunsa da, Sünni subaylar gidişatı değiştirebilecek güçte değildi. 

<  Askeri Komite üyeleri, Nâsırcı subayları ordudan atarken, gücünü artırmak için kendi bölgesinden, kabilesinden ve çevresinden gelen Alevi, Dürzi ve İsmailileri ordu kademelerine yerleştirmeye başladı. >

Nitekim Cesim Elvan hareketi, yeni rejim tarafından kanlı bir biçimde bastırıldı. Darbe girişimi sonrası Nâsırcıları tamamen tasfiye etmeyi başaran Baasçılar, 
daha kolay bir hedef olarak yine Sünnilerden oluşan bağımsız subaylara yöneldi ve onları da ordudan uzaklaştırmayı başardı. Böylece cunta içinde cunta olarak 
adlandırabileceğimiz Askeri Komite iktidarı tekeline aldı. Elvan’ın girişiminin başarısız olmasından sonra orduda Askeri Komite’yi dengeleyebilecek hiçbir güç 
odağı kalmadı. 

Baas Partisi’nin askeri kanadının öncülüğünde 8 Mart 1963’te gerçekleştirilen askeri darbe, modern Suriye tarihinin en önemli kırılma noktası olarak tanımlanabilir. 
8 Mart darbesi, Suriye’de 1946 yılından beri aralıklarla devam eden demokratik parlamenter sistemi tamamen ortadan kaldırmıştır. Bu tarihten 
sonra Suriye’de Baas Partisi öncülüğünde bir tek-parti rejimi kurulmuş ve kurumsallaştırılmıştır. Darbenin ikinci önemli sonucu, Osmanlı döneminden itibaren Suriye siyasetini şekillendiren kentli Sünni elitlerin tasfiye edilmesi ve kırsal sınıftan gelen Alevilerin Suriye’nin yeni yönetici elitleri olarak ortaya çıkmalarıdır. 

Böylece Suriye tarihinde siyasal liderliğin ilk döngüsü sona erip ikinci döngüsü başlamıştır. Yeni siyasal elitlerin kırsal ve heterodoks kimliği Suriye’de kır-kent 
ve Alevi-Sünni fay hatlarının derinleşmesine neden olmuştur. Bunların yanı sıra, 8 Mart darbesi sonrasında orduda gerçekleştirilen tasfiyeler Suriye ordusunun 
genetiğini değiştirmiştir. Böylece ordu ile Baas rejimi arasında tam anlamıyla bir bütünlük sağlanmıştır. 8 Mart darbesinin uzun erimli etkilerini halen devam 
eden Suriye iç savaşında gözlemlemek mümkündür. 

Bu bağlamda 8 Mart 1963 darbesi sadece Suriye tarihinin değil, Ortadoğu bölgesel sisteminin tümünü etkileyecek önemli dönüm noktalarından biridir. 

Nuri SALIK 
Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 


***



ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 5

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 5



1969 LİBYA ASKERİ DARBESİ 




Şükrü ÇILDIR 
Araştırma Görevlisi / Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
ORSAM DOSYASI

1963 yılında orduya katılan Kaddafi ve arkadaşları kendilerine Hür Subaylar Hareketi adını vererek darbede rol alacak Devrim Komuta Konseyi’nin küçük bir nüvesini oluşturdular. 3 arkadaş olarak başlattıkları bu hareketi mümkün olduğunca ordu içerisinde genişletmeye çalıştılar. 
1969 yılına gelindiğinde darbe için yeterli sayıya ulaştığını düşünen Kaddafi harekete geçmek için uygun zamanı bekledi. 

Libya, Kral Seyyid İdris önderliğinde Trablusgarp, Sirenayka ve Fizan isimli üç bölgenin birleşerek 1951 yılında bağımsızlığını kazanmış, federal yapıya sahip, anayasal monarşi ile yönetilen bir krallıktı. 1 Eylül 1969 tarihine gelindiğinde 27 yaşında genç bir subay olan Muammer Kaddafi önderliğindeki silahlı kuvvetler, Libya Kralı Seyyid İdris’e karşı askeri darbe gerçekleştirmiştir. Bu yazı, Libya tarihinin en önemli kırılma anlarından biri olan 1969 darbesinin nasıl meydana geldiği, darbe sürecini tetikleyen siyasal ve toplumsal gelişmelerin neler olduğu ve darbe sonra sında Libya’da meydana gelen bazı önemli değişimleri 
analiz edecektir. 

Dünya’nın değişik coğrafyalarında meydana gelen darbe girişimleri gibi, 1969 Libya askeri darbesi de önceden meydana gelen birtakım siyasal ve toplumsal 
gelişmeler tarafından tetiklenmiştir. Bunlardan ilki, 1952 yılında yapılan parlamento seçimleridir. Bu se çimlerin en popüler partilerinden biri olan, federalizm yerine üniter devlet yapılanmasını savunan ve dolayısıyla krallık rejimi tarafından da tehdit olarak algılanan Milli Kongre Partisi, seçimlerde hile yapıldığını iddia etmişti. Bunun üzerine halk ayaklanmış, kral ve hükümete karşı geniş çaplı gösteriler düzenlenmiştir. Bu olayların ardından krallık yönetimi gösterileri yasaklamış, medyayı sansürlemiş ve siyasi partileri yasa dışı ilan ederek muhalefeti sindirmiştir. Bunun neticesinde, devlet yönetimi belli birkaç ailenin ve kabilenin kontrolüne girmiştir. 

Ayrıca Libya bağımsızlığını kazandığından itibaren yerel/federe yönetimler ile federal yönetim arasında yaşanan sorunlar da ülkeyi yönetilemez hale getirmişti. Bu yüzden, 1963 yılında krallık federal yapının yerine, tek merkezi hükümete bağlı üniterdevlet yapılanmasına geçmiştir. Ülkenin üniter yapıya kavuşması teorik olarak her ne kadar yeni kurulmuş bir devletin birliğini ve bütünlüğünü sağlayacağı, yönetimi kolaylaştıracağı ve daha işlevsel hale getireceği 
gibi beklentiler ortaya çıkarmışsa da, pratikte küçük bir grubun tekeline giren yönetim, kayırmacılık, rüşvet ve yolsuzluk gibi birtakım problemleri de beraberinde getirmiştir. 

Bunlarla birlikte krallık rejiminin dış politika uygulamaları da halkın ciddi tepkisini çekmiştir. İtalya gibi emperyalist bir güce karşı on yıllardır direnen 
Libya halkı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa ve İngiltere himayesini reddetmiş ve bağımsızlığı kazanmıştır. Bu tarihsel tecrübe Batılı ülkelere karşı halkın önyargısını beslemiş, ancak Kral İdris yönetiminin özellikle bağımsızlığın ilk on yılında Batı eğilimli bir dış politika anlayışını benimsemesine engel olama-
mıştır. Yeraltı kaynaklarından yoksun, toprakların yaklaşık %90’ının çöllerle kaplı olması, yaklaşık 1 milyonluk nüfusun büyük çoğunluğunun geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlaması gibi faktörler, Libya için Batılı ülkelerin desteğini zorunlu kılmıştır. Bu da Kral İdris yönetiminin 1950-1960 yılları arasında 
İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya ile çeşitli anlaşmalar imzalanmasına ve karşılığında ekonomik yardımlar almasına neden olmuştur. 

Bununla birlikte, Libya devlet sisteminin tesisinde Mısır model alınmıştı. Arap milliyetçiliğinin arttığı bir dönemde Mısır’dan eğitim müfredatı, kitaplar ve 
öğretmenler getirilmiş, bu ülkeye öğrenciler gönderilmiştir ve Kahire’de yayın yapan radyo ve gazetelere kolay erişim sağlanabilmekteydi. O dönemde Mısır 
Devlet Başkanı Nasır’ın portreleri en az Kralı İdris’in portreleri kadar Libya’da yaygındı. Tüm bunlar 1956 Süveyş Kanalı Krizi, 1964 Kahire’de düzenlenen Libya kralının katılmadığı liderler toplantısı ve son olarak 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında Libya kamuoyunun Mısır’ın etkisi altında kalması, mevcut yönetime karşı Libya halkının ayaklanmasına sebep olmuştur. 




Tüm bunların yanında, 1959 yılından itibaren Libya’da petrol kaynakları işlenmeye başlamış ve ülkenin petrol geliri giderek artmıştır. Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1951 yılında kişi başına düşen milli gelir 35 dolar civarındayken, 1969 yılına gelindiğinde bu rakam petrol gelirleri sayesinde 2000 dolara yükselmiştir. Libya için petrolün önemli bir gelir kaynağı olarak ortaya çıkması, Batılı ülkelere karşı bağımlılığı azaltmamış bilakis artırmıştır. Bunun da en önemli nedeni, Libya’nın petrolü işleyecek teknik kapasiteden yoksun olmasıdır. Ayrıca, petrolden elde edilen gelirler üst kademe yöneticilerin insafına bırakılarak, maalesef ülkenin iktisadi ve beşeri altyapısının geliştirilmesinde 
yeterince kullanılamamıştır. Tüm bunlara rağmen halkın refah seviyesi göreceli olarak iyileşmiş, bu da halkın siyasi beklentilerinin artmasına ve Kral İdris’in 
muhafazakâr siyaset anlayışının sorgulanmasına sebep olmuştur. Aynı zamanda toplumun zengin ve fakir kesimleri arasında artan gelir dağılımı adaletsizliği 
toplumsal tepkileri daha da körüklemiştir. Tüm bu unsurların bir araya gelerek toplumun fay hatlarında biriktirdiği enerji 1 Eylül 1969 tarihinde Libya’da siyasal 
deprem meydana getirmiş ve krallık rejiminin bir askeri darbe sonucu yıkılmasına neden olmuştur. 

Darbenin en önemli aktörü şüphesiz Muammer Kaddafi’dir. Kaddafi, Sirte şehri yakınlarında yaşayan bedevi bir ailenin çocuğu olarak 1942 yılında dünyaya 
gelmiştir. Rol modeli Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır gibi o da Arap milliyetçisi bir askerdi ve Mısır devriminden esinlenerek Libya’da da benzer 
bir devrimin olmasını savunuyordu. Kendi ifadesine göre, ortaokul yıllarından beri yakın arkadaşlarını bu uğurda gizlice örgütleyen Kaddafi, ülkenin geri kalmışlığının ve zayıflığının en önemli müsebbiplerinden birinin krallık rejimi olduğunu iddia ediyordu. Yapmayı planladıkları devrimin en iyi ve kestirme yolunun askeriyeye girmekten geçtiğine inandılar. 1963 yılında orduya katılan Kaddafi ve arkadaşları kendilerine Hür Subaylar Hareketi adını vererek darbede rol alacak Devrim Komuta Konseyi’nin küçük bir nüvesini oluşturdular. 3 arkadaş olarak başlattıkları bu hareketi mümkün olduğunca ordu içerisinde ge-
nişletmeye çalıştılar. 1969 yılına gelindiğinde darbe için yeterli sayıya ulaştığını düşünen Kaddafi harekete geçmek için uygun zamanı bekledi. 

Önce 12 Mart 1969 tarihinde darbe yapılmasıplanlanmıştı. 
Ancak bu tarih ünlü Mısırlı sanatçı Ümmü Gülsüm’ün Libya’da Filistinliler yararına vereceği konser ile çakıştı. Üst düzey kraliyet üyelerinin ve askerlerin de katılacağı bu konserin yarıda kesilerek darbe yapılması ve binlerce insanın arasında üst düzey yetkililerin tutuklanmasının halkta tepki doğurabileceği, 
etik ve insani olmayacağı gerekçesiyle darbeden vazgeçildi. Bunun ardından birkaç defa daha darbeye teşebbüs ettiler ancak çeşitli nedenlerle bunlar da 
gerçekleştirilemedi. Nihayet, 1 Eylül 1969’a gelindiğinde darbe yapmak artık zorunlu hale gelmişti. Hür Subaylar Hareketi içerisinde yer alan birçok subayın  Eylül başında İngiltere’de görevlendirileceği bilgisini alan Kaddafi ve ekibi, hemen darbe hazırlıklarına başladılar. Gerekli planları kırmızı mühürlü zarflara koyarak hareketin hücre liderlerine gönderdiler. Bu şekilde, 31 Ağustos gecesi başlayan darbe girişimi fazla direnç olmadan kolay bir şekilde sonuca ulaştı. Kral İdris her ne kadar başta İngiltere olmak üzere gücünü korumak için dış ülkelerden yardım istemişse de, bu yardımı alamadı. 

Darbecilerin lideri Muammer Kaddafi, 1 Eylül 1969 sabahında halka hitaben yaptığı açıklamada, bu darbenin Libya halkının özgür iradesi çerçevesinde, 
halkın değişim ve yenilenmeye yönelik aralıksız taleplerine bir cevap olarak gerçekleştirildiğini belirterek, silahlı kuvvetlerin gerici ve yozlaşmış krallık rejimini devirdiğini belirtti. Darbe sürecini yöneten 12 Üyeli Devrim Komuta Konseyi’nin sadece 3 üyesi Libya’nın önde gelen aile ve kabilelerine mensuptu, geri kalanlar ise toplumun alt tabakasına mensup fakir aile çocuklarındandı. 
Bu nedenle, söz konusu eylemi avam tabakasının Libya elitlerine yönelik gerçekleştirdiği bir darbe olarak da görmek mümkündür. 

Darbe gerçekleştirildikten sonra yapılacak en önemli iş, söz konusu darbenin devrim sürecine evrilmesi ve halk nezdinde meşruiyetinin sağlam zemine 
oturtulması olacaktı. Libya halkının birliğini ve bütünlüğü sağlayacak, refahını artıracak ancak en önemlisi de yeni siyasi aktörlerin devlet yönetimindeki 
gücünü tahkim edecek bir yeniden yapılanma süreci siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda başlatıldı. Ancak bu iyi niyetli girişimler kendi içinde bazı tezatlıkları 
da barındırmaktaydı. En başta Libya halkının krallık rejiminden kurtularak özgürlüğünü kazandığı ve kendi kendini yönetebileceği nin vurgulanmasına rağmen, darbe sonrası süreçte siyasi partilerin kurulması yasaklanmış, silahlı kuvvetler devlet yönetiminin en önemli aktörü haline gelmiştir. 

Bununla birlikte, mevcut devrim sürecinin başarılı olabilmesi için Krallık dönemi yapılarının tasfiye edilmesi sağlandı. Özellikle krallık üzerinde nüfuz sahibi 
olan liderlerin ve kabilelerin devlet yönetimindeki etkisi kırılarak, toplumun alt tabakasındaki küçük kabilelere mensup kişilerin güvenlik kurumlarında 
istihdamı sağlandı. Bu şekilde, Libya güvenlik güçlerinin Kaddafi yönetimine karşı sadakati teminat altına alınmaya çalışılmış ve buna bağlı olarak kendileri ne karşı girişilebilecek olası karşı darbe hamlelerine ön alınmış olundu. 

Ayrıca, Arap milliyetçiliği ve İslamcılık, devrim sürecinin ana ideolojik kalıplarını oluşturmuş, Siyonizm ve emperyalizm de tehdit olarak telakki edilmiştir. Dil 
temelli bir milliyetçilik anlayışını benimseyen Kaddafi, Arapça konuşan toplumları Arap milleti olarak tanımlamış, Arap tarihi ve kültürünü yücelten bir milliyetçilik anlayışını benimsemiştir. 

Bu çerçevede Arap milletinin geri kalmışlığını Osmanlı’nın dört asırlık hâkimiyetine, sonrasında karşılaşılan kolonyalizm ve emperyalizm sömürüsüne ve nihayet krallık döneminin baskıcı ve yozlaşmış yönetim anlayışına    bağlamıştır.  Kapitalizm ve komünizm bir paranın iki yüzü olarak kabul edilmiştir. Bu ideolojik yaklaşım dış politikanın şekillenmesine de arka plan oluşturmuş, bu çerçevede Doğu ve Batı bloğu arasında tarafsız kalma 
yolu tercih edilmiştir. Her ne kadar Batılı ülkelerle ilişkiler zaman zaman gerginleşmiş olsa da teknik, ticari ve ekonomik ilişkiler sürdürülmüştür. Ayrıca 
Filistin meselesi merkeze alınarak, esaret altındaki tüm milletlerin özgürlüklerini kazanmaları desteklenmiştir. 

Buna ek olarak, Arap birliğinin sağlanması için girişimler yapılmış, başarısız olununca da ibre Afrika birliği ve İslam birliğinin sağlanmasına dönmüştür. 
Bununla birlikte, sosyalizme ayrı bir önem verilmiş, sosyal adalet temelinde klasik Avrupa sosyalizminden farklı bir yaklaşım tercih edilmiştir. Kaddafi, İslam dininin sosyalist düşünceleri içinde barındırdığını iddia ederek, Libya sosyalizminin birçok Arap ülkelerindeki örneklerinden farklı olduğunu iddia etmiştir. 

Tüm bunların yanında darbe sonrası süreçte başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal alanlarda da ciddi iyileştirmeler sağlanmıştır. 1969 Libya darbesinin 
dikkat çekici en önemli özelliklerinden birisi darbenin halka rağmen değil, halkın rızasını alabilecek tarzda yürütülmüş olmasıdır. 


Şükrü ÇILDIR 
Araştırma Görevlisi / Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
ORSAM

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 2

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 2





İRAN ANAYASA DEVRİMİ: İNKILAP, İSYAN VE İHTİLAL 1905-1911 

Eyüp ERSOY 
Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 

İRAN ANAYASA DEVRİMİ: 

1905 öncesi dönem, İran için istikrarsızlık taviz-istikrarsızlık fasit dairesinin giderek daha tahripkâr olmaya başladığı bir devirdir. Harici güçlere verilen tavizlerin en önemlisi, 1890 Mart’ında İran’daki tüm tütünün üretim, satış ve ihraç hakkını bir İngiliz vatandaşına veren tekel anlaşmasıdır. 

Meşrutiyet veya İnkilab-ı Meşruta olarak da anılan 1905-1911 dönemi, modern İran siyasi tarihinin gidişatını şekillendiren çok sayıdaki ıslahatın ilk defa tecrübe 
edildiği bir dönemdir. 
Siyasi ve iktisadi harici müdahale ve işgal karşısında, Kaçar hanedanlığının ve idaresi altındaki İranlıların muhtelif yollarla mücadelesinin tayin 
ettiği bir dâhili karışıklık dönemi olarak 1905-1911 İran Anayasa Devrimi, inkılap ile başlamış, ihtilal ile zayıflamış, isyan ile devam etmiş, bir başka ihtilal ile 
mevcudiyetini sürdürmüş ve bir işgal ile nihayete ermiştir. Bu silsilenin gidişatını tespit eden esas etken, başta dönemin Şahları ve hükümetleri olmak üzere 
çeşitli kanaatlerden İranlıların fiili olarak istiklalini kaybeder hale gelen İran’ı siyasi iktidarsızlık, iktisadi zayıflık ve içtimai istikrarsızlıktan kurtarma yönünde 
ortaya koydukları, koymadıkları veya koyamadıkları iradedir. 

İnkılap ve İhtilal 

1905 öncesi dönem, İran için istikrarsızlık-taviz-istikrarsızlık fasit dairesinin giderek daha tahripkâr olmaya başladığı bir devirdir. Harici güçlere verilen 
tavizlerin en önemlisi, 1890 Mart’ında İran’daki tüm tütünün üretim, satış ve ihraç hakkını bir İngiliz vatandaşına veren tekel anlaşmasıdır. Bu anlaşmaya karşı, 1891 baharında Şiraz’da başlayan gösteriler önce Tebriz’e ve daha sonra diğer İran şehirlerine sıçramış, Nasıreddin Şah’ın eşlerinin de katıldığı ulusal 
bir boykot hareketine dönüşmüştür. Bir yıl sonra, taviz anlaşması ilga edilse bile, İran’a 500 bin sterlin tutarındaki ilk dış borcunu miras bırakmıştır. Ulusal 
ölçekte ilk başarılı kitlesel protesto olarak Tütün Hareketi ile İngiltere’nin İran’daki nüfuzu azalmış ancak Rusya’nın nüfuzu artmıştır. 

1896 Mayıs’ında babası Nasıreddin Şah’ın bir suikast ile öldürülmesi üzerine Muzaffereddin Şah tahta geçti. İran’daki mevcut mali ve iktisadi sıkıntılara 
Muzaffereddin Şah’ın aşırı ve savurgan harcamalarının da eklenmesi, İran’ı daha fazla tavizlere sevk etti. Bir örnek olarak, Şah’ın 1900 yılındaki Avrupa gezisi, 
İran gümrük vergilerinin teminat olarak gösterilmesiyle Rusya’dan elde edilen 22 milyon rublelik borç ile gerçekleştirildi. 1902 yılında, Rusya ile yapılan  ilave anlaşmayla, gümrük tarifelerinde Rusya menşeli mallarda indirime gidildi. Art arda verilen tavizler ile gelen fiili yabancı hâkimiyeti, Şah idaresine karşı 
muhalif hiziplerin faaliyetlerini artırmalarına ve aralarında işbirliği yapmalarına sebep oldu. Meşrutiyete taraftar olan bu hiziplerin başında, tüccarlar, ulema 
ve ıslahatçı münevverler gelmekteydi. Muhalefet hareketlerinin etkili faaliyetlerine bir misal olarak, muhalif neşriyatlar İran’da yaygınlaşmış, İran’da yasaklı olmasına rağmen Malkum Han tarafından Londra’da basılan ‘Kanun’ gazetesini Şah ve yakın çevresi bile takip eder olmuştu. 

Muhalefet hareketinin gayesi, yabancı hâkimiyeti, adaletsizlik ve etkisiz yönetime bir çare olarak iktisadi ve siyasi ıslahatlardı. Yabancılara verilen tavizlerle birlikte İran’ın dış borçları ödenemeyecek duruma gelmişti ve idare, İngiltere ve Rusya’nın tazyiklerine karşı zafiyet içerisindeydi. Gittikçe kuvvetlenen muhalefet hareketi, 1903 yılında Sadrazam Emin el-Sultan’ın azledilmesini sağlayabilmiştir. Meşrutiyet taraftarı muhalefeti cesaretlendiren bir başka gelişme 1905 Rus-Japon Savaşı olmuştur. Doğulu bir meşruti monarşi olarak Japonya’nın Batılı bir mutlak monarşi olan Rusya’ya galip gelmesi, muhalefet nazarında 

1905 Anayasa Devrimi’ni başlatan süreç, Aralık ayında Tahran valisinin şeker tüccarlarını falakaya yatırması ile başladı. 

Kanun-u Esasi’de, Nikki Keddie’nin ifadesiyle, bir ‘sırr-ı kudret’ olduğu fikrini tahkim etmiştir. 

1905 Anayasa Devrimi’ni başlatan süreç, Aralık ayında Tahran valisinin şeker tüccarlarını falakaya yatırması ile başladı. Islahatçı ulemadan Muhammed 
Tabatabai riyasetindeki muhalefet, Şah’tan bir ‘adalet hane’ talep etmiştir. 1906 Ocak’ında Muzaffereddin Şah bu minvalde bir taahhüt vermesine rağmen, protestolar sonra ermemiş ve nihayet Ağustos ayında Şah, sadrazamı azletmeyi ve bir meclisin tesis edilmesini kabul etmiştir. Yapılan seçim ile 60 azası Tahran’dan olmak üzere 156 azalı İran’ın ilk meclisi teşekkül etmiş ve 7 Ekim’de Şah’ın açılış konuşması ile faaliyetlerine başlamıştır. Meclis’in ilk vazifesi Kanun-u Esasi adı verilen bir anayasa hazırlamak olmuştur. Belçika anayasası örnek alınarak hazırlanan anayasayı Muzaffereddin Şah, Aralık 1906’da imzalamış ve kısa süre sonra da vefat etmiştir. Kanun-u Esasi’ye göre, kanunlarda Meclis’in tasdiki gerekecek, nazırlar Meclis’e karşı mesul olacak, herkes kanun önünde eşit olacak ve ferdi hak ve hürriyetler teminat altına alınacaktı. 

Muzaffereddin Şah’ın yerine 1907 Ocak’ında tahta geçen Muhammed Ali Şah, meşrutiyete karşı bir idareci olarak, taç giyme merasimine meclis vekillerini 
davet etmemiştir. Meclis’in mevcudiyetine ve faaliyetlerine karşı anayasayı şeriata münafi ilan ettirmiş ve Meclis’teki hizipleri birbirlerine karşı tahrik etmiştir. 
Meclis’teki en etkili iki hizip, Muhammed Tabatabai öncülüğündeki muhafazakârlar ile Hasan Takizade öncülüğündeki daha ıslahatçı eğilimlere sahip hizipti.
Öte yandan, 31 Ağustos günü imzalanan Anglo-Rus Anlaşması ile İran, güneyde İngiltere, kuzeyde Rusya ve ortada tarafsız olmak üzere üç bölgeye taksim 
edilmiş, ancak bu anlaşma iki ülkenin büyükelçileri tarafından ancak 7 Eylül’de İran hükümetine bildirilmiştir. Siyasi istikrarsızlığı bahane gösteren Muhammed Ali Şah, 17 Aralık’ta hükümet azalarını acil toplantıya davet etmiş, ancak hepsini tutuklatmıştır. Şah’ın Meclis’e yönelik husumeti, nihayet 1908 

Haziran’ında Şah’a bağlı birliklerin Tahran’daki Vladimir Liahov komutasındaki İran Kazak Tugayı’nın yardımıyla Meclis’i kuşatması, bombalaması ve ilga 
etmesi neticesini vermiştir. Cemaleddin İsfahani gibi çok sayıda muhalefet önderleri yakalanıp idam edilmiştir. Bu, inkılaba karşı Şah’ın ihtilaliydi. 

İsyan ve İhtilal 

Muhammed Ali Şah’ın ülke çapında, merkezi idareye tabi olma davetine Tebriz şehrindeki isyancılar müspet cevap vermediler ve Şah’a bağlı birliklerin muhasarasına karşı Tebriz’de ciddi bir mukavemet sergilediler. Ne var ki, Rus birliklerinin Tebriz’deki Avrupalıları müdafaa bahanesiyle şehre girmesi üzerine, isyancılar Gilan’a geçerek güneye Tahran üzerine yürümeye başladılar. Bu süreçte, Bahtiyari aşireti de İsfahan’ı teslimalıp kuzeye Tahran üzerine yürümeye başlamıştı. 

Ülkenin başta Reşt, Kazvin, Şiraz, Hamedan, Meşhed ve Buşehr şehirleri olmak üzere her yerde isyanlar baş gösterdi. 1909 Temmuz’unda kuzeyden ve güneyden gelen meşrutiyet taraftarı isyancılar, Tahran’ı ele geçirdiler. 
17 Temmuz’da Muhammed Ali Şah, Rusya Büyükelçiliği’ne sığınmış ve aynı gün Meclis toplanarak Şah’ı tahttan azlederek yerine Ahmet Şah’ı getirmiştir. 
10 Eylül’de ise Muhammed Ali Şah, Odesa’ya sürgüne gitmiştir. Bu Şah’ın ihtilaline karşı halkın ihtilaliydi. 

15 Kasım’da faaliyetlerine tekrar başlayan Meclis, 24 Aralık 1911’e kadar hayatını sürdürmüş, bu dönemde başta eğitim, vergi ve seçim konularında olmaküzere çok sayıda kanunlar çıkarmıştır. Öte yandan, ıslahatlar İran’ın mali ve iktisadi sıkıntılarını gidermede yeterli olamamıştır. Meclis, 1911 Mayıs’ında bir Amerikan vatandaşı olan Morgan Shuster’i ülkenin maliye işlerine nezaret etmek üzere görevlendirmiştir. Ancak alınan bu tedbir, İkinci Meclis’in sonunu getirecektir. Kasım ayında Rusya, Shuster’in görevinden alınması ve Rusya ve İngiltere’nin rızası olmadan İran’ın yabancılar ile ilişkiye girmemesi yönünde bir ültimatom vermiştir. Meclis’in ültimatomu reddetmesi üzerine Rus birlikleri Tahran’a yürümüş ve bunun üzerine Sadrazam Nasır el-Mülk riyasetindeki hükümet Meclis’i feshetmiş ve Rusya'nın taleplerini kabul etmiştir. İkinci Meclis’in feshi, İran Anayasa Devrimi’nin de sonu olmuştur. 

1914 yılına kadar Meclis tekrar toplanamamıştır. Kuzey İran fiili olarak Rusya’nın işgali altında kalmış, 

1905-1911 İran Anayasa Devrimi, 

20. yüzyılın başında İran’da siyasi, iktisadi, mali ve içtimai ıslahatlara dair müzakerelerin, münakaşaların ve mücadelelerin devridir. İçeride Şah idaresi İngiltere ve Rusya’nın diplomatik sevki altında mevcudiyetini sürdürebilmiştir. 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’nda İran toprakları tekrar işgal edilmiş, iç isyanlar, siyasi ve mali istikrarsızlıklar İran için oldukça tahripkâr olmuştur. 1914 yılındaki bir başka hayati gelişme, 1909 yılında William Knox D’Arcy idaresinde tesis edilen Anglo-Pers Petrol Şirketi’nin çoğunluk hisselerinin İngiltere hükümeti tarafından satın alınması olmuştur. 

1905-1911 İran Anayasa Devrimi, 20. yüzyılın başında İran’da siyasi, iktisadi, mali ve içtimai ıslahatlara dair müzakerelerin, münakaşaların ve mücadelelerin 
devridir. İran siyasi tarihinde ilk defa halkın temsilcilerinden teşekkül eden bir Meclis toplanmış, yasama, yürütme ve yargıda Şah’ın yetkilerini tahdit etmiştir. 
Meşruti bir idareye dair yeni fikirler, yeni cemiyetler, yeni hareketler ve yeni şahsiyetler ortaya çıkmış, hem Şah idaresi ile aralarındaki münasebetler hem de kendi aralarındaki münasebetler sonraki dönemde İran’daki fiili ve fikri gelişmeleri tayin etmiştir. İran’ı siyasi iktidarsızlık, iktisadi zayıflık ve içtimai istikrarsızlıktan kurtarma yönünde ortaya konulan çabalar arzulanan sonuçları vermekten ziyade, bir fasit daireyi idame ettirmeye sebep olmuştur. 

Şah idaresine karşı mücadele veren ıslahatçı hareketin nihai hedefi ise, İran üzerindeki yabancı hâkimiyetinin sona erdirilmesiydi. Islahat, istiklal içindi. 
Ne var ki, özellikle 1917 Rus Devrimi sonrasında, İngiltere İran’ın dâhili ve harici siyasetini şekillendiren tek kuvvet olarak kalmış, D’Arcy tavizleri üzerinden 
İngilizlere İran petrol sektöründe tartışmasız bir hâkimiyet ve petrol ihracatındaki kârlar üzerinde orantısız bir menfaat sağlayan anlaşma, İran’ın tam istiklali önündeki en ciddi mani olarak telakki edilmiştir. Bu telakki etrafında cereyan eden gelişmeler, 1953 Musaddık Darbesi’ne uzanan süreci tayin etmiştir. 

Eyüp ERSOY 
Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
ORSAM RAPORU

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,



***



2 Nisan 2017 Pazar

SURİYEDE HAFIZ ESAD REJİMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

SURİYEDE HAFIZ ESAD REJİMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI,

SURİYE’DE HAFIZ ESAD REJİMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI  ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME 


Muhalif hiçbir odağın ortaya çıkmasına izin vermeyen Esad, 1946-1963 yılları arasındaki istikrarsız, fakat demokratik sistemin yerine istikrarlı fakat otoriter bir rejim inşa etmeyi tercih etmiştir. Bu istikrarın sigortası ise yüzyıllar sonra ilk kez siyasal sistemin merkezine taşınan, ordu ve güvenlik güçlerinin kilit noktalarına yerleştirilen Nusayriler olmuştur. 

Nuri SALIK 
Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 

2010 yılının sonunda başlayan ve Ortadoğu’da tarihsel bir kırılma noktası olan Arap Baharı sürecinin duraklamasında ve gerilemesinde Suriye tecrübesi nin önemli bir yeri bulunmaktadır. Tunus, Mısır ve Libya halklarının diktatörlüklere karşı verdiği mücadeleden esinlenerek demokrasi ve özgürlük hedefiyle 
15 Mart 2011 tarihinde barışçıl gösterilerle başlayan Suriye devrimi, rejimin gerçekleştirdiği katliamlar sonucu kısa sürede kanlı bir iç savaşa evrildi. Arap 
Baharı’nın bölgede estirdiği rejim değişikliği rüzgârının aksine Beşar Esad, bölgesel ve küresel ittifaklarına dayanarak iktidarını hala korumaktadır. Esad’ın geniş halk kesimlerinin muhalefetine ve ülkenin büyük bir kısmında kontrolü kaybetmesine rağmen koltuğunu korumasında babası Hafız Esad’dan tevarüs ettiği Baas rejiminin önemli bir rolü bulunmaktadır. 

Bu yazıda, Suriye’de Hafız Esad rejiminin nasıl ortaya çıktığı ele alınacaktır. 
Esad rejimin ortaya çıkış sürecinin incelenmesi, günümüzde yaşanan krizin sağlıklı bir biçimde analiz edilebilmesi için tarihsel ve sosyolojik bir perspektif sağlayacaktır. 

Modern Suriye’nin Doğuşu 

Modern Suriye devletinin günümüzdeki sınırları Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’dan çekilişinin ardından emperyalist devletler 
tarafından çizildi. İngiltere ve Fransa arasında gerçekleştirilen toprak paylaşımları sonucunda Suriye, Osmanlı’nın Bilad üş-Şam adını verdiği ve günümüz Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin topraklarını kapsayan 
coğrafyanın parçalanmasıyla yapay bir devlet olarak kuruldu. Suriye, 1946 yılında modern bir ulus-devlet olarak bağımsızlığını kazandığında, toplumun kendisini özdeşleştirdiği Arap kimliği ile emperyalist ülkelerin 
dayattığı sınırlar arasında bir gerilim bulunmaktaydı. 

Bağımsızlık sonrası dönemde Suriye’nin yaşadığı kimlik bunalımı, Arap devletleri arasında siyasal birliğin tesis edilmesini hedefleyen pan-Arap milliyetçiliğinin ülkede güç kazanmasını sağladı. 

Suriye toplumu bir yandan ulusal kimliğin gelişimini engelleyen pan-Arap milliyetçiliğine bağlılığını korurken, diğer yandan çeşitli toplumsal gruplar devlet 
altı etnik, mezhep ve kabile kimliklerine sadakat beslemeye devam ediyordu. Nüfus kompozisyonu açısından tam bir mozaik görünümüne sahip olan 
Suriye’de çoğunluğu Sünni Araplar oluşturmaktaydı. Sünni Arapların yanı sıra ülkede Nusayriler, Hıristiyanlar, Kürtler, Dürziler ve İsmaililer gibi pek çok 
etnik ve dini azınlık grubu bulunuyordu. Bu denli karmaşık bir nüfus yapısına sahip olan Suriye toplumunu bir arada tutacak ortak bir kimlik bulunmamasının 
yanı sıra, kentli Sünni elitler ile kırsal tabanlı heterodoks azınlıklar arasında ciddi sınıfsal farklılıklar bulunmaktaydı. 

Bağımsızlık sonrası Suriye siyasetinde başat güç, Osmanlı Devleti’nden itibaren siyasal sistemin merkezinde bulunan toprak sahibi kentli Sünni sınıftı. 
Ayan ve eşraf ailelerin oluşturduğu bu geleneksel sınıfın sosyo-ekonomik ve siyasal gücü tam bir feodal görünüm arz eden toprak sistemi üzerindeki hâkimiyetine dayanmaktaydı. Bu sınıfa karşılık heterodoks dini azınlıklar olarak tanımlanan Nusayri, Dürzi ve İsmaililer büyük arazilere sahip Sünni ailelerin topraklarında çalışan köylü sınıfını oluşturuyordu. Asimetrik ekonomik ilişkilerin yanı sıra Nusayrilerin ortodoks İslam’dan ciddi anlamda farklılaşan inançları dolayısıyla Sünniler tarafından “heretik” kabul edilmesi onların mezhep asabiyelerinin güçlenmesine yol açtı. Dolayısıyla hem kimliksel hem de sınıfsal ilişkiler bağlamında Sünniler ile Nusayriler arasında düşmanlık 
hislerinin ortaya çıkması kaçınılmazdı. 

Baas Partisi’nin Kuruluşu ve Gelişimi 

1946 sonrası dönemde Suriye siyasetini, Şamlı elitlerin kurduğu Ulusal Parti ile Halepli elitlerin liderliğini yaptığı Halk Partisi arasındaki rekabet şekillen diriyordu. Bu iki parti her ne kadar Arap milliyetçisi bir söyleme sahip olsa da, Sünnilerin bu partilerdeki ağırlığı, azınlıkların bu partilerle arasına mesafe koymasına neden oldu. Bu iki ana partinin dışında manda döneminde ortaya çıkmaya başlayan Baas Partisi modern Suriye tarihinde çok önemli bir rol oynayacaktı. Rum Ortodoks Mişel Eflak ile Sünni Müslüman Salah Bitar’ın resmi olarak 1947 yılında kurduğu Baas Partisi’nin seküler Arap milliyetçiliği ve toprak sistemini değiştirmeyi hedefleyen sosyalist ideolojisi partinin kısa zamanda özellikle kentli orta sınıf Sünniler ve kırsal tabanlı heterodoks dini azınlıklar için bir cazibe merkezine dönüşmesine yol açtı. Özellikle Nusayriler bir yandan seküler-milliyetçi Baas Partisi’ne üye olurken, diğer yandan daha 1920’lerden itibaren Fransızların teşvikleriyle orduya girmeye başlamıştı. 

Bu durum, özellikle askeri bürokraside Sünnilerin hegemonyasını kıracak bir toplumsal mobilizasyonun fitilini ateşleyecek ve 1963 yılında kentli Sünni 
elitlerin Suriye siyasetinden tasfiyesine yol açacaktı. 

Suriye’de ordunun siyasete müdahale ederek 1949 yılında Ortadoğu’nun ilk askeri darbesini yapması, kentli orta sınıf ve kırsal sınıfın geleneksel aileler karşısında güçlenmesinin önünü açtı. Kentli Sünni elitlerin liberal ekonomi politikalarına karşı bu sınıflar toplumsal yeniden bölüşüm, toprak reformu ve devlet odaklı ekonomik kalkınma gibi taleplerde bulunuyordu. 

Baas Partisi, kısa sürede heterodoks kırsal sınıf ile kentli orta sınıfın ittifak yaptığı ve geleneksel Sünni elitlere karşı geliştirdikleri radikal söylemlerin taşıyıcı gücüne dönüştü. Baas Partisi girdiği ilk seçimlerde pek bir varlık gösteremese de 1954 seçimlerinde parlamentoda 22 sandalye kazanarak siyasal rüştünü 

ispat etti. Parti, Suriye ile Mısır’ın birleşerek 1958’de modern Ortadoğu tarihinin ilk birleşik Arap devletini kurmasında katalizör rolü oynadı. 

1958 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC)’nin kurulması her ne kadar Baas’ın geleneksel liderliğini oluşturan Eflak-Bitar kanadı için büyük bir başarı gibi 
görünse de, Nâsır’ın Baas Partisi’ni Suriye siyasetinden tasfiye etmesi parti liderliğine yönelik yeni bir dip dalganın ortaya çıkmasına yol açtı. Eflak ve Bitar’ın pragmatik politikalarını eleştiren ve “bölgeciler” olarak adlandırılan hizbin yanı sıra, bazı alt düzey Baasçılar parti içinde radikal Marksist bir söylem geliştirdiler. 

Yine bu dönemde, üç Nusayri askeri Baasçı HafızEsad, Salah Cedid ve Muhammed Ümran’ın kurduğu Askeri Komite, parti içerisinde gücünü hissettirmeye başladı. 1961 yılında BAC’ın askeri bir darbe ile sona 
ermesi sadece Suriye siyasetini değil, orduyu da bir açmaza sürükledi. Nâsır’ın pan-Arap çağında ilk birleşik Arap devletini sonlandıran ayrılıkçı siyasetçiler ve 
ordu mensupları politika geliştirmekte zorlanıyordu. 

1961 sonrasında ordu içindeki hizipsel mücadele o denli şiddetlenmişti ki hiçbir hizip doğrudan yönetimi üstlenmeye cesaret edemiyordu. Ordunun bu bölünmüşlüğü, 1963 yılına kadar geleneksel Sünni elitler liderliğinde sivil siyasetinin yaşamasını kolaylaştırdı. 1961-1963 yılları arasında Mısır ile yeniden birleşme ya da birleşmeme parantezine sıkışan Suriye siyaseti tam anlamıyla felç olmuştu. Bu ortamda, özellikle Şamlı ve Şamlı olmayan Sünni subaylar arasındaki rekabet nedeniyle orduda gerçekleştirilen tasfiye hareketleri, 
heterodoks azınlıkların, özellikle Nusayrilerin orduda güçlenmesine ve kritik noktaları ele geçirmesine neden oldu. 1920’lerde orduya girmeye başlayan 
ve 1950’lerin kaotik siyasal ortamında kendini yıpratmayan kırsal sınıfa mensup azınlık gruplar iktidarı ele geçirmek için uygun ortamı bu dönemde yakaladı. 

1961 sonrasında yaşanan siyasal kargaşa sadece ordu ve siyaset kurumuna değil, aynı zamanda Baas Partisi’ne de yansımıştı. Nâsır’a ve BAC’ın yeniden 
kurulmasına yönelik Baas içerisinde farklı sesler yükselmekteydi. Eflak-Bitar liderliği birlikten yana iradelerini koysa da, radikal askeri ve sivil kanadın gücü 
partide belirginleşmeye başlamıştı. 8 Mart 1963 yılında Askeri Komite’nin başını çektiği Baasçı subaylar bir askeri darbe gerçekleştirdi. Darbe, geleneksel Sünni 
elitleri Suriye siyasetinden tasfiye ederken, özellikle kırsal tabanlı Nusayri azınlığın ülke siyasetindeki önlenemez yükselişini simgeliyordu. 1946-1963 yılları arasında Suriye’de kimlik ve sınıf aidiyetleri etrafında yaşanan politik mücadele ve istikrarsızlık hiçbir zaman mezhepsel bir savaşa dönüşmedi. Suriye toplumunun mezhep temelli bölünmesi, kırsal tabanlı heterodoks 
inançlara sahip askeri Baasçıların ordu ve bürokrasi içerisinde mezhepçi politikalar izlemesi sonucunda ortaya çıktı. 1963-1970 yılları arasında Baas Partisi içerisinde yaşanan hizipsel mücadeleler ve partinin 
dönüşümü Hafız Esad’ı iktidara taşıyacaktı. 

8 Mart darbesinden sonra bölge, kabile ve mezhep bağları, Suriye siyasetini şekillendiren en önemli dinamik haline geldi. Darbenin arkasındaki asıl güç olan 
Askeri Komite’nin üç üyesinden Salah Cedid Genelkurmay Başkanı, Hafız Esad Hava Kuvvetleri Komutanı,Muhammed Ümran ise 70. Zırhlı Tugay’ın Komutanı 
oldu. Tasfiye edilen Sünni subayların yerine kırsal sınıfa mensup heterodoks azınlıkların getirilmesi, ordunun genetiğinin değişmesine yol açtı. Kasım 1963 tarihinde gerçekleştirilen Baas Kongresi’nde Askeri Komite ve genç radikal entelektüellerin Marksist-Leninist ideolojileri Baas doktrinine enjekte edildi. Bu gelişme, partinin yükselişini sağlayan kentli orta sınıf-kırsal sınıf koalisyonu arasında yaşanacak olan hizipsel çatışmanın habercisiydi. 8 Mart darbesi sonrasında Askeri Komite’nin iki önemli üyesi Sünni Emin el-Hafız ve Nusayri Salah Cedid arasında yaşanan güç mücadelesi beklenen çatışmanın fitilini ateşledi. Parti’nin geleneksel liderleri Eflak ve Bitar’ın el-Hafız’ı desteklemesiyle, kentli orta sınıf-kırsal sınıf çatışması artık su yüzüne çıkmıştı. 
Salah Cedid ve Hafız Esad’ın başını çektiği hizip, kendilerini gerçek Baasçı olarak tanımlıyor, geleneksel liderliği ‘sağcı’ olmakla suçluyordu. 23 Şubat 1966 tarihinde Salah Cedid’in öncülüğünde gerçekleştirilen kanlı darbe ile hizipsel mücadeleyi Nusayrilerin başını çektiği Askeri Komite kazandı. 

1966 darbesi, Nusayrilerin Baas Partisi ve Suriye siyaseti üzerinde tamamen hâkimiyet kurması ile sonuçlandı. Darbe sonrası Hafız Esad yeni kabinede 
Savunma Bakanlığı görevini üstlenirken, Cedid perde arkasında kalmayı tercih etti. Avraham Ben-Tzur’un kavramsallaştırmasıyla ifade edecek olursak 1966 darbesinden sonra Baas Partisi tam anlamıyla “neo-Baas” partisine dönüştü. Nusayrilerin mutlak kontrolündeki parti, katı bir devletçilik ve Maoculuktan esinleniyordu. Nitekim neo-Baas darbesi sonrası Suriye’yi terk etmek zorunda kalan Mişel Eflak “partimi tanıyamıyorum!” açıklamasını yaparken, Salah Bitar “Suriye’de Baasçı politikaların sona erdiğini” ifade etmiştir. Kentli 
Sünni elitlerin, Eflak-Bitar liderliğinin ve Sünni 

Suriye toplumunun mezhep temelli bölünmesi, kırsal tabanlı heterodoks inançlara sahip askeri Baasçıların ordu ve bürokrasi içerisinde mezhepçi politikalar izlemesi sonucunda ortaya çıktı. 

Baasçıların tasfiyesinden sonra iki yoldaş Salah Cedid ile Hafız Esad arasında Suriye tarihinin son hizipsel mücadelesi yaşandı. Cedid’in 1966’dan sonra izlediği radikal sol politikalar ve maceracı dış politika, Esad ile arasında soğuk rüzgârlar esmesine yol açmıştı. Cedid, Baas’ın sivil kanadı üzerindeki etkisini artırırken; Esad, askeri kanat üzerindeki hâkimiyetini pekiştirdi. İki Nusayri Baasçı arasında yaşanan son mücadele, Esad’ın 13 Kasım 1970 tarihinde modern Suriye tarihinin son askeri darbesini yaparak eski yoldaşlarını 
tasfiye etmesi ve iktidarı tamamen ele geçirmesi ile sonuçlandı. 

Hafız Esad Rejimi 




Hafız Esad rejimi, Suriye’nin kendi özgül koşulları içerisinde doğmuştur. Bu yapının ortaya çıkışını anlayabilmek için Suriye toplumunun kimlik-sınıf ekseninde bölünmesinin ve Baas Partisi’nin geçirdiği dönüşüm süreçlerinin analiz edilmesi elzemdir. Esad’ın kurumsallaştırdığı rejimi, “ortodoks” Baas’tan ziyade “neo”Baas’ın bir devamı olarak görmek daha doğru olacaktır. Esad, her ne kadar iktidarının ilk dönemlerinde alt sınıftan gelen bazı Sünnileri ve Şam burjuvazisini sisteme entegre etse de Nusayrilerin 1963 darbesiyle başlattığı iktidar 
yürüyüşünü sonuca ulaştırmıştır. Muhalif hiçbir odağın ortaya çıkmasına izin vermeyen Esad, 1946-1963 yılları arasındaki istikrarsız, fakat demokratik sistemin yerine istikrarlı fakat otoriter bir rejim inşa etmeyi tercih etmiştir. 
Bu istikrarın sigortası ise yüzyıllar sonra ilk kez siyasal sistemin merkezine taşınan, ordu ve güvenlik güçlerinin kilit noktalarına yerleştirilen Nusayriler olmuştur. Esad’ın kişi kültüne ve Nusayri hegemonyasına muhalefet etme cesareti gösteren bütün gruplar, rejim tarafından bastırılmıştır. Beşar Esad’ın Arap Baharı sürecinde uyguladığı politikalarını rejimin kodlarıyla okumak 
Suriye Krizi’ni anlamamızı kolaylaştıracaktır. 


Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 




***