Erciyes Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erciyes Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2019 Cumartesi

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ 


Prof. Dr. Mustafa KESKİN* 
* Erciyes Üniversitesi, Kayseri. 


Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi, Müşir Mustafa Kemal Atatürk’ün eseri, Türk gençliğinin koruma ve savunmasına emanet ettiği yadigârıdır. Tarihî Türk devleti, nasıl tehdit ve tehlikelere uğramışsa, tarihî tecrübe ve müktesebatımızın pek değerli sonucu olan bugünkü devletimiz de, kimi süreksiz, kimi sürekli, içten ve dıştan kaynaklanan tehdit ve tehlikelerin hedefidir. Denilebilir ki Türkiye 
Cumhuriyeti, Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın övünçlerine, sevgilerine olduğu kadar, onlara yönelik nefret ve düşmanlıklara da varistir. 

Millî Mücadele’nin en sıkıntılı zamanlarında “Maarif Kongresi”ni toplayan Mustafa Kemal Paşa’ya göre Türk Milletinin ve onun “millî egemenlik esasına dayalı, kayıtsız-şartsız bağımsız yepyeni devleti”nin bir daha izmihlâlle karşılaşmaması, çağdaş milletlere paralel, çağdaş medeniyetin onurlu, verimli bir üyesi olması için, her şeyden öncelikli ve hepsinden önemlisi Türk millî eğitimidir. 

Türk Eğitim-Öğretiminin barış dönemi ile ilişkisi ve Türk öğretmenlerinde bulunması gerekli meslekî ve ahlakî değerler ışığında konumu ve stratejisi üzerinde durulacaktır. Her yerde ve her zaman eğitimsel gelişmenin, nitelikli insan yetiştirmenin barış dönemi ile yakın ilişkisinin olduğuna inanıyorum. Esasen toplumsal değişim ve gelişimin, ilgili toplumum eğitim düzeyiyle paralellik arz ettiğini de ilâve etmek lazımdır. Toplumsal değişimlerin ve gelişmenin birden bire değil de tedricen gerçekleştiğine bakılırsa, eğitim-öğretimin “millîlik” özelliğinin titizle korunmasının önemi daha da anlaşılır. 

Bildirimizde Osmanlı Devleti’ndeki duruma, gelişmiş ya da ileri ülkelerle yapılan karşılaştırmaların eksikliğine, nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve kararlı olarak mücadele ettiği ana düşmanlara da göndermede bulunulacaktır. 

Türk Milletine Yönelik Tehditleri cehalet, yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar, Türk kimliğine, Türk geleneklerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve demokrasisine, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti özelliğine düşman bütün izmler veya akımlar olarak özetlemek mümkündür. Türk millî eğitiminin amaç ve stratejisi, yetişecek olan Türk çocuklarını, belirtilen tehdit ve tehlikelere karşı uyanık ve zinde bulundurmakla beraber, onlara bilimin aydınlatıcı önderliğinde değişim ve gelişmenin varlık ve bekası için olduğundan çok gerekli olduğunu, eğitim-öğretimin bütün aşamalarında kafa ve gönüllerine işletmektir. Bütün bunların uygulamaya konması ve sürdürülmesi öğretmenlerin niteliği ile, kalitesi ile olduğu kadar sürdürülebilir, kalıcı bir barışla mümkündür. Bu sebeple Türkiye’nin iç ve dış politikasında, millî ülkü olarak “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ı benimsemesi çok önemli ve o oranda isabetlidir. 

Eğitim ve öğretimin en önemli unsuru, şüphesiz öğretmendir. Öğretmen okuyan, yazan, kalemle yazmasını, insana bilmediğini öğreten, anlamadığını belleten kimsedir. Öyleyse öğretmenin devlet ve toplumun moral ve maddi ihtiyaç ve hedeflerini karşılayacak derecede bir donanımla yetiştirilmesi ve yetkili kılınması gerekir. 
Öğretmen, babanın dünyaya gelmesine aracı olduğu, insanın kabiliyetleri ni keşfeden, bununla yetinmeyerek o kabiliyetleri işleyen, ona tenkitçi bir zihniyet, yüksek bir iş ahlakı, hem toplumu hem de insanlık için sürekli güzel işler üretmek disiplinini kazandırmak suretiyle, yüce bir makama yükselmesini sağlayan adam olmakla, hakkı baba hakkından önce gelen kimsedir. 

Öğretmen, başta öğrenciler olmak üzere, toplum tarafından örnek alınan, imrenilen, öğrencileri ve toplumu ile ahenkli bulunan, kendisiyle ve toplumuyla barışık, Türk milletinin yüksek millî değerlerinin temsilcisi ve güvencesi olan adamdır. Nihayet öğretmen hakikatin tanığı, aydınlık geleceğin müjdecisi, gelecekte olması muhtemel tehdit ve tehlikelerin uyarıcısı ve toplumsal değişim 
ve gelişimin öncüsüdür. 

Türk Devletine ve Türk milletine yönelik, örtülü ve açık, süresiz ve sürekli tehdit ve tehlikeler karşısında en önemli engeli oluşturan öğretmen bilgili, cesaretli, vakarlı, erdemli, adil ve merhametli olmalı, bütün düşünce akımlarını bilmeli, ama bunlardan hiçbirini, “Atatürk millîyetçiliği” hariç, muhataplarına empoze etmemelidir. Öğretmen bilgili olduğu takdirde güçlü ve kuvvetli olacağının bilincinde olmalıdır ki, bu bilinç ona sürekli vakar ve daima parıldayan bir fazilet kazandıracaktır. Cumhuriyetin emanet edildiği nesilleri eğitip terbiye etmek onun temel görevi olduğu içindir ki, devletimizin kurucusu, Gazi, Müşir Mustafa Kemal Paşa 1928’de “Millet Mektepleri” ni kurmuş ve “Başöğretmen” payesini almıştır. 

Öğretmen, içinden çıktığı topluma aittir. O, uluslararasında Türk milletinin ayırt edici özelliklerini temsil mevkiinde olduğu için, millîyetçi olmalı, dünya vatandaşı, kozmopolit yahut “küreselleşme” nin zebunu olmamalıdır. Türklüğümüzü muhafazada ve onunla övünmede itinalı olmalıyız. Çünkü dışımızdakilerin bize saygı göstermesini istiyorsak, bu saygıyı her şeyden önce biz kendimize 
göstermeliyiz. Kendisine saygısı, kimliği ile övünen, sürekli çalışıp üreten ve sınırsız özgüvene sahip olan toplumlardır ki, haysiyetli, şerefli, izzetli, alnı açık, başı diktir. Türk öğretmeni bu çerçevede bir toplumun inşacısı ve yaratıcısı olmalıdır. 

Yeni Türkiye Devleti, “dünyaya egemen, kudretli bir fikrin (millîyetçiliğin) Türkiye’deki tecellisi ve tahakkukudur”1. Atatürk millîyetçiliğinin Türk milletinin ortak paydası olması, nesillerin gerçekten millî bir eğitimden geçirilmesi ve millî duygularla donatılmasıyla mümkün olabilir. Bu takdirde Türk milleti ve onun kudretli devleti yeniden bir izmihlale sürüklenmeyecek, hiçbir milletin ve devletin önünde eğilmeyecektir. “Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken, onlara özellikle millî varlığı ve hakkıyla, millî birlik ve beraberliğiyle çatışan ne kadar yabancı öge varsa, onlarla mücadele etme lüzumu ve millî düşünceyi tam bir özümsemeyle, her karşı düşünceye karşı şiddetle ve özveriyle savunma zarureti telkin edilmelidir. Yeni nesillerin bütün manevi dünyasına bu özelliklerin ve kabiliyetlerin aşılanması önemlidir”2. 

Öğretmenler, Türk milletine, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman ne kadar akım varsa, bunlarla mücadele edebilecek bir donanıma sahip olmalı, kendisine emanet edilmiş kuşaklara, o akımlarla mücadele etme gereğini kafalarına ve gönüllerine nakşetmelidir. “Dünyanın uluslararası gidişatına göre böyle bir savaşın gerekli kılacağı manevi güçlerle donatılmamış olan fertlere ve bu özellikte fertlerden meydana gelmiş toplumlara hayat ve istiklal yoktur”3. 

Öğretmenler müesses nizamın yani anayasal düzenin güvencesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğunun bilincinde ve inancındadır. Onlar yalnız zamanımızın değil, aynı zamanda geleceğimizin de planlayıcıları ve belirleyicileridir. Muzaffer orduların bile ancak ve ancak öğretmenlerin eseri olduğu unutulmamalıdır.4. 

Türkiye’de eğitimsel gelişmenin barış dönemiyle ilişkisine gelince: Herkesin bildiği gibi hangi ülke olursa olsun, eğitimsel gelişmenin, nitelikli ve kaliteli insan yetiştirmenin barış dönemiyle kuvvetli bir ilişkisi vardır. Esasen toplumsal değişim ve gelişimin eğitimin çağdaş niteliğiyle paralellik arz ettiğini de eklemek lazımdır. Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenlerinin odağında sürekli savaşların bulunduğunu gözden ırak tutmamak gerekir. Sürekli savaş, bunu yapan ülkenin maddi ve manevi güç kaynaklarının kurumasına, geleceğe dair ümitlerinin tükenmesine, nihayet ümitsizliğe düşmesine sebep olur. Yaşadığımız dünya, ümitsizlik dönemlerinin deyişiyle, “yalan” değildir. Bir “berzah”, yahut Türkçesiyle “mola yeri” olduğu doğru olmakla, bu dünyanın hakikatliği de ortadadır. Bu dünyanın ahvali elbette savaştan ve barıştan, bolluktan ve kıtlıktan, zevkten ve meşakkatten ibarettir. Onun içindir ki, barış döneminde 
savaşa hazırlıklı olmak, bolluk devirlerinde kıtlık için tasarrufta bulunmak, nihayet rahatlığı meslek edinmeyerek sürekli çalışmayı ve üretmeyi şiar edinmek lazımdır. Bu hakikatin farkında olan, doğumunun yüzyirmibeşinci yılını kutladığımız, Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Bir tek şeye ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak. Çalışıldığı takdirde mutluluk ve zenginlik peşinden gelecektir.” demekle ezeli ve ebedi hakikati doğrulamaktadır. 

Toplumsal değişimlerin ani değil de, tedricen gerçekleştiği görülmektedir. 
Bir toplumda “iyileşme”, “kötüleşme” ve “yeniden iyileşme” birbirine yakın süreçlerde mümkün olmaktadır. Eğitimsel gelişmenin barış dönemiyle ilişkisini ortaya koyabilmek için bazı konuların belirlenmesinde yarar vardır. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin durumudur. Çünkü saltanatın kaldırılmasıyla ilgili yasada 
yeni Türkiye Devleti’nin “Misâk-ı Millî hudutları içinde Osmanlı Devleti’nin tek meşru vârisi” olduğu, “millî hükümranlığın milletin kendisine verildiği” vurgulanmaktadır5. Dolayısıyla vârisi olunan Osmanlı Devleti’nin durumuna da değinmek lazımdır. İkincisi, “Batı medeniyeti” nin temsilcisi olan ülkelerle yapılan karşılaştırmanın eksikliği, üçüncüsü de Türkiye Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve 
kararlı biçimde savaş açtığı ana düşmanlardır. 

Osmanlı Devleti’nin sadece Türk millî tarihinin değil, insanlık tarihinin de mükemmel teşkilatlanma örneklerinden biri olduğu doğrudur. 
Bu mükemmeliyetin temelinde bilim adamlarının, düşünce insanlarının fikrî ve fillî katkı ve katılımlarının bulunmasıdır. Selçuklular zamanında Türkiye’de çağdaş biçimde programlanmış eğitim-öğretim kurumlarını devralan Anadolu Beylikleri ve bu arada Osmanlı Devleti XVI. yüzyılın sonlarına değin söz konusu kurumları daha da geliştirmişledir. XVI. yüzyılın ikinci yarısında eğitimöğretim 
programlarında âlet ilimleriyle müsbet ilimler çıkarılırken Avrupa’da “skolastik zihniyet” in, yani “ham softa kaba yobazlık” ın yerini tenkitçi zihniyet ve deneysel araştırmalar almaya başlamıştır. “İlim bütün isteklerinize yön versin. Akıllı ve hırslı olursanız ebedi dirlik ve düzenlikte bulunursunuz. Bu size Çalab’ın emri olur.” diyen Âşık Paşa’nın hayata geçirilmiş telkin ve tavsiyeleri unutulmuş, 
ilim bu ülkede takdir edilmeyince, iltifat görmeyince takdir ve iltifat gördüğü coğrafyalara göç etmiştir6. “Doğu’nun ziyası sönmeye, aydınları fakirleşmeye başlamış, kıta Avrupasından kovulan “ham softa kaba yobazlık”, “ortaçağ karanlığı” Osmanlı ülkesinde yer edinmeye, eğitim-öğretim kurumları olan medreselerde ağını örmeye, bütün bir toplumu girdabına almaya başlamıştır. 

Belirtilen tarihlerden sonra Osmanlı eğitim-öğretim kurumlarından, bırakınız dünya çapında olmayı, ülke çapında bile toplumsal ihtiyaçlara karşılık verecek, dünyadaki değişimi izleyecek ve gelişmeye yön verecek, karşılaşılan sorunlara çözüm önerecek ve çare bulacak çapta insanlar bile yetişmez olmuştur. Osmanlı Devleti’nin, Osmanlı kültür ve medeniyetinin maddi ve manevi sukûtu eş zamanlı olmuştur. Osmanlı kaynaklarında “Memâlik-i Mahrûsa”, yani sınırları Allah tarafından korunmuş cihan padişahının ülkesi diye betimlenen topraklar her yönden yıkıcı saldırılara uğramıştır. Devrinin güçlüleri bu tarihlerden sonra düşmanlar tarafından yere serilmişlerdir. Sınırlar ötesi düşmanların işini kolaylaştıran, niyetlerini gerçekleştiren içerideki sukûtumuz olmuştur. Eğitim-öğretimde hedefsizliğin, yakın ve uzak geleceği görememenin sonucu son derece elem verici olmuştur. Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyıldan sonraki durumunu “Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” özdeyişi özetlemeye yeterlidir. 

İlim ve hikmeti klavuz edinmeyenlerin mürşid tutmayanların karşılaşacakları elbette kıyamettir, ölümdür. Ortalama olarak haftanın bir günü dış düşmanlarla, bir o kadar da iç ayaklanmalarla meşgul olan Osmanlı Devleti’nin kendini ihya etmesi mümkün değildir. Osmanlı Devleti XIX. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa devletler manzumesinde yer almak suretiyle barışa nail olmuş7, bu süre 
zarfında ülke genelinde gerçekleştirilen “okul” laşma sayesinde Türk milletinin ruh köklerine bağlı, aynı zamanda çağdaş medeniyetle barışık nesiller yetişmiştir. Mehmet Âkif ERSOY’un “Âsım’ın nesli”8 olarak göklere çıkardığı bu nesiller, çoktandır yere serilmiş, sütü kanıyla birlikte emperyalizmanın ağzına verilmiş, Osmanlı Devleti’nin ve Türk insanının şeref ve haysiyetini kurtarmıştır. Millî Mücadele’de Türk milletinin ölümden sonra dirilişini gerçekleştirmiş, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, O’nunla beraber ebed-müddet devletimizin son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştur. 

Türkiye’nin çağdaşlaşma hamleleri ve Avrupa tarihi ve medeniyeti konularında yeterli ve sağlıklı bilgisi olmayanlar, sık sık Türkiye’yi Avrupa’nın “seri başı” ülkeleriyle karşılaştırıyorlar, onların ilerleyişinden ve Türkiye’nin geri kalmışlığından bahsetmekle kalmıyorlar, daha da ileri giderek, Cumhuriyet ilkelerinin yetersizliğini ve miadını doldurduğunu iddia ediyorlar. “İkinci Cumhuriyetçiler” diye kendilerini tanımlayanlar ne geçmiş maceramızı biliyorlar, ne de Türkiye’nin büyük rüyasını görüyorlar. Her şeyden önce şu gerçeğin altını çizmek gerekir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu tarihte böyle bir karşılaştırma yapmak akla, bilime, insaf ve adalete aykırıdır. Karşılaştırma ancak eşitler arasında yapılmalıdır. 

Batı medeniyetinin temsilcisi olan ülkelerle genç Türkiye arasında yüz ila yüzelli yıllık bir yola çıkış aralığı vardır. Cumhuriyet’in 10. yılında bile çok büyük işler yapıldığını, yapılan işlerin en büyüğünün ise “Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti” olduğunu, bizzat kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk söylemektedir. “Bundaki başarıyı Türk milletinin ve 
onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârâne yürümesine borçluyuz. Yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız...... Türk milletinin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığı nı, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu kesintisiz ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüz dür...”9 diye de devam etmektedir. 

1923’te çağdaş medeniyet yoluna giren Türkiye, Batının “gelişmiş” leri ile olan mesafeyi 15-20 yıla kadar indirmiştir ki, bu her türlü takdirin üzerinde bir ilerleme ve gelişmedir. Şayet Türkiye belirli aralıklarla dışardan ve içerdeki işbirlikçileri marifetiyle budanmamış olsaydı, inanıyorum ki, Türk milleti bu mesafeyi kapatmış olacaktı. 
Gerçekleştirilenleri asla küçümseyemeyiz, hafife alamayız. Türkiye’nin, bu zorlu coğrafyada ve baş döndürücü olayların meydana geldiği zamanda gerçekleştirdiklerini, başta eğitim-öğretim kurumlarındaki çocuklarımız olmak üzere, bütün topluma sıkça, ama bilimsel olarak anlatmak mecburiyetimiz olmalıdır. Bunu yapmak “Türk’e Türk propagandası yapmak” da değildir. Artılarımızı, eksilerimizi önce kendimize anlatmalıyız ki, çağdaşımız olan ve Türkiye üzerinde yakın ve uzak talepleri bulunan ülkelerin hamlelerini sonuçsuz 
bırakmış olalım. 

Türkiye, 1990’da dünya bilimsel sıralamasında 45. sırada iken, 2004 yılı itibariyle 22. sıraya yükselmiştir. Bunu belirtmemizin sebebi, tedricî olarak bilimsel doyuma ulaşan Türkiye’nin kısa sürede kat ettiği mesafeyi göstermektir. Mana ve madde planında yıkıma uğramış bir vatanda, “yorgun ve bitab” düşmüş Türk milletinin dinlenmesi, kuvvetlenmesi, toparlanması, nihayet sınırları “Misâk-ı Millî” ile belirlenmiş vatan coğrafyasının mamur ve bayındır kılınması için yeni Türkiye Devleti’nin benimsediği millî ülkü, daha önce de belirtildiği gibi “Yurtta ve Dünyada Barış” olmuştur. Sürdürülebilir barışın bilincinde olan Türk milleti bunu acı deneylerden, uğradığı millî musibetlerden sonra öğrenmiş, Cumhuriyet’i lafzıyla ve ruhuyla benimsemiş, bu Cumhuriyet’i “Demokrasiye âşık Türk 
evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” etmiştir10. 

Türk nesilleri, Cumhuriyet’le, onu taçlandıran demokrasisiyle hayatın sevincine ve zevkine erişmişlerdir. Bugün itibariyle 19 milyon civarında çocuk ve gencini okutan Türkiye için yapılması gereken iş, kurucusunun gösterdiği aydınlık yolda yürüyüşüne devam etmek, dünyanın çağdaş standartlarına sahip olmak için gerekli değişim iradesini ortaya koyabilmektir. 

Türkiye, bu ülkenin aydınlanmasında, “Türk Rönesansı”nın yaratılmasında öncü rol oynayan üniversitelerinin sayısını mutlaka 100’ün üzerine çıkarmalı, mevcut 
üniversitelerini dünyadaki emsalleriyle rekabet edecek konuma yükseltmelidir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin en kavi düşmanları cehalet, yoksulluk ve hastalıktır. Cehaleti karanlık ile karşılamak mümkündür. Hem kötülüklerin hem de geri kalmışlığın kaynağıdır. Bu kaynak kurutulmadıkça zenginliğin, mutluluğun, sağlık ve esenliğin elde edilmesi mümkün değildir. Kalkınma cehaleti alt etmekle başlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin geçen sürede sağladığı en büyük başarı cehalete karşı açtığı sürekli savaş ve bu savaşta başarısıdır. Cumhuriyet’in “aydınlanma” projesi başarılı olmuş, ülke insanımızın büyük çoğunluğu 
okur yazar kılınmıştır. Son çeyrek yüzyılda karşılaşılan ve bilim çevrelerinde endişe doğuran konu, çocuklarımızın bilinçli olarak kitap okumaktan, düşünmek ten, sorgulamaktan ve yazabilmekten uzaklaşmalarıdır. Yetişecek ola nesilleri yeniden düşünce ile, okuma ve yazmayla barışık yapmanın çare ve önlemlerini vakit kaybetmeksizin bulmamız gerekir. Son yıllarda, özellikle kız çocuklarımızın 
okullu yapılması için devlet vatandaş işbirliğinin ürünlerinin ortaya çıkması sevindiricidir. Esas olan, kanaatimizce eğitim ve öğretim faaliyetinin sürekli olması, bunun bir meşale gibi elden ele devredilmesi, nihayet Türk insanının eğitim ve terbiyesi için gerekli yatırımların artırılarak sürdürülmesidir. Gelişmişliğin göstergesi sürekli üretim ve pazarlamadır. Refah seviyesi yükselmiş Türkiye’nin sağlıklı nesiller yetiştirmesi, refah ve mutluluğunun güvencesi olacaktır. 

Devletin “İstiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddeler den, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alması” anayasal bir zorunluluktur.11. 

Birey başına 1000 doların üzerinde bir ihracat gerçekleştiren Türkiye, bu kalkınma ve ilerlemesinin ürünlerini devşirmeye başlamıştır. Elbette gerçekleştirilenleri yeterli görmek mümkün değildir. 

Ana ve çocuk sağlığı başta olmak üzere toplum sağlığının iyileştirilmesi sağlık ve sosyal yardımın bütün topluma yaygınlaştırılması, Türk insanının yaş ortalaması nın yükselmesi, elbette cehaletin, yoksulluğun ve hastalığın yok edilmesiyle, bunlarla mücadelenin sürekli kılınmasıyla mümkün olacaktır. Sonuç olarak, Türk eğitim ve öğretiminin mevcut ve muhtemel tehdit ve tehlikeler karşısında konumunu güçlendirmek, onu zamanın değişimine uygun olarak ve millî ihtiyaçlara göre güncelleştirmek sürekli ilerlemenin olmazsa olmazıdır ve bunun barış içinde birlikte yaşamayla doğrudan ilişkisi olduğu düşüncesindeyim. 

Ülke içinde ve dışında, hem kendisiyle hem de başkalarıyla, barışık olmayan bir toplumun mana ve madde planında gelişmesi, çağdaş dünyayla rekabet etmesi, onurlu, haysiyetli bir yaşam sürdürmesi beklenmemelidir. 


DİPNOTLAR;


1 Atatürk, Söylev ve Demeçler, C. I, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara 1981, s. 321. 
2 Atatürk, a.g.e., C. II, s. 17. 
3 a.g.e., C. II, s. 231. 
4 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Fatih Kürsüsünde (IV. Kitap), Düzenleyen: Ömer Rıza Doğrul, İnkılap Kitabevi, 19. Baskı, İstanbul 1985, s. 280. 
5 Tertip-Düstur, s. 149, Prof. Dr. Mustafa KESKİN, “Türk İnkılabı ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi”, Ufuk Kitabevi, 2. Baskı, Kayseri 2001, s. 233. 
6 Âşık Paşa’nın ünlü eseri Garib-nâme, Prof. Dr. Kemal YAVUZ tarafından faksimilesi ile birlikte hazırlanmış, 4 cilt hâlinde, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih 
Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu tarafından 2000 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır. 
7 Nihat ERİM, Devletler arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), C. I, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 
Yayınları, Ankara 1953, s. 341-353. 
8 Safahat, VI. Kitap: Âsım, s. 424-427. 
9 Atatürk, 10. Yıl Nutku (29 Ekim 1933’te 10. Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle Ankara’da yapılan büyük törende söylenmiştir), Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 274-276. 
10 1982Anayasası, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği Yayını, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1982, s. 5. 
11 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Gençliğin Korunması İle İlgili 58. ve 59. Maddeleri, s. 40-41. 


***

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 12


ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 12


İKTİDARININ OLUŞUMU SURİYE’DE 1970 DARBESİ VE ESED 




Muhammed Hüseyin MERCAN 
Arş. Gör., Erciyes Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü 


Hafız Esed’in kurguladığı siyasi yapıda, inşa ettiği rejimin güvenliği ve sürekliliği esas unsur haline geldi. Anayasa üzerinden şekillendirdiği yeni sistem, Baas Partisi’ni toplumun ve devletin hâkim partisi haline getirirken (8. md) öte yandan da orduya geniş yetkiler tanımakta ve devlet başkanını da devletin tam sahibi haline getirmekteydi. 

1946’da kazanılan bağımsızlıktan Hafız Esed’in iktidarına kadar geçen süreçteki Suriye tarihi bir bakıma darbeler tarihi şeklinde anılabilir. 1949 yılında 
Hüsnü el-Zaim öncülüğünde gerçekleşen askeri darbe, bir yandan modern Orta Doğu tarihinde ordunun siyasete ilk toplu müdahalesi olurken, öte yandan aynı yıl içinde gerçekleşen iki darbeyle de Suriye’deki istikrarsızlık döneminin kapısını araladı. Fransız Manda yönetiminin ardından kısa bir süre demokrasi ya da bir başka deyişle sivil yönetim tecrübesi yaşayan Suriye toplumu, 1949’dan itibaren ordunun siyaseti dizayn ettiği ve devleti tüm kurumlarıyla şekillendirdiği bir ülkeye tanık olmaya başladılar. 

1950’li yılların Suriye’si, siyasi buhranlara tanık olan, anayasal tartışmaların sürekli gündemde ve iktisadi sorunların had safhada olduğu, kısacası istikrarsızlığın istikrar haline geldiği bir yapıya büründü. Ülkenin bu ortamından istifade eden Baas ideolojisine mensup sivil ve askeri kanat 8 Mart 1963 tarihinde gerçekleştirdikleri darbe ile ülke tarihin önemli kırılma noktalarından birine imza attılar. Bu darbe ülkede Baas Partisi ve ideolojisinin hâkimiyetini tesis etme yolunda büyük bir adım olsa da, ülkenin siyasi gerilim ve tartışmaları bu sefer de parti içine tevarüs ederek, darbeyi gerçekleştirenler arasında ayrılıkların baş göstermesine neden oldu. 

Uzun süredir ordu içinde etkin konumlarda yer almaya başlayan Nusayri kökenli öncü isimlerin ordudaki Sünni subayları tasfiyesiyle ordunun iç dinamikleri tamamen değişmeye başladı. Bunun sonucunda ordu içinde güçlenen Nusayri general ve subaylar Salah Cedid, Muhammed Umran ve Hafız Esed öncülüğünde 1966’da gerçekleştirdikleri parti içi darbeyle ülke yönetimine el koydular. Salah Cedid’in iktidarın başında yer aldığı ve Hafız Esed’in Milli Savunma Bakanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı olduğu bu yeni süreçte, iki isim darbe sürecinde birlikte hareket ettikleri Muhammed Umran’ı tasfiye edip, kendi aralarında iktidar çatışması içine girdiler. 

1967 Haziran’ındaki Arap-İsrail savaşında alınan büyük hezimet tüm Arap dünyasında derin bir travmaya sebep olurken, Suriye’de de bu yenilgi Salah 
Cedid iktidarını zayıflatmak arzusundaki Hafız Esed için önemli bir koz oldu. Ülkede iktidarın asıl odağı olması hasebiyle Cedid’in hezimetin birinci dereceden 
sorumlusu olduğu yönünde güçlü bir propaganda yürüten Esed, ordu içinde kendine yakın subayları etkin pozisyonlara yerleştirerek ülke siyasetindeki gücünü önemli ölçüde artırdı. Benzer şekilde Baas Partisi’nin şube yönetimlerini de ordu içindeki mevkiini kullanarak kendine yakın kişilerden oluşturmayı başaran Esed, 13 Kasım 1970 tarihinde parti içi yeni bir darbeyle Salah Cedid’i etkisiz bırakıp, ülke yönetimine el koydu. 

Bağımsızlıktan itibaren iktidarın sürekli el değiştirdiği ülkede, Esed’in öncelikli hedefi kendisi merkezli güçlü bir iktidar yapısı meydana getirmekti. Bu çerçevede iktidarının ilk dönemlerinde toplumsal meşruiyetine halel getirecek adımlardan kaçınan Esed, İsrail karşıtı söylemlerle ve Arap milliyetçiliğini ve 
birliğini yücelten ifadelerle halkı nezdinde itibarını artırmaya çalıştı. Anayasa’ya “Devlet başkanının dini İslam’dır ve İslam hukuku yasamanın ana kaynağıdır” 
(Md. 3) ibaresinin konması ya da “Suriye topraklarının Arap coğrafyasının bir parçası olduğu ve tüm Suriye halkının tam bir Arap birliğinin gerçekleşmesi 
için gayret etmesinin en büyük ödevleri olduğu” (Md. 1) şeklindeki madde, toplum nezdinde elini güçlendirecek hamleler oldu. Ayrıca ülke ekonomisinin can damarı konumundaki Sünni burjuvazi ile herhangi bir çatışma içine girmeden, Baas Partisi çatısı altında onları yanına çekmeye çalışan Esed, ülkedeki muhalif İslamcılara yönelik derinden ve sessiz bir politika izledi. 


Hafız Esed

Baas içindeki muhalif unsurları ortadan kaldırmayı başaran Esed, 1973 yılında hazırlattığı yeni anayasa ile Suriye’de mutlak hâkimiyetini ilan etti. Bu andan 
itibaren ülkenin tüm idari kurumlarını yeniden şe-killendiren Esed, şahsıyla bütünleşen bir devlet yapısıalgısını topluma dayatmaya çalıştı. Özellikle 1976 yılında İslamcı muhaliflere yönelik başlattığı sistematik katliam ve sindirme politikası sayesinde, toplumdaki tüm muhalif unsurları ortadan kaldırdı ve tek adam merkezli iktidarını daha da kuvvetlendirdi. Hafız Esed’in kurguladığı siyasi yapıda, inşa ettiği rejimin güvenliği ve sürekliliği esas unsur haline geldi. 
Anayasa üzerinden şekillendirdiği yeni sistem, Baas Partisi’ni toplumun ve devletin hâkim partisi haline getirirken (8. md) öte yandan da orduya geniş yetkiler tanımakta ve devlet başkanını da devletin tam sahibi haline getirmekteydi. Siyasi sistemin bu şekilde yeniden yapılandırılmasıyla, Hafız Esed Suriye halkının ya da ülkenin menfaatlerinden ziyade rejimin geleceğini ve emniyetini önceleyen politikaları devletin ana gündemi haline getirdi. Böylece Suriye’nin kendi sınırları içinde halkına yönelik uygulamalarında ya da küresel siyasette izlediği adımlarda ulusun çıkarı yerine rejimin çıkarı anlayışı ikame edilmiş oldu. 

Esed’in Arap milliyetçiliği söylemi, İsrail karşıtlığı, Filistin davasına verdiği destek gibi hususlar Arap dünyasına yönelik etkinliği artırma manevralarıydı. 
Bunun yanı sıra Sovyetler Birliği ve ABD arasında her iki tarafın güdümüne girmeksizin izlediği siyaset, kendisine geniş hareket alanı sağladı. Küresel siyasetin her iki büyük gücünün de farkında olduğu mutlak gerçek, bölgede İslamcı dalganın yükselmemesi adına Esed ve rejiminin emniyet sübabı konumunda olmasıydı. 
Bunun bilinciyle hareket eden Esed, iktidarı boyunca rejimine karşı tehdit olarak algıladığı her türlü İslamcı hareketi bitirmeye çalışırken, tüm dünyaya da verdiği 
mesajla, inşa ettiği otoriter rejimin devamının bölgesel denklem bazında hayati işleve sahip olduğunu göstermiştir. 

1970’deki darbeyle ülke siyasetini şekillendirmeye başlayan Esed, Nusayri azınlığın etkin olduğu ve Baas ideolojisi mensuplarının yer aldığı bu yeni sisteminde, toplumdaki her türlü muhalif sesin süratle kısıldığı ve rejimin çıkarının ve sürekliliğinin her şeyin üstünde tutulduğu bir yapı meydana getirdi. Gerek rejimin küresel bağlantıları gerek içeride inşa ettiği derin yapılanma, Suriye’de günümüzde yaşanan krizin yıllardır niçin devam ettiğinin anlaşılmasında önemli ipuçları taşımaktadır. Esed’in tek adam merkezli yapısından tevarüs eden hususlar ve politikalar, Suriye rejiminin halk ayaklanması sürecinde nasıl hala ayakta kalabildiğini ve Rusya ile İran’ın doğrudan desteğine ek olarak ABD başta tüm batılı güçler ve İsrail’in zımni desteğinin anlaşılmasında hayati konumdadır. 

Bu yönüyle 1970 darbesi sadece bir ülkenin siyasetine bir askerin şekil vermesi değil, aksine sistemin yeni baştan kurgulanarak bölgesel denklem içinde yeni rejimin hâkim güçlerin çıkarlarının devamında vazgeçilmez unsur haline gelmesini sağlayan önemli bir olaydır. 

Muhammed Hüseyin MERCAN 
Arş. Gör., Erciyes Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü 

***

SURİYE TARİHİNİN DÖNÜM NOKTASI: 8 MART 1963 DARBESİ 




Nuri SALIK 
Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 

1946-1963 yılları arasında Suriye siyasetini şekillendiren Halepli ve Şamlı kentli Sünni elitlerin Halk Partisi ve Vatan Partisi’nin yanı sıra, kırsal sınıf ve orta-sınıf 
taleplerinin taşıyıcısı olan Baas Partisi, Suriye Sosyal Nasyonalist Partisi (SSNP) ve Suriye Komünist Partisi gibi siyasi hareketlerin ayakta kalabilmek adına ordunun desteğine ihtiyaçları vardı. 

Suriye, 17 Nisan 1946 tarihinde Fransız mandasından kurtularak bağımsızlığını kazandıktan hemen sonra siyasal buhranlarla çalkalanmaya başlamış ve 
Hafız Esed’in 13 Kasım 1970 tarihinde askeri darbe ile iktidarı ele geçirmesine kadar geçen süreçte, modern Ortadoğu tarihinin en istikrarsız ülkesi 
olmuştur. Bu istikrarsızlık ve siyasi kaosun en önemli nedenlerinden bir tanesi, Suriye ordusunun kendi içerisinde yaşadığı hizipçilik ve siyasal aktörlerin 
bu bölünmüşlükten yararlanarak giriştikleri iktidar mücadeleleriydi. Bağımsızlık sonrası dönemde, siyasi partiler arasındaki ideolojik makasın kapatılamayacak 
kadar büyük olması sivil siyasetin ordunun desteğine olan ihtiyacını artırmış; bu durum ordunun siyasal arenada önemli bir aktör olarak yer almasına neden olmuştur. 

1946-1963 yılları arasında Suriye siyasetini şekillendiren Halepli ve Şamlı kentli Sünni elitlerin Halk Partisi ve Vatan Partisi’nin yanı sıra, kırsal sınıf ve ortasınıf taleplerinin taşıyıcısı olan Baas Partisi, Suriye Sosyal Nasyonalist Partisi (SSNP) ve Suriye Komünist Partisi gibi siyasi hareketlerin ayakta kalabilmek adına ordunun desteğine ihtiyaçları vardı. Osmanlı idaresi ve Fransız mandası sonrası siyasal sistemin başat aktörü konumunda bulunan ve sosyo-ekonomik sistem üzerinde mutlak hâkimiyeti olan kentli Sünni elitlerin hegemonyasına karşı ordu, toplumsal mobilizasyonun manivelası haline gelmişti. Bu nedenle, genç kuşak subaylar radikal söylemlere sahip partilere katılmaya başlamışlardı. 

< Baas ideolojisinin sekülerizm, Arap milliyetçiliği ve sosyalizmi esas alması, partinin kısa bir süre içerisinde Suriye’nin perifesinde bulunan şehirlerde cazibe merkezine dönüşmesine yol açtı.  >

Suriye’de geleneksel siyasi aktörlerin hegemonik konumuna karşı alan açma amacıyla faaliyet yürüten radikal partilerin başında, 1943 yılında kurulan Baas 
Partisi gelmekteydi. Ortodoks Hıristiyan Mişel Eflak ve Sünni Müslüman Salah Bitar isimli iki öğretmen tarafından kurulan Baas Partisi’nin ideolojisi, “birlik, 
özgürlük ve sosyalizm” prensipleri üzerine inşa edilmişti. Baas ideolojisinin sekülerizm, Arap milliyetçiliği ve sosyalizmi esas alması, partinin kısa bir süre 
içerisinde Suriye’nin perifesinde bulunan şehirlerdecazibe merkezine dönüşmesine yol açtı. Özellikle kırsal sınıfa mensup ve heterodoks dini inançlara sahip Alevi, Dürzi ve İsmaili subaylar kitlesel olarak partiye katılmaya başladılar. Baas Partisi’nin seküler ideolojisi, heterodoks gruplara Sünni siyaset dışında alternatif bir alan sunarken, partinin sosyalist söylemi büyük toprak sahibi Sünni elitlere karşı kırsal tabanlı aktörleri cezbeden bir diğer unsur oldu. Diğer taraftan, geleneksel elitlerin İsrail tehdidiyle mücadele etmekte yetersiz kalması ve Soğuk Savaş çerçevesinde Ortadoğu’nun emperyalist mücadelenin merkezi haline dönüşmesi, subayların radikal Arap milliyetçiliğini bayraklaştıran Baas Partisi’ne katılımını artırdı. Heterodoks inançlara sahip subayların (özellikle Alevilerin) Baas Partisi’ne olan rağbeti, partinin giderek askeri bir nitelik kazanmasına yol açtı. Baas partisi bünyesinde askeri ve sivil kanat arasında ortaya çıkan kırsal sınıf-kentli orta sınıf ayrışması, 1960’lı yılların başında iyice belirginleşen bir fay hattı olarak ortaya çıktı. Bu kamplaşma, 1963 darbesini takip eden süreçte partinin askeri kanadın kontrolüne geçmesi ve sivil kanadın tasfiyesi ile neticelenecekti. 

Baas Partisi, 1 Şubat 1958’de Cemal Abdülnasır liderliğindeki Mısır ile birleşerek modern Ortadoğu tarihinin ilk birleşik Arap devletinin kurulmasına öncülük etti. Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) döneminde gerçekleştirilen sosyalist reformlardan rahatsız olan geleneksel Sünni elitlerin desteklediği bir grup subayın 28 Eylül 1961 tarihinde gerçekleştirdiği ‘ayrılıkçı darbe’ ile Mısır-Suriye birliğinin sona erdiği ilan edildi. Ordu içi hizipleşmenin ve tasfiye hareketlerinin zirve yaptığı ‘ayrılıkçı dönem’, orduda özellikle Sünni subayların gücünün zayıfladığı bir dönem oldu. 8 Mart 1963 tarihinde gerçekleştirilen bir başka askeri darbe ile ayrılıkçı dönem sona erdi. 8 Mart darbesinin ilk bakışta ülkede daha önce gerçekleştirilen darbelerden bir farkı bulunmuyordu. Fakat 8 Mart hareketi, Suriye tarihinde bir kırılma anına ve etkileri günümüzde de hissedilecek olan olaylar silsilesinin dönüm noktasına işaret ediyordu. 

8 Mart 1963 askeri müdahalesi her ne kadar literatüre ‘Baas darbesi’ olarak geçse de, darbeyi gerçekleştiren cuntanın içinde üç farklı siyasi ajandaya sahip 
grup bulunuyordu. Bu gruplardan ilki, aralarında Hafız Esed’in de bulunduğu Askeri Komite’ydi. Askeri Komite, yaşları 28 ile 38 arasında değişen rütbeli beş 
Baasçı subaydan oluşuyordu. Askeri Komite’nin üyelerinden üçü Alevi (Muhammed Umran, Salah Cedid, Hafız Esed), iki tanesi ise İsmaili (Ahmed el-Mir ve Abdulkerim el-Cundi) mezhebine mensuptu. Darbenin içinde yer alan ikinci grup, Muhammed es-Sufi ve Raşid el-Kutani’nin önderlik ettiği Nâsırcı subaylardı.

Üçüncü grup ise liderliğini Ziyad el-Hariri’nin yaptığı ‘bağımsız’ subaylardı. 8 Mart darbesinin görünen motivasyonu, Arap milliyetçiliğinin zirvede olduğu bir 
dönemde Arap devletleri arasında yeniden siyasi birliği tesis ederek emperyalizme karşı kolektif mücadeleye katkıda bulunmaktı. Fakat darbenin hemen ardından kurulan Ulusal Devrim Komuta Konseyi (UDKK) içerisinde fikir ayrılıkları ve iktidar mücadelesi baş gösterdi. Nâsırcı subaylar, darbenin ardından Mısır ile mutlak birleşme noktasında ısrar ederken, Baasçı subaylar Nâsır’ın, BAC döneminde olduğu gibi, Suriye siyasetinde hegemonik bir konuma gelmesinden endişe ediyordu. 

8 Mart cuntasının iki önemli kanadı arasındaki mücadele şiddetlenince, Askeri Komite bağımsız grupla işbirliği yaparak Nâsırcıları UDKK ve hükümetteki 
görevlerinden uzaklaştırarak tasfiye etti. Bu subayların tasfiyesi aynı zamanda ordu içindeki Sünni subaylara vurulan önemli bir darbeyi simgeliyordu. 

Askeri Komite üyeleri, Nâsırcı subayları ordudan atarken, gücünü artırmak için kendi bölgesinden, kabilesinden ve çevresinden gelen Alevi, Dürzi ve İsmailileri ordu kademelerine yerleştirmeye başladı. Bunun yanı sıra, kırsal sınıfa mensup Baas gençliği kitlesel olarak orduya yerleştirildi. Bu dönemde Salah Cedid’in Genelkurmay Başkanı, Hafız Esed’in ise Hava Kuvvetleri Komutanı olması ordunun dönüşümünde kilit önemdeydi. Askeri Komite’nin ordunun tabanını kırsallaştıran ve heterodoks azınlık gruplarının önünü açan politikaları, ordunun Baas rejimini koruyan bir aygıta dönüşmesine yol açtı. Fakat orduda heterodoks dini azınlıkların güçlenmesi yeni elitlere yönelik toplumsal kuşkunun uyanmasına neden oldu. 8 Mart darbesinden birkaç ay sonra, 18 Temmuz 1963 
tarihinde, Nâsır yanlısı Albay Cesim Elvan Baas rejimini devirmek için bir darbe girişiminde bulunsa da, Sünni subaylar gidişatı değiştirebilecek güçte değildi. 

<  Askeri Komite üyeleri, Nâsırcı subayları ordudan atarken, gücünü artırmak için kendi bölgesinden, kabilesinden ve çevresinden gelen Alevi, Dürzi ve İsmailileri ordu kademelerine yerleştirmeye başladı. >

Nitekim Cesim Elvan hareketi, yeni rejim tarafından kanlı bir biçimde bastırıldı. Darbe girişimi sonrası Nâsırcıları tamamen tasfiye etmeyi başaran Baasçılar, 
daha kolay bir hedef olarak yine Sünnilerden oluşan bağımsız subaylara yöneldi ve onları da ordudan uzaklaştırmayı başardı. Böylece cunta içinde cunta olarak 
adlandırabileceğimiz Askeri Komite iktidarı tekeline aldı. Elvan’ın girişiminin başarısız olmasından sonra orduda Askeri Komite’yi dengeleyebilecek hiçbir güç 
odağı kalmadı. 

Baas Partisi’nin askeri kanadının öncülüğünde 8 Mart 1963’te gerçekleştirilen askeri darbe, modern Suriye tarihinin en önemli kırılma noktası olarak tanımlanabilir. 
8 Mart darbesi, Suriye’de 1946 yılından beri aralıklarla devam eden demokratik parlamenter sistemi tamamen ortadan kaldırmıştır. Bu tarihten 
sonra Suriye’de Baas Partisi öncülüğünde bir tek-parti rejimi kurulmuş ve kurumsallaştırılmıştır. Darbenin ikinci önemli sonucu, Osmanlı döneminden itibaren Suriye siyasetini şekillendiren kentli Sünni elitlerin tasfiye edilmesi ve kırsal sınıftan gelen Alevilerin Suriye’nin yeni yönetici elitleri olarak ortaya çıkmalarıdır. 

Böylece Suriye tarihinde siyasal liderliğin ilk döngüsü sona erip ikinci döngüsü başlamıştır. Yeni siyasal elitlerin kırsal ve heterodoks kimliği Suriye’de kır-kent 
ve Alevi-Sünni fay hatlarının derinleşmesine neden olmuştur. Bunların yanı sıra, 8 Mart darbesi sonrasında orduda gerçekleştirilen tasfiyeler Suriye ordusunun 
genetiğini değiştirmiştir. Böylece ordu ile Baas rejimi arasında tam anlamıyla bir bütünlük sağlanmıştır. 8 Mart darbesinin uzun erimli etkilerini halen devam 
eden Suriye iç savaşında gözlemlemek mümkündür. 

Bu bağlamda 8 Mart 1963 darbesi sadece Suriye tarihinin değil, Ortadoğu bölgesel sisteminin tümünü etkileyecek önemli dönüm noktalarından biridir. 

Nuri SALIK 
Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 


***