KONUMU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KONUMU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2019 Cumartesi

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ 


Prof. Dr. Mustafa KESKİN* 
* Erciyes Üniversitesi, Kayseri. 


Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi, Müşir Mustafa Kemal Atatürk’ün eseri, Türk gençliğinin koruma ve savunmasına emanet ettiği yadigârıdır. Tarihî Türk devleti, nasıl tehdit ve tehlikelere uğramışsa, tarihî tecrübe ve müktesebatımızın pek değerli sonucu olan bugünkü devletimiz de, kimi süreksiz, kimi sürekli, içten ve dıştan kaynaklanan tehdit ve tehlikelerin hedefidir. Denilebilir ki Türkiye 
Cumhuriyeti, Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın övünçlerine, sevgilerine olduğu kadar, onlara yönelik nefret ve düşmanlıklara da varistir. 

Millî Mücadele’nin en sıkıntılı zamanlarında “Maarif Kongresi”ni toplayan Mustafa Kemal Paşa’ya göre Türk Milletinin ve onun “millî egemenlik esasına dayalı, kayıtsız-şartsız bağımsız yepyeni devleti”nin bir daha izmihlâlle karşılaşmaması, çağdaş milletlere paralel, çağdaş medeniyetin onurlu, verimli bir üyesi olması için, her şeyden öncelikli ve hepsinden önemlisi Türk millî eğitimidir. 

Türk Eğitim-Öğretiminin barış dönemi ile ilişkisi ve Türk öğretmenlerinde bulunması gerekli meslekî ve ahlakî değerler ışığında konumu ve stratejisi üzerinde durulacaktır. Her yerde ve her zaman eğitimsel gelişmenin, nitelikli insan yetiştirmenin barış dönemi ile yakın ilişkisinin olduğuna inanıyorum. Esasen toplumsal değişim ve gelişimin, ilgili toplumum eğitim düzeyiyle paralellik arz ettiğini de ilâve etmek lazımdır. Toplumsal değişimlerin ve gelişmenin birden bire değil de tedricen gerçekleştiğine bakılırsa, eğitim-öğretimin “millîlik” özelliğinin titizle korunmasının önemi daha da anlaşılır. 

Bildirimizde Osmanlı Devleti’ndeki duruma, gelişmiş ya da ileri ülkelerle yapılan karşılaştırmaların eksikliğine, nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve kararlı olarak mücadele ettiği ana düşmanlara da göndermede bulunulacaktır. 

Türk Milletine Yönelik Tehditleri cehalet, yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar, Türk kimliğine, Türk geleneklerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve demokrasisine, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti özelliğine düşman bütün izmler veya akımlar olarak özetlemek mümkündür. Türk millî eğitiminin amaç ve stratejisi, yetişecek olan Türk çocuklarını, belirtilen tehdit ve tehlikelere karşı uyanık ve zinde bulundurmakla beraber, onlara bilimin aydınlatıcı önderliğinde değişim ve gelişmenin varlık ve bekası için olduğundan çok gerekli olduğunu, eğitim-öğretimin bütün aşamalarında kafa ve gönüllerine işletmektir. Bütün bunların uygulamaya konması ve sürdürülmesi öğretmenlerin niteliği ile, kalitesi ile olduğu kadar sürdürülebilir, kalıcı bir barışla mümkündür. Bu sebeple Türkiye’nin iç ve dış politikasında, millî ülkü olarak “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ı benimsemesi çok önemli ve o oranda isabetlidir. 

Eğitim ve öğretimin en önemli unsuru, şüphesiz öğretmendir. Öğretmen okuyan, yazan, kalemle yazmasını, insana bilmediğini öğreten, anlamadığını belleten kimsedir. Öyleyse öğretmenin devlet ve toplumun moral ve maddi ihtiyaç ve hedeflerini karşılayacak derecede bir donanımla yetiştirilmesi ve yetkili kılınması gerekir. 
Öğretmen, babanın dünyaya gelmesine aracı olduğu, insanın kabiliyetleri ni keşfeden, bununla yetinmeyerek o kabiliyetleri işleyen, ona tenkitçi bir zihniyet, yüksek bir iş ahlakı, hem toplumu hem de insanlık için sürekli güzel işler üretmek disiplinini kazandırmak suretiyle, yüce bir makama yükselmesini sağlayan adam olmakla, hakkı baba hakkından önce gelen kimsedir. 

Öğretmen, başta öğrenciler olmak üzere, toplum tarafından örnek alınan, imrenilen, öğrencileri ve toplumu ile ahenkli bulunan, kendisiyle ve toplumuyla barışık, Türk milletinin yüksek millî değerlerinin temsilcisi ve güvencesi olan adamdır. Nihayet öğretmen hakikatin tanığı, aydınlık geleceğin müjdecisi, gelecekte olması muhtemel tehdit ve tehlikelerin uyarıcısı ve toplumsal değişim 
ve gelişimin öncüsüdür. 

Türk Devletine ve Türk milletine yönelik, örtülü ve açık, süresiz ve sürekli tehdit ve tehlikeler karşısında en önemli engeli oluşturan öğretmen bilgili, cesaretli, vakarlı, erdemli, adil ve merhametli olmalı, bütün düşünce akımlarını bilmeli, ama bunlardan hiçbirini, “Atatürk millîyetçiliği” hariç, muhataplarına empoze etmemelidir. Öğretmen bilgili olduğu takdirde güçlü ve kuvvetli olacağının bilincinde olmalıdır ki, bu bilinç ona sürekli vakar ve daima parıldayan bir fazilet kazandıracaktır. Cumhuriyetin emanet edildiği nesilleri eğitip terbiye etmek onun temel görevi olduğu içindir ki, devletimizin kurucusu, Gazi, Müşir Mustafa Kemal Paşa 1928’de “Millet Mektepleri” ni kurmuş ve “Başöğretmen” payesini almıştır. 

Öğretmen, içinden çıktığı topluma aittir. O, uluslararasında Türk milletinin ayırt edici özelliklerini temsil mevkiinde olduğu için, millîyetçi olmalı, dünya vatandaşı, kozmopolit yahut “küreselleşme” nin zebunu olmamalıdır. Türklüğümüzü muhafazada ve onunla övünmede itinalı olmalıyız. Çünkü dışımızdakilerin bize saygı göstermesini istiyorsak, bu saygıyı her şeyden önce biz kendimize 
göstermeliyiz. Kendisine saygısı, kimliği ile övünen, sürekli çalışıp üreten ve sınırsız özgüvene sahip olan toplumlardır ki, haysiyetli, şerefli, izzetli, alnı açık, başı diktir. Türk öğretmeni bu çerçevede bir toplumun inşacısı ve yaratıcısı olmalıdır. 

Yeni Türkiye Devleti, “dünyaya egemen, kudretli bir fikrin (millîyetçiliğin) Türkiye’deki tecellisi ve tahakkukudur”1. Atatürk millîyetçiliğinin Türk milletinin ortak paydası olması, nesillerin gerçekten millî bir eğitimden geçirilmesi ve millî duygularla donatılmasıyla mümkün olabilir. Bu takdirde Türk milleti ve onun kudretli devleti yeniden bir izmihlale sürüklenmeyecek, hiçbir milletin ve devletin önünde eğilmeyecektir. “Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken, onlara özellikle millî varlığı ve hakkıyla, millî birlik ve beraberliğiyle çatışan ne kadar yabancı öge varsa, onlarla mücadele etme lüzumu ve millî düşünceyi tam bir özümsemeyle, her karşı düşünceye karşı şiddetle ve özveriyle savunma zarureti telkin edilmelidir. Yeni nesillerin bütün manevi dünyasına bu özelliklerin ve kabiliyetlerin aşılanması önemlidir”2. 

Öğretmenler, Türk milletine, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman ne kadar akım varsa, bunlarla mücadele edebilecek bir donanıma sahip olmalı, kendisine emanet edilmiş kuşaklara, o akımlarla mücadele etme gereğini kafalarına ve gönüllerine nakşetmelidir. “Dünyanın uluslararası gidişatına göre böyle bir savaşın gerekli kılacağı manevi güçlerle donatılmamış olan fertlere ve bu özellikte fertlerden meydana gelmiş toplumlara hayat ve istiklal yoktur”3. 

Öğretmenler müesses nizamın yani anayasal düzenin güvencesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğunun bilincinde ve inancındadır. Onlar yalnız zamanımızın değil, aynı zamanda geleceğimizin de planlayıcıları ve belirleyicileridir. Muzaffer orduların bile ancak ve ancak öğretmenlerin eseri olduğu unutulmamalıdır.4. 

Türkiye’de eğitimsel gelişmenin barış dönemiyle ilişkisine gelince: Herkesin bildiği gibi hangi ülke olursa olsun, eğitimsel gelişmenin, nitelikli ve kaliteli insan yetiştirmenin barış dönemiyle kuvvetli bir ilişkisi vardır. Esasen toplumsal değişim ve gelişimin eğitimin çağdaş niteliğiyle paralellik arz ettiğini de eklemek lazımdır. Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenlerinin odağında sürekli savaşların bulunduğunu gözden ırak tutmamak gerekir. Sürekli savaş, bunu yapan ülkenin maddi ve manevi güç kaynaklarının kurumasına, geleceğe dair ümitlerinin tükenmesine, nihayet ümitsizliğe düşmesine sebep olur. Yaşadığımız dünya, ümitsizlik dönemlerinin deyişiyle, “yalan” değildir. Bir “berzah”, yahut Türkçesiyle “mola yeri” olduğu doğru olmakla, bu dünyanın hakikatliği de ortadadır. Bu dünyanın ahvali elbette savaştan ve barıştan, bolluktan ve kıtlıktan, zevkten ve meşakkatten ibarettir. Onun içindir ki, barış döneminde 
savaşa hazırlıklı olmak, bolluk devirlerinde kıtlık için tasarrufta bulunmak, nihayet rahatlığı meslek edinmeyerek sürekli çalışmayı ve üretmeyi şiar edinmek lazımdır. Bu hakikatin farkında olan, doğumunun yüzyirmibeşinci yılını kutladığımız, Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Bir tek şeye ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak. Çalışıldığı takdirde mutluluk ve zenginlik peşinden gelecektir.” demekle ezeli ve ebedi hakikati doğrulamaktadır. 

Toplumsal değişimlerin ani değil de, tedricen gerçekleştiği görülmektedir. 
Bir toplumda “iyileşme”, “kötüleşme” ve “yeniden iyileşme” birbirine yakın süreçlerde mümkün olmaktadır. Eğitimsel gelişmenin barış dönemiyle ilişkisini ortaya koyabilmek için bazı konuların belirlenmesinde yarar vardır. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin durumudur. Çünkü saltanatın kaldırılmasıyla ilgili yasada 
yeni Türkiye Devleti’nin “Misâk-ı Millî hudutları içinde Osmanlı Devleti’nin tek meşru vârisi” olduğu, “millî hükümranlığın milletin kendisine verildiği” vurgulanmaktadır5. Dolayısıyla vârisi olunan Osmanlı Devleti’nin durumuna da değinmek lazımdır. İkincisi, “Batı medeniyeti” nin temsilcisi olan ülkelerle yapılan karşılaştırmanın eksikliği, üçüncüsü de Türkiye Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve 
kararlı biçimde savaş açtığı ana düşmanlardır. 

Osmanlı Devleti’nin sadece Türk millî tarihinin değil, insanlık tarihinin de mükemmel teşkilatlanma örneklerinden biri olduğu doğrudur. 
Bu mükemmeliyetin temelinde bilim adamlarının, düşünce insanlarının fikrî ve fillî katkı ve katılımlarının bulunmasıdır. Selçuklular zamanında Türkiye’de çağdaş biçimde programlanmış eğitim-öğretim kurumlarını devralan Anadolu Beylikleri ve bu arada Osmanlı Devleti XVI. yüzyılın sonlarına değin söz konusu kurumları daha da geliştirmişledir. XVI. yüzyılın ikinci yarısında eğitimöğretim 
programlarında âlet ilimleriyle müsbet ilimler çıkarılırken Avrupa’da “skolastik zihniyet” in, yani “ham softa kaba yobazlık” ın yerini tenkitçi zihniyet ve deneysel araştırmalar almaya başlamıştır. “İlim bütün isteklerinize yön versin. Akıllı ve hırslı olursanız ebedi dirlik ve düzenlikte bulunursunuz. Bu size Çalab’ın emri olur.” diyen Âşık Paşa’nın hayata geçirilmiş telkin ve tavsiyeleri unutulmuş, 
ilim bu ülkede takdir edilmeyince, iltifat görmeyince takdir ve iltifat gördüğü coğrafyalara göç etmiştir6. “Doğu’nun ziyası sönmeye, aydınları fakirleşmeye başlamış, kıta Avrupasından kovulan “ham softa kaba yobazlık”, “ortaçağ karanlığı” Osmanlı ülkesinde yer edinmeye, eğitim-öğretim kurumları olan medreselerde ağını örmeye, bütün bir toplumu girdabına almaya başlamıştır. 

Belirtilen tarihlerden sonra Osmanlı eğitim-öğretim kurumlarından, bırakınız dünya çapında olmayı, ülke çapında bile toplumsal ihtiyaçlara karşılık verecek, dünyadaki değişimi izleyecek ve gelişmeye yön verecek, karşılaşılan sorunlara çözüm önerecek ve çare bulacak çapta insanlar bile yetişmez olmuştur. Osmanlı Devleti’nin, Osmanlı kültür ve medeniyetinin maddi ve manevi sukûtu eş zamanlı olmuştur. Osmanlı kaynaklarında “Memâlik-i Mahrûsa”, yani sınırları Allah tarafından korunmuş cihan padişahının ülkesi diye betimlenen topraklar her yönden yıkıcı saldırılara uğramıştır. Devrinin güçlüleri bu tarihlerden sonra düşmanlar tarafından yere serilmişlerdir. Sınırlar ötesi düşmanların işini kolaylaştıran, niyetlerini gerçekleştiren içerideki sukûtumuz olmuştur. Eğitim-öğretimde hedefsizliğin, yakın ve uzak geleceği görememenin sonucu son derece elem verici olmuştur. Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyıldan sonraki durumunu “Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” özdeyişi özetlemeye yeterlidir. 

İlim ve hikmeti klavuz edinmeyenlerin mürşid tutmayanların karşılaşacakları elbette kıyamettir, ölümdür. Ortalama olarak haftanın bir günü dış düşmanlarla, bir o kadar da iç ayaklanmalarla meşgul olan Osmanlı Devleti’nin kendini ihya etmesi mümkün değildir. Osmanlı Devleti XIX. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa devletler manzumesinde yer almak suretiyle barışa nail olmuş7, bu süre 
zarfında ülke genelinde gerçekleştirilen “okul” laşma sayesinde Türk milletinin ruh köklerine bağlı, aynı zamanda çağdaş medeniyetle barışık nesiller yetişmiştir. Mehmet Âkif ERSOY’un “Âsım’ın nesli”8 olarak göklere çıkardığı bu nesiller, çoktandır yere serilmiş, sütü kanıyla birlikte emperyalizmanın ağzına verilmiş, Osmanlı Devleti’nin ve Türk insanının şeref ve haysiyetini kurtarmıştır. Millî Mücadele’de Türk milletinin ölümden sonra dirilişini gerçekleştirmiş, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, O’nunla beraber ebed-müddet devletimizin son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştur. 

Türkiye’nin çağdaşlaşma hamleleri ve Avrupa tarihi ve medeniyeti konularında yeterli ve sağlıklı bilgisi olmayanlar, sık sık Türkiye’yi Avrupa’nın “seri başı” ülkeleriyle karşılaştırıyorlar, onların ilerleyişinden ve Türkiye’nin geri kalmışlığından bahsetmekle kalmıyorlar, daha da ileri giderek, Cumhuriyet ilkelerinin yetersizliğini ve miadını doldurduğunu iddia ediyorlar. “İkinci Cumhuriyetçiler” diye kendilerini tanımlayanlar ne geçmiş maceramızı biliyorlar, ne de Türkiye’nin büyük rüyasını görüyorlar. Her şeyden önce şu gerçeğin altını çizmek gerekir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu tarihte böyle bir karşılaştırma yapmak akla, bilime, insaf ve adalete aykırıdır. Karşılaştırma ancak eşitler arasında yapılmalıdır. 

Batı medeniyetinin temsilcisi olan ülkelerle genç Türkiye arasında yüz ila yüzelli yıllık bir yola çıkış aralığı vardır. Cumhuriyet’in 10. yılında bile çok büyük işler yapıldığını, yapılan işlerin en büyüğünün ise “Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti” olduğunu, bizzat kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk söylemektedir. “Bundaki başarıyı Türk milletinin ve 
onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârâne yürümesine borçluyuz. Yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız...... Türk milletinin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığı nı, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu kesintisiz ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüz dür...”9 diye de devam etmektedir. 

1923’te çağdaş medeniyet yoluna giren Türkiye, Batının “gelişmiş” leri ile olan mesafeyi 15-20 yıla kadar indirmiştir ki, bu her türlü takdirin üzerinde bir ilerleme ve gelişmedir. Şayet Türkiye belirli aralıklarla dışardan ve içerdeki işbirlikçileri marifetiyle budanmamış olsaydı, inanıyorum ki, Türk milleti bu mesafeyi kapatmış olacaktı. 
Gerçekleştirilenleri asla küçümseyemeyiz, hafife alamayız. Türkiye’nin, bu zorlu coğrafyada ve baş döndürücü olayların meydana geldiği zamanda gerçekleştirdiklerini, başta eğitim-öğretim kurumlarındaki çocuklarımız olmak üzere, bütün topluma sıkça, ama bilimsel olarak anlatmak mecburiyetimiz olmalıdır. Bunu yapmak “Türk’e Türk propagandası yapmak” da değildir. Artılarımızı, eksilerimizi önce kendimize anlatmalıyız ki, çağdaşımız olan ve Türkiye üzerinde yakın ve uzak talepleri bulunan ülkelerin hamlelerini sonuçsuz 
bırakmış olalım. 

Türkiye, 1990’da dünya bilimsel sıralamasında 45. sırada iken, 2004 yılı itibariyle 22. sıraya yükselmiştir. Bunu belirtmemizin sebebi, tedricî olarak bilimsel doyuma ulaşan Türkiye’nin kısa sürede kat ettiği mesafeyi göstermektir. Mana ve madde planında yıkıma uğramış bir vatanda, “yorgun ve bitab” düşmüş Türk milletinin dinlenmesi, kuvvetlenmesi, toparlanması, nihayet sınırları “Misâk-ı Millî” ile belirlenmiş vatan coğrafyasının mamur ve bayındır kılınması için yeni Türkiye Devleti’nin benimsediği millî ülkü, daha önce de belirtildiği gibi “Yurtta ve Dünyada Barış” olmuştur. Sürdürülebilir barışın bilincinde olan Türk milleti bunu acı deneylerden, uğradığı millî musibetlerden sonra öğrenmiş, Cumhuriyet’i lafzıyla ve ruhuyla benimsemiş, bu Cumhuriyet’i “Demokrasiye âşık Türk 
evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” etmiştir10. 

Türk nesilleri, Cumhuriyet’le, onu taçlandıran demokrasisiyle hayatın sevincine ve zevkine erişmişlerdir. Bugün itibariyle 19 milyon civarında çocuk ve gencini okutan Türkiye için yapılması gereken iş, kurucusunun gösterdiği aydınlık yolda yürüyüşüne devam etmek, dünyanın çağdaş standartlarına sahip olmak için gerekli değişim iradesini ortaya koyabilmektir. 

Türkiye, bu ülkenin aydınlanmasında, “Türk Rönesansı”nın yaratılmasında öncü rol oynayan üniversitelerinin sayısını mutlaka 100’ün üzerine çıkarmalı, mevcut 
üniversitelerini dünyadaki emsalleriyle rekabet edecek konuma yükseltmelidir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin en kavi düşmanları cehalet, yoksulluk ve hastalıktır. Cehaleti karanlık ile karşılamak mümkündür. Hem kötülüklerin hem de geri kalmışlığın kaynağıdır. Bu kaynak kurutulmadıkça zenginliğin, mutluluğun, sağlık ve esenliğin elde edilmesi mümkün değildir. Kalkınma cehaleti alt etmekle başlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin geçen sürede sağladığı en büyük başarı cehalete karşı açtığı sürekli savaş ve bu savaşta başarısıdır. Cumhuriyet’in “aydınlanma” projesi başarılı olmuş, ülke insanımızın büyük çoğunluğu 
okur yazar kılınmıştır. Son çeyrek yüzyılda karşılaşılan ve bilim çevrelerinde endişe doğuran konu, çocuklarımızın bilinçli olarak kitap okumaktan, düşünmek ten, sorgulamaktan ve yazabilmekten uzaklaşmalarıdır. Yetişecek ola nesilleri yeniden düşünce ile, okuma ve yazmayla barışık yapmanın çare ve önlemlerini vakit kaybetmeksizin bulmamız gerekir. Son yıllarda, özellikle kız çocuklarımızın 
okullu yapılması için devlet vatandaş işbirliğinin ürünlerinin ortaya çıkması sevindiricidir. Esas olan, kanaatimizce eğitim ve öğretim faaliyetinin sürekli olması, bunun bir meşale gibi elden ele devredilmesi, nihayet Türk insanının eğitim ve terbiyesi için gerekli yatırımların artırılarak sürdürülmesidir. Gelişmişliğin göstergesi sürekli üretim ve pazarlamadır. Refah seviyesi yükselmiş Türkiye’nin sağlıklı nesiller yetiştirmesi, refah ve mutluluğunun güvencesi olacaktır. 

Devletin “İstiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddeler den, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alması” anayasal bir zorunluluktur.11. 

Birey başına 1000 doların üzerinde bir ihracat gerçekleştiren Türkiye, bu kalkınma ve ilerlemesinin ürünlerini devşirmeye başlamıştır. Elbette gerçekleştirilenleri yeterli görmek mümkün değildir. 

Ana ve çocuk sağlığı başta olmak üzere toplum sağlığının iyileştirilmesi sağlık ve sosyal yardımın bütün topluma yaygınlaştırılması, Türk insanının yaş ortalaması nın yükselmesi, elbette cehaletin, yoksulluğun ve hastalığın yok edilmesiyle, bunlarla mücadelenin sürekli kılınmasıyla mümkün olacaktır. Sonuç olarak, Türk eğitim ve öğretiminin mevcut ve muhtemel tehdit ve tehlikeler karşısında konumunu güçlendirmek, onu zamanın değişimine uygun olarak ve millî ihtiyaçlara göre güncelleştirmek sürekli ilerlemenin olmazsa olmazıdır ve bunun barış içinde birlikte yaşamayla doğrudan ilişkisi olduğu düşüncesindeyim. 

Ülke içinde ve dışında, hem kendisiyle hem de başkalarıyla, barışık olmayan bir toplumun mana ve madde planında gelişmesi, çağdaş dünyayla rekabet etmesi, onurlu, haysiyetli bir yaşam sürdürmesi beklenmemelidir. 


DİPNOTLAR;


1 Atatürk, Söylev ve Demeçler, C. I, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara 1981, s. 321. 
2 Atatürk, a.g.e., C. II, s. 17. 
3 a.g.e., C. II, s. 231. 
4 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Fatih Kürsüsünde (IV. Kitap), Düzenleyen: Ömer Rıza Doğrul, İnkılap Kitabevi, 19. Baskı, İstanbul 1985, s. 280. 
5 Tertip-Düstur, s. 149, Prof. Dr. Mustafa KESKİN, “Türk İnkılabı ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi”, Ufuk Kitabevi, 2. Baskı, Kayseri 2001, s. 233. 
6 Âşık Paşa’nın ünlü eseri Garib-nâme, Prof. Dr. Kemal YAVUZ tarafından faksimilesi ile birlikte hazırlanmış, 4 cilt hâlinde, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih 
Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu tarafından 2000 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır. 
7 Nihat ERİM, Devletler arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), C. I, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 
Yayınları, Ankara 1953, s. 341-353. 
8 Safahat, VI. Kitap: Âsım, s. 424-427. 
9 Atatürk, 10. Yıl Nutku (29 Ekim 1933’te 10. Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle Ankara’da yapılan büyük törende söylenmiştir), Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 274-276. 
10 1982Anayasası, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği Yayını, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1982, s. 5. 
11 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Gençliğin Korunması İle İlgili 58. ve 59. Maddeleri, s. 40-41. 


***

22 Haziran 2017 Perşembe

TÜRKİYE'DEKİ KÜRTLERİN GERÇEK KONUMU VE "MOZAİK" SAFSATASI

TÜRKİYE'DEKİ KÜRTLERİN GERÇEK KONUMU VE "MOZAİK" SAFSATASI



İslam öncesi, yani 6. asırdan çok önce, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde meskun TÜRK ve PROTO-TÜRK ASYATİK-YAFETİK-TURANÎ topluluklar, Fars ve Sami komşularıyla üstünlük mücadelesine girmişlerdir.


Bu mücadele Heredot tarihinden, aslında bir Fars efsanesi olarak bilinen Şehnâme'ye yansımıştır. Şehnâme, bölücüler tarafından iddia edildiği gibi Kürtler'den değil; TÜRKLER ile İranlılar'ın mücadelesinden söz eder. Yani TÜRKLER, bazı uyduruk tarihçilerin ve Kürt bölücülerin iddia ettiği gibi 1071 yılında değil, çok daha önce bölgede idiler.
Buna rağmen kendilerine "TÜRKLÜK'ten başka ne olursa olsun" anlayışiyle Ermeni, Gürcü, Arap, Farisî, hatta Samî özellikler atfedilerek, Kürt adı altında ayrı bir kavim oluşturulmak istenmektedir.
Baştan beri söylüyoruz.. Kürt diye bir millet yoktur!.. Elegeş yazıtlarında da yer alan Orta Asya'lı bir Kürt oymağı vardır... ve bir de adını onlardan alan, çeşitli milletlerden (Arap, Fars, Ermeni, Yahudi, ve TÜRK) kopmuş, dağlı göçebe haline gelmiş gruplar, aşiretler vardır. Ermeni Kürdü, Yahudi Kürdü diye bilinirler... Türkiye'dekilerin çoğu da TÜRK isimleri taşır. Tatar aşireti, Karakeçili aşireti, Türkan aşireti gibi..
(Bakınız: Türkmen, Yürük, Kürt Aşiret ve Boyları )

Bu kişilerin nüfusumuza oranı % 5-10'dan ibarettir. Bütün iddialara rağmen Güneydoğu'daki vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu TÜRKLÜĞE BAĞLI, TÜRKÇE'yi ortak bir dil olarak kullanan ve hiç bir şekilde TÜRKİYE'den ayrılma hevesi taşımayan kişilerdir.
Şimdi bu yazdıklarımızı okuyacak olan Kürt bölücüler buna inanmayacaklar, ama yerli-yabancı araştırmacıların tesbitleri bunu açıkça ortaya koyuyor. TÜRKİYE'de bir kaç şaşkın Kürt'ten başka ayrılmak isteyen de yok, bölünecek etnik grup ta yok!..
Bir defa "TÜRKİYE bir mozaiktir" propogandası yapanlar, uluslararası geçerli kuralları bilmiyorlar.
BİR ÜLKEDE, HALKIN %35'İ ETNİK GRUPLARDAN OLUŞMUYORSA, O ÜLKEDE MOZAİKTEN SÖZ EDİLEMEZ!.. Dolayısiyle, etnik grubun diliyle yayın yapma, onlara özel haklar, özerklik tanıma diye de bir şey olamaz!..
Peki, Türkiye'nin etnik yapısı nedir?
1927 ve 1935 sayımlarında "âile arasında konuşulan dil nedir?" sorusuna cevap aranmıştır.
- 1940 ve 1950 nüfus sayımında, "ev içinde konuşulan dil nedir?" sorusu,
- 1955 sayımında "ev halkının kendi aralarında konuştuğu dil nedir?" sorusu
- 1960 ve 1965 sayımında ise, "ev içinde ve âile içinde konuşulan dil nedir?" sorusu vardı.

Benzer bir soru 1965-1985 arasındaki 4 sayımda da yer almıştır. Ancak 1990'da böyle bir soru sorulmamıştır.
Sayımlarda
- YABANCI DİLLER: ALMANCA, İNGİLİZCE, İTALYANCA, vs. şeklinde;
- MAHALLİ DİLLER: KÜRTÇE, ARAPÇA, ABAZACA, ÇERKESCE, GÜRCÜCE, LAZCA, BOŞNAKÇA, vs. şeklinde,
- AZINLIK DİLLERİ: ERMENİCE, RUMCA, YAHUDİCE şeklinde

belirtilmiştir.
Herhalde TÜRKÇE ile aynı sayıldığı için AZERİCE, TÜRKMENCE, MESKETÇE, TATARCA'ya bu listede yer verilmemiştir.
1927 yılı sayımında KAFKAS dili olarak yalnız ÇERKESCE ayrı gösterilmiş ve 95.901 kişinin bu dili evde konuştuğu tesbit edilmiştir... GÜRCÜCE, LAZCA, ABAZACA gibi KAFKAS dilleri 171.000'i bulan DİĞER DİLLER arasında yer almıştır ki, bunlara ALMANCA, BULGARCA vs. de dahildi.
1927'de TÜRKİYE'nin nüfusu 14 milyon kadardı... Böylece o dönemde TÜRKİYE'deki LAZ, ÇERKES, GÜRCÜ, ÇEÇEN, ABAZA, ADİGE olanların, nüfusun ancak %1.3'ünü teşkil ettikleri kolayca görülür!..
1927 sayımında önemli bir tesbit te, evde "Kürtçe" konuşanların oranının % 8.9 olmasıdır... Bu da 1.246.000 kişi demekti.
Yine 1927 sayımının ortaya koyduğu bir başka önemli husus ARAPÇA konuşanların %3.98 gibi yüksek bir oranda olmasıdır. Bu, GÜNEY ve GÜNEYDOĞU illerimizde "kürt" sayılan pek çok vatandaşımızın aslında ARAP kökenli olduğunu gösterir. İbrahim Tatlıses gibi...
1927'den 1965'e kadar ANADİL üzerinden yapılan sayımlar, daha sonraki araştırma ve tesbitler 2006 yılında 74.000.000 olmuş nüfusumuza aşağıdaki şekilde yansımaktadır:

TÜRKLER ............ 66.600.000 .... % 90
Kürt Asıllılar ............ 5.000.000 .... % 6,76
Zaza asıllılar ............ 800.000 .... % 1,08
Arap asıllılar ............ 800.000 .... % 1,08
Çerkes asıllılar ............ 300.000 .... % 0,41
Laz asıllılar ............ 200.000 .... % 0,27
Diğerleri ............ 300.000 .... % 0,41


Yani TÜRKİYE'deki "etnik grup" mensupları nüfusun %10'unu ancak bulur. Dolayısiyle mozaik falan yoktur!.. Halbuki Fransa'da toplam nüfusun %20'sini oluşturan 16 grup vardır. Yine %35'i bulmadığı için Fransa'yı "mozaik" saymazlar. İngiltere'de 15 ayrı etnik grup vardır, ama onlar da kendilerini "mozaik" saymazlar.

Bu rakamlar Şubat 2007'de 15. baskısını yapan ALİ TAYYAR ÖNDER'in TÜRKİYE'NİN ETNİK YAPISI adlı çok önemli eserinden alınmıştır... Bundan sonraki bilgiler de o kitaptan alınmıştır. "Kürt asıllı, Çerkes asıllı" dedik, amacımız onları kendimizden ayırmak değil, sadece boy, oymak, aşiret farkını belirtmek için... Zazalar'ın rakamında bir abartma olabilir, çünkü oran 1927'den beri hep % 0.5 olarak gelmiştir, buna göre 2006 yılında 370.000 olmaları gerekirdi... "Diğerleri" kategorisinde Ermeniler 60.000, Yahudiler 25.000, Rumlar 1.800 kadardır. Kalanı Boşnak, Rus, vs.dir. Tabii bir de DÖNMELER'i unutmamak gerek!..

Çerkes grubuna Adigeler, Çeçenler, Abhaz, Dağıstanlı, hatta TÜRK olduklarından hiç kimsenin kuşku duymadığı Balkarlar ve Karaçaylar da dahildir.

Bu rakam, yani 5 milyon sayısı, Kürt bölücülere çok düşük gelecek, ve hemen itiraz edeceklerdir. Ama bakın, Rusya'da yayınlanan 1925 Albontin İstatistikleri'nde TÜRKİYE'deki Kürt nüfus yaklaşık 1,5 milyon olarak gösterilmektedir. (Nowi Wostok, Moscow, 1925, vii 6) Abartılı olduğu muhakkaktır, çünkü Kürt milliyetçiliğini ve bölücüğünü başlatanlar Ruslar'dır. Aynı tarihte TÜRKİYE Aşiretler Müfettişliği kayıtlarına göre Kürt nüfus yaklaşık 96.000 çadırdır. (Prof. V Minorsty, Kurdistan, Encyclopedia of Islam, sf. 1131) Bu da bir milyonun altında bir nüfus demektir.

TÜRKİYE'nin nüfusu 1925'lerde 15 milyon kadardı, 2006'da yaklaşık 5 kat artmış ve 74 milyon olmuştur. Kürt nüfus ta bir milyondan 5 milyona çıkmış, aynı oranda artmıştır.

Denebilir ki, Kürt nüfus daha hızlı artıyor, Kürtler'in daha çok çocuğu oluyor... Bu, köyler kasabalar için doğrudur. Ancak 1950'den itibaren şehirlere göç eden Kürtler hiç o kadar hızla çoğalmıyor. Ayrıca şehirdekiler zaten bir "dağlılık, göçebelik" ünvanı olan "Kürtlük"ten sıyrılıp, kendini TÜRK olarak niteliyor!.
Bunun da delilleri var... Meselâ, tarafsız KONDA ajansının 1993 yılında İSTANBUL'da yaptığı araştırma çok öğreticidir. Araştırmada SADECE ana ve babası TÜRK OLMAYAN hedef alınmış, ve kendilerini nasıl ifade ettikleri sorulmuştur. 

SONUÇ:

Kendini TÜRK hissedenler ... % 90,11
Kendini Müslüman olarak tanımlayanlar .... % 4,32
Kendini Kürt, Zaza, Arap, Çerkes olarak tanımlayanlar ......... % 4,49

Diğerleri ve azınlıklar .... % 1,08
Dikkatinizi çekeriz, sorular TÜRKLER'e sorulmamış, ana-babası TÜRK olarak nitelenmeyenlere sorulmuş, ve ikinci neslin %90'ı kendini TÜRK diye tanımlamış!.. Buna Kuzey Irak'ta "Ben TÜRKOĞLU TÜRK'üm" diyen İbrahim Tatlıses'i de ekleyebiliriz.
TÜRKİYE'de maalesef çok yanlış olarak bütün Karadenizliler Laz, bütün Doğulular Kürt, bütün göçmenler Boşnak, Nusayrîler de (Şii bir mezhep mensubu) Arap sayılır. Halbuki, gerçek hiç te öyle değildir.
Yabancı araştırmacılardan Bennighaus ile Meeker, Zonguldak Ereğli'sinden Rize'nin Pazar ilçesine kadar batıdan doğuya yaptıkları yolculukta, her yörenin, her ilçenin, doğuyu işaret ederek "kendilerinin Laz olmadığını , Lazlar'ın daha ötede, doğuda" olduğunu" belirttiklerini yazar. Böylece Lazlık sadece Rize, Pazar, Arhavi ve Hopa ilçelerindeki küçük bir topluluğa has bir özellik olarak karşımıza çıkar. Ancak Lazlar'ın hemen tümü kendisini TÜRK sayar, en ufak bir ayırımcılık yapmaz.
Zazalar'ın zaten Kürtlükle ilgisi yoktur. Horasan, Harzem, Gur Türkleri ve Karluk Türkleri ile bağlantılıdırlar. Yaşlılar hep Horasan'dan söz ederler...
Güneydoğu Anadolu'nun 9 büyük ilinde, yani Diyarbakır, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Adıyaman, Siirt, Batman, Kilis ve Şırnak'ta 2004'de yapılan bir araştırma çok enteresan tesbitleri göstermektedir. Araştırma Diyarbakır Dicle Üniversitesi öğretim üyesi Resul Erkan tarafından , bu üniversitenin öğrencilerine yaptırılmıştır. Yani bölücülerin iddiasıyla "kürt" şehirlerinde, bir "kürt" üniversitesi tarafından, "kürt" öğrencilere ve Kürtler üzerinde yapılmıştır. Buna göre bölgede:

Anadili Türkçe olanlar ...... % 32,5
Anadili Kürtçe olanlar ...... % 54,4
Anadili Arapça olanlar ...... % 8,9
Anadili Zazaca olanlar ...... % 3,6
Anadili Süryanî olanlar ...... $ 0,6

Rakamlarda "abartma" ihtimalini bir kenara koysak bile, anadili Kürtçe olanlar bölge nüfusunun ancak yarısı... Yani Güneydoğu'da herkes Kürt değil!...
Bitmedi!.. Araştırmada "günlük hayatta en çok kullanılan dil" de sorulmuş. İşte sonuçları:

Türkçe ....... % 63
Kürtçe ....... % 30,6
Arapça ....... % 3,9
Zazaca ....... % 2,2
Süryanî ....... % 0,1

Yani Dicle Üniversitesi'nin bu araştırmasında bölge nüfusunun üçte biri TÜRK görünürken, TÜRKÇE kullananlar yarıyı geçiyor!.. Yani şehirlerde anadili Kürtçe olanların neredeyse yarısı Türkleşmiş durumda!.
Bitmedi!.. Bu kişilere "kendini neyle tanımladığı" sorulmuş. İşte cevaplar:

T.C. Vatandaşı ...... % 33,5
Dinî İnanç * ...... % 23,5
Etnik Köken * ...... % 13,4
Aile Kimliği ...... % 11,3
Siyasal Kimlik ...... % 5,6
Meslek ...... % 5, 4
Aşiret ...... % 3,9
Sosyal Sınıf ...... % 3,4

Dinî inanç müslüman, Hıristiyan, Süryanî şeklinde tanımlamadır. Etnik kimliğe Türk, Kürt, Arap, Zaza, Süryanî dahildir, ve dağılımı aşağıdadır:

Türk ..... % 7,2
Kürt ..... % 4,0
Arap ..... % 3,5
Zaza ..... % 0,6
Süryanî .... % 0,1

Son iki listedeki T.C. vatandaşı ve TÜRK diyenlerin toplamı % 40,7 olmaktadır. Anadili Kürtçe olan % 54,4'lük grubun sadece ve sadece % 4'u kendini her şeyden önce "kürt" olarak tanımlamaktadır!. Bunlar Kürt bölücülerin asla duymak istemedikleri rakamlardır!.. (Güneydoğu Anadolui Bölgesi'nin sosyal Yapısı ve Değişme Eğilimleri, Kalan Yayınları, 2005, sf. 271-294)
Bölgedeki Kürt diye tanımlananların hem bu kimliğe, hem de Kürtçe'ye ilgisizlikleri, 2004'den sonra açılan "Kürtçe Kursları"nda görülmüş, bu kurslar ilgisizlikten kapanmış, kurs yöneticileri "kendi" halkını "kendi kültürüne sahip çıkmamak"la suçlamışlardır!.. O halk suçlu değil, sizler bölücülük yapabilmek için her aracı kullanmaya çalışmaktan suçlusunuz. Adam zaten istediği zaman Kürtçe konuşuyor, ama çoğu zaman TÜRKÇE konuşmak, TÜRKÇE'yi iyi öğrenmek, Türkler'le daha çok kaynaşmak istiyor!... Sizse bu kaynaşmaya engel olmak istiyor, sun'î bir "kürt sorunu" yaratıyorsunuz!.

Kaldı ki, SESAR'ın Aralık 2000 tarihinde yaptığı bir ankette, Güneydoğu ve Doğu Anadolu dışında yaşıyan Kürt asıllıların % 94'ü, "TÜRKÇE yayın yapanlar dışındaki TV kanallarını izlemediklerini söylemişlerdir. % 77,2 gibi bir çoğunluk ta "Kürtçe yayını, BÖLGE için yararlı bulmadıklarını" belirtmişlerdir!.. Zaten "Kürtler'in Gazetesi" Özgür Gündem'in sadece 9.250 olan tirajı da bu ilgisizliği ortaya koymaktadır. Bir husus daha var, TÜRKİYE'de Kürtçe yayın yapan yerel sadece 2 TV kanalı var, onun da izleyicileri son derece az.
Şimdi bölücüler diyebilir ki, "bunlar hep TÜRK kaynakları, hepsi şişirme"... O zaman aynı kitaptan bir de "yabancı" araştırma sonucu verelim.
Peter Alfrod Andrews adındaki yazar, 1992'de Türkçe'ye çevrilerek basılan TÜRKİYE'DE ETNİK GRUPLAR adlı kitabında, tam 47 grup bulunduğunu, ve TÜRKİYE'nin bir mozaik olduğunu öne sürmüştü.
Bu kişinin TÜRKİYE'DE ETNİK DAĞILIM 2001 adlı raporunda (ABD'deki Ethnoloque Data from Languages of the World adlı kuruluş için hazırlanmıştır), Kürtler'in ve Çerkesler'in sayıları abartılmasına rağmen, TÜRKİYE'deki aslî etnik grup sayısı 3'e indirilmiş, etnik nüfus oranı da sadece &13,79 olarak gösterilmiştir. Dağılım ise şöyledir:

TÜRK ....... % 86,21
Kürt ....... % 8,36
Çerkes ...... % 2,14
Arap ....... % 1,63
Zaza ....... % 0,53
Laz ....... % 0,02
Diğerleri .. % 1,02

Gördünüz mü?.. Öyle 20 milyon, 30 milyon Kürt yok!.. Kürtler'in bölünme, bağımsızlık, feredasyon, Kürtçe eğitim, yeni bir cumhuriyet gibi talepleri yok!.. Bunlar sadece TÜRKİYE'yi karıştırmak, parçalamak ve batılılara peşkeş çekmek isteyen bölücülerin talepleri!.. Tabii ki havalarını alırlar!.
Neden mi?.. 

Açıklayalım.

Bağımsız bir Kürt devleti oluşturmak için önce toprak almak gerekir. Bu da iddia edildiği gibi 4 büyük ülkeden yapılacak ise, ancak onlar savaş ile mümkündür. TÜRKİYE, İran, Irak, Suriye, hatta Rusya'ya kafa tutmak ve onları yenmek gerekir. Halbuki nüfus içinde TÜRKİYE'den daha etkili bir oranı olan Irak ve İran Kürtleri, bu ülkelerin savaş halinde oldukları, yenilmiş oldukları dönemlerde dahi bir başarı gösterememişlerdir. Son girişimlerinde ise bir hafta içinde hezimete uğramış, tabir caizse pabuçsuz kaçmış ve TÜRKİYE'ye sığınmışlardır. (1991)
Arap ülkesi sayılan Irak'ın bu kişileri kendinden saymaması, tabii görülmelidir. Çünkü bunların büyük çoğunluğu Arap değildir... İran'ın da bu gruplara sert tepki göstermesi, ülkesindeki hem Kürt hem de AZERİLER'i baskı altında tutması anlaşılabilir, çünkü bu iki grup ta Acem veya Aryan değildir.
Ama TÜRKİYE, hiç bir zaman Kürt diye nitelenmek isteyen topluluğa karşı cephe almamış, onları kendinden saymıştır, ki bu da son derece tabiidir. Çünkü Kürtler'in en azından adlarını aldıkları boy ve TÜRKİYE'de yaşayanların büyük bir çoğunluğu TURANİ'dir ve bizdendir.
TÜRKİYE Kürt diye adlandırılan bu topluluğa daima şefkatli davranmıştır. Silahla tedib edilenler daima isyancılar, eşkiya ve teröristler olmuştur. Kürt ayırımcılığının sözde aydın takımı, aşırıya kaçmadıkça muhatap dahi alınmamış, hele ayırımcı sempatizanlar, büyük bir hata olmasına rağmen, devlet kadrolarında bile yükselme imkânından mahrum edilmemiştir.
Bunlar ancak hırsızlık, katil, suikast, soygun, yaralama, dövme, haraççılık, işgal gibi eylemlerden dolayı takibata uğramışlardır.
Yıl, yazar, yayın ve sayfa sayısı göz önünde tutulursa; tahrik ve yalan iddialarla bölücülük suçlarından hüküm giyenlerin oranı da tahminlerin çok altındadır... Kaldı ki, teröristleri ve yasadışı örgütleri gizlemek için oluşturulan yüzlerce dergide sözde gazetecilik yapan militanlar da bu sayının içindedir. Metin Göktepe aslında bir gazeteci değil, faal bir terörist, bir bölücü idi!
Dünyanın hiç bir gelişmiş, medeni Batı ülkesinde ayırımcı bir teröristin Fatsa'da (Terzi Fikri) ve Diyarbakır'da (Mehdi Zana veya Baydemir) olduğu gibi Belediye Başkanı görevi yaptığı görülmemiştir!.. Bir ayırımcının karısının da milletvekili olması (Leyla Zana), evlerinde terörist saklıyanların milletvekili kalabilmesi, hatta Millet Meclisi Başkan Vekilliğine yükselmesi (Fehmi Işıklar) imkânsızdır. TÜRK Devleti'nin bu müsamahasını ve bu olgunluğunu unutmamak gerekir.
Ayırımcı örgütlerin en büyüğü olan PKK'nın TÜRKİYE'nin doğusundaki 20 ili Kürdistan sayması, bunları Botan, Serhat gibi eyaletlere bölmesi, valiler, komutanlar tayin etmesi ve ERNK diye bir ordu kurduğunu öne sürmesinin ciddiye alınacak hiç bir yönü yoktur. TÜRK devleti istese bunları ezer geçer. Ne var ki, bazı politikacılar ve hımbıl bürokratlar, hatta beceriksiz subay ve polisler yüzünden iş uzayıp gitmiştir.
Eşkiya olup devleti meşgul etmenin de hiç övünülecek bir yanı yoktur... Çakırcalı Mehmet Efe bundan 100 sene önce çok daha az destek, imkân ve elemanla OSMANLI Devleti'ni ülkenin batısında 15 yıl meşgul etmişti.
Ama bu kişi dahi çoluk çocuk, kadın, yaşlı öldürmemiş, yoksulun yardımcısı olmuş, bu suretle halk arasında şöhrete ulaşmış, rahmetle anılan bir kişi haline gelmiştir. Şimdiki bölücü teröristlerin soygun, tecavüz, tahribat ve katliamdan başka yaptıkları bir şey yoktur.
PKK ise devlet gibi davranmaya çalışmasına, vergi toplamaya, ordu oluşturmaya, idareci tayin etmeye kalkmasına rağmen, temsil ettiğini öne sürdüğü insanları öldürmekten, medeniyet timsali her şeyi yakıp yıkmaktan başka bir şey yapmaz. Üstelik lideri, gariban Çakırcalı kadar bile cesaret sahibi değildi.
Abdullah Öcalan, kendisi yurt dışında yabancıların parasıyla, hayatı onların iki dudağının arasında bir nevi esir gibi yaşarken; TÜRKİYE'de kandırılmış militanlarına emirler yağdırmakta, onları cinayete zorlamakta ve ateşe atmaktaydı... Halbuki Çakırcalı daima çatışmanın hep ön safında olmuş, kimseden emir almamış, son nefesine kadar hür yaşamıştı.
PKK'nın bütün elemanları, bir kaç istina dışında, zırcahildir. Okuma yazma bilmeyenleri özellikle üst görevlere getirirler ki, aşağılık duyguları ile verilen talimatları daha iyi uygulasınlar, soru sormasınlar!
PKK'nın gücü Batı'dan aldığı bütün desteğe rağmen, katiyyen 10.000 gerilla filan değildir. Hiç bir zaman o rakama ulaşamamıştır. 2000-3000 kişiyi bir türlü aşamıyan yurt içinde ve yurt dışındaki çapulcu nitelikli militan sayısı, aşiretlerde görülenden bile daha kötü bir liderlik sistemi içinde "komutanlık"lara bölünmüştür. Hiç bir zaman da 300 kişiden fazlasını bir araya toplıyamaz. Eğitimlerini de Yunanlı, İsrailli, CIA mensubu yabancılar vermektedir. Yani bölücü Kürtler dinsiz-imansız oldukları için, Müslüman TÜRKLER'le bir arada olmayı bırakıp elin gavurunun kumandası altına girmekten utanmamaktadırlar!
Bir tek tankı, bir tek uçağı bile olmayan bu ordu ve komutanlıkların tek icraatı dağdan dağa gezip, fırsat buldukça savunmasız köyleri veya gaflet uykusundaki karakolları basmaktı. Yollara kimi öldüreceği belli olmayan mayınlar döşemek, halkın yararlanacağı okul, köprü, TV anteni, elektrik trafolarını tahrip etmekti. Bu ölen ve zarar gören halk ta, her nedense hep Kürt saydığı kişilerdi!..
Ama 2003 yılında Irak zalim Amerikan güçleri tarafından işgal edilince, Saddam ordusunun silahları kuzeydeki iki Kürt aşiretine verildi. Türkiye'de 2005 yılında başlayan mayınlı saldırılar, patlamalar işte bu silahlarla yapılıyor. Ayrıca büyük şehirlerde sağa sola molotof kokteyli atıp, otobüs yakıyorlar!
Kolayca sezildiği gibi, 1970'lerden beri ülkeyi tedirgin eden bu tür faaliyetin arkasında Kıbrıs harekatı, ekonomik gelişme ve ASYA ve AVRUPA TÜRKLERİ'nin ön plana çıkması vardır. Bunlar hem eski Doğu Bloğu'nu hem de Batı Dünyası'nı endişelendirmekte, TÜRKİYE'nin önüne set çekmek için Ermeniler ve Kürtler kullanılmaktadır.

Çeşitli kaynaklardan elde ettiği maddi desteğe ek olarak bu terör örgütü, geniş çaplı eroin, uyuşturucu imal ve ticaretine yönelmiştir. ASALA gibi Ermeni, Kürt Hizbullahı gibi sözde islâmî terör örgütleri ile işbirliği yapması bir yana; Avrupa'da Türkler'in evini yakan, insanımızı öldüren dazlakların yanında yer alması da dikkate değer.

PKK'nın ve TÜRKİYE aleyhine çalışan bilumum terör örgütlerinin arkasında olan Alman hükümetinin, bu olay göz önünde tutulursa, TÜRK katliamında dazlakların da arkasında olduğu ortaya çıkar. Yani Almanya hem orada, hem burada katliam yapmıştır!..
Ya İngiltere?.. APO'nun itiraflarından anlaşıldığı gibi, o da PKK terörünün arkasındadır... Ve uzun süre MED-TV ile bölücülüğü ve terörü destekledi. Şimdi aynı işi Danimarka'daki ROJ-TV yapıyor.
Fransa ise, bir Kürt bölücüsünün metresi olan Bayan Mitterand ile bölücülüğe destek olmaktadır. Hatta bu fahişe kılıklı kadın, bizim salak politikacılarımızın müsamahası ile Türkiye'ye gelip, kendi ülkemizde onlara yardım sözü vermiştir!.. (1991)

Daima Antalya bölgesinde gözü olan İtalya, bazen Vatikan'ı ve Papa'yı kullanarak ayırımcı Kürtler'e arka çıkmaktadır. İtalyan gazetecinin 1997'de Diyarbakır'daki Nevruz gösterilerinde ön safta yer alması, onların art niyeti kadar Türk Devlet yetkililerinin ihmalini de gösterir. Öte yandan Norveç'in Türkiye Büyükelçisi 2005 yılında Diyarbakır'daki sözde Nevruz törenlerine katılmış, kaatil Öcalan için slogan atanlara, kırılası parmakları ile zafer işareti yapmıştır.

A.B.D. ise her iki savaşta da TÜRKMENLER'i ezerken, petrol boru hattımızı bombalayıp bize düşmanlık gösterirken, bizim Irak'ta operasyon yaptığımız günlerde (1993) sözde yanlışlıkla PKK'lı teröristlere uçaktan yiyecek ve giyecek, hatta askeri malzeme atmıştı!.. Hâlâ hem PKK'yı, hem de birer aşiret reisi olmaktan öte hiç bir özelliği olmayan Barzani ve Talabani'yi desteklemekte, onlarla birlikte Irak'ta TÜRKMEN katliamı yapmaktadır.
Bu namussuz Batılıların hepsi TÜRK'e ve MÜSLÜMAN'a düşmandır!.. Onları hizaya getirmeden TÜRKİYE'de terörün sona ermesi zordur! Üstelik bunlar "Kürtler'e Özgürlük" derken terör örgütlerinde Ermeniler'i ve Süryaniler'i kullanırlar.

Bu arada Özgür Gündem gazetesinin dağdaki 300 eşkiya arasında yaptığı ankette, "dinî önder" olarak % 34'ünün Zerdüşt, % 34'ünün İsâ, % 11'inin Mani, % 10'unun Muhammed, % 7'sinin Musa ve % 4'ünün İbrahim dedikleri ortaya çıkmıştır.

Bundan da anlaşıldığı gibi, eşkiyanın ancak % 10'u müslümandır... Ona da "müslüman" denirse!..
Sözün kısası, Kürt kökenli müslüman vatandaşlarımız için iki seçenek vardır. Ya bu emperyalist Batı ülkelerinin uşağı Ermeni-Süryanî-Yezidî veya (Musa Anter gibi) Yahudi asıllı bölücülerin kuyruğuna takılıp sömürge olma peşinde koşacaklar, ya da TÜRKİYE'de TÜRKLER'le ayrım-gayrım gütmeden insan gibi yaşıyacaklar!..

Birinci tercihi yapanlara, hiç hayat hakkı yoktur!

http://www.angelfire.com/tn3/tahir/trk28.html