STRATEJİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
STRATEJİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2020 Cuma

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 2

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 2
 




Sait YILMAZ, Obama, Jimmy Carter, Strateji, Afganistan, Soğuk Savaş, Özgür Dünya, Yeni Bir Dünya Düzeni, Doğu Çin Denizi, Jeff Bezos, Bill Gates,  iPhone, Amazon, Facebook, Google,

2014’de Büyük Güçler ve Beklenen Gelişmeler

Petrole dayalı Amerikan ekonomisi yaelindeki petrolü ya da onu dışarıdan satın alacak parayı bitirecektir. Ancak durumun bu kadar kötü olmadığını gösteren gelişmeler var. Öncelikle yatay petrol kuyusu açma ve yer tabakalarının arasına girilmesi teknolojisinin geliştirilmesi daha önce keşfedilmemiş yeni petrol rezervlerinin ortaya çıkmasını sağladı. Amerika kendi keşfettiği bu teknoloji ile Suudi Arabistan, Venezüella ve Afrika’dayeni kaynaklar yaratma peşinde, bunun için de buraları karıştırma peşindedir. ABD’nin ikinci büyük güç çarpanı gene yeni geliştirdiği iPhone, Amazon, Facebook, Google gibi sosyal medya veya Microsoft yazılım teknolojileri olacaktır. Tüm dünyada Jeff Bezos, Bill Gates, Steve Jobs gibi yeni beyinler yakalama peşindedir. Avrupa’nın ‘sınıf’, Hindistan’ın ‘kast’, Çin-Japonya-Kore’nin ‘ırk homojenliği’, Afrika’nın ‘kabilecilik’, Ortadoğu’nun ‘din muhafazakârlığı’ temeline karşı Amerika; yeni fikirler ve icatlar için geçmiş, ırk, yaş, din ayırımı yapmadan üstün zekâlılar toplumu yaratma peşindedir. Amerikalılara göre daha çok para kazanmak isteyen iş adamı, daha çok okunmak isteyen yayıncı ya da daha çok insana hitap eden eğlence dünyası sonunda Amerikan zenginliği ve gücüne hizmet etmektedir. 

Bu ırksız ve kozmopolitan düzende artık gençler devlet kademelerinde üst makamlara gelmek ya da milliyetçilik gibi ideolojiler peşine düşmek yerine Lockheed ya da Toyota’da iyi maaşı olan bir iş kapmak peşine düşeceklerdir. 

Bu sistemin gereği olarak da ulus-devlet anlayışı bitecek, artık hiçbir ülkede bağımsızlık ve egemenliğe düşkün milliyetçi ya da solcu liderler ve güçlü ordular barınamayacaktır.

Avrupa, egemenliği büyük ölçüde üye devletlere bırakarak üstüne kurduğu ekonomik entegrasyona dayalı birlik anlayışında başarısız oldu ve çözülüyor. 2008’de ortaya çıkan ülkelerin borç ve bankacılık krizi, Avrupa Birliği’nde finansal ve ekonomik krize yol açtı. İşsizlik hala pek çok ülkede %10’un üzerinde ve ekonomi geriliyor. Bu dönemde, AB içinde,genel olarak kabul edilebilir ve uygulanabilir politika üretme sorunu ortaya çıktı. Fransa son derece vasıfsız François Hollande’i başkan seçti. İngiltere batıyor, İtalya’da günü TV komedyenleri kurtarıyor. Avrupa’nın gerçek lideri olan Almanya’nın Angela Merkel’i ise Avrupa Birliği’nin söküklerini dikmeye çalışıyor. Avrupa, birlik öncesi ulus-devletlerin çoklu rekabet dönemine geri dönüyor.Ülkeler kendi çıkarları peşinde sıfır toplamlı bir yarışa girdiler. Zayıf ülkelere yapılacak yardımın yükünün paylaşılması kadar, ülke içinde bu yükün nasıl paylaşılacağı da sorun oldu. Böylece kriz ülkelerin içinde sınıf çatışmasına da dönüştü. Avrupa’nın büyük bölümü de zayıf ülkelerden oluşmaktadır ve ekonomik entegrasyon zayıf ülkelere göre değildir. Bugün bu ülkelerin elindeki tek güç AB’nin dayatmaları karşısında egemenliklerini savunmaktır. Nitekim Macaristan, AB yapısınıumursamadan daha egemen ve otoriter bir siyasi sistem kurmaya başladı. Ticari çıkarları nedeni ile Avrupa’nın bölünmesini istemeyen Almanya, diğer ülkelerin sistemde kalabilmesi için bütçelerini ve ekonomi politikalarını kontrol altına alıyor. Güney Kıbrıs önce Alman mallarını almayı reddederek karşı koydu ama sonunda egemenliğini Almanya’ya teslim etti. Şimdilerde Güney Kıbrıs’ın başından beri AB’ye hiç alınmaması gerektiği daha yüksek sesle mırıldanılmaya başlandı.

Yeni uluslararası sistemde üç ana ekonomik motor bulunmaktadır; ABD, Avrupa ve Çin. Çin ve Avrupa’nın ABD’yi dengeleyememekteki en büyük hataları gücü sadece ekonomik olarak algılamaları, siyasi ve askeri boyutunu ihmal etmeleri oldu. ABD, Sovyetler Birliği ile güç dengesini kendi lehine değiştirerek çökertmişti. Avrupa ve Çin ise sadece ekonomiye odaklanarak kendi kendilerini çökertme yolundalar. Böylece yeni bir çağa giriyoruz.Çin, ihracatın ağır baskı altında olduğu ve sosyal istikrarın tehlikeye girdiği bir dönemdedir. Çin’in temel problemi 1 milyardan fazla kişinin günde 6 dolardan az kazanmasıdır. Bunların çoğu 3 doların da altındadır. Çin, iç kesimlerdeki hayat standartlarını değiştirmek zorunda aksi takdirde büyük iç karışıklıklara gebedir.Çin, askeri olarak deniz kuvvetleri bakımından hassastır ve en büyük korkusu Amerikan ablukası dır. Çin’in Kasım 2013’de Doğu Çin Denizi’nde Hava Savunma Kontrol Bölgesi ilan etmesi üzerine; ABD bunu ilk protesto eden ülke oldu ve bölgeye iki B-52 bombardıman uçağı gönderdi. Diğer ülkelerde ABD ile dayanışma içinde olduklarını göstermek için bu hava sahasını kullanmaya devam ettiler. Çin’e göre bu kontrol bölgesinin amacı ticari amaçlı olmayan uçaklara karşı savunma amaçlı bir tedbirdir. Çin Savunma Bakanlığı sözcüsü Geng Yansheng; “Çin’in ilgili hava sahasını etkin bir şekilde yönetecek ve kontrol edecek kabiliyete sahip olduğunu” açıkladı.

Enerji ihracına dayalı ekonomisi kötü giden Rusya’da iç huzursuzluklar devam ediyor. Enerji dışında madencilik, metal, inşaat, yiyecek gibi sektörleri ayağa kaldırmaya çalışan Rusya’nın kısa sürede sonuç alması beklenmiyor.Bir yandan Eski Sovyet çevresindeki konumunu güçlendirmeye çalışan Rusya, Ukrayna’yı en azından 2015 başkanlık seçimlerine kadar Batının elinden kurtardı. Rusya; Moldova ve Gürcistan’a siyasi ve askeri baskı yaparak AB ile yakınlaşmalarını engellemeye çalışıyor. Baltık ülkeleri, Rusya’nın etraflarında gittikçe saldırgan bir konuşlanma içine girmesinden oldukça rahatsız ve NATO garantisini sorguluyorlar. Rusya, Avrasya Birliği ile eski Sovyet Cumhuriyetlerini ekonomik olarak kendine bağlamak istemektedir. Ermenistan, Kırgızistan ve Tacikistan; önce ekonomik ve güvenlik bağlarını güçlendirerek, Rusya ile Gümrük Birliği’ne girmeyi, 2015’de ise Avrasya Birliği’nde olmayı planlıyorlar. Asya-Pasifik bölgesi ile ilişkilerini de enerji kartı üzerinden geliştirmek isteyen Rusya, bunun için gerekli altyapıyı geliştirmeye çalışıyor.

2014’ü şekillendirecek 5 en önemli gelişme şu şekilde öngörülmektedir;

- İran ve ABD arasındaki yumuşamanın devamlılığı;
İran’ın geliştirmeye çalıştığı nükleer program ile ilgili daha önceleri görüşmeyi bile kabul etmeyen ABD yönetimi, Obama ile diyalog kapısını açtı. İki ülke arasındaki 35 yıllık gerilim ilk defa normalleşme sürecine girdi ama ABD’deki İsrail lobisi başta AIPAC olmak üzere sert bir şekilde bu diyaloga karşı çıktı. ABD-İran yumuşaması devam edecek olsa da iki ülkedeki iç dengeler durumu tersine çevirebilir. İran karşısında kendisini güçsüz ve cesaretsiz hisseden Suudi Arabistan, İran ile görüşmek yerine Arap koalisyonunu ona karşı güçlendirme yolunu seçti ancak bir sonuç alması beklenmiyor. Suudi Arabistan, 2014’de aktif mezhep politikalarına devam edecek, görüş ayrılıklarına rağmen ABD ile enerji ve askeri bağlarını sürdürecektir. Suriye’deki vekilli iç savaş sınırlı da olsa devam edecektir.

- Avrupa’da milliyetçi ve aşırı partilerin yükselişi;

Ekonomik durgunluğun ve yüksek işsizliğin devam ettiği Avrupa’da bu yıl sosyal huzursuzluklar beklenmektedir. Mayıs 2014’de yapılacak Avrupa Parlamentosu ve 2014’ün sonunda yapılacak Avrupa Komisyonu seçimleri ile milliyetçi partilerin daha etkin konuma geleceği ve entegrasyon politikalarının daha da zora gireceği hesaplanmaktadır. 2014’de Yunanistan, Güney Kıbrıs, Portekiz ve Slovenya ekonomik olarak en sıkıntılı ülkeler olacaktır. Bu yıl, Avrupa’da bölücü faaliyetler için özel bir yıl olacaktır. 

Eylül’de İskoçya’da yapılacak bağımsızlık referandumundan İngiltere’nin baskısı ile önemli bir sonuç çıkması beklenmemektedir. 
Ancak durumun daha ciddi olduğu İspanya’da Katalanların referandum isteği Madrid yönetimi tarafından reddedilmektedir. Referandum yapılsa bile Katalanların arasındaki derin bölünme 2014’de bağımsızlık ilanını engelleyebilir.

- Rusya ve Almanya’nın Doğu/Orta Avrupa ve enerji üzerine pazarlığı;

Avrupa Birliği, artık zorlayıcı güç olma özelliğini yitiriyor. Avrupa çözülürken, eski gücüne dönmeye çalışan Rusya, bulanık suda balık avlamayı seçiyor. Bunun için bir yandan doğal gaz kartını kullanırken, diğer yandan Macaristan ve Polonya’da metalürji tesisleri, Slovakya’da demiryolları satın alarak Avrupa’da siyasi etkisini artırmak istiyor.Orta Avrupa’ya ticaret yolu ile girmeye çalışan Rusya, buraların asıl sahibi olan Almanya ile Orta Avrupa, Ukrayna ve enerji konusunda pazarlık yapıyor. Amerikan gücünden memnun olmayan Almanya, Rusya’nın enerjisine o da Almanya’nın teknolojisine muhtaçtır. Alman-Rus yakınlaşması ABD’ye iki dünya savaşı arası dönemi hatırlatmaktadır. ABD, bu ikilinin arasındaki Polonya’ya güçlü destek vermektedir.

- Çin’in güç politikalarına dönüşü;

Çin, etrafındaki denizlerin kendi gölü olduğunu iddiasındadır. Çin, Asya-Pasifik’teki rolünü ABD aleyhine geliştirmeye devam etmekte ve geri adım  atmamaktadır. Ekonomik mucizesi artık bir sona gelen Çin, askeri seçeneklerini geliştirmeye başladı.Çin’in küresel bir askeri güç projeksiyonu geliştirmesi ekonomisi iyi gitse bile çok zaman alacaktır. ABD’nin Asya-Pasifik’te 70 yıldır korumaya çalıştığı Amerikan barışı (Pax-Americana), Çin’in tek taraflı girişimleri ile tehdit edilmekte, Çin ile egemenlik sorunları olan Japonya da bu savaşın kaçınılmaz aktörü olarak gözükmektedir. Japon Başbakanı Abe, şimdilerde sadece ekonomiyi canlandırmak değil, orduyu da yeniden inşa etmek peşindedir.

- Türkiye’de iç karışıklık ve ekonomik sıkıntı;

Türkiye, 17 Aralık 2013’de başlayan rüşvet ve yolsuzluk operasyonları sonrası ağır bir siyasi ve ekonomik kriz dönemine girmiştir. Erdoğan yönetimi, önceliğini iktidarının açıklarını kapatacak bir (E Tipi) hukuk sistemi ve kolluk yapılanmasına vermiştir. Büyük ölçüde yabancıların kontrolünde olan Türk ekonomisi de alarm çanları çalmaya başlamıştır. AB ve NAFTA tarafından istenmeyen Erdoğan’a Transatlantik Yatırım Ortaklığı, Avrasya Birliği ve Şangay İşbirliği Örgütü kapıları da kapatılmıştır. Erdoğan, yerel seçimlerden zayıflayarak çıkacaktır. PKK ve siyasi uzantıları ile yürütülen çözüm görüşmeleri sonucu ortaya çıkan silahlı eylemsizlik; kolluk güçlerinin elini-kolunu bağlamış, PKK/KCK Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da istediği de facto yönetimi hayata geçirmiştir. Bu nedenle, strateji değişikliğine giderek gerilla savaşı yerine, geniş halk ayaklanması ile kendi kaderini tayin hakkı yöntemini benimsemiştir. Bu yıl içinde bazı halk hareketleri ve silahlı eylemler görülecek olsa da, geniş kapsamlı ayaklanma genel seçimler sonrasını bekleyecektir.

Sonuç; 

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcındayız…

2013 yılı ile birlikte Soğuk Savaş sonrası dönemin 11 Eylül 2001 ile belirlenen paradigmalarını bir kenara bırakıyor ve yeni bir dünya düzenine yelken açıyoruz. Çünkü artık içinde bulunduğumuz dönemi 11 Eylül sonrasının kuralları ile açıklama imkânı kalmadı. Yeni dönemin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir;

- Stratejik büyük güç mücadelesinin Asya-Pasifik bölgesine kayması, başta Çin’in olmak üzere bölge ülkelerinin askeri kapasitelerini hızla geliştirmekte olması,
- ABD’nin aktif güç dengeleme stratejisini terk ederek, müdahaleleri bölgesel güçlere bırakması, Avrupa’dan uzaklaşarak yeni bölgesel müttefikler araması,
- Dünyanın içinde bulunduğu ağır ekonomik kriz nedeni ile müdahalelerin sivil güç-istihbarat işbirlikleri, cerrahi askeri operasyon niteline dönüşmesi,
- Soğuk Savaş’ın uluslararası güvenlik kurumlarının (NATO, BM vb.) işlevlerini kaybetmeleri, bölgesel güçlerin ve güvenlik çözümlerinin öne çıkmaya başlaması.
Yeni dünya düzeninde güç dengesinin nasıl bir şekil alacağını ABD-Çin rekabeti kadar; 
Rusya, AB ve Japonya’nın toparlanma gayretleri belirleyecektir. 

Gidişat çok kutupluluğa doğru olup, bugünkü 1+4 (ABD + Çin, RF, AB, Japonya) dengesi; 0+5 veya 2+3’e dönüşebilir.

Türkiye’nin bulunduğu Ortadoğu bölgesine dönecek olursak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi beklenen sonucu vermedi; Mısır, Suriye ve Irak yoldan çıktı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan’daki ABD onaylı liderlerde kendi özel gündemlerinin peşine düştüler. Şimdi asıl sorun Ortadoğu’daki yeni durumda taşların yerine nasıl oturacağıdır. Esat kalacak ve ülkedeki seçimleri yönlendirmeye çalışacaktır. Suriye’ye sokulan cihatçı El Kaide, Lübnan’da ki yerli cihatçıları takviye ederek Hizbullah’ı iki cephede savaşmaya zorlayacak, sonuçta Lübnan da karışacaktır. Mısır ordusu, bahar aylarındaki seçimde Selefilerin kazanması için çalışacak ve Sina Yarımadasından içeriye doğru cihatçı (Sünni terörist ya da çakma El Kaide) tehdidi artacaktır. İç politikası gibi on yıllık Osmanlıcı ve mezhepçi dış politikası iflas eden Türkiye, ABD’ye yakınlaşarak bölgesel güç konumunu takviye eden İran’a karşı Türkiye, denge arama peşindedir. Tüm komşuları gibi Irak merkezi yönetimi ile de arası bozuk olan Türkiye gene Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi liderine sarılmakta ve buradaki enerji kartını oynamaya çalışmaktadır.Irak ise, bölünme sürecinde oldukça ilerledi. Ortadoğu haritasında Irak’ın kuzeyinden başlayan bir yırtılma beklenmektedir. Bu yırtılmadan Türkiyede nasibini alabilir. Jeopolitiğin evrimi döngüseldir. Büyük güçler doğar, yükselir, düşer ve yok olur. Hatta yok olurken, tıpkı Osmanlı’nın Türkiye’yi doğurması gibi yavrular ve imparatorluk genlerini de aktarırlar. 

Ancak yanlış ellerdeki Türkiye bugün doğum sancıları çekmektedir.

Doç.Dr.Sait YILMAZ
@DocDrSaitYilmaz


[1]Graham Allison: 2014: Good Year for a Great War?, The National Interest, (Jan 1, 2014). 
[2]Conrad Black: A New World Order, The National Interest, (March 14, 2013). 
[3]Robert D. Kaplan:Anarchy and Hegemony, Stratfor, (April 17, 2013). 
[4]George Friedman: The State of the World: Explaining U.S. Strategy, Stratfor, (February 28, 2012). 
[5]Victor Davis Hanson: America’s Big Fat Advantage, National Interest, (March 21, 2013). 
[6]George Friedman: Europe in 2013: A Year of Decision, Stratfor, (January 3, 2013). 
[7]George Friedman: Beyond the Post-Cold War World, Stratfor, (April 2, 2013). 
[8]Stratfor Global Intelligence, 27 December 2013. 
[9]American Israel Public Affairs Committee 

http://www.21yyte.org/ adresinden  19.02.2014 16:58 tarihinde indirilmiştir .,

***


23 Ekim 2020 Cuma

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ? BÖLÜM 4

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ?  BÖLÜM 4



   11 Eylül tarihinde Amerikan imparatorluğunun ekonomik gücünü simgeleyen İkiz Kulelere ve askeri gücünü simgeleyen Pentagon'a yapılan terörist saldırılar Amerikan dış politikasını daha da sertleştirmiştir. Her ne kadar hegemonyayı sürdürme arayışı içerisinde stratejik coğrafyalara sert askeri müdahalelerde bulunulsa da Amerikan dış politika karar vericileri idealist söylemleri hiçbir 
zaman ağızlarından düşürmemişler ve idealist söylemler ile realist amaçlarına ulaşmaya çalışmışlardır. 

Oğul Bush tarafından 2002 tarihinde yayınlanan ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi adlı belgede şu noktalar ön plana çıkartılıyordu; ABD özgürlüğe öncelik veren adil bir barış için çalışmaktadır...
ABD ulusal güvenlik stratejisi ayrıcalıklı bir Amerikan enternasyonalizmi üzerine kuruludur...
Amerikan değerleri çıkarlarının bütününü yansıtır...ABD'nin tarihsel sorumluluğu saldırılara cevap vermek ve dünyayı kötülüklerden arındırmaktır.46 
Oğul Bush Beyaz Saray'da Amerikan ordu gazilerine yaptığı bir konuşmasında dinleyicilere şöyle sesleniyordu; Irak halkını Saddam'ın elinde köleliğe teslim edemeyiz.47 
Diğer konuşmalarında da Bush'un ağzından idealist söylemler eksik olmuyordu; Irak'ta herhangi bir emelimiz yoktur amacımız Iraktaki tehdidi ortadan kaldırmak ve ülkenin yönetimini yeniden Irak halkına devretmektir.(19.03.2003)... 
Biz Irak halkının dostuyuz... Bu savaş bir kurtuluş savaşıdır, işgal değil. 
Bu idealist söylemlerin arkasında Amerikan çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan realist bir amaç tabiki vardır. 
Carter döneminde ulusal güvenlik danışmanlığı görevinde bulunan ve hala Amerikan dış politikası açısından en önemli 2 isimden biri olan Zbigniew Brzezinski (diğeri Henry A. Kissinger'dır) 2003 yılındaki bir makalesinde Amerika'nın bölgedeki çıkarlarının ne olduğunu ve amacını söylüyordu; 
''Bölgenin (Orta Doğu bölgesi kastedilmekte) enerji kaynaklarına ilişkin veriler, ABD'ye buraya egemen olmaktan başka bir alternatif bırakmamaktadır. O nedenle ABD, Ortadoğu'yu kendi stratejik çıkarlarına uygun olarak şekillendirmelidir. 

Bu bölgeye egemen olmak ABD'ye başka bir stratejik manivela da sağlamaktadır: 

Bu, ekonomileri, bölgeden güvenli petrol akışına bağlı olan Avrupa ve Asya ekonomilerini denetim altında tutma gücüdür. Bu bölge o kadar önemlidir ki, ABD herhangi bir bölgesel gücün beklenti ve önceliklerini buraya dayatmasına izin vermemelidir.''48 
ABD, 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak gibi jeopolitik ve jeo-ekonomik önemi yüksek coğrafyalara saldırarak yaşamsal çıkar alanı ( the sphere of vital interest) olarak tanımladığı bölgelere siyasi ve askeri olarak yerleşmiş, hegemonyasının devamlılığı için elzem olan enerji kaynaklarını ve bunların dünya pazarlarına ulaşmasını sağlayan enerji nakil hatları yollarını kontrol etmeye çalışmıştır. Hegemonyanın sürdürülebilir olması için enerji kaynaklarının ve nakil hatları 
üzerinde bulunan coğrafyaların kontrolü olmazsa olmazdır. 

Küreselleşme süreci ile birlikte ise serbest pazar ekonomisi teşvik edilerek bunun tüm insanlığın çıkarlarına ve refahına olacağı belirtiliyor ve idealist bir iddia ortaya atılıyor. Fakat diğer taraftan Uluslararası ticaret alanında engellerin kaldırılması ve serbest pazar ekonomisine geçilmesi halinde bu durumdan en çok Amerikan ekonomisinin faydalanacağı şeklinde realist bir politika hesabı da yapılıyor. Kissinger'a göre küreselleşme Amerikan emperyalizminin diğer bir adıdır. Ayrıca, en iyi ve gerçekte en akla uygun seçim tüm dünya için Amerikan stili bir ekonomik ve siyasal önceliklerin uyarlanmasıdır.49 

2008 yılında Beyaz Saray'ı devralan ABD'nin ilk siyahi başkanı Barack Obama ile birlikte Amerikan dış politikası oğul Bush döneminden farklı gelişmeye başlamıştır. Obama Irak Savaşı'nı ve ABD'nin tek yanlı politikalar izlemesini eleştirerek çok taraflılığa ve işbirliğine vurgu yapmıştır. Rusya, Çin, Avrupa Birliği ve Japonya gibi güçler ile işbirliği içinde hareket etmenin dünyadaki sorunların çözümü için önemli olduğunu belirtmiştir. Tıpkı Nixon'un 1971 yılındaki açıklamalarına benzer olan Obama'nın bu söylemleri Amerikan dış politikasındaki idealist unsurları yansıtmış tır. 
Fakat 2008 ekonomik krizi ile birlikte Amerikan ekonomisinin zorlanması, Irak Savaşı sonrası dünyadaki iyiliksever hegemon/imparatorluk( the benevolent empire) algısının değişmesi ve anti-Amerikanizmin yükselişe geçmesi, yeni küresel güç merkezlerinin Rusya, Çin gibi ve yeni bölgesel güç merkezlerinin Türkiye, Brezilya, Hindistan gibi ortaya çıkması ve ABD'nin dünya jeopolitiğindeki hareket serbestisinin azalması gibi nedenlerden dolayı sorunlarla baş etmenin ve bu ülkeler ile rekabetin maliyetini ABD'nin kaldırabileceği bir seviyede tutmaya çalışması Amerikan dış politikasındaki realist unsurları yansıtmıştır. 

Obama, ABD'nin azalmakta olan güç kaynaklarını içeride ve dışarıda yeniden dağıtarak yeni şekillenmekte olan Amerikan sonrası dünyaya ülkesini hazırlamaya çalışmıştır. Obama tarihsel olaylardan şu sonucu çıkarmış gibi durmaktadır; doğal sınırlarına ulaştıktan sonra dengeli ve kontrollü bir şekilde geri çekilen imparatorluklar için enerjisini yeniden toparlayıp emperyal yeni bir sıçrama yapma ihtimali bulunmaktadır. 

Amerikan dış politikasında idealizm- realizm ilişkisine verilecek son güncel örnek ise İran ile anlaşmaya varılan nükleer mutabakattır. Bu olayda, bir taraftan İran'ın nükleer silahlara sahip olmasının engellenmesi ve nükleer yayılmanın önlenmesi amaçlanırken ki bu idealist bir dış politikayı yansıtır diğer taraftan ise nükleer silahlara sahip olan bir İran ile Basra Körfezi'nde rekabetin zor olacağını bilmesi ve bunun önüne geçmeye çalışması realist bir dış politikayı yansıtır. 

İDEALİZM-REALİZM İLİŞKİSİNE DAİR SÖYLEMLER 

• Geleneksel Amerikan idealizmi ile küresel güvenliğin yeni gerçeklerini ilgilendiren ağırbaşlı pragmatizmin birleştirilmesi gerekir.50 
• Amerikan dış politikasında idealizm ve realizm benzerlikler taşımaktadır.51 
• Amerikan idealizmi her zamanki gibi elzemdir. Geleneksel Amerikan idealizmi, Amerikan çıkarlarının uygun bir tanımını sağlamak için günümüz realitelerinin dikkatli bir değerlendirilmesiyle birleştirilmelidir.52 
• Devlet adamının nihai ikilemi değerler ile çıkarlar arasında ve ara sırada barış ve adalet arasında denge kurmasıdır.53 
• Realizm ve idealizm birbirlerine alternatif olarak görülmemelidir. Realist bir güç politikası anlayışı ideallerin hizmetinde kullanılmalıdır.54 
• 1940'lı yıllardan itibaren ABD iki büyük stratejiyi izlemektedir. Birincisi realizm odaklı ikincisi ise idealizm.55 
• Daha en başından idealizm ve materyalizmin çifte cazibesi Amerika’yı tanımlayan bir unsur oldu.56 
• Wilson idealizmi ile jeopolitik realizm birleştirilmelidir.57 
• Anglo-Sakson gelenek, idealleri konuşmak ve savunmak ama gerçeklere göre hareket etmektir. 
ABD, çıkarlarını idealleri ve değerleri görüntüsü altında gizlemektedir.58 
• Günümüzde Amerikan Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan John Kerry 2004 yılında girdiği Başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı iken şöyle diyordu; ''Dış politikamız sadece idealizm ve realizmin birleştiği zamanlarda azamete kavuşmuştur.''59 

SONUÇ YERİNE 

Amerika Birleşik Devletleri 1776 tarihinden bu yana önce Avrupalı sömürgeciler den bağımsızlığını kazanmış ardından bir zamanlar kendisini sömüren Avrupalı devletlere rüştünü ispat etmiş daha sonra kendi kıtasından başlayarak tüm dünyaya genişlemiş ve emperyalist yayılma yapmış en nihayetinde ise tüm dünya sistemi üzerinde etkili olmuş ve onu şekillendirmiştir. 

Birbirlerinin 'kurucu ötekileri' olan idealizm ve realizm Amerikan dış politikasında ilginç bir şekilde çatışmadan ziyade işbirliği içerisinde hareket etmektedir. Amerikan dış politikasına yön veren esas teori realizm olmakla birlikte Amerikan dış politika karar vericileri Amerikan çıkarlarını tüm dünyanın çıkarlarıymış gibi idealizm ile ifade etmişler ve eylemlerini meşrulaştırmaya çalışmışlardır. 
  Son olarak şunu belirtmek gerekir ki, Amerikan dış politikasının ana amaçları bellidir ve bu amaçlara ulaşabilmek için Amerikan dış politikasına yön veren beyinler hem idealizm hem de realizmden faydalanarak akıllı bir güç stratejisi uygulamaktadırlar. Amerikan dış politikasında idealizm ve realizm el ele kol kola işbirliği içinde yürümektedir... 

DİPNOTLAR;

1 Gültekin Sümer, Dış Politika Stratejileri ve Türkiye Neresinde?, İkinci Adam Yayınları, İstanbul, 2013, s.27. 
2 Emin Gürses, ''ABD Dış Politikasında Realizm ve İdealizm'', Jeopolitik, Mayıs, 2002 
3 Ramazan Gözen, ''Uluslararası Sistemde ABD'', Ramazan Gözen(ed.), Amerikan Dış Politikası, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No:2609, s.11. 
4 Gözen, a.g.e., s.13. 
5 William Blum, Emperyalizmin En Ölümcül Silahı Demokrasi Yalanı, çev. Ekin Duru, İstanbul, Say, 2013, s.351. 
6 Anthony Best et al., 20. Yüzyılın Uluslararası Tarihi, çev. T. Ulaş Belge, Ankara, Siyasal, 2012, s.153. 
7 Best, a.g.e., s.153. 
8 Haluk Gerger, ABD Ortadoğu ve Türkiye, İstanbul, Ceylan Yayınları, 4. Baskı, 2007, s.520. 
9 Füsun Türkmen, Kırılgan İttifaktan Model Ortaklığa: Türkiye-ABD İlişkileri, İstanbul, TİMAŞ, 2012, s.25. 
10 Hegemonya, bir devletin Uluslararası sistemdeki hakim konumunu korumak için diğer devletleri kendi taleplerine zor yolu ile ya da gönüllü olarak uymalarını sağlamak olarak tanımlanabilir.. Marksist literatürde hegemonya kavramı çok önemli bir yer tutmaktadır. Bkz. Robert Cox, ''Gramsci, Hegemony and International Relations'', (ed.)S.Gill, Gramsci, Historical Materialism and International Relations, Cambridge University Press, 1993, p.62. 
11 Anıl Çeçen, ''A.B.D. Süper Güç Olarak Kalabilir mi?'', Avrasya Dosyası ABD Özel Sayısı, Cilt:6, Sayı:2, Yıl:2000, s.235. 
12 P. R Viotti, M. V. Kauppi, International Relations Theory: Realism, Pluralism, Globalism and Beyond, third ed., Allyn and Bacon, Boston, 1999, p.8. 
13 (ed.) Mehmet Şahin, Osman Şen, Uluslararası İlişkiler Teorileri Temel Kavramlar, Ankara, Kripto, 2014, s.6. 
14 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler ve Dış politika, Bursa, MKM, 9. Baskı, s.104. 
15 Wilson'un başkanlığı sırasında ABD Milletler Cemiyeti' nin kurulmasına liderlik etmiş fakat Kongre'de hala etkili olan Monroe Doktrini zihniyeti ve çeşitli diğer sebeplerden dolayı ABD Milletler Cemiyeti' ne üye olmamıştır. ABD'nin 
Cemiyete üye olmaması sebebi ile şu yorum yapılmıştır; ''MC sakat doğmuştur.'' Bkz. Anthony Best et al, 20. Yüzyılın Uluslararası Tarihi, çev. T. Ulaş Belge, Ankara, Siyasal, 2012 
16 Emre Çıtak, '' Uluslararası İlişkilerde Gerçekçilik'', (ed.) Mehmet Şahin, Osman Şen, Uluslararası İlişkiler Teorileri Temel Kavramlar, Ankara Kripto, 2014, s.30-31. 
17 Çıtak, a.g.e., s.32. 
18 Edward H. Carr, The Twenty Years Crisis, Macmillan, London, 1946, p.76. 
19 Anarşi; Uluslararası sistemde egemen devletlerin üstünde hiçbir gücün olmadığını anlatan terimdir. Devletleri yaptıkları eylemler sonucunda ödüllendirecek veya cezalandıracak üst bir otoritenin olmadığına işaret eder. Anarşi kavramının sosyal inşacı bir yorumu için Bkz. Alexander Wendt, ''Anarchy is what States Make of it: The Social  Construction of Power Politics'', International Organizations, Volume 46, Number: 2, Spring 1992, p.391 - 425. 
20 Gürses, a.g.m., s.x. 
21 Carr, a.g.e., p.42. 
22 Füsun Türkmen, ''ABD'nin Dış Politikası: Devamlılık ve Değişim'', Doğu Batı, Cilt:8, Sayı:32, 2005, s.158. 
23 Muhittin Ataman, Özkan Gökcan, ''Bush Dönemi Amerikan Dış Politikası: Bir Aşırı Yayılmacılık Denemesi'', Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt:7, Sayı:2, Yıl 2012, s.201. 
24 Henry Kissinger, Amerika'nın Dış Politikaya İhtiyacı Var mı?, çev. Tayfun 
Evyapan, Ankara, METU Press, 2002, s.12. 
25 Gürses, a.g.m., s.x. 
26 Gürses, a.g.m., s.x. 
27 Gözen, a.g.e., s.14. 
28 Gözen, a.g.e., 
29 Best, a.g.e., s.63. 
30 Gözen, a.g.e., s. 
31 Gürses, a.g.m., s.x. 
32 Best, a.g.e., s.243. 
33 Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, çev. Birtane Karanakçı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 13. Baskı, 2013, s.428. 
34 Türkmen, a.g.e., s.65. 
35 ''Rewiev of Current Trends: U.S Foreign Policy'', Top Secret, PPS/23, Washington, February 28, 1948 
36 Best, a.g.e., s.252. 
37 Emin Gürses, ''NATO ve Genişletilmiş( Büyük) Ortadoğu Projesi: Hattı Kontrolden Sathı Kontrole'', Jeopolitik, Ocak, 2004 
38 William A. Williams, The Tragedy of American Diplomacy, New York, Delta, 1962, p.167-168. 
39 Türkmen, a.g.e., s.68. 
40 S. E. Ambrose, Rise to Globalism: American Foreign Policy since 1938, Penguin, 1993, p.217-218. 
41 Kissinger, a.g.e., s.225. 
42 Gürses, Amerikan Dış..., s.x. 
43 Ambrose, a.g.e., p.382. 
44 Excerpts from Pentagon's Plan: ''Prevent the Emergence New Rival'', New York Times, March 8, 1992 
45 Anthony Lake, ''The Limits of Peacekeeping'', New York Times, February 6, 1994 
46 The National Security Strategy of the United States of America, The White House, Washington, September, 2002 
47 BBC World, 28 March 2003 
48 Zbigniew Brzezinski, ''Hegemonic Quicksand'', National Interest, Winter 2003/ 4, p.6. 
49 Henry Kissinger, Does America Need A Foreign Policy? Toward A Diplomacy 21st Century, Simon& Schuster, New York, London, 2001, p. 252. 
50 Zbigniew Brzezinski, Tercih: Küresel Hakimiyet mi? Küresel Liderlik mi?, çev. Cem Küçük, İstanbul, İnkılap, 2005, s.18. 
51 Martin Griffiths, Realism, Idealism& Internatioanal Politics, Routledge, London&New York, 1992, p.2. 
52 Henry Kissinger, Diplomacy, Simon& Schuster, New York, p.836. 
53 Kissinger, Amerika'nın Dış..., s.260. 
54 Jack Snyder, ''Imperial Temptations'', The National Interest, Spring 2003, p.40. 
55 G. John Ikenbery, '' America's Imperial Ambition'', Foreign Affairs,81(5), p.45-47. 
56 Zbigniew Brzezinski, Stratejik Vizyon Amerika ve Küresel Güç Buhranı, çev. Sezen yalçın, A. Taha Orhan, İstanbul, TİMAŞ, 2. Baskı, 2013, s.53. 
57 Madeleine Albright, '' Madam Secretary: A Memoir'', New York, Macmillan, 2003, p.505. 
58 John Mearsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, New York: W.W. Norton & Company, p.x. 
59 Aktaran Jack Synder, 'One World Rival Theories'', Foreign Policy, N:145, Nowember- December 2004, p.54. 

***


AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ? BÖLÜM 3

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ?  BÖLÜM 3


  Amerikan dış politikası, idealizm,realizm,Gültekin Sümer, MUSTAFA KOCAKENAR,Strateji,

      'Amerika Amerikalılarındır' felsefi düşüncesinden ilham alan Monroe Doktrini, hem ABD'nin kendisi için hem de Amerika kıtasındaki İspanya'dan bağımsızlığını kazanmakta olan sömürgeler için geliştirilmiş bir projeydi. 'Eski Dünya'yı temsil eden Avrupa sistemi 'Yeni Dünya' Amerika'da ne kadar az temsil edilirse ABD o kadar güvende olur düşüncesi ve Avrupa'nın Amerika kıtasından geri çekilmesi ile oluşacak güç boşluğunun ABD tarafından doldurularak yayılmanın  gerçekleştirilmeye çalışılması realist dış politik zihniyeti yansıtmıştır. 
Monroe Doktrini'ndeki en temel idealist unsur ise cumhuriyetin herkes için krallıklardan daha iyi olduğu, küçük devletlerin geniş bir coğrafyayı kontrol eden imparatorluklardan daha yararlı ve kabul edilebilir olduğu anlayışıydı.26 
Monroe Doktrini ile birlikte ABD jeopolitik etki alanı olarak tüm Amerika kıtasını belirlemiş ve realist yayılmacı dış politika hedeflerini idealize etmiştir. ABD, Meksika'nin İspanya'dan bağımsızlık mücadelesine destek vererek idealist bir dış politika izlemiş fakat daha sonra kendisi Meksika'ya savaş açarak topraklarını genişletmiş yani realist dış politika izlemiştir. 

1. Dünya Savaşı ile birlikte ABD geleneksel Avrupa işlerine karışmama stratejisini terkederek savaşa müdahil olmuştur. Başkan Wilson Kongre'de 2 Nisan 1917 tarihinde yaptığı konuşmada ABD'nin Almaya'ya savaş açması gereğinin nedenlerini şöyle açıklıyordu; ''Almanya insanlığa karşı savaş açmıştır, insan yaşamı tehlike altındadır, demokrasinin gelişmesi için güvenli bir dünyaya ihtiyaç vardır.''27 
Wilson'un bu söylemleri idealist unsurları içerisinde barındırmaktadır. 
Wilson'un bu idealizm dolu konuşması ABD'nin savaşa sadece ideal değerleri gerçekleştirmek için girdiği anlamına gelmemektedir. Amerika kıtasından Avrupalı güçleri gönderen ABD için sıra Avrupa kıtasını dizayn etmeye gelmişti ve artık Amerikan çıkar alanı genişlemişti. Başkan Wilson tarafından açıklanan self- determinasyon (kendi kaderini tayin etme) hakkı ile Avrupa imparatorluklarının bazıları için ( Osmanlı, Avusturya- Macaristan) Amerikan çıkarlarına uygun bir 
şekilde tasfiye planı hazırlanmıştır. Burada da ABD realist dış politikasına self determinasyon söylemi ile idealist bir kıyafet giydirmiştir. 

Wilson, 8 Ocak 1918 tarihinde Amerikan Kongresi'nde yaptığı konuşmada 14 maddeden oluşan idealist prensiplerini ortaya atmıştır. Bu ideallerin barışçıl bir dünya düzeni kurmak amacı haiz olduğunu kabul etsek bile bunun ABD'nin ekonomik, ticari, siyasi ve küresel sistem üzerindeki Amerikan çıkarlarından bağımsız olduğunu düşünemeyiz.28 

Özellikle denizlerde serbest dolaşım ve uluslararasındaki bütün ekonomik engeller kaldırılmalı, serbest ticarete izin verilmelidir prensipleri dönemin en güçlü donanma ve ekonomik gücüne sahip ABD'nin çıkarları için ortaya atılmış prensiplerdir. Dolayısıyla Amerikan dış politikasında idealizm retoriği ile reel çıkarlar ilişkisi çok güçlüdür. 

Birinci Dünya Savaşı'na son veren Versailles Anlaşması ile Almanya'ya dayatılan şartlar, savaştan kalan sorunların çözümünü ertelemekten başka hiçbir işe yaramıyordu. 1929 yılındaki Büyük Buhran'ın da etkisi ile Alman halkı iyice aşırıcılığa kayıyor ve Nazi lideri Hitler 1933 yılında Alman Şansölyesi olarak statükoya meydan okuyordu. Aynı zamanlarda Faşist lider Mussolini 
önderliğindeki İtalya ve Asya kıtasının büyük gücü Japonya'da revizyonist güçler arasındaydı ve 'Asya Asyalılarındır' diyordu.. 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan ve savaşları engellemesi arzu edilen Milletler Cemiyeti ise olayları sadece izlemekle yetiniyordu. Çünkü Milletler Cemiyeti'nin işi küçük devletlerin işlerini düzenlemekti. Büyük devletler ancak kendi işlerine hizmet edeceğini 
bildikleri durumda MC'ye başvuruyorlardı.29 

Bu ortamda 2. Dünya Savaşı'na giden yolun taşları döşeniyordu. 

Hitler'in 1939'da Polonya'yı işgali ile '2. Büyük Paylaşım Savaşı' da başlamıştı. Savaşın başlarında ABD geleneksel çizgisinde devam ederek tarafsızlığını ortaya koymuştu fakat İngiltere'yi silah bakımından desteklemekten de geri durmuyordu. Franklin D. Roosevelt 1941 yılında şöyle diyordu; 

''ABD Demokrasinin en büyük silah deposudur.''30 

   1941 yılında Japonya'nın Pearl Harbor baskını ile birlikte Amerikan çıkarlarına ciddi saldırılar başlamıştı. Faşizmin ve Nazizmin Washington için önemli birer tehdit olaya başlaması ABD'nin Monroe Doktrini'nin genişletilmiş yorumuna uygun olarak kendi 'çıkarlarını savunmak' ve 'dünyayı otoriter rejimlerden korumak ' çabası öne çıktı. Bu çabada hem idealist hem de realist argümanlar bir arada bulunmaktadır. Bir taraftan insani kaygılar öne sürülürken, diğer taraftan ulusal çıkarlar korunmaya ve yeni çıkar alanları yaratılmaya çalışılıyor.31 
    2. Dünya Savaşı bittiğinde Almanya harap, Fransa galip devletler tarafından dışlanmış ve Britanya artık Avrupa kıtasında başrolü oynayamayacak duruma düşmüşken, eski kıta üzerinde yalnızca iki güç ABD ve SSCB etkilerini baskın bir şekilde hissettirebilirlerdi.32 

Böylelikle de 1991 yılına kadar sürecek olan iki kutuplu 'Soğuk Savaş' dönemi başlamış oluyordu. 
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD bir daha geri dönmemek üzere dünya meselelerine ve farklı kıtalara angajman siyaseti (engagement policy) izlemeye başlamıştır. Zaten geleneksel büyük güçler ortadan silinirken, ABD süreki olarak onların arkalarında bıraktığı boşluğu dolduruyordu; bir numara haline geldikten sonra, kendi kıyıları hatta kendi yarıküresi içine sıkışıp kalamazdı.33 
Artık çıkar alanları genişlemişti ve buna uygun olarak yeni bir dış politika stratejisine ve yeni bir doktrine ihtiyacı vardı. 

   2. Dünya Savaşı sonrası ABD'nin karşısına konumlanan Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den talepleri ( boğazlarda üs ve Kars, Ardahan'ın SSCB'ye bırakılması) ve 1947 yılında Yunanistan'da komünistlerin kralcılara karşı savaşı ile başlayan iç savaş ABD yönetimi tarafından Sovyetlerin güneye iniş çabası olarak algılanmıştır. Başkan Truman bu gelişmeler karşısında kongrede yaptığı konuşmada Türkiye ve Yunanistan'a yardım edilmesi gerektiğini söylemiştir. Truman Doktrini olarak anılan bu konuşma ile Türkiye ve Yunanistan'a 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılmıştır. 
Truman Doktrini demokrasileri koruma söylemi ile idealist, Amerikan çıkarlarını koruma söylemi ile ise realist bir içeriğe sahipti. Eski Amerikan dışişleri bakanı Dean Acheson'a göre; ''olay Yunanistan ve Türkiye'nin çok ötesindedir. Eğer bu iki kilit ülke kaybedilirse komünizm İran'dan Hindistan'a kadar yayılacaktır.''34 
   2. Dünya Savaşı ile küresel hegemon koltuğunu Britanya'dan alan ABD, Batı Avrupa'daki ekonomik pazarları komünist Sovyetlere kaptırmamak için entellektüel fikir babalığını Spykman'ın yaptığı 'Kenar Kuşak' teorisini dış politikasının ana stratejisi haline getirmiş ve Moskova'ya karşı 'çevreleme politikasını' (containment policy) yürürlüğe koymuştur. 

    24 Şubat 1948 tarihinde Marshall'a Amerikan dış politikası konusunda bir rapor ileten Siyaset Planlama biriminde görevli George F. Kennan raporunda şöyle diyordu; ''Biz insan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi, demokratikleşme gibi belirsiz ve Uzak Asya için gerçek olmayan amaçlar konusunda konuşmayı bırakmalıyız. İdealist sloganlar ile ne kadar az ilgilenirsek o kadar iyidir.''35 

Başka bir yazısında ise Kennan şöyle diyordu; ''Sovyetler Doğu Avrupa'yı tamamen elde etse de tatmin olmayacak ve Batı Avrupa'ya da yayılmaya çalışacaktır. ABD komünizm tehdidini ciddiye almalı ve ona karşı savunma yöntemlerinde pısırık davranmamalıdır.''36 
      Truman döneminde dışişleri bakanlığı yapmış olan George C. Marshall ABD'nin refahının Avrupa ekonomisinin yeniden toparlanmasına bağlı olduğunu söylüyordu. Bunun üzerine Avrupa'nın ekonomik açıdan Amerikan çıkar alanı içerisinde tutulması için 1947 tarihinde Marshall Planı gündeme getirilmişti. Bu planın amacı Avrupa ekonomilerinin ABD hegemonyası altında canlandırılması ve böylece buralarda meydana gelebilecek olası radikalleşmenin önüne geçerek 

Sovyet blokuna doğru kaymaları engellemekti.37 Hazırlanan Marshall Planı ile Avrupa ekonomisinin toparlanması için 13 milyar dolar yardım Avrupa 
ülkelerine sağlanmıştır. 

 Dean Acheson'un 1944 yılında söyledikleri ABD'nin neden Avrupa ekonomilerini canlandırmaya çalıştığının kanıtı niteliktedir; ''Bu bir pazar meselesidir... Kapitalist bir sistemde hükümet yabancı pazarlar aramak zorundadır. Aksi halde ekonomik ve sosyal sistemimiz üzerinde çok kapsamlı etkileri olabilecek... kötü durumlara düşebiliriz.''38 

Yani ABD Marshall Planı sayesinde hem kendine yeni pazarlar yaratarak realist bir dış politika izlemiş hem de bozulan Avrupa ekonomilerini ayağa kaldırarak idealist bir dış politika takip etmiştir. 

Kominform'un kurucularından Andrei Jdanov şöyle diyordu; ''Truman Doktrini ve Marshall Planı ABD'nin Avrupa'yı boyunduruğu altına alma projesinin somut göstergeleridir.''39 

1960'lı yıllarda Kuzey Vietnam Güney Vietnam'ı ilhak etmeye çalışınca ABD Vietnam'a askeri müdahale etme kararı almış ve binlerce askerini bölgeye sevketmiştir. ABD'nin bu küçük ülkeye bu kadar önem vermesinin nedeni, eğer komünistler Vietnam'ı ele geçirirse bu 'domino etkisi' yaratarak tüm Asya'ya yayılır ve Asya pazarı kendisine kapatılır algılamasıydı. Sovyetlere karşı çevreleme - tahdit politikasını Güney Asya'da da uygulayan başkan Lyndon Johnson şöyle diyordu; ''eğer bugün Kızılları Güney Vietnam'da durdurmaz isek yarın Hawaii'de öbür gün San Francisco'da olacaklar.''40 

Kissinger'a göre ise Başkan Johnson Güney Vietnam'daki komünistlerin yönetimi ele geçirmelerini önlemeye çalışırken ulusal bir çıkarı değil, ahlaki bir görevi yerine getirdiği konusunda ısrar etti. 

Çünkü kendinden önce başkalarını düşünmek Amerikan dış politikasının temelini oluşturur.41 
Diğer devletlerin çıkarları söz konusu iken Amerika'nın ahlakının ve sorumluluklar ının olduğu zaten Amerikan dış politikasının en temel meşrulaştırma söylemidir. 
1971'de Richard Nixon, ABD, Avrupa, Sovyetler Birliği, Çin ve Japonya arasında bir denge kurulursa dünyanın daha güvenli bir yer olacağını söylemişti. İşbirliği anlayışı idealist bir yaklaşımken, Nixon'un 1970'li yıllarda baş gösteren doların gücünü kaybetmesi, petrolde kendi kendine yeterliliğin sona ermesi ve nükleer silahların yayılması gibi nedenler ile bu devletler ile rekabetin maliyetinin yüksekliğine göre dış politikayı yönlendirmeye çalışması realist bir karardır.42 

Reagan döneminde tırmandırılan ekonomik ve askeri rekabet ile Sovyetler iyice köşeye sıkıştırılmış bunun sonucunda ise 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılmıştır. SSCB'nin dağılması ile birlikte ABD sistemdeki tek süper güç kalmış ve dış politikasını SSCB'nin boşalttığı coğrafyalarda oluşan güç boşluğunu doldurma stratejisi üzerine oturtmuştur. 
1990-1991 Saddam'ın Kuveyt'i işgali ile başlayan Körfez Krizi ABD için beklediği fırsatı yaratmış ve ABD Körfez bölgesine askeri olarak konumlanarak dünyanın jandarmalığı görevine soyunmuştur. Saddam'ın eylemlerinin ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi' nden müdahale kararı alınmış ve realist dış politika idealist söylemler ile birleştirilerek, önceden önlem alınabileceği halde saldırganlığa belirli çıkarlara hizmet etmesi için göz yumulmuştur.43 

Baba Bush savaş sonrasında ''Yeni Dünya Düzeni saldırganlığa karşı sarsılmaz bir şekilde karşı durmak prensibi üzerine kurulmuştur'' diyordu ve Kuveyt ve Irak'ta insan haklarının korunduğunu iddia ediyordu. 
 1992 yılında Amerikan Savunma Bakanlığında görevli Paul Wolfowitz'in hazırladığı Savunma Planlama Kılavuzu basına sızdırıldığında Amerikan dış politikasının Soğuk Savaş sonrası temel amacı da anlaşılmış oluyordu. Raporda; ''ABD'nin birinci amacının Sovyet coğrafyasında ya da başka bir yerde ABD'ye rakip yeni 
bir alternatif güç merkezinin ortaya çıkmasını, herhangi bir düşmanca gücün küresel bir güç olmasına yardımcı olabilecek değerde kaynakların bulunduğu bölgeleri kontrol altına almasını engellemeye odaklanılmalıdır'' deniyordu.44 

ABD 1990lı yıllar boyunca çeşitli bölgelere insani müdahale (humanitarian intervention) adı altında operasyonlar düzenlemiştir. Bosna, Kosova ve Somali gibi yerlere insanların hayatlarının korunması için müdahale edilmesi elbette ki idealist bir yaklaşımı simgeliyordu fakat Clinton döneminde ulusal güvenlik danışmanlığı görevinde bulunan Anthony Lake şöyle diyordu; ''Açık olalım. Barışı korumak Amerikan dış politikasının ya da savunma politikalarının merkezinde değildir. Silahlı kuvvetlerimizin esas misyonu barış operasyonlarını organize etmek değil fakat savaşları kazanmaktır.''45 

Bu açıklama idealist söylem altında yapılan müdahalelerin altındaki jeopolitik Amerikan çıkarlarının hayata geçirilmesinin sağlanmaya çalışıldığı yani realist dış politika geliştirildiğinin en açık kanıtıdır. 

***

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ? BÖLÜM 2

 AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ?  BÖLÜM 2


 Amerikan dış politikası, idealizm,realizm,Gültekin Sümer, MUSTAFA KOCAKENAR,Strateji,

İdealizm, kökenleri çok öncelere dayanmakla birlikte Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra akademik literatürde kendine önemli bir yer bulmuştur. 'The war to end all wars' ( Tüm savaşları bitirecek savaş) terimi 1. Dünya Savaşı sonrası literatüre girmiştir. Bu terimde, bu savaşın büyük bir yıkıma yol açtığı fakat daha sonrasında büyük savaşların yapılmaması için bir zorunluluk olduğu fikri hakimdir. İdealizm işte bu noktada teori olarak bir şablona oturtulmaya başlanmıştır. 

İnsan doğasının iyiliği temel varsayımından hareket ile idealizme göre insanların kötü davranış göstermeleri insanların kötülüğünden kaynaklanmıyor, kötü kurumsal ve yapısal düzenlemeler insanları kötü olmaya itiyor.14 
Bu düşünceden esinlenen zamanın devlet adamları, ABD Başkanı Wilson gibi, Milletler Cemiyeti (League of Nations) örgütünün kuruluşuna liderlik ederek 15 çevresel koşulları değiştirmeye çalışmışlardır. 
İdealistler normatif değerler üzerinde yoğunlaşmış ve dünyanın ne olması gerektiği üzerine kafa yormuşlardır. 
Realizm ise 2. Dünya Savaşı'na giden süreçte idealizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Realistler insan doğasının kötülüğü ve bencilliği varsayımdan hareket ederek idealizmi ve idealistleri ütopist olmakla suçlamışlardır. Realistlere göre dünyanın gerçekte ne olduğu değil de ne olması gerektiği ile ilgilenen idealistler, Uluslararası ilişkilerin gerçek doğasını anlamakta yetersizdirler ve beyhude 
bir çaba içerisindedirler. 
Realizm dünyayı olduğu gibi kabul etmek üzerine kuruludur. Uluslararası ilişkilerde, Uluslararası sistemin değerler, idealler ya da olması istenilenler yerine sistemin ana unsurları olan devletlerin amaçlarını ve çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik davranışları doğrultusunda şekillendiğini ileri sürer. 1919-1939 arasında hüküm süren idealizmin insan doğasının iyiliğine ve gelişimine yaptığı vurgu, 
savaşların nedenlerinin araştırılması ile önlenebileceğine olan güveni, devletlerin 
pek çok ortak çıkarı paylaştıkları iddiası 16 realizmi idealizmin karşıtına konumlandırmıştır. 
   İdealizme göre devletler, kendi çıkarlarını dünya çıkarlarının arkasına koyabilirlerdi. 
Realistler, Uluslararası toplumda her zaman başat güçlerin olduğunu ve bu güçlerin kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi sunmaya çalıştıklarını, böylece de herkesin çıkarlarına olabilecek bir yapının olamayacağını savunarak idealizmin en önemli varsayımlarından birine meydan okumuştur.17 
Çünkü realist düşünürler açısından herkesin çıkarına olan mutlaka birinin çıkarları ile çatışır. 
Bir uluslararası ilişkiler kuramı olan fakat takipçileri açısından bir 'Uluslararası politika dini' gibi algılanan realizmin önemli peygamberlerinden İngiliz Edward H. Carr' a göre, ''hegemonyacı güçler insanlık için en iyi olanın kendileri için de en iyi olacağı düşüncesini tersine çevirerek, kendileri için en iyi olanın insanlık için de en yararlı olacağı söylemine dönüştürmektedirler.''18 
 İdealistlere göre, olması gereken ideal bir yapılanmanın önünde ne tür engellerin bulunduğunun anlaşılması ile dış politika açıklanabilir. Realistlere göre ise, dış politikada karar veren merciler açısından her ne kadar yasalar, kurallar ve ahlak anlayışları mevcutsa da, Uluslararası siyasi sistemin anarşik 19 bir yapısından 
hareket ile analiz yapmak doğru bir yol olarak görülür.20 
Realizm etiği siyasetin bir fonksiyonu olarak görürken, idealizm siyaseti etiğin bir fonksiyonu olarak değerlendirir.21 
İlk kez Thomas Jefferson ve Alexander Hamilton gibi 18. yüzyıl Amerikan siyasetçi ve düşünürleri arasında patlak veren idealizm- realizm tartışması, Amerikan dış politikası açısından günümüzde hala geçerliliğini korumaktadır.22 
Jefferson'un düşünceleri etrafında toplanan idealist politika yapıcılar, dış politikanın demokrasi mücadelesinden ve mirasından vazgeçilmeden hukukun ve ahlakın hakimiyeti altında yapılması gerektiğini savunmaktadırlar. Hamilton'un düşünceleri etrafında toplanan realist politika yapıcılar ise dış politikanın insancıl, barışçıl veya ideolojik düşünceler yerine ulusal çıkara göre yapılması gerektiğini savunmaktadırlar.23 
Amerikan dış politikası kendi değerlerini dünyaya yaymak için mi yani 'idealist mi' yoksa reelpolitik çıkarlarını gerçekleştirmek ve geliştirmek için mi yani 'realist mi' olmalıdır? 
ABD'nin kurucu babaları tarafından tartışılan bu konu günümüz Amerikan dış politikasına yön veren isimler tarafından da tartışılmaktadır. Nixon dönemi ulusal güvenlik danışmanı ve eski ABD dışişleri bakanı Henry A. Kissinger 2001 tarihinde şöyle diyordu; ''Amerikan dış politikasını değerlerin mi yoksa çıkarların mı idealizmin mi yoksa realizmin mi yönlendireceğine odaklanılmalı.''24 

Bu tartışmalar güncelliğini her daim devam ettirse de George Washington ve ondan sonraki başkanlar açısından realizm kötü, şeytanca fakat kaçınılmaz olarak içinde yaşanılması zorunlu ortam anlamında güçlü ve 'Amerikan olmayan dünya' ile bir arada yaşamayı sürdürmenin formülasyonu olarak algılanmıştır.25 
Beşinci Amerikan Başkanı James Monroe tarafından 1823 yılında bir başkanlık mesajı yayınlanmış ve bu mesaj tarihe Monroe Doktrini olarak geçmiştir. Neredeyse 1. Dünya Savaşı'na kadar 'Amerikan dış politikasının anayasası' olarak algılanan bu doktrin, Amerikan dış politikasındaki idealizm - realizm ilişkisini anlamak açısından çok yerinde bir örnek olaydır. 

***

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ? BÖLÜM 1

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: 
ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ?  BÖLÜM 1


 Amerikan dış politikası, idealizm,realizm,Gültekin Sümer, MUSTAFA KOCAKENAR,Strateji,


MUSTAFA KOCAKENAR* 
* Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 
TASAM Stajyeri 


Giriş 

Bu çalışmanın amacı Amerikan dış politikasında idealizm ve realizm kuramlarının ne şekilde etkili olduğunu, çatışma mı işbirliği mi içinde ilişki kurduğunu analiz etmektir. Çalışma üç kısıma ayrılmıştır. 

Birinci kısımda Amerikan dış politikasının genel kodları incelenecektir.
İkinci kısımda örnek olaylar üzerinden Amerikan dış politikasında idealizm - realizm ilişkisi gösterilecektir. 
Üçüncü kısımda ise Amerikan dış politika karar merciinde bulunmuş diplomatlar ve akademisyenlerin idealizm-realizm ilişkisine dair söylemleri üzerinde durulacaktır. Sonuç kısmında ise genel bir değerlendirme yapılacaktır. Çalışmanın en temel argümanı Amerikan dış politikasında idealizm ve realizmin el ele kol kola işbirliği içinde olduğudur. 

Amerikan Dış Politikasının Genel Kodları 

Devletler varoluşlarını devam ettirebilmek başta olmak üzere çıkarlarını kollamak ve de Uluslararası politikada daha nüfuzlu bir konuma gelebilmek için dış politika oluşturmaya giderler. Bu bağlamda dış politikayı, bir devletin dış dünyadaki çıkarlarını kollamak ve Uluslararası politikada daha güçlü ve prestijli bir konuma yükselmek için sergilediği bir tutum olarak tanımlayabiliriz.1 

Devletlerin(ya da ülkelerin) dış politikalarının belirlenmesinde takip edilen sürecin her bir devletin içinde bulunduğu dahili (domestic) ve harici (external) koşullara göre şekillendiği açıktır. Siyasi, ekonomik ve toplumsal koşullar, yaşanılan coğrafyanın durumu(imkanlar, dayatmalar vs.) bölgesel - uluslararası gelişmeler ve yapılanmalar arasında tanımlanan ekonomik, askeri vs. güvenlik anlayışı 
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dış politika algılamalarındaki farklılaşmaları kaçınılmaz kılar. 

Farklı şartların, ülkelerin karşılıklı ilişkilerindeki beklentilerinde de belirleyici bir rol oynayacağı yadsınamaz. Bu beklentiler bir ülkenin dış politikasının oluşturulması sürecini değişik düzeylerde etkiler.2 

Yapısal gerçekçi teoriye göre devletler Uluslararası sistemdeki güç dağılımlarına (distribution of power) göre dış politik davranışlarını belirlerler. Bu bağlamda Uluslararası sistemde bulunan büyük güçler saldırgan ve yayılmacı dış politika stratejileri izlerken, orta ve küçük büyüklükteki devletler savunmacı dış politika stratejileri takip etmektedirler. 

Büyük güçler güç maksimizasyonu ile ilgilenirken, orta ve küçük büyüklükteki devletler güvenlik maksimizasyonu ile meşguldürler. 

 1776 tarihinde T. Jefferson'un kaleminden çıkan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan Bağımsızlık Savaşı da başlamış oluyordu. Birleşik Devletler, 13 İngiliz sömürgesinin Bağımsızlık Savaşı ile bağımsızlığını kazanmış daha sonrasında ise diğer Avrupalı güçlerin sömürgelerini ele geçirmesi ile genişleyerek topraklarını büyütmüştür. 

ABD'nin yayılmasının ve genişlemesinin yolları arasında;

(1) İşgal 
(2) İlhak 
(3) Satın alma ve 
(4) Devir gibi yöntemler vardır.3

    Kuruluşundan beri ABD'nin takip ettiği dış politika yayılmacıdır. ABD'nin yayılmacılığı sadece askeri güce dayalı realist politika üzerinden değil ABD'nin savunduğu değerler, inanışlar, kurumlar ve 'Yeni Ulus' imajı ile idealist politika üzerinden de gerçekleşmiştir. ABD'nin askeri ve ekonomik gücü ile savunduğu idealler/ idealizm ABD'nin dünyaya yayılmasında başrol oynayan faktörlerdendir.4
'Amerikan İstisnacılığı' (American Exceptionalism) Amerikan dış politik kültüründe önemli bir yer tutmaktadır. Bu inanışa göre Amerikan değerleri, kültürü, inanışları evrensel özellikler taşımaktadır. 

ABD'nin geçmişte ve günümüzdeki diğer uluslardan ve devletlerden farklı ve ayrıcalıklı olduğu, çünkü 'aşkın bir amaca' sahip olduğu bu anlayışta ön plandadır. Amerikan siyasal kültüründe ABD'nin davası tüm insanlığın davasıdır anlayışı günümüzde de hakim konumunu sürdürmektedir. 

Oğul Bush döneminde Ulusal Güvenlik Danışmanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Condoleezza Rice'nın şu sözleri Amerikan İstisnacılığı'nın Amerikan dış politikasındaki önemini açıklar niteliktedir; ''ABD tarihte hep doğru tarafta olduğundan ulusal güvenliğini sağlarken 'Uluslararası yasa ve kuralları' ya da 'BM gibi kurumları' göz önünde bulundurmak zorunda değildir.''5

Amerikan dış politik kültüründe etkili olan diğer bir inanış ise 'Kaçınılmaz Kader' (Manifest Destiny) anlayışıdır. Bu anlayışa göre Amerikalı yerleşimcilerin kaderlerinde kıtanın tamamına yayılmaları gerektiği yazmaktadır. ABD bulunduğu kıtada doğal yayılma hakkına sahiptir, Tanrı'nın bahşettiği bu hakkı onun elinden almak Tanrı'ya isyan etmektir. Brook Adams 1895 yılında yayınlanan Law of Civilization and Decay adlı kitabında ''ABD yeni yüzyılda genişlemeye devam 
etmezse çöküş dönemine girecektir. Beyaz ırk ve İngilizce konuşan halklar doğuştan üstün durumdadırlar''diye yazıyordu.6 Bir başka düşünür ''Anglo-Sakson uygarlığının nimetlerini Amerika yaymakla yükümlüdür.'' diyordu.7 Bu anlayış Amerikan yayılmacılığının temelini oluşturmuş ve meşruiyetini sağlamıştır. 
Edward Said'in şu sözleri 'Kaçınılmaz Kader' ve 'Amerikan İstisnacılığı' inanışları nın Amerikalılarca nasıl içselleştirildiğini gözler önüne sermektedir; ''ABD, Amerikalıların seçilmiş bir halk, Amerikan düzen ve devletinin de Tanrı'nın yeryüzüne indirdiği eşsiz bir deneyim olduğu, bunun yeryüzüne yayılmasının insanoğlunun hayrına bir ilahi misyon olduğu inancını içselleştirerek ortaya çıktı. 

Daha sonra bu ilahi misyonun yerine getirilebilmesi için gerekli Tanrısal güce sahip olunduğuna inanıldı. Amerikan hayat tarzına karşı olanların yok edilmesi vacip... insanlık düşmanı şeytanlar olduğuna hükmedildi.'' 8 
   Amerikan dış politikasını etkileyen dört düşünce bulunmaktadır. 
(1) dış politikada önceliğin ekonomik olduğu görüşüne dayanan Hamiltonculuk 
(2) Amerika'nın ahlaki değerlerinin dünyaya örnek olması gerektiği görüşüne dayanan Wilsonculuk 
(3) Amerikan devriminin ilkelerinin ve ülke içi demokrasisinin güvenlik politikasından daha değerli olduğu görüşüne dayanan Jeffersonculuk 
(4) vatanseverlik ve militarizme dayanan Jacksonculuk. 9 
Amerikan dış politikası makro perspektifte incelendiğinde kuruluşundan beri süreklilik içeren stratejiler ile sürdürülmüştür. Mikro perspektifte incelendiğinde ise amaç bakımından olmasa da araç bakımından farkılılıklar gözlemlenmektedir. D. Eisenhower, Nixon, Ford, R. Reagan ve oğul Bush gibi Cumhuriyetçi ontolojiye sahip olan başkanlar dönemlerinde güç politikaları yani realizm ön plana çıkarken, Kennedy, Carter, Clinton ve Obama gibi Demokrat ontolojiye sahip olan başkanlar döneminde güç göreceli olarak daha arka planda kalmış idealizm ön plana çıkmıştır. 

1776-2000'ler arası Amerikan dış politikası incelendiğinde ABD'nin küresel hakimiyet/imparatorluk stratejisinin adım adım gerçekleştiğini görmek mümkündür. 'Küresel güç olmanın yolu bölgesel güç olmaktan geçer' mottosundan hareket ile ABD, 19. yüzyılda Monroe Doktrini ile birlikte 'Amerika 
Amerikalılarındır' diyerek kendi coğrafyası üzerinde hegemonyasını 10 sağlamlaştırarak,  
1. İmparatorluğunu kurmuştur. 20. yüzyılın ortalarında, 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, Normandiya Çıkarması, Kenar Kuşak Teorisi ve kurulan paktlar (NATO, CENTO ve SEATO) sayesinde Batı Avrupa ve Ortadoğu gibi önemli coğrafyalar üzerinde hegemonya kurarak kademe kademe küresel güç olma yolunda 2. imparatorluğunu kurarak önemli bir adım atmıştır. Soğuk Savaş sonrası ve 21. yüzyılda ise 'Satranç Tahtası' jeopolitik teorisi ile birlikte dünya anakarasının merkezi Avrasya coğrafyasında egemen olmak isteyerek 3. ve küresel Amerikan imparatorluğunu kurmaya gayret etmektedir. Kurulan ilk iki imparatorluğun devamlılığının sağlanabilmesi için üçüncü imparatorluğun kurulmasının elzem olduğunu Amerikan dış politikasına yön verin beyinler 
çok iyi bilmektedirler. ABD'nin dünya üzerindeki jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik önemi yüksek coğrafyalara yayılması ve oralarda nüfuz elde etme arayışının arkasında siyasi ve ekonomik alan kazanma isteği yatmaktadır. Siyasi ve ekonomik alan kazanılmadan hegemonya sağlanamaz ve sürdürülemez. 
Günümüz açısından bakıldığında ise Amerikan dış politikasının üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir 'Yeni Dünya Düzeni' oluşturmaktır. Üçüncü amacı ise bu iki amacı önleyebilecek bir başka yeni alternatif gücün ortaya çıkışını önlemektir.11 ABD'nin en temel dış politik amacı ise küresel hegemon gücünü mümkün olan en uzun döneme kadar genişleterek devam ettirmektir. 

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ 

Amerikan dış politikasında idealizm ve realizm ilişkisini örnek olaylar üzerinden incelemeden önce Uluslararası ilişkiler teorilerinin dış politika analizinde neden önemli olduğunu ve Uluslararası ilişkiler kuramlarının kurucu babaları olan idealizmin ve realizmin temel ontolojik ve epistemolojik özelliklerini belirtmek konuyu anlamak açısından oldukça önemlidir. 

Teori, dünyayı daha anlaşılır kılmaya yönelik çalışmadır.12 

Özellikle sosyal bilimler alanında karmaşık olayları açıklayabilmek için gerçekleşmiş bir olayı teori üzerinden okuyarak anlamlandırmaya çalışmak analiz etmeyi kolaylaştıran bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. 

İşte tam da bu noktada uluslararası ilişkiler teorileri Uluslararası politikayı anlamak açısından çok önemlidir. 

Uluslararası ilişkiler uzmanları açısından irdelenen düşünce şudur; Devletlerin yürüttükleri dış politikalar Uluslararası ilişkiler teorileri ile nasıl açıklanabilirler? Uluslararası ilişkiler teorisi bilmeden Uluslararası politika ya da dış politika analizi yapılabilir mi? Ya da yapılabilse bile yeterli midir? 
Dış politikayı oluşturan unsurlar; güç, ekonomi, üretim ilişkileri, kimlikler, tarihsel süreç, sistemin yapısı, bireyler, siyasi partiler, ideolojiler ve şirketler olarak gösterilebilir. Bu unsurlar şayet sağlıklı analiz edilmez ise kokofoni gibi durabilir. Uluslararası ilişkiler teorileri işte bu kokofoniden senfonik bir eser çıkarmak için gerekli olan en önemli araçlardan biridir.13 



***
 

9 Kasım 2019 Cumartesi

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ 


Prof. Dr. Mustafa KESKİN* 
* Erciyes Üniversitesi, Kayseri. 


Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi, Müşir Mustafa Kemal Atatürk’ün eseri, Türk gençliğinin koruma ve savunmasına emanet ettiği yadigârıdır. Tarihî Türk devleti, nasıl tehdit ve tehlikelere uğramışsa, tarihî tecrübe ve müktesebatımızın pek değerli sonucu olan bugünkü devletimiz de, kimi süreksiz, kimi sürekli, içten ve dıştan kaynaklanan tehdit ve tehlikelerin hedefidir. Denilebilir ki Türkiye 
Cumhuriyeti, Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın övünçlerine, sevgilerine olduğu kadar, onlara yönelik nefret ve düşmanlıklara da varistir. 

Millî Mücadele’nin en sıkıntılı zamanlarında “Maarif Kongresi”ni toplayan Mustafa Kemal Paşa’ya göre Türk Milletinin ve onun “millî egemenlik esasına dayalı, kayıtsız-şartsız bağımsız yepyeni devleti”nin bir daha izmihlâlle karşılaşmaması, çağdaş milletlere paralel, çağdaş medeniyetin onurlu, verimli bir üyesi olması için, her şeyden öncelikli ve hepsinden önemlisi Türk millî eğitimidir. 

Türk Eğitim-Öğretiminin barış dönemi ile ilişkisi ve Türk öğretmenlerinde bulunması gerekli meslekî ve ahlakî değerler ışığında konumu ve stratejisi üzerinde durulacaktır. Her yerde ve her zaman eğitimsel gelişmenin, nitelikli insan yetiştirmenin barış dönemi ile yakın ilişkisinin olduğuna inanıyorum. Esasen toplumsal değişim ve gelişimin, ilgili toplumum eğitim düzeyiyle paralellik arz ettiğini de ilâve etmek lazımdır. Toplumsal değişimlerin ve gelişmenin birden bire değil de tedricen gerçekleştiğine bakılırsa, eğitim-öğretimin “millîlik” özelliğinin titizle korunmasının önemi daha da anlaşılır. 

Bildirimizde Osmanlı Devleti’ndeki duruma, gelişmiş ya da ileri ülkelerle yapılan karşılaştırmaların eksikliğine, nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve kararlı olarak mücadele ettiği ana düşmanlara da göndermede bulunulacaktır. 

Türk Milletine Yönelik Tehditleri cehalet, yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar, Türk kimliğine, Türk geleneklerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve demokrasisine, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti özelliğine düşman bütün izmler veya akımlar olarak özetlemek mümkündür. Türk millî eğitiminin amaç ve stratejisi, yetişecek olan Türk çocuklarını, belirtilen tehdit ve tehlikelere karşı uyanık ve zinde bulundurmakla beraber, onlara bilimin aydınlatıcı önderliğinde değişim ve gelişmenin varlık ve bekası için olduğundan çok gerekli olduğunu, eğitim-öğretimin bütün aşamalarında kafa ve gönüllerine işletmektir. Bütün bunların uygulamaya konması ve sürdürülmesi öğretmenlerin niteliği ile, kalitesi ile olduğu kadar sürdürülebilir, kalıcı bir barışla mümkündür. Bu sebeple Türkiye’nin iç ve dış politikasında, millî ülkü olarak “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ı benimsemesi çok önemli ve o oranda isabetlidir. 

Eğitim ve öğretimin en önemli unsuru, şüphesiz öğretmendir. Öğretmen okuyan, yazan, kalemle yazmasını, insana bilmediğini öğreten, anlamadığını belleten kimsedir. Öyleyse öğretmenin devlet ve toplumun moral ve maddi ihtiyaç ve hedeflerini karşılayacak derecede bir donanımla yetiştirilmesi ve yetkili kılınması gerekir. 
Öğretmen, babanın dünyaya gelmesine aracı olduğu, insanın kabiliyetleri ni keşfeden, bununla yetinmeyerek o kabiliyetleri işleyen, ona tenkitçi bir zihniyet, yüksek bir iş ahlakı, hem toplumu hem de insanlık için sürekli güzel işler üretmek disiplinini kazandırmak suretiyle, yüce bir makama yükselmesini sağlayan adam olmakla, hakkı baba hakkından önce gelen kimsedir. 

Öğretmen, başta öğrenciler olmak üzere, toplum tarafından örnek alınan, imrenilen, öğrencileri ve toplumu ile ahenkli bulunan, kendisiyle ve toplumuyla barışık, Türk milletinin yüksek millî değerlerinin temsilcisi ve güvencesi olan adamdır. Nihayet öğretmen hakikatin tanığı, aydınlık geleceğin müjdecisi, gelecekte olması muhtemel tehdit ve tehlikelerin uyarıcısı ve toplumsal değişim 
ve gelişimin öncüsüdür. 

Türk Devletine ve Türk milletine yönelik, örtülü ve açık, süresiz ve sürekli tehdit ve tehlikeler karşısında en önemli engeli oluşturan öğretmen bilgili, cesaretli, vakarlı, erdemli, adil ve merhametli olmalı, bütün düşünce akımlarını bilmeli, ama bunlardan hiçbirini, “Atatürk millîyetçiliği” hariç, muhataplarına empoze etmemelidir. Öğretmen bilgili olduğu takdirde güçlü ve kuvvetli olacağının bilincinde olmalıdır ki, bu bilinç ona sürekli vakar ve daima parıldayan bir fazilet kazandıracaktır. Cumhuriyetin emanet edildiği nesilleri eğitip terbiye etmek onun temel görevi olduğu içindir ki, devletimizin kurucusu, Gazi, Müşir Mustafa Kemal Paşa 1928’de “Millet Mektepleri” ni kurmuş ve “Başöğretmen” payesini almıştır. 

Öğretmen, içinden çıktığı topluma aittir. O, uluslararasında Türk milletinin ayırt edici özelliklerini temsil mevkiinde olduğu için, millîyetçi olmalı, dünya vatandaşı, kozmopolit yahut “küreselleşme” nin zebunu olmamalıdır. Türklüğümüzü muhafazada ve onunla övünmede itinalı olmalıyız. Çünkü dışımızdakilerin bize saygı göstermesini istiyorsak, bu saygıyı her şeyden önce biz kendimize 
göstermeliyiz. Kendisine saygısı, kimliği ile övünen, sürekli çalışıp üreten ve sınırsız özgüvene sahip olan toplumlardır ki, haysiyetli, şerefli, izzetli, alnı açık, başı diktir. Türk öğretmeni bu çerçevede bir toplumun inşacısı ve yaratıcısı olmalıdır. 

Yeni Türkiye Devleti, “dünyaya egemen, kudretli bir fikrin (millîyetçiliğin) Türkiye’deki tecellisi ve tahakkukudur”1. Atatürk millîyetçiliğinin Türk milletinin ortak paydası olması, nesillerin gerçekten millî bir eğitimden geçirilmesi ve millî duygularla donatılmasıyla mümkün olabilir. Bu takdirde Türk milleti ve onun kudretli devleti yeniden bir izmihlale sürüklenmeyecek, hiçbir milletin ve devletin önünde eğilmeyecektir. “Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken, onlara özellikle millî varlığı ve hakkıyla, millî birlik ve beraberliğiyle çatışan ne kadar yabancı öge varsa, onlarla mücadele etme lüzumu ve millî düşünceyi tam bir özümsemeyle, her karşı düşünceye karşı şiddetle ve özveriyle savunma zarureti telkin edilmelidir. Yeni nesillerin bütün manevi dünyasına bu özelliklerin ve kabiliyetlerin aşılanması önemlidir”2. 

Öğretmenler, Türk milletine, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman ne kadar akım varsa, bunlarla mücadele edebilecek bir donanıma sahip olmalı, kendisine emanet edilmiş kuşaklara, o akımlarla mücadele etme gereğini kafalarına ve gönüllerine nakşetmelidir. “Dünyanın uluslararası gidişatına göre böyle bir savaşın gerekli kılacağı manevi güçlerle donatılmamış olan fertlere ve bu özellikte fertlerden meydana gelmiş toplumlara hayat ve istiklal yoktur”3. 

Öğretmenler müesses nizamın yani anayasal düzenin güvencesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğunun bilincinde ve inancındadır. Onlar yalnız zamanımızın değil, aynı zamanda geleceğimizin de planlayıcıları ve belirleyicileridir. Muzaffer orduların bile ancak ve ancak öğretmenlerin eseri olduğu unutulmamalıdır.4. 

Türkiye’de eğitimsel gelişmenin barış dönemiyle ilişkisine gelince: Herkesin bildiği gibi hangi ülke olursa olsun, eğitimsel gelişmenin, nitelikli ve kaliteli insan yetiştirmenin barış dönemiyle kuvvetli bir ilişkisi vardır. Esasen toplumsal değişim ve gelişimin eğitimin çağdaş niteliğiyle paralellik arz ettiğini de eklemek lazımdır. Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenlerinin odağında sürekli savaşların bulunduğunu gözden ırak tutmamak gerekir. Sürekli savaş, bunu yapan ülkenin maddi ve manevi güç kaynaklarının kurumasına, geleceğe dair ümitlerinin tükenmesine, nihayet ümitsizliğe düşmesine sebep olur. Yaşadığımız dünya, ümitsizlik dönemlerinin deyişiyle, “yalan” değildir. Bir “berzah”, yahut Türkçesiyle “mola yeri” olduğu doğru olmakla, bu dünyanın hakikatliği de ortadadır. Bu dünyanın ahvali elbette savaştan ve barıştan, bolluktan ve kıtlıktan, zevkten ve meşakkatten ibarettir. Onun içindir ki, barış döneminde 
savaşa hazırlıklı olmak, bolluk devirlerinde kıtlık için tasarrufta bulunmak, nihayet rahatlığı meslek edinmeyerek sürekli çalışmayı ve üretmeyi şiar edinmek lazımdır. Bu hakikatin farkında olan, doğumunun yüzyirmibeşinci yılını kutladığımız, Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Bir tek şeye ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak. Çalışıldığı takdirde mutluluk ve zenginlik peşinden gelecektir.” demekle ezeli ve ebedi hakikati doğrulamaktadır. 

Toplumsal değişimlerin ani değil de, tedricen gerçekleştiği görülmektedir. 
Bir toplumda “iyileşme”, “kötüleşme” ve “yeniden iyileşme” birbirine yakın süreçlerde mümkün olmaktadır. Eğitimsel gelişmenin barış dönemiyle ilişkisini ortaya koyabilmek için bazı konuların belirlenmesinde yarar vardır. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin durumudur. Çünkü saltanatın kaldırılmasıyla ilgili yasada 
yeni Türkiye Devleti’nin “Misâk-ı Millî hudutları içinde Osmanlı Devleti’nin tek meşru vârisi” olduğu, “millî hükümranlığın milletin kendisine verildiği” vurgulanmaktadır5. Dolayısıyla vârisi olunan Osmanlı Devleti’nin durumuna da değinmek lazımdır. İkincisi, “Batı medeniyeti” nin temsilcisi olan ülkelerle yapılan karşılaştırmanın eksikliği, üçüncüsü de Türkiye Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve 
kararlı biçimde savaş açtığı ana düşmanlardır. 

Osmanlı Devleti’nin sadece Türk millî tarihinin değil, insanlık tarihinin de mükemmel teşkilatlanma örneklerinden biri olduğu doğrudur. 
Bu mükemmeliyetin temelinde bilim adamlarının, düşünce insanlarının fikrî ve fillî katkı ve katılımlarının bulunmasıdır. Selçuklular zamanında Türkiye’de çağdaş biçimde programlanmış eğitim-öğretim kurumlarını devralan Anadolu Beylikleri ve bu arada Osmanlı Devleti XVI. yüzyılın sonlarına değin söz konusu kurumları daha da geliştirmişledir. XVI. yüzyılın ikinci yarısında eğitimöğretim 
programlarında âlet ilimleriyle müsbet ilimler çıkarılırken Avrupa’da “skolastik zihniyet” in, yani “ham softa kaba yobazlık” ın yerini tenkitçi zihniyet ve deneysel araştırmalar almaya başlamıştır. “İlim bütün isteklerinize yön versin. Akıllı ve hırslı olursanız ebedi dirlik ve düzenlikte bulunursunuz. Bu size Çalab’ın emri olur.” diyen Âşık Paşa’nın hayata geçirilmiş telkin ve tavsiyeleri unutulmuş, 
ilim bu ülkede takdir edilmeyince, iltifat görmeyince takdir ve iltifat gördüğü coğrafyalara göç etmiştir6. “Doğu’nun ziyası sönmeye, aydınları fakirleşmeye başlamış, kıta Avrupasından kovulan “ham softa kaba yobazlık”, “ortaçağ karanlığı” Osmanlı ülkesinde yer edinmeye, eğitim-öğretim kurumları olan medreselerde ağını örmeye, bütün bir toplumu girdabına almaya başlamıştır. 

Belirtilen tarihlerden sonra Osmanlı eğitim-öğretim kurumlarından, bırakınız dünya çapında olmayı, ülke çapında bile toplumsal ihtiyaçlara karşılık verecek, dünyadaki değişimi izleyecek ve gelişmeye yön verecek, karşılaşılan sorunlara çözüm önerecek ve çare bulacak çapta insanlar bile yetişmez olmuştur. Osmanlı Devleti’nin, Osmanlı kültür ve medeniyetinin maddi ve manevi sukûtu eş zamanlı olmuştur. Osmanlı kaynaklarında “Memâlik-i Mahrûsa”, yani sınırları Allah tarafından korunmuş cihan padişahının ülkesi diye betimlenen topraklar her yönden yıkıcı saldırılara uğramıştır. Devrinin güçlüleri bu tarihlerden sonra düşmanlar tarafından yere serilmişlerdir. Sınırlar ötesi düşmanların işini kolaylaştıran, niyetlerini gerçekleştiren içerideki sukûtumuz olmuştur. Eğitim-öğretimde hedefsizliğin, yakın ve uzak geleceği görememenin sonucu son derece elem verici olmuştur. Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyıldan sonraki durumunu “Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” özdeyişi özetlemeye yeterlidir. 

İlim ve hikmeti klavuz edinmeyenlerin mürşid tutmayanların karşılaşacakları elbette kıyamettir, ölümdür. Ortalama olarak haftanın bir günü dış düşmanlarla, bir o kadar da iç ayaklanmalarla meşgul olan Osmanlı Devleti’nin kendini ihya etmesi mümkün değildir. Osmanlı Devleti XIX. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa devletler manzumesinde yer almak suretiyle barışa nail olmuş7, bu süre 
zarfında ülke genelinde gerçekleştirilen “okul” laşma sayesinde Türk milletinin ruh köklerine bağlı, aynı zamanda çağdaş medeniyetle barışık nesiller yetişmiştir. Mehmet Âkif ERSOY’un “Âsım’ın nesli”8 olarak göklere çıkardığı bu nesiller, çoktandır yere serilmiş, sütü kanıyla birlikte emperyalizmanın ağzına verilmiş, Osmanlı Devleti’nin ve Türk insanının şeref ve haysiyetini kurtarmıştır. Millî Mücadele’de Türk milletinin ölümden sonra dirilişini gerçekleştirmiş, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, O’nunla beraber ebed-müddet devletimizin son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştur. 

Türkiye’nin çağdaşlaşma hamleleri ve Avrupa tarihi ve medeniyeti konularında yeterli ve sağlıklı bilgisi olmayanlar, sık sık Türkiye’yi Avrupa’nın “seri başı” ülkeleriyle karşılaştırıyorlar, onların ilerleyişinden ve Türkiye’nin geri kalmışlığından bahsetmekle kalmıyorlar, daha da ileri giderek, Cumhuriyet ilkelerinin yetersizliğini ve miadını doldurduğunu iddia ediyorlar. “İkinci Cumhuriyetçiler” diye kendilerini tanımlayanlar ne geçmiş maceramızı biliyorlar, ne de Türkiye’nin büyük rüyasını görüyorlar. Her şeyden önce şu gerçeğin altını çizmek gerekir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu tarihte böyle bir karşılaştırma yapmak akla, bilime, insaf ve adalete aykırıdır. Karşılaştırma ancak eşitler arasında yapılmalıdır. 

Batı medeniyetinin temsilcisi olan ülkelerle genç Türkiye arasında yüz ila yüzelli yıllık bir yola çıkış aralığı vardır. Cumhuriyet’in 10. yılında bile çok büyük işler yapıldığını, yapılan işlerin en büyüğünün ise “Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti” olduğunu, bizzat kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk söylemektedir. “Bundaki başarıyı Türk milletinin ve 
onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârâne yürümesine borçluyuz. Yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız...... Türk milletinin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığı nı, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu kesintisiz ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüz dür...”9 diye de devam etmektedir. 

1923’te çağdaş medeniyet yoluna giren Türkiye, Batının “gelişmiş” leri ile olan mesafeyi 15-20 yıla kadar indirmiştir ki, bu her türlü takdirin üzerinde bir ilerleme ve gelişmedir. Şayet Türkiye belirli aralıklarla dışardan ve içerdeki işbirlikçileri marifetiyle budanmamış olsaydı, inanıyorum ki, Türk milleti bu mesafeyi kapatmış olacaktı. 
Gerçekleştirilenleri asla küçümseyemeyiz, hafife alamayız. Türkiye’nin, bu zorlu coğrafyada ve baş döndürücü olayların meydana geldiği zamanda gerçekleştirdiklerini, başta eğitim-öğretim kurumlarındaki çocuklarımız olmak üzere, bütün topluma sıkça, ama bilimsel olarak anlatmak mecburiyetimiz olmalıdır. Bunu yapmak “Türk’e Türk propagandası yapmak” da değildir. Artılarımızı, eksilerimizi önce kendimize anlatmalıyız ki, çağdaşımız olan ve Türkiye üzerinde yakın ve uzak talepleri bulunan ülkelerin hamlelerini sonuçsuz 
bırakmış olalım. 

Türkiye, 1990’da dünya bilimsel sıralamasında 45. sırada iken, 2004 yılı itibariyle 22. sıraya yükselmiştir. Bunu belirtmemizin sebebi, tedricî olarak bilimsel doyuma ulaşan Türkiye’nin kısa sürede kat ettiği mesafeyi göstermektir. Mana ve madde planında yıkıma uğramış bir vatanda, “yorgun ve bitab” düşmüş Türk milletinin dinlenmesi, kuvvetlenmesi, toparlanması, nihayet sınırları “Misâk-ı Millî” ile belirlenmiş vatan coğrafyasının mamur ve bayındır kılınması için yeni Türkiye Devleti’nin benimsediği millî ülkü, daha önce de belirtildiği gibi “Yurtta ve Dünyada Barış” olmuştur. Sürdürülebilir barışın bilincinde olan Türk milleti bunu acı deneylerden, uğradığı millî musibetlerden sonra öğrenmiş, Cumhuriyet’i lafzıyla ve ruhuyla benimsemiş, bu Cumhuriyet’i “Demokrasiye âşık Türk 
evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” etmiştir10. 

Türk nesilleri, Cumhuriyet’le, onu taçlandıran demokrasisiyle hayatın sevincine ve zevkine erişmişlerdir. Bugün itibariyle 19 milyon civarında çocuk ve gencini okutan Türkiye için yapılması gereken iş, kurucusunun gösterdiği aydınlık yolda yürüyüşüne devam etmek, dünyanın çağdaş standartlarına sahip olmak için gerekli değişim iradesini ortaya koyabilmektir. 

Türkiye, bu ülkenin aydınlanmasında, “Türk Rönesansı”nın yaratılmasında öncü rol oynayan üniversitelerinin sayısını mutlaka 100’ün üzerine çıkarmalı, mevcut 
üniversitelerini dünyadaki emsalleriyle rekabet edecek konuma yükseltmelidir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin en kavi düşmanları cehalet, yoksulluk ve hastalıktır. Cehaleti karanlık ile karşılamak mümkündür. Hem kötülüklerin hem de geri kalmışlığın kaynağıdır. Bu kaynak kurutulmadıkça zenginliğin, mutluluğun, sağlık ve esenliğin elde edilmesi mümkün değildir. Kalkınma cehaleti alt etmekle başlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin geçen sürede sağladığı en büyük başarı cehalete karşı açtığı sürekli savaş ve bu savaşta başarısıdır. Cumhuriyet’in “aydınlanma” projesi başarılı olmuş, ülke insanımızın büyük çoğunluğu 
okur yazar kılınmıştır. Son çeyrek yüzyılda karşılaşılan ve bilim çevrelerinde endişe doğuran konu, çocuklarımızın bilinçli olarak kitap okumaktan, düşünmek ten, sorgulamaktan ve yazabilmekten uzaklaşmalarıdır. Yetişecek ola nesilleri yeniden düşünce ile, okuma ve yazmayla barışık yapmanın çare ve önlemlerini vakit kaybetmeksizin bulmamız gerekir. Son yıllarda, özellikle kız çocuklarımızın 
okullu yapılması için devlet vatandaş işbirliğinin ürünlerinin ortaya çıkması sevindiricidir. Esas olan, kanaatimizce eğitim ve öğretim faaliyetinin sürekli olması, bunun bir meşale gibi elden ele devredilmesi, nihayet Türk insanının eğitim ve terbiyesi için gerekli yatırımların artırılarak sürdürülmesidir. Gelişmişliğin göstergesi sürekli üretim ve pazarlamadır. Refah seviyesi yükselmiş Türkiye’nin sağlıklı nesiller yetiştirmesi, refah ve mutluluğunun güvencesi olacaktır. 

Devletin “İstiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddeler den, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alması” anayasal bir zorunluluktur.11. 

Birey başına 1000 doların üzerinde bir ihracat gerçekleştiren Türkiye, bu kalkınma ve ilerlemesinin ürünlerini devşirmeye başlamıştır. Elbette gerçekleştirilenleri yeterli görmek mümkün değildir. 

Ana ve çocuk sağlığı başta olmak üzere toplum sağlığının iyileştirilmesi sağlık ve sosyal yardımın bütün topluma yaygınlaştırılması, Türk insanının yaş ortalaması nın yükselmesi, elbette cehaletin, yoksulluğun ve hastalığın yok edilmesiyle, bunlarla mücadelenin sürekli kılınmasıyla mümkün olacaktır. Sonuç olarak, Türk eğitim ve öğretiminin mevcut ve muhtemel tehdit ve tehlikeler karşısında konumunu güçlendirmek, onu zamanın değişimine uygun olarak ve millî ihtiyaçlara göre güncelleştirmek sürekli ilerlemenin olmazsa olmazıdır ve bunun barış içinde birlikte yaşamayla doğrudan ilişkisi olduğu düşüncesindeyim. 

Ülke içinde ve dışında, hem kendisiyle hem de başkalarıyla, barışık olmayan bir toplumun mana ve madde planında gelişmesi, çağdaş dünyayla rekabet etmesi, onurlu, haysiyetli bir yaşam sürdürmesi beklenmemelidir. 


DİPNOTLAR;


1 Atatürk, Söylev ve Demeçler, C. I, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara 1981, s. 321. 
2 Atatürk, a.g.e., C. II, s. 17. 
3 a.g.e., C. II, s. 231. 
4 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Fatih Kürsüsünde (IV. Kitap), Düzenleyen: Ömer Rıza Doğrul, İnkılap Kitabevi, 19. Baskı, İstanbul 1985, s. 280. 
5 Tertip-Düstur, s. 149, Prof. Dr. Mustafa KESKİN, “Türk İnkılabı ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi”, Ufuk Kitabevi, 2. Baskı, Kayseri 2001, s. 233. 
6 Âşık Paşa’nın ünlü eseri Garib-nâme, Prof. Dr. Kemal YAVUZ tarafından faksimilesi ile birlikte hazırlanmış, 4 cilt hâlinde, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih 
Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu tarafından 2000 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır. 
7 Nihat ERİM, Devletler arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), C. I, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 
Yayınları, Ankara 1953, s. 341-353. 
8 Safahat, VI. Kitap: Âsım, s. 424-427. 
9 Atatürk, 10. Yıl Nutku (29 Ekim 1933’te 10. Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle Ankara’da yapılan büyük törende söylenmiştir), Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 274-276. 
10 1982Anayasası, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği Yayını, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1982, s. 5. 
11 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Gençliğin Korunması İle İlgili 58. ve 59. Maddeleri, s. 40-41. 


***