TÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2019 Cumartesi

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ

TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA TÜRK EĞİTİM-ÖĞRETİMİNİN KONUMU VE STRATEJİSİ 


Prof. Dr. Mustafa KESKİN* 
* Erciyes Üniversitesi, Kayseri. 


Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi, Müşir Mustafa Kemal Atatürk’ün eseri, Türk gençliğinin koruma ve savunmasına emanet ettiği yadigârıdır. Tarihî Türk devleti, nasıl tehdit ve tehlikelere uğramışsa, tarihî tecrübe ve müktesebatımızın pek değerli sonucu olan bugünkü devletimiz de, kimi süreksiz, kimi sürekli, içten ve dıştan kaynaklanan tehdit ve tehlikelerin hedefidir. Denilebilir ki Türkiye 
Cumhuriyeti, Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın övünçlerine, sevgilerine olduğu kadar, onlara yönelik nefret ve düşmanlıklara da varistir. 

Millî Mücadele’nin en sıkıntılı zamanlarında “Maarif Kongresi”ni toplayan Mustafa Kemal Paşa’ya göre Türk Milletinin ve onun “millî egemenlik esasına dayalı, kayıtsız-şartsız bağımsız yepyeni devleti”nin bir daha izmihlâlle karşılaşmaması, çağdaş milletlere paralel, çağdaş medeniyetin onurlu, verimli bir üyesi olması için, her şeyden öncelikli ve hepsinden önemlisi Türk millî eğitimidir. 

Türk Eğitim-Öğretiminin barış dönemi ile ilişkisi ve Türk öğretmenlerinde bulunması gerekli meslekî ve ahlakî değerler ışığında konumu ve stratejisi üzerinde durulacaktır. Her yerde ve her zaman eğitimsel gelişmenin, nitelikli insan yetiştirmenin barış dönemi ile yakın ilişkisinin olduğuna inanıyorum. Esasen toplumsal değişim ve gelişimin, ilgili toplumum eğitim düzeyiyle paralellik arz ettiğini de ilâve etmek lazımdır. Toplumsal değişimlerin ve gelişmenin birden bire değil de tedricen gerçekleştiğine bakılırsa, eğitim-öğretimin “millîlik” özelliğinin titizle korunmasının önemi daha da anlaşılır. 

Bildirimizde Osmanlı Devleti’ndeki duruma, gelişmiş ya da ileri ülkelerle yapılan karşılaştırmaların eksikliğine, nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve kararlı olarak mücadele ettiği ana düşmanlara da göndermede bulunulacaktır. 

Türk Milletine Yönelik Tehditleri cehalet, yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar, Türk kimliğine, Türk geleneklerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve demokrasisine, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti özelliğine düşman bütün izmler veya akımlar olarak özetlemek mümkündür. Türk millî eğitiminin amaç ve stratejisi, yetişecek olan Türk çocuklarını, belirtilen tehdit ve tehlikelere karşı uyanık ve zinde bulundurmakla beraber, onlara bilimin aydınlatıcı önderliğinde değişim ve gelişmenin varlık ve bekası için olduğundan çok gerekli olduğunu, eğitim-öğretimin bütün aşamalarında kafa ve gönüllerine işletmektir. Bütün bunların uygulamaya konması ve sürdürülmesi öğretmenlerin niteliği ile, kalitesi ile olduğu kadar sürdürülebilir, kalıcı bir barışla mümkündür. Bu sebeple Türkiye’nin iç ve dış politikasında, millî ülkü olarak “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ı benimsemesi çok önemli ve o oranda isabetlidir. 

Eğitim ve öğretimin en önemli unsuru, şüphesiz öğretmendir. Öğretmen okuyan, yazan, kalemle yazmasını, insana bilmediğini öğreten, anlamadığını belleten kimsedir. Öyleyse öğretmenin devlet ve toplumun moral ve maddi ihtiyaç ve hedeflerini karşılayacak derecede bir donanımla yetiştirilmesi ve yetkili kılınması gerekir. 
Öğretmen, babanın dünyaya gelmesine aracı olduğu, insanın kabiliyetleri ni keşfeden, bununla yetinmeyerek o kabiliyetleri işleyen, ona tenkitçi bir zihniyet, yüksek bir iş ahlakı, hem toplumu hem de insanlık için sürekli güzel işler üretmek disiplinini kazandırmak suretiyle, yüce bir makama yükselmesini sağlayan adam olmakla, hakkı baba hakkından önce gelen kimsedir. 

Öğretmen, başta öğrenciler olmak üzere, toplum tarafından örnek alınan, imrenilen, öğrencileri ve toplumu ile ahenkli bulunan, kendisiyle ve toplumuyla barışık, Türk milletinin yüksek millî değerlerinin temsilcisi ve güvencesi olan adamdır. Nihayet öğretmen hakikatin tanığı, aydınlık geleceğin müjdecisi, gelecekte olması muhtemel tehdit ve tehlikelerin uyarıcısı ve toplumsal değişim 
ve gelişimin öncüsüdür. 

Türk Devletine ve Türk milletine yönelik, örtülü ve açık, süresiz ve sürekli tehdit ve tehlikeler karşısında en önemli engeli oluşturan öğretmen bilgili, cesaretli, vakarlı, erdemli, adil ve merhametli olmalı, bütün düşünce akımlarını bilmeli, ama bunlardan hiçbirini, “Atatürk millîyetçiliği” hariç, muhataplarına empoze etmemelidir. Öğretmen bilgili olduğu takdirde güçlü ve kuvvetli olacağının bilincinde olmalıdır ki, bu bilinç ona sürekli vakar ve daima parıldayan bir fazilet kazandıracaktır. Cumhuriyetin emanet edildiği nesilleri eğitip terbiye etmek onun temel görevi olduğu içindir ki, devletimizin kurucusu, Gazi, Müşir Mustafa Kemal Paşa 1928’de “Millet Mektepleri” ni kurmuş ve “Başöğretmen” payesini almıştır. 

Öğretmen, içinden çıktığı topluma aittir. O, uluslararasında Türk milletinin ayırt edici özelliklerini temsil mevkiinde olduğu için, millîyetçi olmalı, dünya vatandaşı, kozmopolit yahut “küreselleşme” nin zebunu olmamalıdır. Türklüğümüzü muhafazada ve onunla övünmede itinalı olmalıyız. Çünkü dışımızdakilerin bize saygı göstermesini istiyorsak, bu saygıyı her şeyden önce biz kendimize 
göstermeliyiz. Kendisine saygısı, kimliği ile övünen, sürekli çalışıp üreten ve sınırsız özgüvene sahip olan toplumlardır ki, haysiyetli, şerefli, izzetli, alnı açık, başı diktir. Türk öğretmeni bu çerçevede bir toplumun inşacısı ve yaratıcısı olmalıdır. 

Yeni Türkiye Devleti, “dünyaya egemen, kudretli bir fikrin (millîyetçiliğin) Türkiye’deki tecellisi ve tahakkukudur”1. Atatürk millîyetçiliğinin Türk milletinin ortak paydası olması, nesillerin gerçekten millî bir eğitimden geçirilmesi ve millî duygularla donatılmasıyla mümkün olabilir. Bu takdirde Türk milleti ve onun kudretli devleti yeniden bir izmihlale sürüklenmeyecek, hiçbir milletin ve devletin önünde eğilmeyecektir. “Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken, onlara özellikle millî varlığı ve hakkıyla, millî birlik ve beraberliğiyle çatışan ne kadar yabancı öge varsa, onlarla mücadele etme lüzumu ve millî düşünceyi tam bir özümsemeyle, her karşı düşünceye karşı şiddetle ve özveriyle savunma zarureti telkin edilmelidir. Yeni nesillerin bütün manevi dünyasına bu özelliklerin ve kabiliyetlerin aşılanması önemlidir”2. 

Öğretmenler, Türk milletine, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman ne kadar akım varsa, bunlarla mücadele edebilecek bir donanıma sahip olmalı, kendisine emanet edilmiş kuşaklara, o akımlarla mücadele etme gereğini kafalarına ve gönüllerine nakşetmelidir. “Dünyanın uluslararası gidişatına göre böyle bir savaşın gerekli kılacağı manevi güçlerle donatılmamış olan fertlere ve bu özellikte fertlerden meydana gelmiş toplumlara hayat ve istiklal yoktur”3. 

Öğretmenler müesses nizamın yani anayasal düzenin güvencesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğunun bilincinde ve inancındadır. Onlar yalnız zamanımızın değil, aynı zamanda geleceğimizin de planlayıcıları ve belirleyicileridir. Muzaffer orduların bile ancak ve ancak öğretmenlerin eseri olduğu unutulmamalıdır.4. 

Türkiye’de eğitimsel gelişmenin barış dönemiyle ilişkisine gelince: Herkesin bildiği gibi hangi ülke olursa olsun, eğitimsel gelişmenin, nitelikli ve kaliteli insan yetiştirmenin barış dönemiyle kuvvetli bir ilişkisi vardır. Esasen toplumsal değişim ve gelişimin eğitimin çağdaş niteliğiyle paralellik arz ettiğini de eklemek lazımdır. Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenlerinin odağında sürekli savaşların bulunduğunu gözden ırak tutmamak gerekir. Sürekli savaş, bunu yapan ülkenin maddi ve manevi güç kaynaklarının kurumasına, geleceğe dair ümitlerinin tükenmesine, nihayet ümitsizliğe düşmesine sebep olur. Yaşadığımız dünya, ümitsizlik dönemlerinin deyişiyle, “yalan” değildir. Bir “berzah”, yahut Türkçesiyle “mola yeri” olduğu doğru olmakla, bu dünyanın hakikatliği de ortadadır. Bu dünyanın ahvali elbette savaştan ve barıştan, bolluktan ve kıtlıktan, zevkten ve meşakkatten ibarettir. Onun içindir ki, barış döneminde 
savaşa hazırlıklı olmak, bolluk devirlerinde kıtlık için tasarrufta bulunmak, nihayet rahatlığı meslek edinmeyerek sürekli çalışmayı ve üretmeyi şiar edinmek lazımdır. Bu hakikatin farkında olan, doğumunun yüzyirmibeşinci yılını kutladığımız, Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Bir tek şeye ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak. Çalışıldığı takdirde mutluluk ve zenginlik peşinden gelecektir.” demekle ezeli ve ebedi hakikati doğrulamaktadır. 

Toplumsal değişimlerin ani değil de, tedricen gerçekleştiği görülmektedir. 
Bir toplumda “iyileşme”, “kötüleşme” ve “yeniden iyileşme” birbirine yakın süreçlerde mümkün olmaktadır. Eğitimsel gelişmenin barış dönemiyle ilişkisini ortaya koyabilmek için bazı konuların belirlenmesinde yarar vardır. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin durumudur. Çünkü saltanatın kaldırılmasıyla ilgili yasada 
yeni Türkiye Devleti’nin “Misâk-ı Millî hudutları içinde Osmanlı Devleti’nin tek meşru vârisi” olduğu, “millî hükümranlığın milletin kendisine verildiği” vurgulanmaktadır5. Dolayısıyla vârisi olunan Osmanlı Devleti’nin durumuna da değinmek lazımdır. İkincisi, “Batı medeniyeti” nin temsilcisi olan ülkelerle yapılan karşılaştırmanın eksikliği, üçüncüsü de Türkiye Cumhuriyeti’nin ısrarlı ve 
kararlı biçimde savaş açtığı ana düşmanlardır. 

Osmanlı Devleti’nin sadece Türk millî tarihinin değil, insanlık tarihinin de mükemmel teşkilatlanma örneklerinden biri olduğu doğrudur. 
Bu mükemmeliyetin temelinde bilim adamlarının, düşünce insanlarının fikrî ve fillî katkı ve katılımlarının bulunmasıdır. Selçuklular zamanında Türkiye’de çağdaş biçimde programlanmış eğitim-öğretim kurumlarını devralan Anadolu Beylikleri ve bu arada Osmanlı Devleti XVI. yüzyılın sonlarına değin söz konusu kurumları daha da geliştirmişledir. XVI. yüzyılın ikinci yarısında eğitimöğretim 
programlarında âlet ilimleriyle müsbet ilimler çıkarılırken Avrupa’da “skolastik zihniyet” in, yani “ham softa kaba yobazlık” ın yerini tenkitçi zihniyet ve deneysel araştırmalar almaya başlamıştır. “İlim bütün isteklerinize yön versin. Akıllı ve hırslı olursanız ebedi dirlik ve düzenlikte bulunursunuz. Bu size Çalab’ın emri olur.” diyen Âşık Paşa’nın hayata geçirilmiş telkin ve tavsiyeleri unutulmuş, 
ilim bu ülkede takdir edilmeyince, iltifat görmeyince takdir ve iltifat gördüğü coğrafyalara göç etmiştir6. “Doğu’nun ziyası sönmeye, aydınları fakirleşmeye başlamış, kıta Avrupasından kovulan “ham softa kaba yobazlık”, “ortaçağ karanlığı” Osmanlı ülkesinde yer edinmeye, eğitim-öğretim kurumları olan medreselerde ağını örmeye, bütün bir toplumu girdabına almaya başlamıştır. 

Belirtilen tarihlerden sonra Osmanlı eğitim-öğretim kurumlarından, bırakınız dünya çapında olmayı, ülke çapında bile toplumsal ihtiyaçlara karşılık verecek, dünyadaki değişimi izleyecek ve gelişmeye yön verecek, karşılaşılan sorunlara çözüm önerecek ve çare bulacak çapta insanlar bile yetişmez olmuştur. Osmanlı Devleti’nin, Osmanlı kültür ve medeniyetinin maddi ve manevi sukûtu eş zamanlı olmuştur. Osmanlı kaynaklarında “Memâlik-i Mahrûsa”, yani sınırları Allah tarafından korunmuş cihan padişahının ülkesi diye betimlenen topraklar her yönden yıkıcı saldırılara uğramıştır. Devrinin güçlüleri bu tarihlerden sonra düşmanlar tarafından yere serilmişlerdir. Sınırlar ötesi düşmanların işini kolaylaştıran, niyetlerini gerçekleştiren içerideki sukûtumuz olmuştur. Eğitim-öğretimde hedefsizliğin, yakın ve uzak geleceği görememenin sonucu son derece elem verici olmuştur. Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyıldan sonraki durumunu “Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” özdeyişi özetlemeye yeterlidir. 

İlim ve hikmeti klavuz edinmeyenlerin mürşid tutmayanların karşılaşacakları elbette kıyamettir, ölümdür. Ortalama olarak haftanın bir günü dış düşmanlarla, bir o kadar da iç ayaklanmalarla meşgul olan Osmanlı Devleti’nin kendini ihya etmesi mümkün değildir. Osmanlı Devleti XIX. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa devletler manzumesinde yer almak suretiyle barışa nail olmuş7, bu süre 
zarfında ülke genelinde gerçekleştirilen “okul” laşma sayesinde Türk milletinin ruh köklerine bağlı, aynı zamanda çağdaş medeniyetle barışık nesiller yetişmiştir. Mehmet Âkif ERSOY’un “Âsım’ın nesli”8 olarak göklere çıkardığı bu nesiller, çoktandır yere serilmiş, sütü kanıyla birlikte emperyalizmanın ağzına verilmiş, Osmanlı Devleti’nin ve Türk insanının şeref ve haysiyetini kurtarmıştır. Millî Mücadele’de Türk milletinin ölümden sonra dirilişini gerçekleştirmiş, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, O’nunla beraber ebed-müddet devletimizin son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştur. 

Türkiye’nin çağdaşlaşma hamleleri ve Avrupa tarihi ve medeniyeti konularında yeterli ve sağlıklı bilgisi olmayanlar, sık sık Türkiye’yi Avrupa’nın “seri başı” ülkeleriyle karşılaştırıyorlar, onların ilerleyişinden ve Türkiye’nin geri kalmışlığından bahsetmekle kalmıyorlar, daha da ileri giderek, Cumhuriyet ilkelerinin yetersizliğini ve miadını doldurduğunu iddia ediyorlar. “İkinci Cumhuriyetçiler” diye kendilerini tanımlayanlar ne geçmiş maceramızı biliyorlar, ne de Türkiye’nin büyük rüyasını görüyorlar. Her şeyden önce şu gerçeğin altını çizmek gerekir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu tarihte böyle bir karşılaştırma yapmak akla, bilime, insaf ve adalete aykırıdır. Karşılaştırma ancak eşitler arasında yapılmalıdır. 

Batı medeniyetinin temsilcisi olan ülkelerle genç Türkiye arasında yüz ila yüzelli yıllık bir yola çıkış aralığı vardır. Cumhuriyet’in 10. yılında bile çok büyük işler yapıldığını, yapılan işlerin en büyüğünün ise “Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti” olduğunu, bizzat kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk söylemektedir. “Bundaki başarıyı Türk milletinin ve 
onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârâne yürümesine borçluyuz. Yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız...... Türk milletinin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığı nı, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu kesintisiz ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüz dür...”9 diye de devam etmektedir. 

1923’te çağdaş medeniyet yoluna giren Türkiye, Batının “gelişmiş” leri ile olan mesafeyi 15-20 yıla kadar indirmiştir ki, bu her türlü takdirin üzerinde bir ilerleme ve gelişmedir. Şayet Türkiye belirli aralıklarla dışardan ve içerdeki işbirlikçileri marifetiyle budanmamış olsaydı, inanıyorum ki, Türk milleti bu mesafeyi kapatmış olacaktı. 
Gerçekleştirilenleri asla küçümseyemeyiz, hafife alamayız. Türkiye’nin, bu zorlu coğrafyada ve baş döndürücü olayların meydana geldiği zamanda gerçekleştirdiklerini, başta eğitim-öğretim kurumlarındaki çocuklarımız olmak üzere, bütün topluma sıkça, ama bilimsel olarak anlatmak mecburiyetimiz olmalıdır. Bunu yapmak “Türk’e Türk propagandası yapmak” da değildir. Artılarımızı, eksilerimizi önce kendimize anlatmalıyız ki, çağdaşımız olan ve Türkiye üzerinde yakın ve uzak talepleri bulunan ülkelerin hamlelerini sonuçsuz 
bırakmış olalım. 

Türkiye, 1990’da dünya bilimsel sıralamasında 45. sırada iken, 2004 yılı itibariyle 22. sıraya yükselmiştir. Bunu belirtmemizin sebebi, tedricî olarak bilimsel doyuma ulaşan Türkiye’nin kısa sürede kat ettiği mesafeyi göstermektir. Mana ve madde planında yıkıma uğramış bir vatanda, “yorgun ve bitab” düşmüş Türk milletinin dinlenmesi, kuvvetlenmesi, toparlanması, nihayet sınırları “Misâk-ı Millî” ile belirlenmiş vatan coğrafyasının mamur ve bayındır kılınması için yeni Türkiye Devleti’nin benimsediği millî ülkü, daha önce de belirtildiği gibi “Yurtta ve Dünyada Barış” olmuştur. Sürdürülebilir barışın bilincinde olan Türk milleti bunu acı deneylerden, uğradığı millî musibetlerden sonra öğrenmiş, Cumhuriyet’i lafzıyla ve ruhuyla benimsemiş, bu Cumhuriyet’i “Demokrasiye âşık Türk 
evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” etmiştir10. 

Türk nesilleri, Cumhuriyet’le, onu taçlandıran demokrasisiyle hayatın sevincine ve zevkine erişmişlerdir. Bugün itibariyle 19 milyon civarında çocuk ve gencini okutan Türkiye için yapılması gereken iş, kurucusunun gösterdiği aydınlık yolda yürüyüşüne devam etmek, dünyanın çağdaş standartlarına sahip olmak için gerekli değişim iradesini ortaya koyabilmektir. 

Türkiye, bu ülkenin aydınlanmasında, “Türk Rönesansı”nın yaratılmasında öncü rol oynayan üniversitelerinin sayısını mutlaka 100’ün üzerine çıkarmalı, mevcut 
üniversitelerini dünyadaki emsalleriyle rekabet edecek konuma yükseltmelidir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin en kavi düşmanları cehalet, yoksulluk ve hastalıktır. Cehaleti karanlık ile karşılamak mümkündür. Hem kötülüklerin hem de geri kalmışlığın kaynağıdır. Bu kaynak kurutulmadıkça zenginliğin, mutluluğun, sağlık ve esenliğin elde edilmesi mümkün değildir. Kalkınma cehaleti alt etmekle başlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin geçen sürede sağladığı en büyük başarı cehalete karşı açtığı sürekli savaş ve bu savaşta başarısıdır. Cumhuriyet’in “aydınlanma” projesi başarılı olmuş, ülke insanımızın büyük çoğunluğu 
okur yazar kılınmıştır. Son çeyrek yüzyılda karşılaşılan ve bilim çevrelerinde endişe doğuran konu, çocuklarımızın bilinçli olarak kitap okumaktan, düşünmek ten, sorgulamaktan ve yazabilmekten uzaklaşmalarıdır. Yetişecek ola nesilleri yeniden düşünce ile, okuma ve yazmayla barışık yapmanın çare ve önlemlerini vakit kaybetmeksizin bulmamız gerekir. Son yıllarda, özellikle kız çocuklarımızın 
okullu yapılması için devlet vatandaş işbirliğinin ürünlerinin ortaya çıkması sevindiricidir. Esas olan, kanaatimizce eğitim ve öğretim faaliyetinin sürekli olması, bunun bir meşale gibi elden ele devredilmesi, nihayet Türk insanının eğitim ve terbiyesi için gerekli yatırımların artırılarak sürdürülmesidir. Gelişmişliğin göstergesi sürekli üretim ve pazarlamadır. Refah seviyesi yükselmiş Türkiye’nin sağlıklı nesiller yetiştirmesi, refah ve mutluluğunun güvencesi olacaktır. 

Devletin “İstiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddeler den, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alması” anayasal bir zorunluluktur.11. 

Birey başına 1000 doların üzerinde bir ihracat gerçekleştiren Türkiye, bu kalkınma ve ilerlemesinin ürünlerini devşirmeye başlamıştır. Elbette gerçekleştirilenleri yeterli görmek mümkün değildir. 

Ana ve çocuk sağlığı başta olmak üzere toplum sağlığının iyileştirilmesi sağlık ve sosyal yardımın bütün topluma yaygınlaştırılması, Türk insanının yaş ortalaması nın yükselmesi, elbette cehaletin, yoksulluğun ve hastalığın yok edilmesiyle, bunlarla mücadelenin sürekli kılınmasıyla mümkün olacaktır. Sonuç olarak, Türk eğitim ve öğretiminin mevcut ve muhtemel tehdit ve tehlikeler karşısında konumunu güçlendirmek, onu zamanın değişimine uygun olarak ve millî ihtiyaçlara göre güncelleştirmek sürekli ilerlemenin olmazsa olmazıdır ve bunun barış içinde birlikte yaşamayla doğrudan ilişkisi olduğu düşüncesindeyim. 

Ülke içinde ve dışında, hem kendisiyle hem de başkalarıyla, barışık olmayan bir toplumun mana ve madde planında gelişmesi, çağdaş dünyayla rekabet etmesi, onurlu, haysiyetli bir yaşam sürdürmesi beklenmemelidir. 


DİPNOTLAR;


1 Atatürk, Söylev ve Demeçler, C. I, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara 1981, s. 321. 
2 Atatürk, a.g.e., C. II, s. 17. 
3 a.g.e., C. II, s. 231. 
4 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Fatih Kürsüsünde (IV. Kitap), Düzenleyen: Ömer Rıza Doğrul, İnkılap Kitabevi, 19. Baskı, İstanbul 1985, s. 280. 
5 Tertip-Düstur, s. 149, Prof. Dr. Mustafa KESKİN, “Türk İnkılabı ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi”, Ufuk Kitabevi, 2. Baskı, Kayseri 2001, s. 233. 
6 Âşık Paşa’nın ünlü eseri Garib-nâme, Prof. Dr. Kemal YAVUZ tarafından faksimilesi ile birlikte hazırlanmış, 4 cilt hâlinde, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih 
Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu tarafından 2000 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır. 
7 Nihat ERİM, Devletler arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), C. I, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 
Yayınları, Ankara 1953, s. 341-353. 
8 Safahat, VI. Kitap: Âsım, s. 424-427. 
9 Atatürk, 10. Yıl Nutku (29 Ekim 1933’te 10. Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle Ankara’da yapılan büyük törende söylenmiştir), Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 274-276. 
10 1982Anayasası, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği Yayını, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1982, s. 5. 
11 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Gençliğin Korunması İle İlgili 58. ve 59. Maddeleri, s. 40-41. 


***

ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK İŞBİRLİĞİNİN İLK ON BEŞ YILLIK BİRİKİMLERİ

ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK İŞBİRLİĞİNİN İLK ON BEŞ YILLIK BİRİKİMLERİ 

Bahtıgül KALAMBEKOVA* 
* Kırgız Cumhuriyeti Tam ve Olağanüstü Elçisi, Kırgızistan Dışişleri Bakanlığı Danışmanı. 


     Doğumunun 125. yılında Atatürk’ü anmak, yaşamak ve yaşatmak için tertip edilen uluslararası bilimlik toplantıda hem katılımcı, hem de konuşmacı sıfatıyla son derece değerli ve seçkin alimlerin arasında bulunmak bendeniz için büyük şeref ve onur verici bir olaydır. 


Bu fırsattan istifade ederek, şahsımda bir Kırgız evladının tanımaya ve keşfetme ye çalıştığı ve henüz öğrenebildiği kadarıyla benimsediği Atatürk’ün dünya tanımının günümüzün gerçeklerine yansımasından bahsetmeye çalışacağım. 

Her şeyden önce belirtmemiz gereken husus şudur ki, Atatürk, öğrenmek ve öğretmek, anlamak ve anlatmak, yaşamak ve yaşatmak için bitmek bilmeyen bir mühittir. 

Bu inançtan yola çıkarak, O’nun kendi hatıratlarından ve seslendirdiği düşüncelerinden oluşan Büyük Nutku Kırgız diline çevirmiş ve kitabı ana dilinde okuyan her yurttaşımın kendi Atatürk’ünü keşfetmesini sağlamak üzere ülkemin kamuoyuna sunmuştum. 

Böylesine anlamlı bir günde siz değerli katılımcılara Tanrı dağlarında asırlar boyu kendi varlığını koruyan ve sağlam tutmaya gayret eden Kırgız halkının Atatürk’ü benimsediğini ve ona sarılarak sahip çıktığını duyurmak beni son derece mutlu etmektedir. Hakikaten, bugün biz Kırgızlar, Atatürk’ün en büyük bulgusu ve eseri olan kardeş ve dost Türkiye Cumhuriyeti ile ikili ilişkilerde ve işbirliğinin 
çeşitli alanlarında ulaşabildiğimiz sonuçlardan fevkalade memnunuz ve Kırgız-Türk ilişkilerinin geleceğinin parlak olması için gerekeni yapmaya da niyetliyiz. 

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği içerisinde Yeni Dünya Düzeninin nasıl olabileceğine işaret eden gelişmeler daha şimdiden belirmeye başladığı görülmektedir. Dünyayı oldukça dramatik değişimler beklemekte olduğunu ve bunun temelinde ise yerküresi çapında varlığını belli eden çeşitli güçlerin hayata geçirmek istediği gelişmenin farklı paradigmalarının yer aldığını ileri suren araştırma sonuçları mevcuttur. 

Bilinen diğer bir gerçek ise, tıpkı 1990’ların başında olduğu gibi önümüzdeki 10-15 yıllık zaman dilimi içerisinde istikbalin anahatlarını belirlemek işinin ‘stratejik belirsizliğin’ hâkim olduğu bir ortamda yapılacağıdır. Çünkü, dünyanın gelişme sürecinin esas konularına ilişkin formalite icabı alınan tutumlar genel anlamda birbirine benzer ve aynı olmasına rağmen, mevcut sorunlara çözüm ararken çok 
farklı yaklaşımlar sergilenmektedir. 

Sürdürülebilir gelişmenin sağlanabilmesi için gerekli olan tüm kaynakların hızla azalması ve uluslararası rekabetin şiddetlenmesi, tabii olarak, dünya geleceğini yapısal anlamda olumsuz etkileyecektir. Bu durumda gelişen ülkelerin yapabileceği ve yapacakları tek bir şey, yeni ‘üçüncü dünya’ dediğimiz sahada bulunan ülkelerin insan ve doğal kaynaklarından yararlanabilmek için bölgesel istikrarın sağlanmasına destek olmaktır. 

Günümüzün gerçeklerini görmek, tanımlamak, uyum sağlamak ve gerekirse üstesinden gelmek ve önüne geçmek gibi gereksinimler, ülkelerin iç ve dış politikalarına yön vermektedir. 

Böyle bir durumda, ‘Atatürk olmasaydı dünya nasıl şekillenirdi’ sorusunun ele alınması, ulusal egemenlik ve barış için işbirliği yönünden büyük anlam arz etmektedir. Bu sorunun cevabı çok çeşitli olabildiği gibi, tek ve net olmayabilir. 

Hakikaten, dünyanın her tarafında millî istiklal uğruna verilmiş olan tüm uğraşların en başarılı ve kalıcı sonuçlara ulaşanı da, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesi olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük yapıtı olmanın yanı sıra çağdaş dünyada hakkettiği yere ve itibara sahip olan uluslararası ilişkilerde sözü geçen ülke haline gelmiştir. 

Böyle bir sonucun çok değerli millî yönü kadar, evrenselboyutu da tartışılmaz bir gerçektir. Bu bağlamda şöyle bir örneği hatırlatmadan geçemeyeceğim. Bilindiği üzere, bundan tam on beş yıl önce, UNESCO, üye 156 ülkenin oybirliği ile 1981 yılını ATATÜRK YILI ilan ederken, kararın gerekçesinde, Atatürk’ü şöyle tanımlamıştı: “Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu...”. 

Buna bir şeyler eklemek kolay olmayabilir. Fakat, Kırgızlar Atatürk’ü, özellikle uluu jolbaşçı (büyük önder), körögöç (vizyon sahibi), mamleket negizdö öçü (devlet kurucusu), mekençil (yurtsever), eldin uulu (millîyetçi, halksever), kemenger uyuşturguç (teşkilatçı), agartuuçu (muarrif), kızıl tildüü çeçen (öğretici hatip) diye tanımlıyorlar ve son derece hayranlık duyarken O’nu bir nevi evgemer (evliya) diye anlatırlar. 

Atatürk’ün istikbalde görmeyi arzu ettiği Türk birliğini düşünerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yıl kutlamaları esnasında yaptığı şu konuşmadan müteessir olanların ve ümit bağlayanların sayısı her geçen yıl artmakta olduğunu da görüyoruz: 

‘Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarının ne olacağını hiç kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşır. O zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dil bir, inanç bir, öz bir, kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız... hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir, hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil, bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. 

Bugün biz kitlelerden dil bakımından, gelenek ve görenek bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamış gerekli... Tarih bağı kurmamız lazım, folklor bağı kurmamız lazım... Bunları kim yapacak? Elbette biz! Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya çalışıyoruz. Tarihimiz onlara yaklaştırmaya çalışıyoruz, ortak bir mazi yaratmak peşindeyiz. Bunlar açıktan yapılmaz, adı konarak yapılmaz, bunlar devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir’. 

Bu konuşmadan alıntılar, son on beş yıl esnasında çeşitli ortamlarda defalarca seslendirilmiştir ve neredeyse herkesin ezbere söyleyeceği kadar tekrarlanmıştır. Fakat, buna rağmen her defasında okuyarak anlayacağımız ve satırlar arasında özenle muhafaza edilmiş pek anlamlı ve uzak görüşlü mesajları bulabiliyoruz. 

Bu nedenle bizim nesil, Türk Millî Mücadelesinin uzak vadeli hedeflerinden olan Türk Dünyası birlik ve beraberliği anlayışını önemser ve Atatürk’ün ‘açıklanmaz, ama yaşanır’ diyen idealinin, sadece bir arman (yani hüsün bırakan bir hayal) olmadığına inanmak istemektedir. 

Dolayısı ile, Kırgızistanlıların dünya tanımında Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli yeri vardır. İkili ilişkilerimiz, uluslararası hukuk, karşılıklı menfaatler, eşitlik ve dostluk ilkeleri bazında gelişmekte olduğu gibi, özel bir maneviyatı içermektedir. Çünkü, Kırgız-Türk işbirliği, Türk Dünyasının büyük ailesine ait olan iki kardeş milletin ortak tarihine, kültürüne, diline ve inancına dayanmaktadır. 

Türkiye Cumhuriyeti, Kırgızistan’ın bağımsızlığını 18 Aralık 1991’de tanıyan ilk ülke oldu. Bundan tam altı gün sonra iki kardeş ülke arasında resmi diplomatik ilişkiler kurulmuştu. Hemen sonra karşılıklı olarak Bişkek’te Türkiye Sefareti ve Ankara’da Kırgızistan Sefareti açılarak, faaliyete geçirilmiştir. Böylece kadim tarihin vasiyeti ve sonra uzun dönem kesintiye uğramış olan bir kardeşlik 
ilişkilerinin yeniden canlandırılmasına yönelik etkili girişimlerin yapılması için temel atılmıştır. Üstelik, Kırgızistan’ın Ankara Büyükelçiliği, bizim ülkenin yurt dışında kurduğu ilk sefaret olmuştur ve bendeniz işbu misyonda iki defa görev yapmaktan da onur duymaktadır. 

Kırgızistan ve Türkiye arasındaki ikili işbirliğinin geçmişi, bugünü ve yarını için değişmez olan maneviyatını ve içeriğini kapsayan temel antlaşmalar, Ebedi dostluk ve ‘Kırgızistan ve Türkiye, 21.yüzyıla elele beraber’ adlı ortak bildirilerdir. 

Ülkelerimiz arasındaki işbirliği son derece dinamik ve yapıcı bir şekilde gelişmekte olup, her alanda çok önemli hamleler atılmış ve sonuçlar elde edilmiştir. ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesine sadık kalmak üzere, dünyanın çeşitli ve güncel sorunlarına çözüm arayışlarında ortak yaklaşım ve tavırlar alınmaktadır. 

Ekonomi alanında 50’den fazla ikili antlaşmaya dayanan geniş kapsamlı ilişkiler gelişmektedir ve Türkiye, Kırgızistan’a yatırım yapan ikinci büyük ülke olarak yerini sağlam tutmaktadır. 

Eğitim, ilim-bilim, kültür alanında son derece verimli girişimler yapılmıştır. Atalarımızın bizlere emanet ettiği tarihi ve kültürel çok zengin manevi mirasları ve yanı sıra çağdaş dünyanın ilim-bilim, eğitim ve bilgi alanlarında ulaştığı birikimleri öğrenmek, her iki ülkenin yararına değerlendirmek için gereken altyapı oluşturulmaktadır. 

Kırgız-Türk Manas Üniversitesi ve T.C. Millî Eğitim Bakanlığının Kırgızistan’da faaliyet gösteren okulları, kaliteli eğitimin yanı sıra milletlerarası karşılıklı etkileşim için uygun bir ortam ve imkanlar yaratmakla beraber, gençlerimizin birbirini yakından tanıması, kardeş ülkelerin tarihi ve kültürel değerlerine aşina olması, dilini, geleneklerini, örf ve adetlerini, yaşam ve düşünce tarzlarını öğrenmesini ve saygı duymasını mümkün kılmaktadır. 

Son on beş yıl içerisinde 4 bine yakın öğrencilerimiz Türkiye’nin üniversitelerinde eğitim görme imkanına sahip olmuş ve mezun olan 500 kadar gençlerimiz, Kırgızistan’ın çeşitli bölgelerinde istihdam etmektedirler. Aynı şekilde Kırgızistan’ın üniversitelerinde bine yakın Türkiyeli gençler eğitim görmektedirler. 

Dostluk ve kardeşliğin diğer bir güzel örneği ise, emsalsiz Manas destanının 1000. Yıldönümünün Kırgızistan’da olduğu gibi Türkiye’de de İnsaniyet Uygarlığına Türk Dünyasının katkısı olduğu bilinci ve gururu altında kutlanmış olmasıdır. Sonra ise Kırgız Devlet geleneğinin 2200. Yıldönümü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 

80. Yıldönümü aynı coşku ve kıvanç içinde kutlandı. Bunun yanı sıra Türk Millî mücadelesinin uzak vadeli hedefi olan Türk Dünyası birlik ve beraberliğinin oluşumu için birçok önemli girişimler yapılmıştır. Artık biz sevinç ve başarılarımız kadar, sorunlarımızı da paylaşabilir, destek ve yardım verecek kadar yakın olma imkanını yakalamış bulunuyoruz. İşte bu değil midir ki, Atatürk’ün gönlünden geçen güzellikler! 

Fakat, Kırgızistan ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin ilk on beş yıllık birikimi, Dil, Tarih ve Kültür köprülerinin oluşmasına sağlam bir zemin teşkil edebiliyor mu? İmkanlar hedefe uygun şekilde değerlendirilebilmiş midir? Bu sorular cevap istediği kadar ileriye yönelik yapılacak daha çok işin olduğuna da işaret eder. 

Büyük Nutuk’un Kırgız diline çevrilerek, okuyucuların dikkat ve takdirine sunulmuş olduğunu, Orta Asya halklarında millî şuurunun güçlenmesine katkı sağladığı kadar aynı eserin Kazak, Çin ve Rus dillerine çevrilmesine de öncülük ettiğini tekrar belirtmektende memnuniyet duyarım. Tam iki yıl süren çevirme işinde ve akabinde kitabın baskısına kadar süren gene iki yıllık zaman dilimi, benim için son derece zevk ve gurur verici olmanın yanı sıra çeşitli zorluklarla dolu olduğunu da belirtmek istiyorum. 

İlk önce Türk dünyası seçkin bilim adamları ve uzmanlardan oluşan ekibin hazırlamış olduğu Türk Dili Lehçeleri Sözlüğünün bu tür çeviri işleri için yetersiz kaldığına bizzat şahit oldum. Nutku çevirirken Kırgız dilinin lehçelerini, Tatar, Özbek, Kazak ve Fars dillerini belli derecede bilmiş olmamın çok yararlı olduğunu söyleyebilirim. Adı geçen sözlükten başka sık sık başvurduğum Özbek, Tatar, Kazak, Tajik dilleri sözlükleri olduğunu belirtmeliyim ki, daha 1992’de  yapılmış olan çalışmanın her geçen gün gelişen ve karşılıklı etkileşim sonucunda zenginleşen münasebetlerimizi yansıtmaya ve gereksinimleri karşılamaya uygun bir şekilde tekrar gözden geçirilmesi ve gerekirse yeni bir proje yapılarak olgunlaştırılması gerekli diye düşünüyorum. 

Eşzamanlı olarak Kırgız -Türk ve diğer dillerde aynı anlamı veren ve telaffuz edilen kelimelerin sözlüğü yapılmalı kanaatindeyim. Çünkü bir Kırgız evladı olarak Kadri Karaosmanoğlu’nun, Güntekin’in ve Halide Edip Adıvar’ın eserlerini okurken, dipnotlarda verilen çağdaş Türkçe kelimelerin anlamına bakmadan daha rahat anlayabilir isem, demek ki ortak dil oluşumu sadece mümkün değil, 
pek kolay demektir. Benim özel değil sırf ilgimi çektiği için derlemeye çalıştığım sırada Kırgız ve Türk dillerinde en sık kullanılan aynı anlam ve telaffuzlu 200’den fazla kelime bulmuştum. Eğer orta halli bir vatandaşın tüm gereksinimlerini karşılayabilecek kelime hazinesi yaklaşık 400 kelime olduğunu dikkate alırsak, günlük hayatta karşı karşıya gelen iki kardeş milletin temsilcilerinin pek rahat 
anlaşabileceği bir dilin oluşmasına asrın projesi olarak bakmaya da gerek kalmayabilir. 

Daha neler yapılmalı ve yapılabilir? En önemlisi, 1990’ların başında kardeşlerin birbiriyle büyük buluşmasından kaynaklanan o coşku ve heyecanı sürekli canlı tutmak için elverişli olan tüm imkanlar hedefe uygun bir şekilde değerlen dirilmelidir. Çağdaş dünya gidişatının özellikleri dikkatle incelenmeli, esas gayelere giden yolda akıllıca adapte edilmeli ve uyum sağlanmasına özen gösterilmeli. 

Halihazırda öne sürülen Büyük Avrasya Projesi ve Avrasya coğrafisine ilişkin üretilen diğer birçok Projeler, Atatürk’ün Avrasya anlayışına ne kadar uyar? 
Bu çok ciddi bir şekilde sorgulanmalı ve derinlemesine incelemeler, gerekirse kapsamlı araştırmalar yapılarak, Türk Dünyasının Yeni Dünya Düzeninin neresinde olacağına dair sağlam görüşlerin oluşmasına dikkat edilmelidir. 

Belirtilmesi gereken diğer bir husus, bahsedilen proje ve çalışmaların hazırlan ması ve hayata geçirilmesi konusunda yetişkin uzmanların yanında genç araştırmacıların da aktif bir rol alması uygun olabilir. Ne yazık ki, geçen dönem esnasında dil, tarih, kültür alanlarında uzmanlaşan ve birkaç lehçe ve yabancı dillerde rahat çalışabilecek kadro oluşturulamadı. On beş yıl boyunca birçok toplantılarda katılımcı ve tebliğ sunucu olagelen değerli bilim adamlarımızın da ne Türk dilinde, ne Kırgız, Kazak, Azeri, Özbek ve Türkmen dillerinde rahat konuşabildiğine ve bilimlik makaleler yayımladığına pek az rastlanmaktadır. 

İşbu sempozyumun verdiği imkanlardan istifade ederek, Türk Dünyası kavramının içeriğini canlı ve anlamlı tutmak yönündeki bazı düşüncelerimizi paylaşmak istemiştik. Bunlar, işin sadece bir kısmıdır. Çünkü, Atatürk’ün büyüklüğü, yaptıklarından çok, yapabileceklerinde yatıyordu. Kim bilir, Atatürk hayatta olsaydı, 1990’ların Dünyası nasıl olurdu? Dost ve kardeş ülkelerin işbirliği ne kadar güçlü ve verimli olabilirdi? Türk Dünyasının her evladının kalbinde ve aklında Atatürk, yaşanmalı ve yaşatılmalıdır. Çünkü O, geçmiş 
değil, gelecektir. Ben buna Nutku çevirirken inanmıştım, şimdi ise kitabı her defa okuduğumda daha çok inanıyorum. Atatürk’ü, Anadolu’nun dışında yaşayanlar sadece okuyarak anlayabilirler. Türkiyelilerin avantajı ise onun yapıtlarının arasında yaşayarak, anlama imkanına sahip olmasıdır. 

Atatürk’ün, ‘Bizim yaptıklarımız, hiç bir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız’diyen sözlerine atıfta bulunarak daha etkin, daha büyük adımlar atmalıyız. 


***

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN “ TÜRK ” KAVRAMIYLA ÖZDEŞLEŞMESİ

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN  “ TÜRK ” KAVRAMIYLA ÖZDEŞLEŞMESİ 


Prof. Dr. Tuncer BAYKARA * 
* Ege Üniversitesi, İzmir. 


XI. yüzyıldan itibaren Batıya göçen ve Selçuklu Devleti’nin siyasi idaresindeki halka, komşuları tarafından “Türk” denmekte idi. 
XIX. yüzyıldan itibaren Devlet-i Âliye-i Osmaniye olarak bilinen devletin mensuplarının, Türk oldukları dört bir yönden komşuları tarafından söylenilmeye devam ediyordu. Ancak bu devletin mensupları kendi içlerinde bu kavramı, komşularının belirttikleri kadar etkili benimseyemiyorlardı. “Türk” kavramını benimsememe hususu, sadece Batıda değil İç Asya’da da görülen bir vakıa idi. 
Osmanlı İnsanı, XIX.yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren yeni bir Avrupalılaşma sürecine girmiş idi. Bu oluşum içinde Avrupayı tanıyan Türklerin sayısı da artmış bulunuyordu. Denizciler olarak İtalyancayı ve ayrıca Frenkçe de denilen Fransızcayı bilen Türkler, bu dillerde kendi ülkelerine Turkhia veya Turquie dendiğini görüyorlardı. Onlar, yani Avrupalılar yaygın olarak Osmanlı Devleti değil, fakat söyleniş itibariyle “Türki” veya “Türkiya” telaffuz etmekte idiler. 

Avrupa’ya gidip gelen veya orada eğitim gören Türkler, zamanla bu kavramları da benimsemişlerdi. Mesela Şinasi (l826-1871) mesela Ahmed Vefik Paşa (l828-1891) bunlar arasında sayılabilir. Bu arada, onlara göre daha genç olarak Ali Suavi de (1839-1878) ve Namık Kemal (1840-1888) de unutulmamak gerekir. Ali Suavi, Paris’de çıkardığı iki dilli Türkçe ve Fransızca Osmanlı ülkesini tanıtan 
kitaplarında, Memalik-i Osmaniye demeyip “Türkiye” demeyi tercih etmiş idi. Bu dönemde, yani 1870’li yıllarda Türkiye yanında, yer yer Türkistan kavramının da kullanıldığını görülüyor. Osmanlı geleneksel veya klasik çağının “Türk”ü “ kaba, taşralı ve köylü” sayan anlayışı bu bilgiler ışığında yumuşamış bulunuyordu. 

Türk Harbiyesinin eğitiminde, devrin bu türden gelişmeleri de yerini bulmuş idiler. Süleyman Paşa’nın etkisiyle 1870’lerde başlıyan yeni eğitim dönemi sonrasında da aynı şekilde devam etmiştir. 
Artık Türk Harbiyesinde yetişenler, “Osmanlı” özellikleri kadar “Türk” kavramı hakkında da bilgi sahibidirler. Ancak Harbiye’nin bulunduğu İstanbul, “Türk” değil, fakat Osmanlı özellikleriyle dikkati çeken bir yerdir. Orada yaşayanlar için taşralılar, ancak Türk olabilirlerdi. Gerçi bu düşünce sadece İstanbul için geçerli olmayıp, Selçuklu çağının mirasçısı hemen bütün şehirler halkı için de geçerlidir 
(Ankara’ için Prof. Dr. Muzaffer Arıkan’ın gözlemi dikkati çekicidir). 

Osmanlı Devleti’nin güçsüzleşip tarih sahnesinden kaybolma sürecine girdiğinde, bu Devleti herşeyi ile benimsemiş olan insanların kendilerine ne demeleri bir mesele olarak ortaya çıkmıştı. “Osmanlı”, XIX yy sonlarında dini veya etnik kesin bir anlam taşımayan yepyeni bir kimlik adı olarak iddialı bir şekilde dikkati çekiyordu. İlk bakışta bu, ülke içindeki birliği sağlayacak bir harç gibiydi Bu kavramın üzerinde, nitekim bir zaman için fazlasıyla duruldu ve etkili kılınmak istendi. Çünkü bu kavramda sadece etnik kimlik değil, dini hoşgörü de bütün yönleriyle canlandırılmak istendi. Osmanlı Devleti içinde yaşayanlara dini veya etnik kimlikleri ne olursa olsun onlara “Osmanlı” denme çabaları, XIX yüzyıl sonlarında bir hayli etkindir. Ancak bütün bu çabalara rağmen, bu deneme başarılı olamadı. 

XX. yüzyılın ilk 20 yılındaki oluşumlar ve özellikle Cihan Harbi sonundaki durum, ülkesine sahip çıkmak isteyenleri çok etkiledi. Çünkü, vaktiyle Osmanlı idaresi altında barış ve mutluluk içinde yaşayanlar birer-ikişer devletten kopup çekip gitmeye başlamışlardı. Osmanlı Devleti’den ayrılmak, adeta bir akım haline gelmişti. Peki ayrılmak istemeyenler, Devletine herşeyi ile sahip çıkanlar ne olacaktı? 

Bu önemli bir mesele sayılabilirdi. Neticede Devletini her şeye rağmen yaşatmak isteyenler için yapılabilecek bir şeyler de olmalı idi. 
“Osmanlı “ kavramının bu hususta etkili bir yeri olamamıştı. Cihan Harbi içinde dahi, birçok aydın ve asker bu konuyu düşünmüş olmalıdır. 
Gerçi kendisi de bir taşralı olan Ziya Gökalp, XX. yüzyıl başlarında artık bir “Türkiye” den açık olarak söz etmeye başlamıştı. 
“Turan” büyük olsa da “Türkiye” de Türklerin vatanı idi. Hem artık bu Türkler artık, “köylü, taşralı, kaba, cahil” olmayıp, bin beş yüz yıl önce bir büyük Devlet (Göktürk) kurmuş imişler. Türk’ün böylesine çok uzaklara giden geçmişi, özellikle dünya yayınlarını takip eden münevverler de etkili oldu. 
Onlarda Türk’e, Türk kavramına, onun yaygın anlamından çıkarak yönelen olumsuz duygular da kaybolmaya yüz tutmuştu. 

Türk kavramı, Balkan Savaşları’ndan sonra ilk ve canlı olarak yeniden gündeme gelmişti. Çünkü, Müslüman olarak olduğu kadar, o zamanlarda Hıristiyanların gözünde Müslüman ile özdeş olan Türk olmaları sebebiyle pek çok Türk katledilmiş, zulüm ve işkence görmüştü. 
“Türk Ocakları” bundan sonra daha bir canlılık kazanacak, “Türk” kavramı İstanbul insanı için de etkili olacaktır. 
Cihan Harbi içindeki gelişmeler, özellikle Şam ve Irak dolaylarında savaşan askerlerin zihninde “İslam” kardeşliğinin büyük yara almasına yol açtı. Türk askerlerinin din kardeşleri tarafından gaddarca muamele görmesi de bunda etkili olmalıdır. 
Bu türden gelişmelerin ışığında Türk subayları ve aydınları Devletin gelecekteki çehresi yeniden düşünülür olmaya başlamıştır. 

Neticede, o zamana kadar, İstanbul merkezli kültürel çevrelerde hor görülen, “taşralı, köylü, dağlı” gibi anlamları etkin olan “Türk” kavramı acaba bu birliği sağlayabilir mi diye pek çok askerin ve münevverin zihninde düşünülmeye başlandı. Özellikle 1918 yenilgisi sonunda bu hususu daha ciddi olarak düşünenler çoğaldı. Hatta bazı emareler göstermektedir ki Osmanlı hanedanı devam etse dahi Devletin adının Türkiye/Türkiyâ olarak benimsenebileceği bir ihtimal olarak ortaya çıktı Bu önemli bir gelişme sayılabilirdi. 

I. Devletin adının artık “Türk” kökenine bağlı olarak bir yeni ad alabilme imkânını düşünmemiz, yeni bir olaydır. Ancak bunun ciddî olarak ileri sürülebileceğini şu üç önemli kayıt ışığında söylüyoruz. 

a. Necib Asım ve Mehmed Arif Efendiler, 1919 yılında yayımlanan bir Osmanlı Tarihi kaleme almışlar idi. Bu eserin adı her ne kadar Osmanlı Tarihi ise de, bu eserin çeşitli yerlerinde, Devletin adı olarak açık ve kesin bir şekilde Türkiye ismi de kullanılmaktadır. 

b. Hüseyin Kazım Kadri, XX yüzyıl başlarının etkili bir siyaset ve kültür insanıdır. Mütareke sonrasının çözüm arayışları içinde, bazı düşünceleri, Mustafa Kemal Paşa’nınki ile uyuşmamıştır. Ancak kendisi İstanbul çevrelerinde etkili bir kimsedir. 
Onun bu yıllarda yayımlanan bir kitabının başlığında “Türkiye” kavramı açık ve kesin bir şekilde kullanılmaktadır: 
On Temmuz İnkılabı ve Netayici: 
Türkiye İnkirazının Saikleri. 

c. Dikkatimizi çeken son misal 1920 başlarında toplanan İstanbul Meclis-i Mebusan’ınca kabul edilen Misak-ı Millî metnindedir. 
Hem Osmanlı hem de Ankara tarafından kabul edilen bu metinde açıkça “Türkiye” Devletin adı olarak geçmektedir:”Türkiye sulhüne bırakılan Batı Trakya’nın...”. 

II. XIX.yüzyıl sonlarında yetişen bir Türk olarak Mustafa Kemal Paşa, yukarda sözünü ettiğimiz gelişmelerin içinden gelmekte idi. Bir yandan İstanbul’daki bu gelişmeler, öte yanda Ankara’nın doğrudan temsil ettiği “taşra” ve Türk özellikleri sebebiyle Millî Mücadele’nin ilk anlarından beri Türk kavramı belirli bir yükseliş çizgisi göstermektedir. Gerçi, Kafkaslardan yeni gelen ve kendi alt 
kimliğinin etkisinde kalıp onu Türk ile bir sayanlar kimi zaman, buna itiraz edeceklerdir. Mustafa Kemal Paşa, onlara o zamanın geniş Osmanlı anlayışı ile cevap verecek ve onları yatıştıracaktır. Ancak Büyük Millet Meclisi ki, bir süre sonra başına “Türkiye” kelimesi de gelecektir, 1921 de geçici Anasayasında devletin adını “Türkiye” olarak açıkça adlandırmakta idi. 
Çünkü Millî Mücadele yılllarından itibaren Anadolu insanının, Osmanlı Paytahtı İstanbul’dan bakıldığında “taşralı, köylü” gibi anlamlar yüklediği “Türk” kavramı, şimdiden çok yerde “Osmanlı”nın yerini almakta idi. 1920-1923 arasındaki gelişmeler her geçen gün bu yeni oluşumu etkiledi. Sonucunda yukarda dediğimiz gibi Ankara’daki Meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak anıldığı gibi, bu meclisin kabul ettiği 1921 anayasası dahi “Türkiye Devleti”nden söz eder oldu. 

III. Ankara’dakilerin Türk kavramından böylesine etkilenmesinde, bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın büyük payı vardır. Hatta denebilir ki bu yeni akımın en güçlü siması Gazi Mustafa Kemal Paşa idi. O, Osmanlı taşrasında doğup büyüyen bir insan olarak, muhtemelen 

İstanbul’da, kendisine yöneltilen “Türk” sıfatı dolayısıyla bu duyguları yaşamıştı. 23 Nisan 1920’de toplanan Meclis üyelerinin pek büyük bir çoğunluğu “taşra”lı, yani Türk idiler. Taşrada doğup büyüyenler için bu kavramın anlamı, Osmanlı Devlet merkezindeki gibi olmamakla birlikte, onlar da değişen birşeylerin olduğunu seziyor ve anlıyorlardı. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın zaman zaman belirttiği, gibi artık Anadolu İstanbul’a tabi olmayacak, aksine İstanbul Anadolu ’ya tabi olacak idi. Bu sözlerde sadece siyasi veya hukuki bir anlam değil, onlara ilaveten yukardan beri sözünü ettiğimiz yeni anlayışın da izlerini ve etkilerini bulmak pekala mümkündür. 
Kısacası “Taşralı’ların, yani Türklerin etkin olduğu bir Meclis, yeni anlayışla kolaylıkla uyuşabilirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın sonraki zamanlarında da yanında daha çok Taşralıları, yani Türkleri bulundurduğu, mesela bir Şükrü Kaya’ya büyük önem verdiğini bu arada unutmamak gerekir. 

IV. Biraz daha genel olarak düşünürsek, Batıdaki Türk Devleti’nin adında, o zamana kadar “Türk” ile ilgili bir hatıra yokken, şimdi adını, “Türk” unsurunun etkisi olarak adını önce “Türkiye” olarak değiştirdi. İlk zamanlardaki Türkiya/Türkiye tartışmalarının meselenin özüyle bir ilgisi yoktur. 1923’de Devletin idare şekli de Cumhuriyet oldu. Şimdi meselenin öteki yönü, Türkiye Devleti’nin mensuplarının kendilerini “Türk” olarak saymaları hususu ele alınabilirdi. Osmanlı kimliğinden Türk kimliğine geçiş, birçok önemli problemleri 
de beraberinde getirebilirdi. Bir “imperium” olan Osmanlı Devleti’nin “İslamiyet” merkezli anlayışından, “Türk” merkezli bir düşünceye geçiş büyük bir kültür savaşı gerektirebilirdi. Devletin sınırlarının yeni durumu, böylesine bir kavrayış değişikliğine daha çok imkân verebilirdi. Ancak, Osmanlı Devleti veya Batı Türklüğünün, kişiyi esas alan, onun baba veya atalarına hiç de önem vermeyen 
anlayışına nasıl uyarlanabilecekti. Acaba “Türklük” bir soydan gelim mi kabul edilecekti? Ama geçmişte bu ülkede babası bir Hıristiyan olan kimse, Müslüman olup Osmanlı Devleti’nin hizmetine giriyor, Batılıların deyimi ile “Türk” oluyor, kanıyla, canıyla Devleti için hizmet ediyordu. Kişiyi, onun baba veya atalarını değil, doğrudan kendisini esas alan zihniyet, yeni dönemde de devam ettirilmek 
gerekirdi. Nitekim Osmanlı geleneklerinin içinden de gelen Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet’in l0.yıl nutkunda, Türk’ü alabildiğince yüceleştirdi. En sonunda da güzelliğini, kıymetini ve etkisini hala da devam ettiren ünlü vecizesiyle bitirdi: “Ne Mutlu Türk’üm Diyene”. 

Devletin sahipleri, “Osmanlı” İdaresi tarih sahnesinden silinirken, 1923 sonrasında kendilerine yeni bir ortak kimlik bulmak zorunda idiler. Çünkü artık bir şahıs ve hanedan adının etkisini gösteren “Osmanlı” kavramı bitmişti. Peki bu yeni ortak kavram ne olabilirdi? 
Devletin yeni alanına göre geleneksel merkez İstanbul kenarda kalmıştı. Ankara, yani vaktiyle İstanbul’a göre taşra bir şehir, devletin merkezi olacaktı. “Taşra” ile Türk arasındaki bağa yukarda da temas etmiş idim. Şu halde yeni dönemin en etkili kavramı pekala “Türk” olabilirdi. Hem Türk’e, vaktiyle Osmanlıya yüklenen anlam gibi, doğrudan kişiyi, insanı esas alan bir anlama da ağırlık verilebilirdi. 
Nitekim Gazi Mustafa Kemal Paşa, Onuncu Yıl Nutkunda “Ne mutlu Türk olana” dememiş, “Türk’üm diyene” diyerek Türklüğü bir benimseme ve kabullenme saymıştır. O zaman Devletin içindekiler, kim olurlarsa olsunlar, “Türk” olabilirlerdi. Kendilerini Türk sayabilirler di. 

Bu konuda kendilerinin “Türk’üm” demelerinden gayri hiçbir merci, kimse veya zümre onların kimlikleri hakkında karar veremezdi. 

Devletin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve öteki kanunları, bu türden gelişmelere uygun olarak düzenlenmişlerdir: 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 88. Maddesi  şöyle der: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.” Bu madde sonraki Anayasalarda da öz olarak aynen devam etmektedir: 1982 Ayasasası, 66 madde başında şöyle der: “Türk Devletine Vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” 

V. “Türk” kavramını yeniden yüceltmek ve ona en yüksek değeri vermek Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın eseridir. Nitekim o kendisini Türk ile o kadar özdeş ve aynı saymıştır ki Soyadı Kanunu çıktığında, soyadını bu esasa göre Atatürk olarak almıştır. Bize kalırsa Türk kavramının yücelmesi ile Atatürk, öteki millî kavramlara, milletlere hiç de olumsuz bakmamıştır. Aksine, Türk’ün onlarla bir arada, yan yana ve barış içinde yaşaması gerektiğine dair sayısız sözü ve davranışı vardır. 
Atatürkçülüğün adeta birinci temeli şu halde “Türk” kavramına büyük değer vermektir. Ancak burada dikkatli olmak, Türk’ü bir kan veya ırk meselesi olarak değil, bir benimseme ve kabullenme olarak almak gerekir. Bunu, ülke, devlet ve mensupları için nasıl gerçekleşeceğini Ne Mutlu Türk’üm Diyene “ vecizesiyle gösterdi. Bu asla unutulmamak lazım gelen bir direktif tir. 

Sonuç olarak diyoruz ki Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silinirken, Osmanlı kavramı’nın yerini alabilecek en geniş, güzel ve etkili kavram ancak Türk olabilirdi. “Türk” bu özelliği ile adeta Gazi Mustafa Kemal Paşa, yâni Atatürk ile özdeş gibidir. 

***

26 Kasım 2017 Pazar

Türk Mü?! Vurun!


Türk Mü?! Vurun!

Arslan Tekin,

Recep T. Erdoğan, Twitter’da yazmıştı... (Mealen) “ Beni millet getirdi, millet götürür... millet, millet!...” 
Ben de tweet attım: “ Halk deseniz anlarım ama, ezelden ebede milletin bir adı var.”  Baktım; onun hemen yazısının üstünde benim yazı. Okumuştur muhakkak. “Acaba bu kadar insan karşı çıkıyor. Bunun sosyolojik izahı nedir? Benim şu ’cahil’danışmanlarım niye araştırmıyor?” diye sormuyor mu?
R. T. Erdoğan, “millet”i de, “halk”ı da elbette biliyor. Onun davasındaki (Millî Görüş ekolü) “millet” çok farklı... “Ümmet” diyemediği yerde “millet”i devreye sokuyor. Bu da kabul ama, yine adı yok mu? “İslâm milleti” dese, uygun düşmüyor. Her milletin adı vardır, “İslâm milleti” afakî... İhatasız. Üstelik kullanılacak yerler farklı; izafî ve kıyasî bir durumda kullanabilirsiniz. Siz Türkiye’de yaşayan halka hitap ediyorsunuz. Öyleyse ne demek gerekir?!
 Prof. Dr. İskender Öksüz’ün “Niçin?”  kitabını sık evirir, çeviririm. R. T. Erdoğan’a tweeti attıktan sonra gözüm ilişti... İskender Öksüz, millet-halk farkını tartışmaya mahal bırakmayacak bir izahla ortaya koymuş:

“‘Halk’ ile ‘millet’ arasındaki fark, tarih şuurudur. Halk, insan ömrüyle, hatta nesil ömrüyle, taş çatlasa 20 yılla sınırlıdır. Tarih şuurudur ki halka, müşterek mirası, birliği anlatır. Millettaşlara, asırlar, bin yıllar öncesinden akıp gelen ve gelecekteki bin yıllara doğru akıp giden büyük sevgi ve hatıra nehrinin bir damlası olduğunu hissettirir. Yalnız geçmişle bugünü birleştirmez. Yarınların düşünülmesini, planlanmasını sağlayan da tarih şuurudur. Halk asırlar öncesinden gelip asırlar, asırlar sonrasına akmaz. Halk zaman boyutuna sahipse ve ancak o takdirde millet olur. Bir toplumdan halk adına büyük fedakârlık isteyemezsiniz. Millet adına isteyebilirsiniz. Millet hem dedelerdir hem torunlardır. Millet hem geçmiştir hem de gelecektir.” 
(s. 16). “Millet”te ortak mirasın sahibi, sadece ve sadece Türklerdir!
(“Niçin?: Tarih-Devlet-Ekonomi-Yönetim”, İskender Hoca’nın diğer kitabı “Türk’üm Özür Dilerim” le birlikte okunmalı. Bilge Kültür Sanat Yay., 0212 520 72 53).

İsmail Habib Sevük’ü (1892-1954) bilir misiniz? Edebî Yeniliğimiz’in yazarı... 1937’de basılmış bir kitabı var ki, keşke tekrar basılsa diyordum, basıldı: “O Zamanlar”. (Ötüken yay. 0212 251 03 50). İsmail Habib, bu kitabında size Millî Mücadele’yi, naklen anlatıyor! Mustafa Kemal’le bir Adana gezisi vardır. Adanalıların çok kıymet verdikleri M. Kemal’in bir sözünü nakleden de odur. Mustafa Kemal İstiklâl Mücadelesinin ilhamını Adanalılardan aldığını söyler: “Efendiler, bende bu vekayiin [Millî Mücadele’nin] ilk teşebbüs hissi bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur.” (s. 278). (Sebebi kitapta anlatılır.)

Burada İsmail Habib’in yüreğimi yakan bir cümlesini aktaracağım:
“Mütareke’den sonra herkes yalnız Ermenilere mersiye, herkes yalnız Türklere tel’in makaleleri yağdırır ve hattâ birkaç Türk kalemi bile onları haklı bizi haksız, on\-ları mazlum bizi kaatil diye gösterirken yine onun kalemi Türk’ün de bir hakkı, Türk’ün de dava edilecek bir kanı olduğunu haykırdı.” (s. 42).
Sanki zamanımızı anlatıyor:

 “Türk” mü?! Vurun! 


***

28 Ekim 2015 Çarşamba

KAZAKİSTAN PETROL ve GAZININ TÜRK ve RUS DIŞ POLİTİKALARINDAKİ YERİ


 KAZAKİSTAN PETROL ve GAZININ TÜRK ve RUS DIŞ POLİTİKALARINDAKİ YERİ ve ÖNEMİ 


Saule BAYCAUNOVA* 

GİRİŞ 


Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, bağımsızlığını kazanan ülkelerin doğal kaynakları, batılı yatırımcıların yoğun ilgisini çekti. 
Bu ülkelerin özellikle petrol ve doğal gaz rezervleri açısından zenginlikleri, ilan ettikleri bağımsızlıklarının gerçek anlamda ekonomik bağımsızlıkla pekiştirilebilmesi nin de en önemli unsuru olarak ön plana çıktı. 

Sovyetler döneminde, Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan başta olmak üzere bölge ülkelerinin tüm petrol ve doğal gaz ihraç yolları tamamen bugünkü Rusya Federasyonu sınırları içinden geçerek uluslararası pazara çıkabilecek biçimde inşa edilmişti. Bu ihraç yollarının Rusya’ya bağımlılığı, önceden olduğu gibi bugün için de yalnızca boru hatlarında değil, aynı zamanda su kanalları (Volga-Don kanalı) ve demir yolları için de geçerlidir. 

Kazakistan, eski Sovyetler Birliği ülkeleri içinde Rusya Federasyonu'ndan sonra ikinci en büyük petrol üreticisi konumundadır. 
Son bir kaç yıldır büyük petrol şirketleri Kazak petrolleri ile yakından ilgilenmekte, Kazakistan’daki sahalara çok büyük yatırımlar yapmakta, 
mevcut petrol sahalarını geliştirmekte ve bu petrolün dünya pazarlarına taşınması için projeler hazırlamaktadırlar. Bu projelerin gerçekleştiril
meleriyle Kazakistan ekonomisi hızla gelişecek ve bölgenin istikrarlı ve gelişmiş ülkelerinden biri haline gelebilecektir. Ancak, petrol ve doğal gazın, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak hep çatışmalara neden olduğu dikkate alınacak olursa, Kazakistan’ın (ve diğer ülkelerin) bu hedeflere ulaşmasının kolay olmadığı açıkça görülebilir. Zira, Hazar Bölgesi’nden petrol ve gazın üretilmesi kadar ve hatta ondan da çok, bu zenginliklerin uluslararası pazara ulaştırılması meselesi de, gerek büyük şirketler, gerekse bölge içi ve dışı güçler arasındaki, çıkar ve nüfuz mücadelesinin odağında yer almaktadır. 

1. Kazakistan’ın Petrol ve Doğal Gaz Potansiyeli Planlı dönemde SSCB’nin Batı Sibirya’daki kolay bulunur rezervler üzerine yoğunlaşması nedeniyle ülkedeki çok geniş petrol ve doğalgaz rezervleri dokunulmadan kalmıştır. Kazakistan'da petrol hem deniz dibi (offshore), hem de karasal (onshore) rezervuarlardan üretilmektedir. Sovyetler’in yıkılmasından sonra, Kazakistan Cumhuriyeti’nin Hazar denizine bakan kıyılarının uzunluğu 2.320 km’yi bulmaktadır. Hazar petrolünün önemli miktarınna sahip olan Kazakistan’da, şimdiye kadar 
160 hidrokarbon yatağı keşfedilmiştir.1 Ülkenin 160 noktasında toplam 

2.6 milyar ton petrol rezervi bulunmaktadır. Hazar'ın Kazakistan kıyılarındaki petrol rezervleri hakkında araştırmalar yapmak için 1993 yılında Kazakstan Caspi Shelf adlı uluslararası bir konsorsiyum kurulmuştur. 1994’de başlayan, 1997’de sonuçlanan araştırmalara göre Hazar'ın Kazakistan tarafındaki deniz dibinde yaklaşık 60 milyar varil petrol olduğu tahmin edilmektedir. 
Karasal sahalardaki petrol ise daha çok Kazakistan'ın batı ve kuzeybatı kesimindeki Tengiz, Karaşığanak, Özen, Korolev, Tenge, Uritau ve 
Janajol bölgelerinde çıkarılmaktadır. Ayrıca orta Kazakistan'da Aktöbe ve Kızılorda eyaletlerinde de petrol mevcuttur.2 
Genel potansiyeli 2.8 milyar ton petrol ve 1.7 trilyon küp doğalgazdır. BP-Amoco’nun 1999 yılı belirlemelerine göre, Kazakistan’ın toplam ispatlanmış üretilebilir petrol rezervleri 8 milyar varil (1.1 milyar ton), ispatlanmış üretilebilir gaz rezervleri ise 1.84 trilyon metre küp (65 trilyon kübik fit)’tür. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 1998 yılı raporlarına göre ise, Kazakistan’ın ispatlanmış üretilebilir petrol rezervleri 10-17.6 milyar varil, olası petrol rezervleri 85 milyar varildir. Aynı kaynağa göre ispatlanmış üretilebilir gaz rezervleri 53-83 trilyon kübik fit olarak belirtilmektedir. 


1 TIKA, Kazakistan Ülke Raporu, 1995,s. 31. 
2 Nurlan BalgImbayev, "Vozmojnosti Transportirovki i Dobıça Nefti i Gaza", Kazahstan i Mirovoye Soobflestvo, Almatı, 1996,s. 33 


Bu petrol ve gaz rezervlerinin önemli bölümü, Hazar’a yakın sahillerde ve Hazar’ın Kazakistan’a ait ulusal sektöründe bulunmaktadır. 

Ülkenin potansiyel petrol ve gaz yataklarının toplam yüz ölçümü 1.700.000 km2’dir. Bu alan, Kazakistan topraklarının %62’ni oluşturmakta dır. Kazakistan’ın petrol potansiyeli ülkenin altı bölgesine dağılmıştır. Bunlardan dördü Batı bölgelerinde (Atırau, Aktöbe, Batı Kazakistan ve Mangıstau) olup, petrol sahalarının %70’e yakınını oluşturmaktadır. Uluslararası Enerji Ajansı’nın iki ayrı senaryoya (iyimser ve kötümser) göre, Kazakistan için beklediği olası üretim, tüketim ve ihraç potansiyelleri aşağıdaki 2 tablo’da verilmektedir: 




Tablo-1: Kazakistan’ın Petrol Üretim, Tüketim ve İhraç Gerçekleşme ve Tahminleri 

(İyimser Senaryo) (milyon ton/yıl) 

            1990      1995       2000       2005       2010        2020 

Üretim   25.02      20.5       45.0        70.0       100.0        160.0 
Tüketim 27.2       10.4        20.0        33.7        45.5          75.8 
Net İhraç -2.0(*) 10.1        25.0        36.3        54.5           84.2 

Kaynak: International Energy Agency, "Caspian Oil & Gas, 1998" 





Tablo-2: Kazakistan’ın Petrol Üretim, Tüketim ve İhraç Gerçekleşme ve Tahminleri (Kötümser Senaryo) (milyon ton/yıl) 

                 1990           1995              2000              2005              2010                  2020 
Üretim       25.02           20.5               40.0               55.0               75.0                 130.0 
Tüketim     27.2             10.4               15.6               24.4               31.6                   51.9 
Net İhraç -2.0 10.1 24.4 30.6 43.4 78.1 

Kaynak: International Energy Agency, "Caspian Oil & Gas, 1998" 

Bu tablolardan da görüleceği gibi, eğer arama ve üretim yatırımları beklenen hızla yapılabilir ve üretilecek petrolün uluslararası pazara ulaşabilmesi için gereken ihraç yolları da geliştirilebilirse (iyimser senaryo), Kazakistan 1995 yılında ihraç ettiği 10.1 milyon tona karşılık 2005 yılında 36.3 milyon tonluk bir ihraç miktarına ulaşabilecektir. 2010 yılı için bu miktar 54.5 milyon ton, 2020 yılı içinse 84.2 milyon ton olarak öngörülmektedir. Kötümser senaryoda ise, 2010 yılındaki ihraç tahmini 43.4 milyon ton, 2020 yılı için 78.1 olarak öngörülmüş tür. Her ne kadar, Uluslararası Enerji Ajansı raporu 1998 yılında hazırlanmışsa da, çalışmanın orijinaline bakıldığında, ilk kuyusu 2000 yılının ortalarında tamamlanan ve Tengiz sahasından daha da büyük rezervleri olduğu tahmin edilen Kaşağan sahasının da yapılan tahmin taleplerine katılmış olduğu da görülecektir. Ülkenin önemli petrol yatakları aşağıda yer almaktadır: 

Tengiz: Bu saha, SSCB döneminde keşfedilmiş ve 1980’den sonra 10 milyon ton petrol üretilmiştir.3 ABD’nin Chevron şirketi 1993 yılında sahanın geliştirilmesine yönelik bir anlaşma imzalamıştır. Anlaşmanın süresi 40 yıl, tahmini toplam yatırım miktarı 20 milyar dolar ve üretilebilir petrol rezervi 6-9 milyar varildir. Sahanın üretim miktarı, 7 yılda günde 60,000 varilden 200,000 varile yükselmiş tir. En yüksek üretim seviyesinin ise günde 700,000 varile (yılda 35 milyon ton) ulaşması beklenmektedir. Tengiz yatağına yönelik anlaşmadan sonra Chevron şirketinin elinde bulunan petrol kapasitesi 

3.1’den 4.2 milyar varile yükselmiştir. 

Chevron geçtiğimiz günlerde yaptığı yeni bir hisse alımı ile Tengiz sahasındaki hisse oranını %50’ye yükseltmiştir. Diğer önemli ortak ise, Mobil-Exxon (%25)’dur. Sahadan elde edilen petrolün ihracı önemli sorun yaratmış ve büyük oranda mevcut Rus boru hatları sistemiyle ve sürekli kota problemleri yaşanarak taşınmıştır. Bunun dışında sınırlı miktarda demiryolları ile (gene Rusya üzerinden) ve tankerler ile Hazar üzerinden Azerbaycan ve İran’a taşındıktan sonra Karadeniz ya da İran Körfezi yoluyla uluslararası pazara ulaştırılmıştır. Ancak, Rusya dışı ihraç yolları ile taşınabilen miktarlar son derece sınırlıdır. Tengiz petrolünün taşınması için asıl yol, 1999 yılında 3 ülke ve 8 şirketin ortak yatırımı ile inşasına başlanan ve 30 Haziran 2001’de devreye alınması hedeflenen CPC (Caspian Pipeline Consortium) hattıdır ve bu hat da gene Rusya topraklarından geçmektedir. 

Karaçıganak: Sahada ilk kuyu 1979 yılında açılmıştır. Yüzölçümü 450 km2 olan sahada, yaklaşık 189 milyon ton petrol, 644 milyon ton kondensat ve 1.33 trilyon m3 doğal gaz rezervi olduğu belirtilmektedir.5 Sovyetler’in dağılmasının ardından başını İngiliz British Gas (%32.5) ve İtalyan AGİP’in (%32.5) çektiği konsorsiyum, toplam tahmini tutarı 7-10 Milyar dolar, süresi ise 40 yıl olan bir yatırım için anlaşma imzalamıştır. Diğer ortaklar ise Texaco (%20) ve Lukoil (%15)’dir. 

Sahanın en yüksek petrol üretiminin günde 300,000 varile (yılda 15 milyon ton) ulaşması beklenmektedir. 1998 yılı üretimi 3.5 milyon tondur. 
Bazı mali sorunlar ve petrolün teslim edildiği Orenburg rafinerisin deki bazı sorunlar nedeniyle üretimde sık sık kesintiler yaşanmaktadır. 


3 "Neft i Gaz Kazahstana", İnstitut Razvitiya Kazahstana, Almatı, 1995, s. 4. 
4 (Role of the Middle East and Caspian Regions in the 21st Century Energy Picture-Chevron’s Perspective by Peter J. Robertson, President of  Chevron Overseas Petroleum Inc.Apr. 17,2000). 
5 "Karachaganak partners set to invest $ 2 bn over the next three years", Alexander’s Gas & Oil Connections, Vol 4, No:22, 24 Aralık,1999. 


Ancak sahanın üretiminin, 460 km’lik bir boruhattı inşa edilerek CPC hattına bağlanarak Rusya üzerinden taşınması planlanmaktadır. 

Uzen: Petrol ve doğal gaz kapasitesi 231.9 milyon tondur. 1959 senesinde açılmıştır. Uzen yatağı ülkenin en faal kuyularından biridir. 
Kazakistan’da 1993 senesinde üretilen petrolün %20’si Uzen’e aittir.6 

Kaşağan: Başını Shell, BP-Amoco-Arco, Exxon-Mobil, Phillips Petroleum gibi şirketlerin çektiği OKIOC adlı ve 9 üyeli konsorsiyum, geçtiğimiz günlerde Hazar’ın Kazakistan sektöründe yer alan bu sahada açılan ilk kuyuda önemli bulgulara rastladılar. Her ne kadar konsorsiyum yetkilileri rezerv miktarı konusunda çok temkinli davranıyorlarsa da, sismik verilere göre rezervin son 20 yıldaki en büyük petrol keşfi olacağı ve rezervin 8 ile 50 milyar varil civarında olabileceği ve büyük olasılıkla miktarın 32 milyar varil olduğu yönünde açıklamalar yapılmaktadır.7 Kimi yorumcular, sahanın potansiyelinin Bakü-Ceyhan için yeni bir ümit oluşturduğunu ifade ederken, kimi uzmanlarsa bunun 
söylenmesi için çok erken olduğunu ifade etmektedirler. 

Batı Kazakistan’daki diğer petrol yatakları Kumköl, Kalamkas, Kenbay, Cetıbay, Karajambas, Kenyaki, Janajol, Akcar’dır. Bunlardan Kumköl’deki petrol rezervi, 94 milyon ton ve Kalamkas’taki petrol ve gaz rezervi 98.4 milyon ton olarak tespit edilmiştir. 

Kazakistan’ın diğer petrol sahaları ise Cezkazgan ve Kızıl Orda bölgesinde bulunmaktadır. Bu bölgelerdeki petrol yataklarının sayısı yediyi bulurken, petrol rezervi de 38.6 milyon ton olarak verilmektedir. Cambıl ve Güney Kazakistan bölgelerinde ise altı küçük ve orta seviyedeki hidrokarbon gaz yatakları bulunmaktadır.8 

2. Hazar’ın Statüsü 

Orta Asya ve Kafkaslar bölgesindeki petrol ve gaz rezervlerinin büyük bölümünün Hazar Denizi’ndeki rezervuarlarda bulunmaktadır. 
Bu kaynakların sahipliği ve buna bağlı olarak yatırımcılara hak verme ya da vergi alma gibi hakların hangi ülke tarafından kullanılacağı gibi hususlar, Hazar’a kıyıdaş devletler arasında Sovyetler’in dağılmasından beri yoğun tartışma konusudur.9 
Beklentilerin aksine bu tartışma ve anlaşmazlıklar bölgeye yönelik yatırımları yavaşlatmamıştır. 

6 "Neft i Gaz Kazahstana", a.g.m. s. 5. 
7 Vast Caspian Oil Field Found, David B. Ottaway, Washington Post Staff Writer, 16 May›s, 2000; s. A01 
8 Balgımbayev, ag.m. s.33. 


Şirketler, imzalanan anlaşmaların bir tür güvence olduğunu düşünmektedirler. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan Hazar'ın hukuki statüsü sorununda, kıyı ülkeleri genel hatları itibarı ile iki farklı yaklaşıma sahiptirler. Rusya ve İran Hazar'ın bir göl olduğunu iddia ederken, Azerbaycan ve Kazakistan deniz olarak kabul etmektedir. 
Türkmenistan'ın tutumu ise belirsizdir. Ancak zaman zaman bu ülkelerin tümünün tutum ve iddialarında, genel dış politik gelişmeler paralelinde, diğer tarafların görüşlerine doğru yaklaşma ya da tersine bir sertleşme izlenebilmekte dir. 

Kıyı ülkelerinin Hazar konusunda anlaşamamalarının nedeni petrolden daha fazla pay alma çabasıdır. Eğer Hazar'da petrol olmasaydı konu, büyük ihtimalle hızla çözülecek veya sadece akademisyenlerin rağbet ettiği bir tartışma konusu olarak kalacaktı. Ancak petrol etkeni bütün meseleyi değiştirmiş ve yalnız kıyıdaş ülkelerin değil, yatırımcı şirketlerin ve onların ait oldukları ülkelerin de dahil oldukları büyük tartışmalara yol açmıştır.10 

Tartışma başlangıçta Rusya Federasyonu’nun 5 Ekim 1994’de Birleşmiş Milletler’e verdiği bir nota ile gündeme gelmiş ve Rusya, Hazar’da uluslararası deniz hukuku kuarallarının uygulanmamasını talep etmiştir. Bu kanunun uygulaması durumunda "deniz" kabul edilen bir suda doğal kaynakların geliştirilmesi ve işletilmesi, çevresindeki ülkelerin milli bölgelerine (national zones) göre paylaştırılacağından, diğer kıyıdaş ülkelere oranla Hazar’da çok daha sınırlı kıyısı olan Rusya, doğal olarak bu uygulamayı istememektedir. Azerbaycan ise, bu görüşe karşı çıkarak Hazar’ın bir deniz olduğunu ve SSCB döneminde Sovyetler’in İran’a sormaksızın 12 millik bölgenin dışında faaliyet yaptığını ve Sovyet dönemindeki haritalarda İran-Sovyet sınırından çizilen çizgi ile Hazar’ın bölündüğünü öne sürerek Rus tezine karşı çıkmaktadır. 

Hazar eğer göl olarak kabul edilirse her ülke kendi tarafında belli bir uzaklığa kadar özel alanlara sahip olacak, ortada kalan alan ise herkesin kullanımına sunulacaktır. Bu durumda ortada kalan bölümde her isteyen petrol arayabilecek ve bulduğu taktirde bu petrolü çıkarabilecektir. 

Eğer deniz olarak kabul edilirse Hazar tamamen ulusal bölgelere bölünecek ve ortada hiç serbest bölge kalmayacaktır.11 

9  Caspian Oil and Gas, IEA, 1998. 
10 Alaeddin Yalçınkaya, Türk Cumhuriyetleri ve Petrol Boru Hatları, Bağlam Yayınları, Ankara, 1998, s. 78. 
11 Alaeddin Yalçınkaya, a.g.m. s.70. 


Kıyı ülkeleri sorunu ne kadar hızlı çözerlerse petrolden o kadar erken faydalanmaya başlayacaklardır. Bu sebeple çeşitli çözüm önerileri ortaya atılmaktadır. Son olarak Kazakistan ve Rusya Temmuz 1998'de yaptıkları bir antlaşma ile Hazar'ın dibinin ulusal bölgelere bölünmesi ancak yüzeyinin ortak kullanıma sunulmasını kararlaştırılmıştır. 

Orta Asya'nın jeopolitiğini belirleyen etkenler arasında yer alan petrol Kazakistan siyaseti ve ekonomisi için de büyük bir öneme sahiptir. 

Bağımsızlığı izleyen ilk yıllarda yabancı yatırımcılar Kazakistan’a yatırım yapmaktan kaçınmışlardır. Çünkü siyasi ve ekonomik durumun henüz belirsiz olduğu 1990’lı yılların başlarında Orta Asya'da yatırım yapmak büyük bir risk olarak değerlendiriliyordu. Fakat istikrarın sağlanması ve yatırımlar için uygun ortamların oluşturulması neticesinde özellikle petrol ile ilgilenen uluslararası güçler Kazakistan'da yatırımlara giriştiler. Başta Rusya ve ABD olmak üzere pek çok ülkenin kamu ve özel sektöründen yatırımcılar Kazak petrollerini arama, 
çıkarma ve pazarlama işine yatırım yapmışlardır. 

Her ne kadar, yapılan anlaşmalar ve bugüne kadar gerçekleştirilen büyük yatırımlar daha önce de belirttiğimiz gibi yatırımcı şirketler için bir nevi güvence gibi değerlendirilmekte ise de, gene de Hazar’ın Statüsü’nün ilgili taraflarca kesin bir çözüme ulaştırılamamış olması tümü için olmasa da, bazı projeler açısından olumsuz etken olarak değerlendirilebilmektedir. Kazakistan açısından bakıldığında da, Azerbaycan’a nazaran Rusya’ya daha bağımlı olan Kazakistan, Hazar’ın Statüsü konusunda Azerbaycan’a paralel görüşleri savunsa da, Rus tezlerine karşı onun kadar doğrudan tavır almamakta ve olabildiğince "orta yol"cu bir politika izlemektedir. 

3. Kazak Petrollerinin Dünya Piyasasına Taşınmasına Yönelik Politikalar 

Kazak petrollerinin dünya pazarına açılması için önerilen projeler, sadece petrol taşıyan boru hattı önerileri değil, bunun da ötesinde stratejik önemi olan ve bazı ülkelerin stratejik konumunu arttıran, bazı ülkelerin ise stratejik konumunu zayıflatan özellikler taşımaktadırlar. O yüzdendir ki petrol boru hatlarının güzergahları sorunu, çoğu ülkelerin dış politika sorunu haline gelmiştir. Sovyetler Birliği dağılmadan önce, Kazakistan’dan uluslararası pazara ulaşabilecek tüm gaz ve petrol boruhatları, Rusya Federasyonu’nun toprakların dan geçecek biçimde inşa edilmişti (Bu husus, bölgedeki diğer ülkeler için de geçerlidir.) Bu nedenle Rusya, başta Kazakistan olmak üzere Azerbaycan ve Türkmenistan gibi ülkelerin petrol ve doğal gaz kaynaklarını, uluslararası fiyatlara uygun biçimde ihraç ederek ekonomik yönden bağımsız olmalarının en önemli anahtarını elinde tutmaktadır. Böylece, Kazakistan ihraç yollarına yönelik Rusya dışı alternatiflere eğilim gösterdiği zaman, karşısına Rusya’nın mevcut ihraç hatlarında "kota kısıtlaması" dahil çeşitli engelleri çıkmaktadır. Rusya’nın Sovyetler döneminde oluşturduğu bu tek yönlü ihraç sistemi, bölge ülkelerinin bağımsızlıklarının ve alternatif ihraç hattı arayışlarının önündeki en ciddi engeldir. Bu tek yönlülük, Rusya’nın bölgedeki mevcut hegemonyasını sürdürmesinin de en etkin aracı olarak ortaya çıkmaktadır. 

Amerika açısından, Hazar petrolleri Körfez petrollerine alternatif olabilecek petrol kaynaklarının artması ve çeşitlenmesini öngören ulusal enerji politikası açısından önem arzetmektedir. Bu tesbit, ABD’nin bölgeyi tamamen Rusya’nın hegemonyasına bırakmamasını gerektiren ve yaşamsal önemi olan bir tesbitse de, birçok ülkede olduğu gibi ABD’de de karar mekanizmasında etkin birden fazla güç odağının olması, dönemsel olarak Rusya’ya karşı farklı uygulamaları gündeme getirmektedir. Diğer bir ifadeyle, ABD’nin Rusya Federasyonu’nca Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerine yönelik oluşturulan baskıya karşı izlediği politikada dönemsel farklılıklar oluşabilmektedir. 

Dışişleri Bakan vekili Tallbott, "Clinton yönetiminin Moskova’nın Kafkasya ve Orta Asya üzerindeki stratejik kontrol kurmaya yönelik hegamonyacı politikalarına karşı koymaya kararlı olduğunu" açıklamıştı.12  Fakat, Strobe Tallbott aynı zamanda, ABD’nin bölgeye yönelik politikasında "Russia First" (Önce Rusya) diye sembolleşen politikasıyla özdeşleşen isim de olmuştur. Zaten mevcut ihraç hatları itibarı ile tüm kontrolü elinde tutan Rusya, "Önce Rusya" uygulaması ile bu kontrolünü ABD’nin desteği ile pekiştirmiş olmaktadır. ABD’nin 1995’lerde formüle ettiği ve yıllar içinde giderek daha çok seslendirdiği "Multiple Pipelines" (Çoklu Boruhatları) politikası ise Rusya’nın dışında 
da ihraç hatları olmasını savunan ve Hazar’ın altından geçtikten sonra ve Türkmen gazını Bakü-Ceyhan Petrol Hattı’na paralel bir hatla gene Türkiye’ye ulaştıracak entegre bir sistemin hayata geçirilmesini savunuyordu. Kazak petrolünün de Hazar’ın altından bir boruhattı ile geçtikten sonra Bakü-Ceyhan’la birleşmesi, bu sistemi tamamlayan bir diğer önemli stratejik unsurdu. Bu politika, "Doğu-Batı Enerji Koridoru" adıyla da anılmakta ve ABD’nin resmi politikası olarak hemen her platformda yetkililerce halen de kullanılmaktadır. Bu politikanın bir diğer temel özelliği de, Hazar Bölgesi petrol ve gazının uluslararası pazara ulaşımında İran üzerinden geçmemesinin sağlanmasıdır.13 

12 Şükrü Elekdağ, Milliyet, 24 Kasım 1997. 
13 International Herald Tribune, 21 Kasım 1997. 

Sovyetler’in dağılmasından ardından Rusya çok doğal olarak uzun bir sarsılma süreci yaşadı ve ilk yıllarda, bölgedeki kontrol açısından etkili olamadı. Buna karşın, ABD yönetiminin de aktif desteği ile batılı şirketler, yeni bağımsız olan Azerbaycan ve Kazakistan gibi ülkelerin petrol sahalarına yönelik yoğun bir yatırım hamlesi başlattılar. Bu ilk yıllarda, Azerbaycan Başkanı Aliyev ile Kazakistan Başkanı Nazarbayev’in, Amerika’nın yeni politikasından hayli etkilendikleri, daha doğrusu yüreklendikleri görüldü. Eskiden Moskova’yı ürkütecekleri korkusuyla boru hattı güzergahı hakkında Rusya dışı tercihlerini açığa vurmaktan kaçınırlarken, bu konuda rahat konuşmaya başladılar.14 Aliyev bu politikanın hala arkasındaysa da son yıllarda Nazarbayev’in Rusya’ya karşı çok daha temkinli olduğu ve tüm önceliğin CPC hattında olduğunu sıkça tekrarladığını görmekteyiz. Rusya ile çok uzun ve çoğunlukla korumasız bir ortak sınırı olan Kazakistan’da toplam nüfusun içinde %30’dan fazla Rus kökenli vatandaş barındırmasının da etkisi ile bu politikanın egemen olduğu yorumları yapılmaktadır.15 

Kazakistan ekonomisinin, Rusya’ya bağımlılığı da bu eğilimde etkin olan diğer bir gerçekliktir. Boru hatlarındaki bağımlılığa paralel olarak, doğuda üretilen Kazak petrolü, Rus rafinerilerine verilmek zorunda iken, Kazak rafinerileri de birçok bölgede Rus petrolüne bağımlıdır. Daha önce de sıkça vurgulandığı gibi, Kazakistan gaz ve petrol ihraç hatlarının Rusya’dan geçme zorunluluğu Rusya’nın Kazakistan’daki sahalarda hak taleplerine de yansıtmaktadır. Karaçıganak sahasında Gazprom’a verilen %15’lik hisse, Rusya’nın hatları keserek uyguladığı bu baskı politikasının bir örneğidir. 

Tüm bu nedenlerle Rusya, bölgedeki yeni bağımsız diğer ülkeler gibi, Kazakistan’ın da kontrolünü elinden çıkarmak istememekte ve alternatif projeleri engellemek için her olanağı devreye sokmaktadır. 

Petrol ve doğal gazda Pazar payının paylaşımı açısından kendine rakip olabilecek ülkelerde, yatırımlara girerek etkili olmaya çalışan Rusya, bunu Türkmenistan ve İran’da denemektedir. Türkmenistan gazının farklı yollardan pazarlanmasını engellemek için bu gazı kendisi alan Rusya, ilk aşamada imzaladığı yıllık 20 milyar m3 ile yetinmeyerek, bu miktarı her yıl 10 milyar m3 arttırma gayreti içindedir. Böylece, Türkmen gazını uluslar arası fiyatın üçte birine alan Rusya, Türkmenistan’ın olası gelirlerini keserken, bir yandan da kendi rezervlerini koruyarak ucuza aldığı gazı üçüncü taraflara daha pahalıya satarak aradaki farktan gelir sağlamaktadır. İran’a ilişkin olarak ise, örneğin Rus gaz şirketi GAZPROM, Fransız TOTAL şirketiyle İran’da doğalgaz projesine katılma konusunda İran ile görüş birliğine varmıştır.16 


14 Şükrü Elekdağ, a.g.m. 
15 The Political Economy of Russian Oil, David Lane (der.), U.S.A., 1999. 


4. Olası Güzergahlar Kazak petrollerini taşımak amacıyla öne çıkan belli başlı projeler şunlardır: 


1. CPC (Caspian Pipeline Consortium): Tengiz-Atırau-Astrahan-Novorossisk (Karadeniz güzergahı) 
2. Tengiz-İran-Basra Körfezi (Hint Okyanusu güzergahı) 
3. Tengiz-Bakü-Tiflis-Ceyhan (Akdeniz güzergahı) 
4. Batı Kazakistan (Özen-Aktöbe)-Çin (Pasifik Okyanusu) güzergahı 

1. CPC (Türkçesi: Hazar Petrol Boruhattı Konsorsiyumu): Tengiz-Atırau-Astrahan-Novorossisk (Karadeniz güzergahı): 

Bu proje, Kazakistan’ın Tengiz sahası petrolünü, Rusya’nın Karadeniz limanı Novorossisk’e taşımak üzere oluşturulmuştu. Proje bedeli yaklaşık 2.5 milyar dolardır.17 Bu hat tamamlandığında ilk aşamada yılık yaklaşık 30 milyon ton kapasiteye ulaşacak, ek yatırımla bu kapasite yılda 75 milyon tona ulaşabilecek tir. Proje başlangıçta, Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu (CPC) üyesi olan Kazakistan ve Umman arasında 1992’de ele alınmış ve daha sonra da Kazakistan’ın Tengiz sahasının geliştirilmesi hakkını 1993’de alan Tengiz Chevroil’in ve Rusya Federasyonu’nun katılımı ile genişletilmiştir.18 Tengiz Chevroil’de en büyük hissedar, 2000 yılı başlarında bu projedeki hissesini %50’ye çıkaran Chevron’dur. Başlangıçta ortaklar arasında çeşitli anlaşmazlıklar yaşanmış ve taraflar boru hattına petrol verme garantisi karşılığında hattın mülkiyeti, işletmesi ve yapacağı yatırım konularında anlaşma sağlayamamıştı. Chevron’a "B" tipi (oy kullanma hakkı olmayan) hisseler teklif edilmiş, fakat Chevron bu teklifi ve petrol nakliyatı için istenen tarifeyi yüksek bularak geri çevirmişti. Diğer yandan Umman adına devreye giren Oman Oil Company’nin katkısından çok ötede pay istemesi de sorun olmuş ve anlaşmazlıklar Aralık 1996’ya kadar sürmüştür. Kazakistan için bu projenin önemini göz önünde bulundurarak Kazakistan Devlet Başkanı N. Nazarbayev diğer CPC ortaklarıyla 
görüşerek Kazakistan ile Rusya’nın toplam hisseleri haricinde kalan ve sahip olacakları geri kalan %50’lik paya eşit değerde finansman sağlanmasını, 
ayrıca petrol boru hattı tarifelerinin de uluslararası prensiplere ve pratiğe dayanarak mantıklı bir biçimde belirlenmesini talep etmiştir.19 

16 Dış Basın ve Türkiye, Asahi Sh›mbun, 15 Ekim 1997, Tokyo, 16 Ekim 1997, Ankara No: 193. 
17 http://www.chevron.com/finance/annual-99-supplement/p13.html 
18 Caspian Oil and Gas, IEA, 1998, p:213-214. 

İlk anlaşmayı müteakip, Kazakistan Hükümeti "Hissedarlar Anlaşması"nı Mart 1997’de, Rusya Hükümeti ise Nisan 1997’de onayladı. 

Buna göre, hisselerin dağılımı Tablo-3’de hattın geçeceği güzergahın haritası ise, Hartita-1’de yer almaktadır. 



TABLO-3: CPC BORUHATTI HİSSE DAĞILIMI 

HİSSEDAR %     TEMSİL       2000 Yılında Vereceği miktar (milyon ton)     2014 Yılında Vereceği miktar (milyon ton) 
Rusya Federasyonu 24 Lukoil, Rosneft, Transneft Kazakistan 19 Kazakoil Umman 7 KazakPipeline Ventures 1.75 
LukArco 12.5 Rus Lukoil, ABD’li ARCO Rosneft-Shell 7.5 Rus Rosneft, Shell (İng-Hol.) Chevron 15 ABD 
Mobil 7.5 ABD Oryx 1.75 ABD British Gas 2 İngiliz Agip 2 İtalya Didar Kazakstan, Say›:1, 1995, s:10. 





Harita-1: CPC Boruhattı Güzergahı 
Kaynak: CPC Websitesi) 

CPC’ye yönelik anlaşmaların imzalanmasından sonra bu kez de Rusya Federasyonu’na bağlı bölgesel hükümetlerle geçiş hakkı sorunları yaşanmıştır. 

Kazakistan ve Rusya’da mevcut bir kısım hattın kısmen yenilenmesi ve özellikle de Rusya içinde yeni hatların ve Novorossisk’de (mevcut limanın 15 km kuzeyinde) yeni bir yükleme tesisinin inşası ile oluşacak hattın toplam uzunluğu 1440 km.’dir. Hattın inşası 1998’de başlamış olup, 2001 yılı sonunda tamam lanması beklenmektedir. Bu programın gerçekleşmesi açısından teknik ya da mali bir sorun gözükmemektedir. 

İlk aşamada yaklaşık 30 milyon ton taşıması hedeflenen hattın 4 aşamada ve tahminen 2012-2014 yıllarında 70-75 milyon tonluk tam kapasitesine ulaşması beklenmektedir. 

CPC hattı, görüleceği gibi, Tengiz petrolünün tamamını taşımaya adaydır. Halen yılda yaklaşık 10.5 milyon ton petrol üretilen ve 2000 yılı sonunda 13 milyon tona çıkacağı açıklanan (Şekil-1) Tengiz sahası’nın en yüksek üretim seviyesi olan 35 milyon tona, 2010 yılında çıkması beklenmektedir. Buradan da görüleceği gibi, dev Tengiz sahasının en tepe üretimi dahi, 70-75 milyon ton Kazak petrolü olmadan ekonomik olamayacak Bakü-Ceyhan hattı için de önemli bir engel teşkil etmektedir. Bu hattın, Kazakistan’ın diğer mevcut sahalarının (örneğin Karaçıganak) alması da yeterli olmayacak ve yeni keşfedilen Kaşagan sahasının da, beklendiği oranda petrol içermesi halinde bile, uzun yıllar CPC’yi doldurmaya yöneleceği açıktır. 




ŞEKİL-1: Tengiz Sahası Üretimi 


CPC’nin Türkiye açısından bir diğer olumsuz yanı, Boğazlar açısından önemli çevre riski oluşturmasıdır. Halen yılda 35-40 milyon ton civarında olduğu ifade edilen petrol ve benzeri kargo taşıyan tanker trafiğinin CPC’nin devreye girmesi ile 2001 yılından sonra önce 30 milyon tonluk ve daha sonra 70-75 milyonluk ek kapasiteyle tehdit edileceği görülmektedir. Tüm uyarılara karşın başta Chevron şirketi olmak üzere uluslararası petrol şirketleri, varil başına 5-10 sent daha 
fazla gelir sağlayacakları hesabı ile, Karadeniz’de tankerlere yükleyecekleri Kazak petrolünü Boğazlar’dan geçirmeye kararlı görünmektedirler.


2. Tengiz -İran -Basra Körfezi (Hint Okyanusu güzergahı): Burada iki alternatif sözkonusudur: 

2.1. "Takas yoluyla" (swap) petrol nakliyatı: Petrolünü sadece Rusya üzerinden dış pazara satabilen Kazakistan için İran’ın önerdiği bu proje önemli bir alternatif oluşturmaktadır. Caspian Update, Remarks by Richard Matzke, VP of the Board Chevron Corp. To the Ann. Meeting of Stockholders, San Ramon, California, April 26,2000. 


"Takas Anlaşması", ABD’nin de onaylaması üzerine 1996 yazında Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev ile İran Cumhurbaşkanı Rafsancani tarafından imzalanmış, 1997 yılından itibaren petrol takası başlamıştır. Söz konusu anlaşma ile yılda 2 ile 6 milyon ton arasında değişen Kazak petrolleri Hazar üzerinden İran’ın kuzeyine ulaştırılacak, aynı miktarda İran petrolü de güneyden dünya petrol pazarına sunulacaktı. 

Fakat İran, Kazak petrolünde kükürt oranının fazla olduğunu gerekçe göstererek, 26 Mart 1997’de anlaşmayı askıya almıştır. 

Kazakistan petrol konusunda aynı sıkıntıyı geçmişte Rusya üzerinden taşıdığı petrolde de yaşamış ve Rusya, 1996’da aynı gerekçelerle taşınacak Kazak petrolünde %70 oranında azaltmaya gitmişti.21 

Son dönemde İran Yönetimi, takas uygulamasında cazip yeni koşullar önererek, alternatif ihraç yollarına karşı avantaj sağlamaya çalışmaktadır. Bunun en son örneği İran Petrol Bakanı Bijan Zanganeh’in, "1 Ocak 2000’den geçerli olmak üzere, %30’luk bir indirim" sözü vermesiydi.22 Bu teklifle, daha önce ton başına 24 USD olarak alınan geçiş tarifesinin 17 USD’a ineceğini ve 12 USD’a kadar da 
düşürülebileceğini açıklayan İran, önemli bir hamle yapmış oldu. 

Ancak, geçici bir çözüm olan bu "takas" yönteminin, petrol üretimi arttıkça alternatif arayışlara dönüşeceği açıktır. Çünkü, iyimser senaryoda üretimi 2010’da yılda 100 milyon tona, ihracatı 55-84 milyon tona ulaşması öngörülen bir ülke için 6 milyon tonluk kapasitenin az olacağı ortadadır. Bu yöntem, geçici bir süre için parasal kaynak sağlamak ve diğer yandan da, cazip tarife önerileri ile diğer alternatifleri mümkün olduğunca geciktirmek amaçlarıyla kullanılan ara çözümlerin bir bileşkesi olarak değerlendirilebilir. 

2.2. Petrol boru hattı ile nakliyat: Bu boru hattı Kazakistan için en ucuz ihraç yöntemine olmasına rağmen siyasi baskılar yüzünden askıya alınmıştır. Petrol şirketleri yetkilileri, İran üzerinden Basra Körfezi’ne uzanacak petrol boru hattı maaliyetinin 1 milyar USD’i aşmayacağını belirtmektedirler. Washington Yönetimi ise Kazakistan ve Türkmenistan’ı, boru hatlarını Rusya ya da İran üzerinden geçirme tasarılarından vazgeçirmeye çalışmaktadır.23 

21 Türk Cumhuriyetleri Haber Bülteni, T.C.Başbakanlık Basın ve Enformasyon Müdürlüğü Ankara, 1997, Sayı: 2,s.9. 
22 Iranian Deal May Entice Caspian Oil Away From Turkish Pipeline", Stratfor Commentary, 2330 GMT, 991209 
23 Ergün Balcı, Cumhuriyet, 24 Kasım 1997. 


ABD’den gelen baskılara rağmen Kazakistan, bu güzergahlardan vazgeçmek istemiyor. Bunu Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev’in şu sözlerinden de anlamak mümkündür: 

"İran bizim için dış politikada her zaman ve birçok nedenle, önemli bir stratejik ortağımızdır. 
Birincisi, Hazar Denizi çevresindeki devletlerin, denizin ve deniz altındaki kaynakların kullanımı konusunda İran’ın görüşü olmaksızın 
karar vermeleri olanaksızdır. İkincisi, İran güzergahı bizim ürünlerimiz in dünya pazarına açılması için alternatif bir çıkış yolu ve dünyaya açılan bir penceredir. Üçüncüsü, bu devlet (dünya politikasında) etkili olmuş ve halen etkili olan bir devlettir; bölgede ve İslam dünyasın da, ekonomik ve siyasi olgularda kilit konumdadır". 24 

Burada en önemli engel, ABD’nin İran’a karşı uyguladığı politikadır. Petrol boru hattının toprakları üzerinden geçmesiyle İran’ın stratejik önem kazanacak olması, ABD için istenmeyen bir durumdur. Bu projenin gerçekleşmesinin bir önemli ön koşulu, İran’ın yeni seçilen ılımlı Cumhurbaşkanı Hatemi’nin getireceği yumuşama ile ABD’nin İran’a karşı tutumunu değiştirmesi hususu idi. Fakat İran politikasının muhafazakarların etkisinden kurtulacak bir görünüm arzetmemesi nedeniyle, ABD’nin tavrında çok önemli bir değişiklikten söz etmek için henüz erkendir. 

ABD’nin İran’a karşı tavrına karşın, Batılı şirketlerin İran’la ilgili planları ve girişimleri, oldukça farklı bir görünümdedir. Avrupa’lı şirketlerin İran’a yaklaşımlarında ticari çıkar kaygıları daha belirleyici olmakta ve ABD’nin boşalttığı bu etki alanını doldurarak ABD rekabetinin de olmamasından 
çifte avantaj sağlamayı hedeflemektedirler. Bunun önemli örneklerinden birisi de, bir İngiliz-Hollanda ortak şirketi olan Shell’in ABD ambargosu tehdidine rağmen geçtiğimiz aylarda (Tarih) İran’ın petrol sektöründe 800 milyon dolarlık yatırım anlaşması imzalamasıdır. 

Rus şirketleri de, Avrupa’lı şirketler gibi, İran’da petrol ve gaz sektörüne yıllardır yoğun ilgi göstermektedirler. Rusya’nın İran’a olan ilgisi, yalnızca petrol ve gaz sektörü ile sınırlı olmamış ve askeri konuları da kapsayan çok geniş bir yelpazede sürmüştür. Ancak son dönemde değişik nedenlerle, Rusya ve İran arasında uzaklaşmalar ve bazı yatırımlardan çekilmeler söz konusu olmaktadır. Bunun temel nedenlerinden biri de, bu iki ülkenin bölgede, siyasi olduğu kadar ekonomik alanda da doğal olarak birbirlerinin rakibi olmalarıdır. Rusya’nın başlangıçtan beri zaten var olan Irak’a yakınlığının son dönemde artması da, İran ile ilişkilerinde hissedilir bir soğukluğa neden olan diğer bir etkendir.25 

24 Nursultan Nazarbayev, Na Poroge XXI Veka, s.240. 
25 Iran-Russia Military Cooperation Slipping, Stratfor Commentary, http://www.stratfor.com/meaf/commentary/
0004140059.htm 


Bu genel siyasi değerlendirmeyi de akılda tutarak, İran’ın Avrupa’lı şirketlerin olumlu yaklaşımlarına karşın, kısa dönemde bir petrol boru hattı için finans bulmasının çok kolay olmadığı söylenebilir. Fakat, İran’ın Hazar petrolünü kendi toprakları üzerinden taşıtmak için yoğun çabaları halen sürmektedir. 28 

Nisan 2000’de, İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Muhammed Hüseyin Adeli, planladıkları 90 milyon tonluk ve 1500 km. uzunluğundaki boru hattının, bölgeden pazara en ucuz, en kısa ve çevre açısından da en uygun yol olduğunu açıkladıktan sonra, hattın toplam maliyetinin 1.2 milyar doları geçmeyeceğini ve projenin ilk aşaması olarak, İran’ın Hazar kıyısındaki limanlarından olan Neka’dan Tahran’a 390 km.’lik ve 40 milyon tonluk bir hattın "inşasına 
başlandığını" ifade etmiştir.26 İkinci aşamada ise, 1500 km.’lik ve Kazakistan’dan başlayan ve Türkmenistan üzerinden İran’a ulaşan 50 milyon tonluk ikinci bir hattın inşası planlanmaktadır. 

3. Tengiz-Bakü-Ceyhan (Akdeniz güzergahı): 

Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev, Kazak petrolünün ülke için önemini, "Kazakistan için, Kazak petrollerinin dünya pazarına açılması hayati önem taşır" cümlesi ile ifade etmişti.27 Bu konuda Türkiye ile Kazakistan arasındaki işbirliği, bugüne kadar söz düzeyinde olumlu, ancak pratikte sorunlu bir durumdadır. Olası petrol hattı güzergahları arasında Tengiz (Kazakistan)- (Hazar’ın altından)-Bakü-Tiflis-Ceyhan projesi de yer almaktadır. 

Bu proje, ABD yönetimi’nin "Doğu-Batı Enerji Koridoru" ve "Çoklu Boruhatları" politikasının ayrılmaz bir parçası olarak 1995’den beri ısrarla savunulmaktadır. Ancak bu çabanın hattın ve bu hattın temelindeki politikanın hayata geçmesi yönünde bugün için başarılı olduğunu söylemek de zordur. Türkiye’nin de 1990’ların başından beri uluslararası kamuoyunda savunduğu bu proje, Kazakistan’ın tamamen Rusya üzerinden geçen petrol ihraç yollarına akılcı bir alternatif olması açısından da hayati önemdedir. Bu hattın gerçekleşmesi halinde Kazakistan, petrolünü uluslararası fiyatlarla satabileceği kesintisiz bir hatta kavuşmuş olacaktır. 

1995 Temmuz’unda devlet başkanlarınca imzalanan "Kazakistan ve Türkiye arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi ve derinleştirilmesi" hakkındaki protokolde, tarafların "Kazak petrollerinin dünya pazarına, Türkiye üzerinden Akdeniz’e taşınması" konusunda mutabık kalınmış ve teknik, finansman ve diğer çalışmaların devam ettirilmesine karar verilmiştir. 

26 Iran enters pipeline race to export Kazakh Caspian oil, http://www.gasandoil.com/goc/news/ntc02160.htm 
27 Nursultan Nazarbayev, A.g.e. s. 241. 



Bu konumun geliştirilmesi amacı ile, Kazakistan Petrol ve Gaz Sanayii Bakanlığı ile Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı arasında, boru hattı inşaası için uluslararası şirketin kurulması ile iki taraflı çalışmaların başlatılmasını konu alan bir diğer protokol imzalanmıştır. Bu protokoller ve gelişmeler, Kazakistan’ın diğer yükümlülüklerine ters düşmemekte ve ilgili ülkelerin katılımını da öngörmektedir. Zaten Başbakan Mesut Yılmaz’ın 1997 Eylül ayındaki Kazakistan ziyareti esnasında Nazarbayev, boru hatları konusundaki 
düşüncelerini, "Novorossisk boru hattının tamamlanması halinde daha 2005 yılında üretimi artacak olan Kazak petrolünün ihracı için ilave boru hatları gerekecektir. Biz Novorossisk dışındaki ihraç petrollerimizi tekrar Rusya üzerinden geçirmeyi istemiyoruz. Tengiz yataklarının üretimine bir hattı Bakü’ye taşıyarak Bakü - Ceyhan hattına bağlamak istiyoruz" şeklinde açıklamıştı. Referans ver 

Türkiye, Bakü-Ceyhan Boruhattı’nı önerirken ve bu hattın yılda toplam 45 milyon ton Hazar Bölgesi petrolü taşımasını hedeflerken, Azeri petrolünün yanısıra, Kazak petrolünün taşınmasını da hedeflemişti.28 Bakü-Ceyhan Hattı’na Kazakistan’ın yılda en az 20 milyon ton petrol taahhüt etmemesi halinde, bu hattın ekonomikliği iyice tartışılır durumda olacaktır. Öte yandan, daha önceki bölümlerde değindiğimiz CPC Hattı’nın hızla ilerliyor olması, Bakü-Ceyhan’ın "Kazak ayağını" (Tengiz-Bakü) kritik duruma getirmiştir. Tengiz sahasının maksimum üretim değeri olan 35 milyon ton, 70- 75 milyon ton kapasiteli CPS hattının ancak yarısını doldurmaktadır. Dolayısıyle, Hazar’ın Kazak kesiminde 
yeni keşfedilen Kaşağan sahasının ortakları, Tengiz-BaküCeyhan’ı tercih etse bile, bu ancak CPC doldurulduktan sonra ve belki de Nazarbayev’in ifadesi ile 2015 yılında mümkün olabilecektir. 

Öte yandan, Rusya, başlangıçtan beri bu projeye karşı çıkmıştır. Rusya, Sovyetler döneminde tamamen kendi toprakları üzerinden olan hatlarla uluslararası pazara çıkabilen Kazakistan (ve diğerleri) üzerindeki bu egemenliği nin kırılmasını hiçbir biçimde kabule yanaşmamaktadır. 

1997 Kasım ayından itibaren Hazar denizi’nden çıkarılan erken Supsa, petrol Rusya’nın Novorossisk Limanı’na pompalanmaya başlamıştı. Ancak, Rusya erken petrol gibi ana petrolün de Rusya’dan geçmesi için bastırıyor. Bu çerçevede, Rus petrol şirketi ROSNEFT’in Başkanı Aleksandr Putilov, Sofya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında ilk tepki olarak, Moskova’nın boru hattı güzergahının Hazar Denizi, Rusya ve Bulgaristan üzerinden Yunanistan ve Akdeniz’e olması yönünde daha çok çaba harcayacağını bildirmiştir. 

28 Orta Asya Ve Kafkasya’da Bitmeyen Oyun:Bakü-Ceyhan Boru Hattı, A. Necdet Pamir, ASAM Yayınları, Temmuz 1999. 



Bu konuda da başarılı bir politika izleyerek, CPC hattının inşaatına başlanması konusunda büyük bir başarı kazanmıştır. Azeri petrolünün uluslararası pazara ulaşması konusunda da benzer bir strateji izleyen Rusya, bilindiği gibi Bakü-Grozni-Novorossisk erken petrol boru hattını ve yeni olarak da Bakü-Dağıstan-Novorossisk hattını devreye koyarak, "Çoklu Boruhatları" politikasını bu aşamada, tamamen sözde kalmaya mahkum etmiş görünmektedir. Bugün için Hazar ve Orta Asya’dan uluslararası pazara yönelen boruhatları, sınırlı kapasiteli (yılda 5 milyon ton; ek yatırım olursa en çok 11 milyon ton) Bakü-Supsa erken petrol hattı ve çok sınırlı "swap" (İran) alternatifi dışında tamamen Rusya üzerinden geçmektedir. 

Karadeniz’de sonlanan tüm hatların bir diğer ve hayati sakıncası da Novorossisk, Tuapse, Odessa veya Supsa gibi limanlara ulaşan petrolün, uluslararası pazara ulaşmak için tankerlere yüklenerek Boğazlar’dan geçme zorunluluğudur. Bu da Boğazlar ve İstanbul için büyük risk oluşturmaktadır. Her ne kadar, Boğaz "by-pass" projeleri de sıkça tartışılmaktaysa da, çok uluslu petrol şirketleri kar etme olgusu gündeme geldiğinde çevre sorunlarını ve daha evvel yaşanmış büyük faciaları unutmuş görünmektedirler. 

Tengiz-Bakü-Ceyhan hattı, Boğazlar’ı bu riskten kurtaracak bir çözüm olduğundan ayrıca savunulması gereken bir projedir. AGİT Zirvesi sırasında imzalanan anlaşmalarla Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan bu hattın yapımı konusunda iradelerini ortaya koyarak, 18 Kasım 1999’da İstanbul Deklarasyon u’nu imzaladılar.29 Bu anlaşmaya Kazakistan da imza koydu. ABD ise "şahit" sıfatıyla Başkan Clinton’un imzası ile varlığını gösterdi. Ancak AGİT dönüşünde, Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev, Bakü-Ceyhan’a ancak yeterli petrol üretimine ulaşılması halinde petrol verebileceklerini ifade etti. Anımsanacağı gibi, bundan önceki yıllarda da aynı devlet başkanları tarafından benzer  protokoller ve anlaşmalar imzalanmıştı. Azerbaycan, Türkmenistan ve Gürcistan, Bakü-Ceyhan hattı konusunda mutabakata varırken, Kazakistan, ABD’nin önerisine "şartlı destek" vermişti. Nazarbayev, Bakü-Ceyhan hattının uygulamada gecikilmeden 1998 Ekim’ine kadar hayata geçirilebilirse, bunu destekleyip Kazakistan’dan İran’a gidecek boru hattından vazgeçeceğini açıklamıştı. Daha sonra 1998’in Ekim ayında Türkiye, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan ve Özbekistan Devlet Başkanları ile ABD Enerji Bakanı (gözlemci) tarafından Hazar petrolü konusunda ortak deklarasyon imzalanmıştı. 

29 Petro Gas Dergisi, Sayı:14, Kasım-Aralık 1999,s:16 

Deklarasyon'a göre, taraf devletler Hazar petrolünün Türkiye üzerinden geçmesi için prensip olarak anlaşmışlardı. Buna göre hat güzergahı Bakü (Azerbaycan)-Tiflis (Gürcistan)-Ceyhan (Türkiye) olacaktı. Kazakistan ve Türkmenistan petrolleri Hazar’ı geçerek Bakü petrolüne eklenecekti. 

Fakat tüm bunlar bugüne kadar gerçekleşme aşamasına gelememiştir. 

Burada vurgulamamız gereken husus, AGİT sırasında anlaşmaların imzalanmalarının ve daha sonra bu anlaşmaların Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye Parlamento’larında onaylanmış olmalarının, önemli olmakla birlikte, bu hattın yapımı için bağlayıcı ya da son nokta olmadığı ve asıl önemli olanın somut "throughput" (hattın içinden geçecek petrolün somut taahhütü) anlaşmalarının ve finansmanın sağlanmasının gerekliliğidir. Mevcut gelişmeler, bu hattın şansını uzun yıllar sonrasına atmaktadır. Zira, hattın Azerbaycan ayağında da ciddi engeller vardır ve Mega Proje’de en önemli oyuncular arasında yer alan BP-Amoco’nun bugüne kadar yaptığı açıklamalar, çok genel "destek" sözlerinin dışında, bağlayıcı değildir. Mega Proje’nin % 10 hisse sahibi şirketlerinden LukOil (Rus) Bakü-Ceyhan’a petrol vermeyeceğini açıkca ifade etmektedir. Ortaklardan Exxon-Mobil de benzeri tutum içindedir. Bu şirketlerin tümü, CPC hattının önemli ortakları olarak, rakip bir projenin hissedarlarıdır. 2004 yılında Mega Proje’nin beklenen üretimi 

17.5 milyon tondur ve görüldüğü gibi ortakların tercihleri Bakü-Ceyhan yönünde değildir. Azerbaycan ayağı olmadansa, Tengiz-Bakü ayağının hiçbir gerçekleşme şansı olmayacaktır. 

4. Batı Kazakistan (Özen-Aktöbe)-Çin (Pasifik Okyanusu güzergahı): 

Batılı devletler Kazak petrolünün hangi güzergahtan gideceğini tartışırken, Kazakistan’ın önde gelen petrol şirketlerinden AKTÖBEMUNAYGAZ (%60) ile ÖZENMUNAYGAZ’ın (%55) ortaklığını alan Çin Milli Petrol Şitketi (CNPC) Kazak petrolünün doğuya, yani Pasifik’e taşınması için Kazakistan hükümeti ile "asrın anlaşmasını" imzaladılar. 

Projeye göre boru hattı, Özen ve Aktöbe petrol sahalarına bağlanarak Batı Çin’e kadar uzanacaktır. Buradan da Çin boru hattı sistemine bağlanacak Kazak petrolü Pasifik’e ulaştırılacaktır. İnşaası planlanan boru hattı yaklaşık 3.000 km. uzunluğundadır. Proje, 60 ayda tamamlanacak ve 9.5 milyar USD’a mal olacaktır. Boru hattının ikinci kolu ise, Özen’den başlayacak ve Türkmenistan üzerinden geçen 320 km’lik boru hattıyla İran’a ulaştıracaktır. Bu projenin gerçekleşmesi ekonomik yönden çok olası görünmese de, Çin açısından stratejik 
önemdedir. Kazakistan açısından da ihraç hatlarının Rusya tekelinden kurtulması anlamına geldiğinden büyük önem arzetmektedir. 

Ham petrole yönelik yukarıda aktardığımız projelerin dışında, gaz boruhatlarında da Rusya Federasyonu’nun tekeli söz konusudur. Bu avantajını etkin olarak kullanan Rusya, Kazak gazının Rusya üzerinden taşınmasını kendi taleplerine uymadığı takdirde, olanaksız kılabilme gücüne sahiptir. Karaşağanak gazının Kazakistan içinde "hapsedilmesi", bir diğer deyişle ihraçe dilmemesi durumunda, gazın iç piyasaya pazarlanması yatırımcılara yatırılan kaynağın iadesini sağlayamayacaktır. 

Rusya, Kazak gazını çok ucuza almakta ve büyük bir coğrafyaya yayılmış bir ülke olan Kazakistan’ın bir başka bölgesine çok daha pahalı olarak ihraç etmektedir. Bunun somut örneği, 4 Haziran 2000 tarihinde Kazak iktidarı yanlısı Egemen Kazakistan gazetesinde çıkan haberde açıkça görülmektedir. Bu habere göre, Karaşaganak’taki gaz Rusya’ya bin metreküpü 8 dolardan satılmakta, Rus Gazprom şirketi ise aynı gazın bin metreküpünü Kazakistan’ın Kostanya ve Aktöbe eyaletlerine 25 dolardan geri satmaktadır. Buna karşın, geçtiğimiz günlerde Kazakistan’da doğal gaz alanında yetkilendirilmiş olan Belçikalı Tractabel şirketinin yetkilerinin iptal edilmesinin ardından, bu yetkilerin 
Gazprom’a verileceği yönünde yoğun haberler gelmektedir.30 Bu gelişmeler, gaz boruhatlarında da Rusya dışı alternatiflerin ne denli gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Çin Milli Şirketi (CNPC) bu alanda da alternatif yaratması açısından etkin bir rol oynamaktadır. 

Karaşığanak gaz yatağı ortakları ile Çin arasında ortak mutabakata varılabilmesi halinde, düşünülen petrol boru hattına paralel olarak bir gaz boru hattının da inşası söz konusu olabilecektir. Çin kartını aktif bir şekilde YUZHNEFTEGAZ AO sahibi Kanada şirketi Hurricain Hydrocabons oynamaktadır. Bugün için ekonomik boyutu nedeniyle hayata geçmesi çok zor görünen projenin gerçekleşmesi durumunda Çin, Kazakistan enerji sektöründe en büyük yatırımı gerçekleştiren ülke olacak ve bölgedeki dengelerde ciddi değişikliklere neden olacaktır. 

5. Petrol Boru Hattının Türkiye’den Geçmesi Durumunda Sağlanacak Yararlar Türkiye, Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin dağılmasından sonra uluslararası 
arenada siyasi yönden daha da önemli bir konuma geldi. Uluslararası ilişkilerde Türkiye’yi öne çıkaran coğrafi konumun da ötesindeki olgu, dağılma sonrasında ortaya çıkan bağımsızlığını yeni kazanan Türk Cumhuriyetleridir. Bu devletlerin Türk asıllı olmaları, Türkiye ile din, dil, ırk ve tarih birliklerinin olması, Türkiye’nin bu ülkelerle geliştirilecek ortak yatırımlarda ve işbirliği projelerinde etkili olmasının objektif koşullarını oluşturmaktadır. 

30 Türkiye’nin Sesi Radyosu Kazakça Yayınları, 04.06.2000. 


Yeni oluşan bu devletler zor bir geçiş dönemini yaşamaktadırlar. Türkiye bu devletleri ilk tanıyan ve imkanları ölçüsünde destek vermeye çalışan, doğal bağlantılardan dolayı en yakın ülkedir. Hissi yaklaşımları bir yana bırakırsak, devletin de kişi olmadığını gözönünde bulunduracak olur isek, ülkeleri birbirine bağlayan ekonomik ve siyasi menfaatlerdir. Din, dil, ırk ve tarihi temellerinin ortak olması ise, bu ilişkilerde öncelik ve güvenilirlik sağlayacaktır. 

Bakü-Ceyhan hattı Türkiye’ye sanıldığı gibi büyük bir ekonomik gelir getirmeyecektir. Yapılan resmi açıklamalara göre, Türkiye bu hattan, ilk 
16 yıl varil başına 55 sent (20 sentlik vergi dahil), takibeden 24 yıl ise 80 sent (37 senti vergi) gelir elde edecektir. İlk 16 yıllık dönemde boruhattı yarı kapasite ile, sonraki dönemde tam kapasite ile çalışacaktır.31 Bu somut verilere bakıldığında, Bakü-Ceyhan hattından Türkiye’nin tarife geliri açısından elde edeceği gelir, yılda 100 milyon doların biraz üzerinde olacaktır. Yılda 100 milyar dolarlık ticaret hacmi olan Türkiye’nin 100 milyon dolar için Bakü-Ceyhan’ı zorlaması doğal olarak akılcı olmayacaktır. Ancak bu hattın stratejik önemi tartışılmayacak kadar önemlidir. Sıkça vurgulandığı gibi, Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun ayrılmaz parçası olan bu hat, Kazakistan, Azerbaycan ve 
Türkmenistan gibi ülkeleri Rusya’nın tekelinden kurtaracak yaşamsal bir çözümdür. Böylece, kesintisiz ihraç olanağına kavuşacak ülkeler, doğal kaynaklarını gerçek değeri ile ihraç etme imkanına kavuşabileceklerdir. Bu yoldan hızla kalkınacak olan bölge ülkeleri, gerçek anlamda bağımsızlıklarını elde ederken, ekonomileri de istikrar kazanacaktır. Böylece Türkiye de, ekonomik olarak gelişmiş bu ülkelere çok daha sağlıklı koşullarda, petrol ve gazla sınırlı olmayan çok geniş bir yelpazede yatırım ve ticaret yapabilme olanağına ulaşacaktır. Bu uzun erimli ekonomik hedef, Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin asıl kazancıdır.32 Ayrıca, gerek Azerbaycan’da ve gerekse Kazakistan’da petrol ve gaz sahalarında yatırımları olan Türkiye (TPAO), arama ve üretim süreçlerinde etkin olduğu projelerden üretilen kaynakları kendi ülkesinde getirecek ve çift taraflı kazanç sağlayacaktır. Bu husus, Türkiye’nin enerji kaynağı sağlamada çeşitlilik ilkesi açısından stratejik olarak yararınadır. Doğal gaz ihtiyacının tamamına yakınını Rusya’dan sağlayan bir Türkiye yerine, Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’dan petrol ve gaz alan bir Türkiye, gerek bu coğrafyada ve gerekse tüm uluslararası ilişkilerinde çok daha bağımsız hareket edebilecektir. 

31 Bakü-Ceyhan çalışabilir ve finanse edilebilir duruma geldi, Metin Eral’la röportaj, Petro Gas Dergisi, s.14. 
32 A. Necet Pamir, A.g.e, s. 67. 


Hattın bir başka avantajı da petrole ödenecek pararın taşıma ücretine sayılması yolu ile Türkiye’nin nakit parayla ithal ettiği petrol için kredi almak zorunda kalmamasıdır. Buna göre, Türkiye’nin petrole yılda ödediği paranın yaklaşık %17’si karşılanmış olacaktır.33 Bunun dışında, hattın Türkiye kısmındaki inşaat açısından da önemli gelir beklenmektedir. Hattın bu kısmının tahmini toplam maliyeti olan 1.7 milyar dolar içinde bir önemli kısmının Türk müteaahhitlerince kazanabileceği ve önemli bir istihdam olanağı yaratması düşünceleri birçok açıdan gerçekçi bir beklenti sayılmalıdır. Ceyhan limanında oluşacak ekonomik canlanma ve önümüzdeki yıllarda burada yeni rafineri ve petrokimya tesislerinin yapılması beklentileri de Baku-Ceyhan hattının ülkeye getireceği diğer kazançlar arasında sayılmalıdır. 

Tüm bu gelişmeler bir arada değerlendirildiğinde, Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun yaşama geçmesi yönündeki her yeni adım Türkiye’nin Avrasya’daki stratejik konumunu güçlendirerek onu bölgede söz sahibi ülke konumuna getirecektir. 

Bugün Türkiye ekonomisi, gelişmekte olan ülkeler kulübünün üst basamağında yerini almıştır. Temel sayılacak, refah ölçütlerini ve yeterli derecede yetişmiş insan gücünü yakalamış olan Türkiye, ağır bir tempoyla ilerlemektedir. Stratejik konumu ve bol işgücü ile Türkiye diğer ülkelere göre daha şanslı durumdadır. Fakat, son yıllarda yaşanan siyasi istikrarsızlık, ülkenin ekonomisini olumsuz yönde etkilemektedir. İktidara gelen hükümetlerce enflasyon düşürülememektedir. 

Türkiye gibi, enflasyonun yüksek ve işsizliğin de yaygın olduğu ülke için, bütün batılı devletleri cezbeden, Hazar petrolünün bu ülke üzerinden geçmesi, hayati önem taşır. Bugün Bakü-Ceyhan olarak bilinen boru hattı yılda 45 milyon ton ham petrol taşıyabilecek bir kapasitede. 
Bu, Türkiye’ye petrol fiyatında avantaj sağlayacaktır. Körfez Savaşından bu yana petrol ürünleri fiyatları devamlı bir şekilde yükseldi. Zira, Türkiye komşusu olan İrak’a uygulanan ambargoya katılmıştı ve Irak petrollerinden "vazgeçmişti". 

Irak ile Türkiye’yi bağlayan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı Türkiye’nin "Aktif Tarafsızlık" politikasını izlediği İran-Irak Savaşı sırasında yapılmıştı. Bu hat günde 1.7 milyon varil petrol pompalamaktaydı ve Türkiye petrol ihtiyacının %40’ını buradan sağlamakta idi. Türkiye’nin bu hattı kapatmakla, uğradığı zarar meydandaydı. Türkiye, ambargoya katılmakla beraber, milyonlarca dolarla ifade edilen kayıplara uğramaya başlamıştı. Bu arada petrol fiyatları da 41 dolara yükselmişti. 

33 İpek Yolu, Sayı: 19, Temmuz 1995, s.27. 



Boru hattının açılmasıyla Türkiye birçok avantajı da yakalama şansına sahip olacak. Yalnızca taşımacılık işlerinden alacağı ücret yılda yaklaşık 500milyon doları bulacak. Bu ücret, yatırımın büyüklüğüne göre belirlenecek. Türkiye yıllık ithal ettiği yaklaşık 180 milyon varil petrolü bu hattan alacak. Nakliye maliyeti düşeceği için 17.2 dolar olan fiyat daha da inecek. Böylece petrole yılda 3 milyar dolardan (yaklaşık 126 trilyon lira) daha az para ödenecek. 

Hattın bir başka avantajı da petrole ödenecek paranın taşıma ücretine sayılması olacak. Türkiye, nakit parayla ithal ettiği petrol için kredi almak zorunda kalmayacak. Bu, Türkiye’nin petrole yılda ödediği paranın yaklaşık %17’sini karşılama anlamına gelecek. 

Bu durumda boru hattının kirasından da yıllık 250 milyon dolar gelir elde edilecek. Petrol boru hattı inşaası ile inşaat sektörünün canlanması 
geçici bir sürede olsa işsizliğe çare olacak. Türkiye’nin Avrasya haritasındaki stratejik konumunu güçlendirerek söz sahibi ülke konumuna getirecek. 

Batı’nın petrole bağımlılığı, 20 Ekim 1973 yılındaki Arap ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu ile ortaya çıkmıştı. Laik Türkiye’nin bu bölgede rakip haline gelmesi Batılı Devletleri rahatlatacaktır. Bugüne kadar Avrupa Birliği’nin kapısını çalan Türkiye, üye olmaya imkan kazanacaktır. Boru hattının Türkiye’ye kazandıracağı avantajlar ortada. Geriye Türk Diplomasisinin komşusu İran’ın uyguladığı gibi aktif diplomasisi kalıyor. 

Bu durum NATO’nun Kosova’ya müdahalesinden önceydi. Kosova’nın bağımsız olma umutları ve NATO gücünün orada konuşlandırılması, Türkiye hariç bölgedeki diğer ülkelerin leyhine olan, "Trans-Balkan güzergahı" alternatifi ortaya çıktı. Böylece ABD kendi gücünü Avrupa’nın göbeğinde yerleştirerek, Balkanlar gibi strarejik noktayı kontrol altına almayı amaçlamaktadır. Bu durum ABD ve Rusya menfaatlerini zedelemediği gibi tersine iki devletin de çıkarınadır. Rusya açısından avantajı, hattın büyük bir bölümünün Rusya üzerinden 
geçmesi ve boğazlardan geçiremediği petrolleri buradan ulaştırmasıdır. 

Dolayısıyla, ekonomik yönden fayda sağlayarak, siyasi yönden de hat 
üzerinde önemli ölçüde söz sahibi olacaktır. Amerika açısından önemi ise, enerji kaynaklarını kontrol altında tutma imkanının sağlanmasıdır. 

Fakat, bu güzergahın gerçekleşebilmesi için Balkanlarda kalıcı barış ve istikrarın sağlanmasına ihtiyaç vardır. Bu yüzdendir ki söz konusu barış ve istikrarın sağlanması için 44 ülkenin katılımıyla Saray Bosna’da gerçekleştirilen Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı gerçekleştirilmiştir. 

Fakat yakın zamanlarda Balkanlarda istikrarın sağlanacağı düşünülmemektedir. O yüzden Bakü-Ceyhan Hattı alternatifi yakın gelecekte önemini yitirmeyecektir. 

Sonuç 

Kazakistan, petrol ve gaz rezervleri itibarı ile yalnızca bölgede değil, özellikle Hazar’ın kendi kesiminde yeni keşfedilen Kaşağan sahasının da katkısı ile dünyanın sayılı ülkeleri arasındadır. Gerçek anlamda bağımsız olabilmenin vazgeçilmez koşullarından birinin ekonomik bağımsızlık olduğu dikkate alındığında, Kazakistan’ın bu doğal zenginliklerini uluslararası pazara ihraç ederek, bağımsız ve gelişmiş bir ülke olabilmesi mümkündür. Ne var ki, ülkenin tüm ihraç yollarının Rusya Federasyonu sınırları içinden geçerek uluslararası pazara çıkabiliyor olması, Kazakistan’ı bu ülkeye bağımlı kılmaktadır. Bu bağımlılık yalnız ihraç yolları açısından değil, sanayideki birçok alandaki bağımlılık açısından da geçerlidir. Kazakistan nüfusunun % 30-40’lık kesiminin Rus kökenli olması, Rusya ile uzun ve çoğunlukla korumasız bir sınırın 
varlığı, Rusya’nın Hazar’ın statüsü konusunu bir engelleme unsuru olarak kullanması gibi birçok etken de Rusya’nın Kazakistan üzerinde "oynayabildiği" rolü arttıran unsurlardır. Kazakistan’dan uluslararası pazara ulaşmak üzere Sovyetler dağıldıktan sonra inşa edilmekte olan yeni hat da (CPC) gene Rusya sınırları içinden geçmektedir. Bu durum, yukarıda sözü edilen bağımlılığı daha da arttıran bir etken olmuştur. 

Türkiye’nin ve ABD’nin savunduğu Bakü-Ceyhan ya da Tengiz-Bakü-Ceyhan projesi, aslında Kazakistan’ın ve Azerbaycan’ın Rusya’ya bağımlılığını azaltacak, doğal kaynaklarını kesintisiz yollardan ve rekabet unsurunun da devreye girmesiyle uluslararası fiyattan satabilmelerini sağlayacak bir projedir. Bugüne kadarki gelişmeler, bu hattın inşasına yönelik yeterli adımları sağlamamıştır. Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’nin parlementolarından geçirdikleri ve çerçeve anlaşmalar diye de nitelenebilecek anlaşmalar olumlu adımlarsa da, hattın içinden geçecek petrol miktarının taahhüt altına alınamamış olması, projenin gerçekleşebilmesinin önündeki en önemli engeldir. 

Özellikle bu hattın gereksinim duyduğu Kazak petrolünün yetersiz olması ya da Kazak tarafı veya petrol şirketlerince taahhütte bulunulmaması, hattın gerçekleş me şansını zora sokmakta ya da belirsiz bir tarihe itmektedir. En yüksek noktasında yılda 35 milyon tona ulaşabilecek olan Tengiz sahası üretimi, tamamen CPC hattına verilmek üzere anlaşmaya bağlanmıştır. Son olarak keşfedilen Kaşağan sahası içinse, yatırımcı şirketler temkinli konuşmakta ve gerek rezerv ve gerekse üretim tahminleri için rakam vermemektedirler. Bunun ticari gerekçeleri olduğu kadar teknik gerekçeleri de vardır ve henüz ilk kuyu delinmişken bu açıklamaların yapılması doğru da değildir. Ancak, projenin 
ortaklarından olan Japan National Oil Corporation’ın sözcüsü, Reuters’e 5 Temmuz 2000’de verdiği demeçte, bu sahada 2010 yılında yılda 50 milyon tonluk bir üretim beklediklerini ifade etmiştir. Burada dikkat etmemiz gereken husus, proje ortaklarının bu petrolü inşa edilmiş, işleyen ve boş kapasitesi olan CPC hattı dururken, proje halindeki Tengiz-Bakü-Ceyhan’a vermeleri kolay görünmemesidir. 

Ayrıca, üretilecek petrolde büyük payı olan şirketlerin, ABD ve Türkiye gibi "stratejik" çıkardan ziyade, varil başına elde edecekleri karı düşünmeleri doğal davranış biçimleridir. Öte yandan Kazakistan’ın stratejik çıkarlarının Tengiz-Bakü-Ceyhan’da olmasına rağmen, CPC çok daha somut bir projedir ve hattın bir bölümü Kazakistan’dan geçtiğinden bu ülkeye tarife geliri de sağlayacaktır. 

Diğer yandan ABD desteği olmaksızın gerçekleşmesi zor olan DoğuBatı Koridoru Projesi’nde ABD’nin ilgisi ve desteği ve bunlara bağlı olarak da etkisi son dönemde azalmış görünmektedir. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Birincisi, bazı ABD’li uzmanların savunduğu görüşe göre ABD, petrol gereksiniminin önemli bölümünü, arama ve üretim maliyetlerinin daha düşük olduğu Kuzey Afrika (örneğin: Nijerya) ve diğer bölgelerden karşılamaya yönelmiştir. Hazar Bölgesi’nde şirketler kanalı ile en az 30 yıllık hak sahibi olan ABD’nin en azından bu bölgeye bugün için enerji kaynakları açısından ilgisi bir süre ertelenmiş olarak değerlendirilmektedir. Ancak, 20-30 yıl sonrasını değil 100 yıl sonrasını planlayarak, enerji güvenliği açısından son derece hassas olan ABD’nin bu bölgeden tamamen ilgisini çekmesi de beklenmemelidir. 

ABD’nin bugünkü ilgi azalmasının bir diğer nedeni de, yaklaşan başkanlık seçimleri olarak değerlendirilmektedir. 

Seçimlerde prim yapacak konular sıralamasında bu bölgenin sorunları, ABD "reel politikası" açısından en üst sıralarda değerlendirilmemektedir. 

Diğer yandan ABD’nin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın 15 Nisan 2000’de bölge liderlerine yaptığı ziyaretler sırasında üzerinde en çok durduğu 
konulardan biri olan insan hakları ve demokrasi konuları, başta Kazakistan lideri Nazarbayev olmak üzere, bu liderler tarafından sıcak karşılanmamakta ve rahatsızlık yaratmaktadır. Buna karşın Putin’in ustaca kullandığı "İslami radikal akımlara ve terörizme karşı işbirliği" kartı kısa dönemde daha fazla prim yapmaktadır. 

Türkiye’nin ise son yıllarda sürekli koalisyonlarla yönetilmesi, bölgeye yönelik politikalarında yeterince tutarlı bir çizgiyi yansıtmamasına yol açmıştır. Bu nedenle, son yıllarda eski Cumhurbaşkanı Demirel’in "kişisel" denebilecek uygulamaları dışında, Türkiye’nin aktif ve sonuç alıcı bir politika izlediğini söylemek zordur. 

Sonuç olarak bugünkü somut gelişmeler ışığında, Kazakistan başta olmak üzere, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülkelerin giderek Rusya Federasyonu’nun politikalarına daha yakın ve son tahlilde bu politikaya hizmet eden projelere bağlandıkları görülmektedir. Bu nedenle Türkiye ve ABD’nin daha somut ve gerçekçi politikalarla bölgeye yönelmesi gerekmektedir. 

http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/252-276%20saule.PDF

..