GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2019 Cumartesi

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN “ TÜRK ” KAVRAMIYLA ÖZDEŞLEŞMESİ

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN  “ TÜRK ” KAVRAMIYLA ÖZDEŞLEŞMESİ 


Prof. Dr. Tuncer BAYKARA * 
* Ege Üniversitesi, İzmir. 


XI. yüzyıldan itibaren Batıya göçen ve Selçuklu Devleti’nin siyasi idaresindeki halka, komşuları tarafından “Türk” denmekte idi. 
XIX. yüzyıldan itibaren Devlet-i Âliye-i Osmaniye olarak bilinen devletin mensuplarının, Türk oldukları dört bir yönden komşuları tarafından söylenilmeye devam ediyordu. Ancak bu devletin mensupları kendi içlerinde bu kavramı, komşularının belirttikleri kadar etkili benimseyemiyorlardı. “Türk” kavramını benimsememe hususu, sadece Batıda değil İç Asya’da da görülen bir vakıa idi. 
Osmanlı İnsanı, XIX.yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren yeni bir Avrupalılaşma sürecine girmiş idi. Bu oluşum içinde Avrupayı tanıyan Türklerin sayısı da artmış bulunuyordu. Denizciler olarak İtalyancayı ve ayrıca Frenkçe de denilen Fransızcayı bilen Türkler, bu dillerde kendi ülkelerine Turkhia veya Turquie dendiğini görüyorlardı. Onlar, yani Avrupalılar yaygın olarak Osmanlı Devleti değil, fakat söyleniş itibariyle “Türki” veya “Türkiya” telaffuz etmekte idiler. 

Avrupa’ya gidip gelen veya orada eğitim gören Türkler, zamanla bu kavramları da benimsemişlerdi. Mesela Şinasi (l826-1871) mesela Ahmed Vefik Paşa (l828-1891) bunlar arasında sayılabilir. Bu arada, onlara göre daha genç olarak Ali Suavi de (1839-1878) ve Namık Kemal (1840-1888) de unutulmamak gerekir. Ali Suavi, Paris’de çıkardığı iki dilli Türkçe ve Fransızca Osmanlı ülkesini tanıtan 
kitaplarında, Memalik-i Osmaniye demeyip “Türkiye” demeyi tercih etmiş idi. Bu dönemde, yani 1870’li yıllarda Türkiye yanında, yer yer Türkistan kavramının da kullanıldığını görülüyor. Osmanlı geleneksel veya klasik çağının “Türk”ü “ kaba, taşralı ve köylü” sayan anlayışı bu bilgiler ışığında yumuşamış bulunuyordu. 

Türk Harbiyesinin eğitiminde, devrin bu türden gelişmeleri de yerini bulmuş idiler. Süleyman Paşa’nın etkisiyle 1870’lerde başlıyan yeni eğitim dönemi sonrasında da aynı şekilde devam etmiştir. 
Artık Türk Harbiyesinde yetişenler, “Osmanlı” özellikleri kadar “Türk” kavramı hakkında da bilgi sahibidirler. Ancak Harbiye’nin bulunduğu İstanbul, “Türk” değil, fakat Osmanlı özellikleriyle dikkati çeken bir yerdir. Orada yaşayanlar için taşralılar, ancak Türk olabilirlerdi. Gerçi bu düşünce sadece İstanbul için geçerli olmayıp, Selçuklu çağının mirasçısı hemen bütün şehirler halkı için de geçerlidir 
(Ankara’ için Prof. Dr. Muzaffer Arıkan’ın gözlemi dikkati çekicidir). 

Osmanlı Devleti’nin güçsüzleşip tarih sahnesinden kaybolma sürecine girdiğinde, bu Devleti herşeyi ile benimsemiş olan insanların kendilerine ne demeleri bir mesele olarak ortaya çıkmıştı. “Osmanlı”, XIX yy sonlarında dini veya etnik kesin bir anlam taşımayan yepyeni bir kimlik adı olarak iddialı bir şekilde dikkati çekiyordu. İlk bakışta bu, ülke içindeki birliği sağlayacak bir harç gibiydi Bu kavramın üzerinde, nitekim bir zaman için fazlasıyla duruldu ve etkili kılınmak istendi. Çünkü bu kavramda sadece etnik kimlik değil, dini hoşgörü de bütün yönleriyle canlandırılmak istendi. Osmanlı Devleti içinde yaşayanlara dini veya etnik kimlikleri ne olursa olsun onlara “Osmanlı” denme çabaları, XIX yüzyıl sonlarında bir hayli etkindir. Ancak bütün bu çabalara rağmen, bu deneme başarılı olamadı. 

XX. yüzyılın ilk 20 yılındaki oluşumlar ve özellikle Cihan Harbi sonundaki durum, ülkesine sahip çıkmak isteyenleri çok etkiledi. Çünkü, vaktiyle Osmanlı idaresi altında barış ve mutluluk içinde yaşayanlar birer-ikişer devletten kopup çekip gitmeye başlamışlardı. Osmanlı Devleti’den ayrılmak, adeta bir akım haline gelmişti. Peki ayrılmak istemeyenler, Devletine herşeyi ile sahip çıkanlar ne olacaktı? 

Bu önemli bir mesele sayılabilirdi. Neticede Devletini her şeye rağmen yaşatmak isteyenler için yapılabilecek bir şeyler de olmalı idi. 
“Osmanlı “ kavramının bu hususta etkili bir yeri olamamıştı. Cihan Harbi içinde dahi, birçok aydın ve asker bu konuyu düşünmüş olmalıdır. 
Gerçi kendisi de bir taşralı olan Ziya Gökalp, XX. yüzyıl başlarında artık bir “Türkiye” den açık olarak söz etmeye başlamıştı. 
“Turan” büyük olsa da “Türkiye” de Türklerin vatanı idi. Hem artık bu Türkler artık, “köylü, taşralı, kaba, cahil” olmayıp, bin beş yüz yıl önce bir büyük Devlet (Göktürk) kurmuş imişler. Türk’ün böylesine çok uzaklara giden geçmişi, özellikle dünya yayınlarını takip eden münevverler de etkili oldu. 
Onlarda Türk’e, Türk kavramına, onun yaygın anlamından çıkarak yönelen olumsuz duygular da kaybolmaya yüz tutmuştu. 

Türk kavramı, Balkan Savaşları’ndan sonra ilk ve canlı olarak yeniden gündeme gelmişti. Çünkü, Müslüman olarak olduğu kadar, o zamanlarda Hıristiyanların gözünde Müslüman ile özdeş olan Türk olmaları sebebiyle pek çok Türk katledilmiş, zulüm ve işkence görmüştü. 
“Türk Ocakları” bundan sonra daha bir canlılık kazanacak, “Türk” kavramı İstanbul insanı için de etkili olacaktır. 
Cihan Harbi içindeki gelişmeler, özellikle Şam ve Irak dolaylarında savaşan askerlerin zihninde “İslam” kardeşliğinin büyük yara almasına yol açtı. Türk askerlerinin din kardeşleri tarafından gaddarca muamele görmesi de bunda etkili olmalıdır. 
Bu türden gelişmelerin ışığında Türk subayları ve aydınları Devletin gelecekteki çehresi yeniden düşünülür olmaya başlamıştır. 

Neticede, o zamana kadar, İstanbul merkezli kültürel çevrelerde hor görülen, “taşralı, köylü, dağlı” gibi anlamları etkin olan “Türk” kavramı acaba bu birliği sağlayabilir mi diye pek çok askerin ve münevverin zihninde düşünülmeye başlandı. Özellikle 1918 yenilgisi sonunda bu hususu daha ciddi olarak düşünenler çoğaldı. Hatta bazı emareler göstermektedir ki Osmanlı hanedanı devam etse dahi Devletin adının Türkiye/Türkiyâ olarak benimsenebileceği bir ihtimal olarak ortaya çıktı Bu önemli bir gelişme sayılabilirdi. 

I. Devletin adının artık “Türk” kökenine bağlı olarak bir yeni ad alabilme imkânını düşünmemiz, yeni bir olaydır. Ancak bunun ciddî olarak ileri sürülebileceğini şu üç önemli kayıt ışığında söylüyoruz. 

a. Necib Asım ve Mehmed Arif Efendiler, 1919 yılında yayımlanan bir Osmanlı Tarihi kaleme almışlar idi. Bu eserin adı her ne kadar Osmanlı Tarihi ise de, bu eserin çeşitli yerlerinde, Devletin adı olarak açık ve kesin bir şekilde Türkiye ismi de kullanılmaktadır. 

b. Hüseyin Kazım Kadri, XX yüzyıl başlarının etkili bir siyaset ve kültür insanıdır. Mütareke sonrasının çözüm arayışları içinde, bazı düşünceleri, Mustafa Kemal Paşa’nınki ile uyuşmamıştır. Ancak kendisi İstanbul çevrelerinde etkili bir kimsedir. 
Onun bu yıllarda yayımlanan bir kitabının başlığında “Türkiye” kavramı açık ve kesin bir şekilde kullanılmaktadır: 
On Temmuz İnkılabı ve Netayici: 
Türkiye İnkirazının Saikleri. 

c. Dikkatimizi çeken son misal 1920 başlarında toplanan İstanbul Meclis-i Mebusan’ınca kabul edilen Misak-ı Millî metnindedir. 
Hem Osmanlı hem de Ankara tarafından kabul edilen bu metinde açıkça “Türkiye” Devletin adı olarak geçmektedir:”Türkiye sulhüne bırakılan Batı Trakya’nın...”. 

II. XIX.yüzyıl sonlarında yetişen bir Türk olarak Mustafa Kemal Paşa, yukarda sözünü ettiğimiz gelişmelerin içinden gelmekte idi. Bir yandan İstanbul’daki bu gelişmeler, öte yanda Ankara’nın doğrudan temsil ettiği “taşra” ve Türk özellikleri sebebiyle Millî Mücadele’nin ilk anlarından beri Türk kavramı belirli bir yükseliş çizgisi göstermektedir. Gerçi, Kafkaslardan yeni gelen ve kendi alt 
kimliğinin etkisinde kalıp onu Türk ile bir sayanlar kimi zaman, buna itiraz edeceklerdir. Mustafa Kemal Paşa, onlara o zamanın geniş Osmanlı anlayışı ile cevap verecek ve onları yatıştıracaktır. Ancak Büyük Millet Meclisi ki, bir süre sonra başına “Türkiye” kelimesi de gelecektir, 1921 de geçici Anasayasında devletin adını “Türkiye” olarak açıkça adlandırmakta idi. 
Çünkü Millî Mücadele yılllarından itibaren Anadolu insanının, Osmanlı Paytahtı İstanbul’dan bakıldığında “taşralı, köylü” gibi anlamlar yüklediği “Türk” kavramı, şimdiden çok yerde “Osmanlı”nın yerini almakta idi. 1920-1923 arasındaki gelişmeler her geçen gün bu yeni oluşumu etkiledi. Sonucunda yukarda dediğimiz gibi Ankara’daki Meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak anıldığı gibi, bu meclisin kabul ettiği 1921 anayasası dahi “Türkiye Devleti”nden söz eder oldu. 

III. Ankara’dakilerin Türk kavramından böylesine etkilenmesinde, bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın büyük payı vardır. Hatta denebilir ki bu yeni akımın en güçlü siması Gazi Mustafa Kemal Paşa idi. O, Osmanlı taşrasında doğup büyüyen bir insan olarak, muhtemelen 

İstanbul’da, kendisine yöneltilen “Türk” sıfatı dolayısıyla bu duyguları yaşamıştı. 23 Nisan 1920’de toplanan Meclis üyelerinin pek büyük bir çoğunluğu “taşra”lı, yani Türk idiler. Taşrada doğup büyüyenler için bu kavramın anlamı, Osmanlı Devlet merkezindeki gibi olmamakla birlikte, onlar da değişen birşeylerin olduğunu seziyor ve anlıyorlardı. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın zaman zaman belirttiği, gibi artık Anadolu İstanbul’a tabi olmayacak, aksine İstanbul Anadolu ’ya tabi olacak idi. Bu sözlerde sadece siyasi veya hukuki bir anlam değil, onlara ilaveten yukardan beri sözünü ettiğimiz yeni anlayışın da izlerini ve etkilerini bulmak pekala mümkündür. 
Kısacası “Taşralı’ların, yani Türklerin etkin olduğu bir Meclis, yeni anlayışla kolaylıkla uyuşabilirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın sonraki zamanlarında da yanında daha çok Taşralıları, yani Türkleri bulundurduğu, mesela bir Şükrü Kaya’ya büyük önem verdiğini bu arada unutmamak gerekir. 

IV. Biraz daha genel olarak düşünürsek, Batıdaki Türk Devleti’nin adında, o zamana kadar “Türk” ile ilgili bir hatıra yokken, şimdi adını, “Türk” unsurunun etkisi olarak adını önce “Türkiye” olarak değiştirdi. İlk zamanlardaki Türkiya/Türkiye tartışmalarının meselenin özüyle bir ilgisi yoktur. 1923’de Devletin idare şekli de Cumhuriyet oldu. Şimdi meselenin öteki yönü, Türkiye Devleti’nin mensuplarının kendilerini “Türk” olarak saymaları hususu ele alınabilirdi. Osmanlı kimliğinden Türk kimliğine geçiş, birçok önemli problemleri 
de beraberinde getirebilirdi. Bir “imperium” olan Osmanlı Devleti’nin “İslamiyet” merkezli anlayışından, “Türk” merkezli bir düşünceye geçiş büyük bir kültür savaşı gerektirebilirdi. Devletin sınırlarının yeni durumu, böylesine bir kavrayış değişikliğine daha çok imkân verebilirdi. Ancak, Osmanlı Devleti veya Batı Türklüğünün, kişiyi esas alan, onun baba veya atalarına hiç de önem vermeyen 
anlayışına nasıl uyarlanabilecekti. Acaba “Türklük” bir soydan gelim mi kabul edilecekti? Ama geçmişte bu ülkede babası bir Hıristiyan olan kimse, Müslüman olup Osmanlı Devleti’nin hizmetine giriyor, Batılıların deyimi ile “Türk” oluyor, kanıyla, canıyla Devleti için hizmet ediyordu. Kişiyi, onun baba veya atalarını değil, doğrudan kendisini esas alan zihniyet, yeni dönemde de devam ettirilmek 
gerekirdi. Nitekim Osmanlı geleneklerinin içinden de gelen Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet’in l0.yıl nutkunda, Türk’ü alabildiğince yüceleştirdi. En sonunda da güzelliğini, kıymetini ve etkisini hala da devam ettiren ünlü vecizesiyle bitirdi: “Ne Mutlu Türk’üm Diyene”. 

Devletin sahipleri, “Osmanlı” İdaresi tarih sahnesinden silinirken, 1923 sonrasında kendilerine yeni bir ortak kimlik bulmak zorunda idiler. Çünkü artık bir şahıs ve hanedan adının etkisini gösteren “Osmanlı” kavramı bitmişti. Peki bu yeni ortak kavram ne olabilirdi? 
Devletin yeni alanına göre geleneksel merkez İstanbul kenarda kalmıştı. Ankara, yani vaktiyle İstanbul’a göre taşra bir şehir, devletin merkezi olacaktı. “Taşra” ile Türk arasındaki bağa yukarda da temas etmiş idim. Şu halde yeni dönemin en etkili kavramı pekala “Türk” olabilirdi. Hem Türk’e, vaktiyle Osmanlıya yüklenen anlam gibi, doğrudan kişiyi, insanı esas alan bir anlama da ağırlık verilebilirdi. 
Nitekim Gazi Mustafa Kemal Paşa, Onuncu Yıl Nutkunda “Ne mutlu Türk olana” dememiş, “Türk’üm diyene” diyerek Türklüğü bir benimseme ve kabullenme saymıştır. O zaman Devletin içindekiler, kim olurlarsa olsunlar, “Türk” olabilirlerdi. Kendilerini Türk sayabilirler di. 

Bu konuda kendilerinin “Türk’üm” demelerinden gayri hiçbir merci, kimse veya zümre onların kimlikleri hakkında karar veremezdi. 

Devletin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve öteki kanunları, bu türden gelişmelere uygun olarak düzenlenmişlerdir: 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 88. Maddesi  şöyle der: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.” Bu madde sonraki Anayasalarda da öz olarak aynen devam etmektedir: 1982 Ayasasası, 66 madde başında şöyle der: “Türk Devletine Vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” 

V. “Türk” kavramını yeniden yüceltmek ve ona en yüksek değeri vermek Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın eseridir. Nitekim o kendisini Türk ile o kadar özdeş ve aynı saymıştır ki Soyadı Kanunu çıktığında, soyadını bu esasa göre Atatürk olarak almıştır. Bize kalırsa Türk kavramının yücelmesi ile Atatürk, öteki millî kavramlara, milletlere hiç de olumsuz bakmamıştır. Aksine, Türk’ün onlarla bir arada, yan yana ve barış içinde yaşaması gerektiğine dair sayısız sözü ve davranışı vardır. 
Atatürkçülüğün adeta birinci temeli şu halde “Türk” kavramına büyük değer vermektir. Ancak burada dikkatli olmak, Türk’ü bir kan veya ırk meselesi olarak değil, bir benimseme ve kabullenme olarak almak gerekir. Bunu, ülke, devlet ve mensupları için nasıl gerçekleşeceğini Ne Mutlu Türk’üm Diyene “ vecizesiyle gösterdi. Bu asla unutulmamak lazım gelen bir direktif tir. 

Sonuç olarak diyoruz ki Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silinirken, Osmanlı kavramı’nın yerini alabilecek en geniş, güzel ve etkili kavram ancak Türk olabilirdi. “Türk” bu özelliği ile adeta Gazi Mustafa Kemal Paşa, yâni Atatürk ile özdeş gibidir. 

***