ORSAM RAPORU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ORSAM RAPORU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2017 Perşembe

Sinemanın Tanıklığında ORTADOĞU ve DARBE


Sinemanın Tanıklığında ORTADOĞU ve DARBE



Sertaç Timur DEMİR 
Yrd. Doç. Dr., Gümüşhane Üniversitesi 
ORSAM RAPORU,


Ortadoğu’daki sinema geleneği, özellikle son dönem Filistin filmlerini bir kenara koyarsak, düzen sarsma ve adalet aramanın kapılarını zorlayamaz. 
Gündelik yaşamı da derinlemesine kısıtlayan Ortadoğu’daki darbeci anlayıştan –ona karşı durmak için beslenen bir sinema kültürü gelişmemiştir. 


Elia Suleiman’ın “The Time that Remains” (Geride Kalan, 2009) filminden bir kare. 

   Ortadoğu’nun siyasi ve toplumsal kaderinin radikal bir şekilde değiştiği 20. yüzyıl başları, aynı zamanda sinematografın da icat edilip, yaygınlaşmaya
başladığı döneme tekabül eder. Ortadoğu ve Arap imgelerinin edebiyattan sonra filmlerde de yer bulması çok zaman almaz. En içlerine kadar işgal etseler de, 
Batılılar için Doğu, oryantalist klişelere mahkûm olan uzak bir Öteki olarak başlar ve öyle kalır. O kadar ki, egzotik aşk öykülerine gizlenen “Arap’ın kötücül 
aç gözlülüğü ve düşmanlığı” vurguları da, 11 Eylül’den çok önce, burada başlar.
Devasa bir coğrafyanın kaderini değiştiren Sykes-Picot Antlaşması beyaz perdeye yansımazken; Arabistanlı Lawrence filmi (1962),

Türklerin vahşiliğini Arapların cahilliğiyle birleştirmeyi başarır ve bu başarı Oscar’la taçlandırılır. 

Ortadoğu’nun gerçek meselelerini gerçekçi bir şekilde anlatmak görevi ise çoğu ders anlatımı havasında tatsız belgesellere düşer. Sinemasal çoraklık, bu kanlı coğrafyada ülkeler karıştıkça ve her karışıklık bir darbeyle çözülmeye çalışıldıkça daha da büyür. Bu durum, Ortadoğu sineması kültürünün görece daha oturmuş olduğu ülkelerde dahi darbe atmosferini etkileyebilecek kolektif gücü üretemez. Dahası çoğu kez, darbenin zorladığı sessizliğe uyum sağlar. 

Oysa ‘üçüncü sinema’ ekolünün en esaslı savunucularından Rocha’ya göre, ezilenlerin ve açların sineması sömürgeleştirici düzeni sarsmalıdır. Ne var ki, Ortadoğu’daki sinema geleneği, özellikle son dönem Filistin filmlerini bir kenara koyarsak, düzen sarsma ve adalet aramanın kapılarını zorlayamaz. Gündelik yaşamı da derinlemesine kısıtlayan Ortadoğu’daki darbeci anlayıştan – ona karşı durmak için beslenen bir sinema kültürü gelişmemiştir. Yine de, darbe ve sinema arasındaki etkileşimi ele alma imkânı belli ülkeler de vardır ki bu çalışmada bunlara odaklanılmaktadır. 

İran 

İran’da 1921’de darbe yapan Rıza Pehlevi ve sonrası Şah rejimi ile sinema arasında oldukça doğrusal bir ilişki söz konusudur. Film gösterimlerinin İran modernleşmesine hizmet ettiği inancına sahip olan özellikle Musaddık öncesi Şah yönetimi, ülkenin dört bir yanına sinema salonları açar. Filmlerin o günün resmi ideolojisini temsil ettiğinin bir işareti olarak, gösterimlerden hemen önce milli marşlar okunur. Ülkenin kendi toplumsal gerçekliğinden uzak, gelenek ve dine mesafeli olan bu filmler, Batılılaşma’yı özendirir. 

Filmlerin tamamına yakınının Amerikan, İngiliz, Rus ve Alman sinemasından ‘ithal’ ediliyor olması, modernleşmeci propagandanın bir yansımasıdır. Bu sebeple, Şah’ı ve Şah’ın politikalarını eleştirenler, sinemayı da olumsuzlarlar. 

Musaddık’ın Başbakan olduğu 1951 öncesinde sinema salonlarında yalnızca yabancı filmler izlenirken, Musaddık’la birlikte millilik fikri, sinemada da eş zamanlı olarak kendini gösterir. Yerli filmlerin sayısı yabancı filmleri geçer. Ne var ki, ne Musaddık’ın politikaları ve ne de filmlerin bu denli yerlileşmesi Amerika için kabul edilebilirdir. Bu sebeple Ajax Operasyonu’yla Musaddık devre dışı bırakılır; yerini yeniden Pehlevi’yle birlikte Amerikan filmleri doldurur. Amerika’ya dair görseller hem filmlerde hem de gündelik hayatta yoğunlaştıkça, halkın dini olana yönelimi ve modernleşmeye dair tepkileri o oranda devasalaşır. 

Aynı zamanda Şah rejiminin de baskısı artar. Artık kültürel ayrışma, 70’lerde gitgide yükselen çatışmalara dönüşür. Modernleşme eleştirisini sinemayla ilişkilendirenler için hedef, yakılmayı bekleyen sinema salonlarıdır. Öyle de olur. Salonlar, içindeki insanlarla birlikte imha edilir. 1979 İslam Devrimi gerçekleşir. Sonunda Muhammed Rıza Pehlevi şahlıktan sürgüne giderken; İmam Humeyni de sürgünden İran önderliğine yürür. 

Humeyni’nin gelişi ve İran’ın bir İslam Devleti oluşu, tahminlerin aksine sinemanın yok olmasına değil; form değiştirerek de olsa büyümesine neden olur. Fransa’daki sürgün yıllarında gençlere sinema dergisi çıkarmalarını salık veren Humeyni’ye göre, sinemanın hem teknik hem de teorik yönden geliştirilmesi ve bir eğitim aracı olarak yeniden işlenmesi gereklidir. Ona göre, bir filmin gücü yüz cilt kitap ve dergiden fazladır. Bu minvalde, 1983’te Farabi Film Kurumu kurulur ve sonrasında, kimliği olan bir İran Sineması boy vermeye başlar. 

Böylece Mecid Mecidi, Abbas Kiyarüstemi, Cafer Penahi, Muhsin Mahmelbaf ve Asghar Farhadi gibi yönetmenler çok önemli eserler verirler ve İran kültür dünyasını dünyaya tanıtırlar. 

Irak ve Suriye 

Irak, dünya medeniyetinin olduğu kadar savaşlar tarihinin de kalbidir. Son asırda İngilizlerin gölgesinde kendini bulmaya çalışan Irak’ta yapılan filmler, insanların huzur ve refah düzeyine koşuttur. Saddam Hüseyin’e dek sayısız iktidar kavgası ve darbenin gölgesindeki ülke, 50 yıl boyunca Türkiye’de bir yılda yapılan film kadar film yapabilmiştir. 
Saddam’ın darbeyle yönetime el koyduğu 1979’dan sonra da, İran’la yapılan ve sekiz yıl süren savaş boyunca sinema sessizliğe bürünür. Bu sırada Halepçe 
sendromundan hareket eden bir Kürt Sineması belirginleşir. Irak’ın işgali ve Saddam’ın idam edilmesinin ardından Irak, daha çok Hollywood için sinematografik malzemeye dönüşür. Irak, Afganistan’la birlikte Holllywood için artık modern Vietnam’dır. 

SANAT 

Suriye’ye gelince, buradaki darbe geleneği de o denli esaslı ki, 1930’dan sonraki yaklaşık kırk yıl boyunca ülkede çekilen filmlerin sayısı neredeyse yapılan darbe 
sayısına denktir. 

Hafız Esad’ın yönetimini ele geçirmesiyle birlikte, biraz da Sovyet etkisiyle sinemaya ağırlık verilir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beliren sinemada 
liberalleşme eğilimleri sırasında, yani 70’ler ve 80’ler boyunca Mustafa Akkad ve Omar Amiralay gerçeği yaşanır. Onların ulusal ve uluslararası filmleri, Suriye 
Sineması’na yön ve cesaret verir. 

Ne var ki, kişiler üzerinden şöhret bulan Suriye sineması, Beşar Esad döneminde iyice güçsüzleşir. Bugün kendi ülkesine her gün darbe yapan bir karakter olarak Esad, insanlarıyla birlikte mimari değerler gibi sinemayı imha etmektedir. Onun için videonun tek bir işlevi vardır: propaganda. 

Mısır 

Film kuramcısı Roy Armes’ın tespit ettiği gibi, kendi sinemacılarını kendi ülkesinde yetiştirebilen tek Arap ülkesi olan Mısır’dır. Burası, 1952’de Cemal Abdül Nasır önderliğinde gerçekleştirilen ‘Hür Subaylar’ darbesinden önce de sonra da, üretken bir sinema geleneğine sahiptir. Önceleri daha çok eğlence, müzikal ve ticaret eksenli üretilen ve gösterilen filmler, darbe sonrası devlet politikalarına uygun olarak millileşmeye başlar. 

1957’de Sinemaya Destek Kurumu ve 1961’de Mısır Sineması Genel Örgütü kurulur. Ne var ki, 1960’lı yıllar boyunca yapılan devlet destekleri zamanla mali açmazlara yol açar ve sinema fonları azaltılır. Bu sırada 1970’de Nasır ölür. İktidar sırası Enver Sedat’ındır. 

Film yapım imkânlarının daralmasına bağlı olarak 1970’lerde yönetmen ve yapımcılar büyük oranda Lübnan’a yerleşir ve Mısır sinemasının toplumsal olaylar karşısındaki refleksi iyice zayıflar. 

Kahire’deki Yüksek Film Enstitüsü’nün sürdürdüğü çalışmalarla ayakta durmaya çalışan Mısır sineması, Enver Sedat’ın liberal politikalarıyla devlet desteğinden 
iyiden iyiye mahrum edilir. Bu süreçte sektör Salah Ebu Seif, Said Marzuk ve Yusuf Şahin gibi yönetmenlerin üstün eserleriyle canlılığını korumaya çalışır. Derken ansızın, Enver Sedat öldürülür. Ardından asker kökenli Hüsnü Mübarek yönetimi ele geçirir. 

Mübarek sonrası Mısır’da sinema, savruk bir gelişme göstermekle birlikte; vesayete angaje toplumsal değişimi eleştirme konusunda zayıf kalır. 2000’lerde özellikle genç yönetmenlerle yükselen sinematik ivme, Arap Baharı sürecinde özellikle belgesellerle sürdürülür. Sisi önderliğinde gerçekleştirilen askeri darbeyle düşürülen Mursi yönetiminin trajedisi, demokrasiyle birlikte sinemanın da yeniden darboğaza girişini temsil eder. Bugün ne kadar meşru ve bağımsız bir Mısır iktidarından bahsedilebilirse; sinemadan da o kadar bahsedilebilir. 

Sonuç 

Ele alınan darbeler ekseninde Batı sinemasının kör, Ortadoğu sineması’nın ise sessiz kaldığı açıktır. Dahası, bu çalışmada değinilemeyen Yemen, Umman, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan, Kuveyt, Fas ve Cezayir gibi askeri darbe ve toplumsal kargaşa mazisi olan ülkelerde sinemayı bir ‘tarihsel tanıklık’ olarak ele almak imkânsızdır. 
Öyle ki ismi darbeye karıştığı halde, beyaz perdenin tenkitinden kurtulan daha birçok lider vardır: Yemen’de 1962’de Muhammed el-Bedr’i tahttan indiren Ordu 

Kurmay Başkanı Abdullah Sallal ve 1974’de yönetime el koyan Albay İbrahim Hamdi. Cezayir’de 1965’te askeri darbe gerçekleştiren Hüvari Bümedyen ve 1992’de askerler tarafından zorla istifa ettirilen Şadli Bin Cedid. Sudan’da seçilmiş başbakan Sadık el Mehdi’yi 1989 yılında deviren Ömer el-Beşir. Afganistan’da 1973’de darbeyle gelen ve 1978’de yine darbeyle indirilen Davud Han. Pakistan’da 1977’de Zülfikar Ali Butto’yu darbeyle deviren Ziya ül Hak ve 1999 askeri darbesiyle başa geçen Pervez Müşerref. Bunlar hakkındaki görüntüler ‘tanıtıcı video’ların ötesine geçmemektedir. 

Libya’ya damga vurmuş Muammer Kaddafi ise bu noktada istisnai bir değer taşımaktadır. Çağrı ve Ömer Muhtar gibi filmleri finanse eden Kaddafi, Batı tarafından en fazla ‘çirkin, vahşi ve ahlaksız Arap’ imgeleri yüklenerek görselleştirilen lider olmuştur. Yaşamı gibi ölümü de görüntülerle arşivlenmiştir. Saddam’ı boynuna ip geçirilirken kaydeden ve dünyaya gösteren teknik, Kaddafi’nin linç edilişini de bir film sahnesi gibi kurgulamış ve izletmiştir. Görünen o ki, iletişim çağının muhtemel askeri darbeleri ve kitlesel olayları -artık sinema konuşsun ya da konuşmasın, onun yerini dolduracak kolay kullanımlı mobil görüntüleme, kaydetme ve paylaşma teknolojilerinin elinden kurtulamayacaktır. Böylesi teşhirci mekanizma yok edeni hem yüceltecek, hem de ona suçüstü yapacaktır. Bu koşullar altında biz ‘izleyiciler’ içinse sorun, artık bilgi/ lenme değil; anlam/landırma sorunu olacaktır. 

Yrd. Doç. Dr.,  Sertaç Timur DEMİR 
Gümüşhane Üniversitesi 
ORSAM RAPORU,

***

ORTADOĞU’DA ASKER-SİYASET İLİŞKİSİ VE ASKERİ DARBELER


ORTADOĞU’DA ASKER-SİYASET İLİŞKİSİ VE ASKERİ DARBELER 



Bayram SİNKAYA 
Yrd. Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, ORSAM 
Danışmanı ORSAM RAPORU



Modern Ortadoğu’da ilk askeri darbe Irak’ta gerçekleşmiştir. Irak’ın bağımsız olmasından kısa bir süre sonra ordunun başına geçirilen General Bekir Sıdkı Ekim 1936’da ‘darbe’ tehdidiyle hükümetin değişmesini sağlamıştır. O zamandan günümüze kadar Ortadoğu’da yaklaşık 45 askeri darbe gerçekleşmiştir. 

Asker-siyaset ilişkileri, Ortadoğu çalışmalarında uzun zamandan beri ihmal edilen alanlardan birisi olmuştur. Soğuk Savaş yıllarında art arda yapılan darbelere karşın, 1980’lerden itibaren hâkim rejimlerin konsolidasyonu ile demokratikleşme ve küreselleşme vb. süreçler nedeniyle askerlerin siyasetle ilişkilerine pek bakılmamıştır. 

İran’da Devrim Muhafızları Ordusu’nun siyasette artan ağırlığı, Arap Baharı sürecinde halk hareketlerinin seyrinde güvenlik güçlerinin ve orduların oynadığı 
kritik roller ile Temmuz 2013’te Mısır’da yapılan askeri darbe, Ortadoğu’da asker-siyaset ilişkilerine ilginin giderek artmasına sebep olmuştur. 

Askerliğin ve siyasetin farklı uzmanlık gerektiren ayrı meslekler olarak ortaya çıkması ve kurumsallaşmasından beri ordunun siyaset ile nasıl bir ilişki içerisinde olması gerektiği tartışılagelmektedir. Buradaki temel mesele, belirli bir siyasal yapıyı düşmanlara karşı savunması ve bu siyasal yapının askeri çıkarlarının korunması için ihdas edilen ve kendilerine güç verilen askerlerin, siyasi iradeyi temsil eden otoriteye tabi olmasıdır. Fakat tarih boyunca askerler ile siyasi otorite arasında farklı ilişki tipleri ortaya çıkmıştır. Kimi zaman askerler siyasi otoriteyi çeşitli şekillerde etki altına almaya çalışmış, kimi zamanlarda da 
bizzat müdahale ederek siyasi iktidarı ele geçirmiştir. Askerlerin siyasete müdahalesi sonucunda siyasi iktidarın olağanüstü yollardan ve zorla değiştirilmesine ‘askeri darbe’ denilir. Bu çalışmada Ortadoğu’da asker-siyaset ilişkileri ele alınacak ve askeri darbeler tartışılacaktır. 

Asker-Siyaset İlişkileri 

Modern Ortadoğu siyasetinde de askerler önemli roller oynamıştır. Modernleşme sürecinde ilk reformların askeri alanlarda yapılması ve özellikle askeri eğitim 
alanında kaydedilen gelişmeler sonucunda askerler, ‘ilerici aydınlar’ olarak gerek kendi toplumlarındaki Batılılaşma yanlısı kesimler arasında gerekse yabancı 
muhatapları karşısında saygın bir yer edinmiştir. Modern Ortadoğu’da devlet inşası sürecinde ilk teşkil edilen kurumlardan birisi de ordudur. Ordu, sadece 
ülkede güvenliğin ve istikrarın sağlanmasında değil, askere alma ve eğitim vb. faaliyetleri ile millet inşasında da en etkili kurumlardan birisi olmuştur. Keza, 
bağımsızlığın emperyalistlere karşı askeri mücadele verilerek kazanıldığı ülkelerde, askerler ulusal birliği ve kurtuluşu temsil eden kahramanlar olarak öne çıkmış ve ülke siyasetinin güçlü ve etkili aktörleri olmuştur. 

Birçok Ortadoğu ülkesinde devletin ve milletin inşasında önemli roller ifa eden askerler, sonraki dönemlerde kendilerini milletin, devletin ve rejimin 
bekasının koruyucuları olarak görmüştür. Böylece doğrudan askeriye ile bağlantılı olmayan siyasi iktidara tabi olmak bir yana, kimi hükümetler yönetme 
kapasiteleri, ideolojik eğilimleri veya dış politika tercihleri nedeniyle askerler tarafından devlete, milletin bekasına veya ulusal çıkarlara tehdit olarak görülmüştür. 
Siyasete bakışlarını bir takım ulvi gerekçelerle izah etme eğiliminde olsalar da siyaset ile ilişkilerinde bir sınıf, zümre veya kurum olarak askerlerin çıkarlarının 
önemli rol oynadığı yadsınamaz. Kendilerini ayrıcalıklı bir zümre olarak gören askerler, kendilerine siyaset üzerinde gözetim rolü vehmetmiştir. Diğer yandan 
bölgede çözülemeyen kronik sorunlar ile güvenlik tehditleri askerlerin ön plana çıkmasına sebep olmaktadır. Çeşitli sebeplerle ülke siyasetinde öne çıkan ordu, 
‘stratejik’ kaygılar veya ‘sınıf çıkarları’ gereği kendi ekonomik ağlarını kurmuş ve ulusal ekonomi üzerinde de etkili olmaya başlamıştır. 

Ordular genellikle bir zümre olarak görülse de birçok örnekte görüldüğü gibi etnik, ideolojik, maddi çıkar vb. nedenlerle hizipleşme ile malul olabilir. Kendi 
içinde birlik ruhu ne kadar güçlü olursa, ordunun siyasete müdahaleleri de o kadar etkili olur. Ordunun çeşitli hiziplere ayrılması bir bütün olarak askeri 
kapasitesini zayıflatmasının yanı sıra, ordu içindeki hiziplerden birisinin siyasete müdahale etmeye çalışması iç çatışmalara sebep olabilir. 

<  Birçok Ortadoğu ülkesinde devletin ve milletin inşasında önemli roller ifa eden askerler, sonraki dönemlerde kendilerini milletin, devletin ve rejimin bekasının koruyucuları olarak görmüştür. >

Dolayısıyla, belirli bir durumda asker-siyaset ilişkilerini belirlenmesinde ordunun yapısı, ideolojik duruşu ve geçmişi etkili olabilir. Bu nedenle, ilgili 
literatürde ordular kendi içindeki birliktelik ruhu, ideolojik duruşu, askeri uzmanlığa verdiği önem, devlet ve toplumla ilişkileri vb. açılardan profesyonel 
ordu, devrimci ordu, pretoryen ordu gibi çeşitli tiplere ayrılır. Profesyonel orduların kurumsallaşmasını tamamladığı ve bütün askeri kapasitelerini sivil siyasi iktidarın hizmetine sunduğu kabul edilir. Kendilerini devrimin koruyucusu ve kollayıcısı olarak gören ordular ise tabiatıyla siyasi yapılardır ve sık sık siyasete müdahale eder. Çeşitli hizipleşmeler ve çıkar çatışmaları ile malul olan pretoryen ordular ise türlü bahanelerle siyasete müdahale etme eğilimindedir. Ordunun siyasete müdahaleleri de farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır; askeri darbeler siyasete doğrudan müdahaledir. Ortadoğu’daki orduların çoğu pretoryen ordu olarak adlandırılır ve ordunun siyasete müdahalesi ordunun bu yapısı ile izah edilir. Askerlerin siyaset üzerindeki etkileri ise gözetim, vesayet, doğrudan yönetim vb. şekiller alabilmektedir. Askerlerin siyasete müdahaleleri belirli bir rejimin veya hükümetin muhafazası doğrultusunda olabileceği gibi bazı alanlarda reform yapılmasına veya politika değişikliğine gidilmesine yönelik de olabilir. 

Orduların özelliklerinin yanı sıra askerlerin içlerinden geldikleri toplum ile siyasi iktidarların durumu, devletin kurumsallaşması vb. faktörler asker-siyaset 
ilişkilerinin seyrinde etkili olmaktadır. Sivil iktidarların zayıflığı, yönetici elitler arasındaki şiddetli ihtilaflar, iç çatışmalar, savaşlarda karşılaşılan yenilgiler veya 
yabancı müdahaleleri, askerlerin siyasete müdahalesinin önünü açmıştır. Uzun süren buhran dönemlerinin ardından bazı güçlü askeri liderler, ‘at sırtında beklenen güçlü lider’ ve ‘milletin kurtarıcısı’ olarak görülmüştür. 

Bazı siyasi gruplar veya toplumsal kesimler farklı amaçlarla zaman zaman askerlerin veya ordu içindeki bir hizbin siyasete müdahale etmesini cesaretlendirmiş, bu durum ‘başarılı’ darbelerden sonra ‘meşruiyet’ unsuru olarak kullanılmıştır. 

Ortadoğu’da Askeri Darbeler 

Modern Ortadoğu’da ilk askeri darbe Irak’ta gerçekleşmiştir. Irak’ın bağımsız olmasından kısa bir süre sonra ordunun başına geçirilen General Bekir Sıdkı Ekim 1936’da ‘darbe’ tehdidiyle hükümetin değişmesini sağlamıştır. O zamandan günümüze kadar Ortadoğu’da yaklaşık 45 askeri darbe gerçekleşmiştir. Askerlerin siyasetteki ağırlığına rağmen, başka bölgelerle karşılaştırıldığında Ortadoğu darbelerde başı çekmez; 1950 -2010 yılları arasında dünyada meydana gelen darbelerin yüzde 15’i bu bölgede olmuştur. Bu oranla Ortadoğu bölgesi, Afrika, Latin Amerika ve Asya bölgelerinin gerisinde kalmaktadır. Darbelerin çoğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda olmuş, 1990’lardan sonra bütün dünyada ve Ortadoğu’da darbelerin sayısı belirgin bir şekilde azalmıştır. ‘Başarılı’ darbe girişimlerinin yanı sıra sayısı tam olarak bilinemeyen çok sayıda darbe girişimi vardır. Fakat bu darbe girişimleri kimi zaman ileri aşamalarda, kimi zaman ise daha ilk safhalarda bastırıldığı için bu konuda sağlıklı veriler yoktur. Keza, bazı zamanlarda hükümetler güçlerini pekiştirmek ve rakiplerini tasfiye etmek için ‘darbe girişimi’ olduğu iddiasında bulunmuştur. 

Birçok örnekte olduğu gibi Ortadoğu’da da askeri darbelerden sonra otoriter yönetimler kurulmuştur. Askerler kimi zaman doğrudan iktidarı ele almış, kimi 
zaman ise hükümet üzerinde vasi rolü oynayarak iktidarın şekillenmesinde belirleyici olmuştur. Darbe yoluyla iktidarı ele geçiren liderler meşruiyetlerini 
güçlendirmek için bazı reformlar yapmış, popülist politikalar izlemiştir. Kısmi halk desteğinin yanı sıra siyasete getirdikleri yeni çizgi ve yaptıkları reformlar 
nedeniyle birçok darbeci lider, kendisini devrimci olarak addetmiştir. Mesela, 1952’de Mısır’da iktidarı darbe ile ele geçiren Cemal Abdülnasır birçok çevrede 
‘devrimci olarak anılmıştır. İzleyen dönemlerde farklı ülkelerde askeri darbeciler kendilerini ‘devrimci’ olarak tanımlamaya devam etmiştir. Hatta Temmuz 

< Ordunun çeşitli hiziplere ayrılması bir bütün olarak askeri kapasitesini zayıflatmasının yanı sıra, ordu içindeki hiziplerden birisinin 
siyasete müdahale etmeye çalışması iç çatışmalara sebep olabilir. >

2013’te Mısır’da seçilmiş Mursi hükümetini deviren darbenin lideri Abdülfettah Sisi ordunun müdahalesini, “halkın devrimin korunması çağrısına” cevap 
olarak nitelendirmiştir. 

Darbeciler kendi eylemlerini devrim olarak nitelendirseler ve bazı toplumsal kesimlerin desteğini alsalar da darbe ile devrimi birbirinden ayıran en önemli 
özellik devrimlerin halk hareketlerinin sonucu olma-sıdır. Bu durumda şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Mademki darbeler halk desteğinden yoksundur ve 
darbe sonrası genellikle otoriter rejimler kurulur, o halde halk neden darbelere karşı durmaz? 

Her şeyden önce darbe sonrası alınan sıkıyönetim tedbirleri ve darbeye dışarıdan verilen destek, direnmeyi neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Cezayir’de 
1992’de İslami Kurtuluş Cephesi’nin (FIS) darbeye karşı mücadele etmesi yedi yıl süren kanlı bir iç savaşa sebep olmuştur. Keza Mısır Cumhurbaşkanı 
Mursi’ye yapılan darbeye karşı direnen sivillere karşı silah kullanan darbeciler, 3,500’den fazla insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Daha önemlisi, 
modern Ortadoğu’da hüküm süren rejimlerin çoğunun ciddi bir meşruiyet sorunuyla malul olmasıdır. Yozlaşma, ekonomi ve dış politika gibi alanlarda başarısızlıkları ve ‘milli çıkarları’ korumaktan aciz kalmaları vb. nedenlerle, darbe ile iktidardan uzaklaştırılan hükümetlerin arkasında pek kimse durmamıştır. Yani darbeye karşı durmak bir yana, darbeyle iktidardan uzaklaştırılan hükümetlerin, devrilen rejimlerin arkasından üzülen pek kimse olmamıştır. İktidardaki hükümetlerin ve rejimlerin halk desteğinden ve meşruiyetten mahrum olması, askeri darbe girişimlerini kolaylaştırmıştır. 


Bayram SİNKAYA 
Yrd. Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, ORSAM 
Danışmanı ORSAM RAPORU

***

MONARŞİDEN CUMHURİYETE: 1958 IRAK DARBESİ


MONARŞİDEN CUMHURİYETE: 1958 IRAK DARBESİ 


Yrd. Doç. Dr., Abdülgani BOZKURT 
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi 
ORSAM RAPORU




Sovyet Rusya taraftarı General Abdülkerim Kasım, orduda önemli bir isim olan Albay Abdüsselam Arif’in de desteğiyle Bağdat’tan geçerken bir darbe girişiminde bulunmuş ve Kral Faysal ile naibi Abdülillah’ı öldürmüştür. 

Darbe Öncesi Irak 

Irak’ta darbeler, Ortadoğu’da birçok ülkede olduğu gibi, ülkeyi yöneten birtakım grupların ya da başka bir ifade ile ülkedeki iktisadi, siyasi veya 
askeri elitlerin iktidarı ele geçirme ve ülkeyi yönetme refleksi ile vuku bulmuştur. Bu çerçevede Irak, Soğuk Savaş’a kadar geçen dönemde, yıllarca İngiliz manda 
idaresi altında kalmanın oluşturduğu vasatın da etkisiyle, ülkenin tam bağımsızlığını ya da başka bir ülkeyle (örneğin o dönem için Almanya) yakınlaşmasını savunanlar ile İngilizlerle işbirliğini devam ettirmek isteyenler arasında geçen mücadeleye sahne olmuştur. Bu mücadelede hususiyetle başbakanlar hedef alınmış ve birçok başbakan askeri darbeler sonucu makamını kaybetmiştir. Bu süreçte, ender de olsa, kraliyeti hedef alan darbe girişimlerin den de söz edilebilir. 
Örneğin, 1941 senesinde Almanya’ya yakınlığı ile bilinen Raşid Ali Geylani sadece başbakanı değil topyekûn idareyi hedef alan darbe girişiminde bulunmuş ve ülke idaresini ele geçirmiştir. Bu darbeden kısa bir süre sonra, İngiltere’nin müdahalesi ile darbe sonrasında ülkeyi terk eden Kraliyet üyeleri geri dönmüş ve idareyi tekrar ele geçirmişlerdir. 

İngiliz Egemenliğinin tesis edildiği 1921’den -bağımsızlığın kazanıldığı 1932 senesini takip eden yıllar da dâhil- Soğuk Savaş’a kadar geçen süreçte Irak’ın 
kaderi, yukarıda da işaret edildiği üzere, ülke içindeki Almanya-İngiltere kamplaşması üzerinden şekillenmiştir. Soğuk Savaş’ın başlaması ve özellikle 1950’lerle birlikte bu kamplaşma ABD-Sovyet rekabeti üzerinden oluşmaya başlamıştır. Soğuk Savaş dönemi, bu kez, kolonyal mirasın sahibi kraliyeti destekleyen ABD ve emperyalist güçlere karşı özgürlük mücadelesi veren milliyetçi/sosyalist gruplar arasındaki darbe ve karşı darbelere şahitlik etmiştir. Bu darbeler arasında 1958 Irak Darbesi, 1921 yılından itibaren müesses olan post-kolonyal İngiliz varlığını tamamen ortadan kaldırıp yerine cumhuriyet rejimini getirmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. 

Darbenin Zemini 

Şubat 1958’de Mısır ile Suriye arasında kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) Arap âleminde büyük coşkuyla karşılanmıştı. Bağımsızlık mücadelesi veren 
Arapları, I. Dünya Savaşı’ndan sonra da yönetmeye devam eden güçlere ve dolayısıyla emperyalizme karşı önemli bir zafer olarak görülen bu birleşme, Süveyş’in millileştirilmesinde adeta bir kahraman olan Cemal Abdülnasır’a duyulan hayranlığı iyice arttırmıştı. Nasır’ın artan etkisinden rahatsızlık duyan, aynı zamanda bölgedeki Sovyet nüfuzunu da kırmaya yönelik kurulan Bağdat Paktı’nın tek Arap üyesi Irak'taki yönetim, bu karar karşısında bir dengeleme politikasına giderek Ürdün ile birleşme kararı almıştır. Bağımsızlığını kazandıktan sonra dahi Batı yanlısı devlet hüviyetini kaybetmeyen Irak’ta (Şerif Hüseyin’in torununun oğlu olan) Kral Faysal, diğer Arap toplumların eleştiri ve husumetine rağmen Ürdün’de (Şerif Hüseyin’in bir diğer oğlu Abdullah’ın torunu olan) Kral Hüseyin ile yine Şubat 1958’de Arap Federasyonu adı altında birleşme kararı almıştır. Bu karar tüm Arapların liderliğine soyunan Nasır’ı, dahası Sovyetleri ve Arap halklarını kızdıran bir karar niteliğindedir. Üstelik karar, Irak muhalefeti tarafından Büyük Arap birliğine engel olarak görülmüş ve muhalefet Bağdat sokaklarında yönetimi, ‘federasyon’u gerekçe göstererek protesto etmeye başlamıştır. BAC’nin kurulması veülkede yönetimi eleştirmeye başlayan geniş bir muhalefetin oluşması, Kraliyete yönelik darbe girişiminin hazırlayıcıları olmuştur. 

Darbe… 

Aynı tarihlerde, Ürdün ve Lübnan’da da önemli hadiseler yaşanıyordu. Ürdün’de rejimin güç kaybetmesi, bunun sonucu olarak ülke içinde muhalefet ve ülke 
dışında İsrail karşısında zor duruma düşmesi; Lübnan’da ise Cumhurbaşkanı Kamil Şemun’un seçimlere hile karıştırdığı iddiası üzerine bir buhranın yaşanması ve neredeyse iç savaşın patlak vermesi, zaten sorunlu bir süreçten geçen Irak’ı iyice endişelendirmişti. Lübnan toplumunun ikiye bölünmesine yol açan Şemun, varlığını sürdürebilmek için Türkiye ve Irak’tan Lübnan’a müdahale etmelerini talep etmişti. Bu endişe ile Bağdat yönetimi, hem Ürdün’ün hem de Lübnan’ın güvenliği için bazı birlikleri batıya, yani Ürdün-Lübnan hattına doğru yönlendirmiştir. 


<   Darbenin ardından Irak’ı kaybeden ABD ve İngiltere, zor durumda olan Ürdün ve Lübnan’ı kurtarmak için adım atmış; ABD Lübnan’a, İngiltere ise Ürdün’e asker çıkarmıştır.   >

Ancak birliklerin başında bulunan komünizm ve Sovyet Rusya taraftarı General Abdülkerim Kasım, orduda önemli bir isim olan Albay Abdüsselam Arif’in de desteğiyle Bağdat’tan geçerken bir darbe girişiminde bulunmuş ve Kral Faysal ile naibi Abdülillah’ı öldürmüştür. Başbakan Nuri Said Paşa ise, farklı rivayetler olmakla birlikte, saraydan kaçarken halk tarafından linç edilmiştir. Darbe ile birlikte Kasım, post-kolonyal dönem İngiliz varlığı olarak gördüğü 
monarşiyi/kraliyeti yıkmış ve yurttaşlar arasında eşitlikçi bir temsiliyete imkân tanıyacak olan cumhuriyeti kurmuştur. Tüm Arapların birleşmesi fikrine 
soğuk bakmayan ancak öncelikle Irak içi meselelerin halledilmesi gerektiğini düşünen Kasım, darbenin akabinde, Nasır’a telgraf çekerek BAC’ın varlığından 
duyduğu memnuniyeti kendisine iletmekten geri durmamıştır. Darbe Kahire’nin yanı sıra, hem Irak halkının önemli bir bölümü hem de Sovyet Rusya 
tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır. 

Darbe Sonrası Ortadoğu 

Darbenin ardından Irak’ı kaybeden ABD ve İngiltere, zor durumda olan Ürdün ve Lübnan’ı kurtarmak için adım atmış; ABD Lübnan’a, İngiltere ise Ürdün’e 
asker çıkarmıştır. Çünkü Sovyet Rusya’nın bölgede nüfuzunu arttırmaması için kurulan Bağdat Paktı’nın tek Arap üyesi Irak, yanı sıra Batı’ya angaje olmasa 
da orta yol takip eden Ürdün ve Lübnan’ın da kaybedilmesi, ABD ve İngiltere’nin Ortadoğu’da hareket kabiliyetinin sıfırlanması anlamına geliyordu. Bağdat 
Paktı’nın üyelerinden İran, Pakistan ve Türkiye yetkilileri, paktın tek Arap üyesi olan Irak’taki durumunu istişare ve müzakere etmek için İstanbul’da bir araya 
gelmişler ve darbenin kabul edilemez olduğuna işaret etmişlerdir. Dahası Türkiye, ABD’nin de müsaadesiyle Irak’a müdahale teklif etmiş ancak Sovyet Rusya’dan gelen tehditler neticesinde, iki süper güç arasında bir sıcak çatışma doğurma ihtimaline binaen, ABD teklife sıcak bakmamıştır. Ayrıca ifade etmek gerekir ki, Türkiye’nin sunduğu teklifin hayata geçirilememesinde ülke içi kamuoyunun da etkisi büyük ve önemlidir. 

Darbe sonrası Irak 

General Kasım darbesinin ardından Irak’ta monarşi yıkılmış ve yerine cumhuriyet kurulmuştur. General Kasım kurulan cumhuriyetin ilk devlet başkanı olmuştur. 
Cumhuriyetin tesisinden sonra milliyetçi bir çizgide siyaset izlemeye başlayan Albay Abdüsselam Arif’i tasfiye eden Kasım, komünistlerin desteğini 
almaya çalışmış, ayrıca Kürtlere önemli haklar taahhüt ederek Sovyetlerde sürgün bulunan Kürt hareketin lideri Molla Mustafa Barzani’nin Irak’a gelmesini 
sağlamıştır. Kürtlere verilen taahhütler yerine getirilmeyince, Barzani liderliğinde Kürtler 1961 senesinde ayaklanmış ve Irak’ın kuzeyinde hâkimiyet elde 
etmişlerdir. General Kasım’ın Kürtler ile uğraşması ordu içerisinde bir grup subay tarafından ‘amaçsız’ kabul edilmiş ve nihayetinde CIA destekli Baas’çılar 
General Kasım’ı 1963 senesinde devirmişler ve darbe sonrasında darağacına göndermişlerdir. Darbeciler içerisinde Kasım tarafından tasfiye edilen ve 1963’ten önce bir darbe girişiminde daha bulunmasına rağmen yine Kasım tarafından affedilen Abdüsselam Arif başrol oynamıştır. 1963’teki darbenin ardından ülkede komünist avı başlamış ve öğrenciler, doktorlar, avukatlar ve birçok meslek gruplarından binlerce insan darbeciler tarafından öldürülmüştür. 

Kanlı bir darbe ile başa geçen Kasım, kanlı bir darbe ile iktidarı kaybetmiştir. Irak’ta takip eden süreç bir dizi başarısız ve başarılı darbe girişimine şahitlik edecektir. 
Bu kapsamda, 1963’te başa geçen Abdüsselam Arif, 1966’da şaibeli bir uçak kazasında hayatının kaybetmiş, yerine kardeşi Abdurrahman Arif geçmiştir. 
İki yıl sonra ise, 1968’de yine orduda Baasçı bir grup darbe yaparak Arif’i sürgüne göndermiştir. 1968 darbesinin ardından devlet başkanı seçilen Hasan El Bekr ve yardımcısı Saddam Hüseyin ülkede görece istikrarı sağlamıştır. Görevi Saddam Hüseyin’e devretmek zorunda kalacağı 1979’a kadar bazı darbe girişimlerine mazur kalan Bekr, bu darbe girişimlerini başarıyla savuşturmuş ancak görevi devrettikten vefat edeceği tarihe kadar geçen sürede Saddam Hüseyin tarafından zorunlu ikamette tutulmaktan kurtulamamıştır. 

<  Kanlı bir darbe ile başa geçen Kasım, kanlı bir darbe ile iktidarı kaybetmiştir. Irak’ta takip eden süreç bir dizi başarısız ve başarılı 
darbe girişimine şahitlik edecektir. >

1979’da başa geçen Saddam Hüseyin, ülkede rakipsiz otorite olarak siyasi istikrarı görece sağlamış ve ABD’nin ülkeyi işgal edeceği tarihe kadar Irak’ın tek 
lideri olmuştur. 

Sonuç 

General Abdülkerim Kasım, gerçekleştirdiği darbe ile sadece Irak’ın yönetim şeklini değiştirmekle kalmıştır. Darbe sonrasında kendi dikta rejimini kuran Kasım, müstakbel darbeleri engelleyecek bir yönetim anlayışı inşa edememiştir. Halkın önemli bir bölümünün ve Batı karşıtı Arap devletlerin desteğini alarak bir ilke imza atan ve ülkedeki yaklaşık 40 yıllık İngiliz-egemen müesses nizamına son veren Kasım, gerçekleştirdiği darbeden sonra halkın ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak kalmıştır. Bu sebepledir ki darbe sonrası inşa ettiği yapı, cumhuriyet rejimi olmasına rağmen, karşı darbelerle bertaraf edilmiş ve 1958 darbesini müteakip ülke, Soğuk Savaş dönemi geleneksel Doğu-Batı çatışmasının yaşandığı bir coğrafya haline gelmiştir. 

1958 Irak darbesinin de gösterdiği üzere, rejimlerin devamlılığında yönetim şekillerinden ziyade yöneten ile yönetilenler arasında bir uzlaşının sağlanması 
ve toplumun ihtiyaçlarının karşılanması belirleyici olmaktadır. Bu bağlamda, halkın taleplerine kulak vermeyen ve halkın rızasını alamayan rejimlerin 
varlıklarını uzun süre idame ettirmesi mümkün görünmemektedir. Beşeri sistemlerde halkın rızasına ve iradesine rağmen gerçekleştirilen her darbe, süreç içerisinde bir karşı darbe girişimine maruz kalmakta ve darbeler silsilesi ile oluşan istikrarsızlık çoğu zaman ya iç savaş ya da işgal ile sonuçlanmaktadır. Sadece Irak değil, Ortadoğu tarihinde bu tespiti doğrulayacak birçok örnek sunmaktadır. 


Yrd. Doç. Dr., Abdülgani BOZKURT 
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi 
ORSAM RAPORU


***

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 2

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 2





İRAN ANAYASA DEVRİMİ: İNKILAP, İSYAN VE İHTİLAL 1905-1911 

Eyüp ERSOY 
Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 

İRAN ANAYASA DEVRİMİ: 

1905 öncesi dönem, İran için istikrarsızlık taviz-istikrarsızlık fasit dairesinin giderek daha tahripkâr olmaya başladığı bir devirdir. Harici güçlere verilen tavizlerin en önemlisi, 1890 Mart’ında İran’daki tüm tütünün üretim, satış ve ihraç hakkını bir İngiliz vatandaşına veren tekel anlaşmasıdır. 

Meşrutiyet veya İnkilab-ı Meşruta olarak da anılan 1905-1911 dönemi, modern İran siyasi tarihinin gidişatını şekillendiren çok sayıdaki ıslahatın ilk defa tecrübe 
edildiği bir dönemdir. 
Siyasi ve iktisadi harici müdahale ve işgal karşısında, Kaçar hanedanlığının ve idaresi altındaki İranlıların muhtelif yollarla mücadelesinin tayin 
ettiği bir dâhili karışıklık dönemi olarak 1905-1911 İran Anayasa Devrimi, inkılap ile başlamış, ihtilal ile zayıflamış, isyan ile devam etmiş, bir başka ihtilal ile 
mevcudiyetini sürdürmüş ve bir işgal ile nihayete ermiştir. Bu silsilenin gidişatını tespit eden esas etken, başta dönemin Şahları ve hükümetleri olmak üzere 
çeşitli kanaatlerden İranlıların fiili olarak istiklalini kaybeder hale gelen İran’ı siyasi iktidarsızlık, iktisadi zayıflık ve içtimai istikrarsızlıktan kurtarma yönünde 
ortaya koydukları, koymadıkları veya koyamadıkları iradedir. 

İnkılap ve İhtilal 

1905 öncesi dönem, İran için istikrarsızlık-taviz-istikrarsızlık fasit dairesinin giderek daha tahripkâr olmaya başladığı bir devirdir. Harici güçlere verilen 
tavizlerin en önemlisi, 1890 Mart’ında İran’daki tüm tütünün üretim, satış ve ihraç hakkını bir İngiliz vatandaşına veren tekel anlaşmasıdır. Bu anlaşmaya karşı, 1891 baharında Şiraz’da başlayan gösteriler önce Tebriz’e ve daha sonra diğer İran şehirlerine sıçramış, Nasıreddin Şah’ın eşlerinin de katıldığı ulusal 
bir boykot hareketine dönüşmüştür. Bir yıl sonra, taviz anlaşması ilga edilse bile, İran’a 500 bin sterlin tutarındaki ilk dış borcunu miras bırakmıştır. Ulusal 
ölçekte ilk başarılı kitlesel protesto olarak Tütün Hareketi ile İngiltere’nin İran’daki nüfuzu azalmış ancak Rusya’nın nüfuzu artmıştır. 

1896 Mayıs’ında babası Nasıreddin Şah’ın bir suikast ile öldürülmesi üzerine Muzaffereddin Şah tahta geçti. İran’daki mevcut mali ve iktisadi sıkıntılara 
Muzaffereddin Şah’ın aşırı ve savurgan harcamalarının da eklenmesi, İran’ı daha fazla tavizlere sevk etti. Bir örnek olarak, Şah’ın 1900 yılındaki Avrupa gezisi, 
İran gümrük vergilerinin teminat olarak gösterilmesiyle Rusya’dan elde edilen 22 milyon rublelik borç ile gerçekleştirildi. 1902 yılında, Rusya ile yapılan  ilave anlaşmayla, gümrük tarifelerinde Rusya menşeli mallarda indirime gidildi. Art arda verilen tavizler ile gelen fiili yabancı hâkimiyeti, Şah idaresine karşı 
muhalif hiziplerin faaliyetlerini artırmalarına ve aralarında işbirliği yapmalarına sebep oldu. Meşrutiyete taraftar olan bu hiziplerin başında, tüccarlar, ulema 
ve ıslahatçı münevverler gelmekteydi. Muhalefet hareketlerinin etkili faaliyetlerine bir misal olarak, muhalif neşriyatlar İran’da yaygınlaşmış, İran’da yasaklı olmasına rağmen Malkum Han tarafından Londra’da basılan ‘Kanun’ gazetesini Şah ve yakın çevresi bile takip eder olmuştu. 

Muhalefet hareketinin gayesi, yabancı hâkimiyeti, adaletsizlik ve etkisiz yönetime bir çare olarak iktisadi ve siyasi ıslahatlardı. Yabancılara verilen tavizlerle birlikte İran’ın dış borçları ödenemeyecek duruma gelmişti ve idare, İngiltere ve Rusya’nın tazyiklerine karşı zafiyet içerisindeydi. Gittikçe kuvvetlenen muhalefet hareketi, 1903 yılında Sadrazam Emin el-Sultan’ın azledilmesini sağlayabilmiştir. Meşrutiyet taraftarı muhalefeti cesaretlendiren bir başka gelişme 1905 Rus-Japon Savaşı olmuştur. Doğulu bir meşruti monarşi olarak Japonya’nın Batılı bir mutlak monarşi olan Rusya’ya galip gelmesi, muhalefet nazarında 

1905 Anayasa Devrimi’ni başlatan süreç, Aralık ayında Tahran valisinin şeker tüccarlarını falakaya yatırması ile başladı. 

Kanun-u Esasi’de, Nikki Keddie’nin ifadesiyle, bir ‘sırr-ı kudret’ olduğu fikrini tahkim etmiştir. 

1905 Anayasa Devrimi’ni başlatan süreç, Aralık ayında Tahran valisinin şeker tüccarlarını falakaya yatırması ile başladı. Islahatçı ulemadan Muhammed 
Tabatabai riyasetindeki muhalefet, Şah’tan bir ‘adalet hane’ talep etmiştir. 1906 Ocak’ında Muzaffereddin Şah bu minvalde bir taahhüt vermesine rağmen, protestolar sonra ermemiş ve nihayet Ağustos ayında Şah, sadrazamı azletmeyi ve bir meclisin tesis edilmesini kabul etmiştir. Yapılan seçim ile 60 azası Tahran’dan olmak üzere 156 azalı İran’ın ilk meclisi teşekkül etmiş ve 7 Ekim’de Şah’ın açılış konuşması ile faaliyetlerine başlamıştır. Meclis’in ilk vazifesi Kanun-u Esasi adı verilen bir anayasa hazırlamak olmuştur. Belçika anayasası örnek alınarak hazırlanan anayasayı Muzaffereddin Şah, Aralık 1906’da imzalamış ve kısa süre sonra da vefat etmiştir. Kanun-u Esasi’ye göre, kanunlarda Meclis’in tasdiki gerekecek, nazırlar Meclis’e karşı mesul olacak, herkes kanun önünde eşit olacak ve ferdi hak ve hürriyetler teminat altına alınacaktı. 

Muzaffereddin Şah’ın yerine 1907 Ocak’ında tahta geçen Muhammed Ali Şah, meşrutiyete karşı bir idareci olarak, taç giyme merasimine meclis vekillerini 
davet etmemiştir. Meclis’in mevcudiyetine ve faaliyetlerine karşı anayasayı şeriata münafi ilan ettirmiş ve Meclis’teki hizipleri birbirlerine karşı tahrik etmiştir. 
Meclis’teki en etkili iki hizip, Muhammed Tabatabai öncülüğündeki muhafazakârlar ile Hasan Takizade öncülüğündeki daha ıslahatçı eğilimlere sahip hizipti.
Öte yandan, 31 Ağustos günü imzalanan Anglo-Rus Anlaşması ile İran, güneyde İngiltere, kuzeyde Rusya ve ortada tarafsız olmak üzere üç bölgeye taksim 
edilmiş, ancak bu anlaşma iki ülkenin büyükelçileri tarafından ancak 7 Eylül’de İran hükümetine bildirilmiştir. Siyasi istikrarsızlığı bahane gösteren Muhammed Ali Şah, 17 Aralık’ta hükümet azalarını acil toplantıya davet etmiş, ancak hepsini tutuklatmıştır. Şah’ın Meclis’e yönelik husumeti, nihayet 1908 

Haziran’ında Şah’a bağlı birliklerin Tahran’daki Vladimir Liahov komutasındaki İran Kazak Tugayı’nın yardımıyla Meclis’i kuşatması, bombalaması ve ilga 
etmesi neticesini vermiştir. Cemaleddin İsfahani gibi çok sayıda muhalefet önderleri yakalanıp idam edilmiştir. Bu, inkılaba karşı Şah’ın ihtilaliydi. 

İsyan ve İhtilal 

Muhammed Ali Şah’ın ülke çapında, merkezi idareye tabi olma davetine Tebriz şehrindeki isyancılar müspet cevap vermediler ve Şah’a bağlı birliklerin muhasarasına karşı Tebriz’de ciddi bir mukavemet sergilediler. Ne var ki, Rus birliklerinin Tebriz’deki Avrupalıları müdafaa bahanesiyle şehre girmesi üzerine, isyancılar Gilan’a geçerek güneye Tahran üzerine yürümeye başladılar. Bu süreçte, Bahtiyari aşireti de İsfahan’ı teslimalıp kuzeye Tahran üzerine yürümeye başlamıştı. 

Ülkenin başta Reşt, Kazvin, Şiraz, Hamedan, Meşhed ve Buşehr şehirleri olmak üzere her yerde isyanlar baş gösterdi. 1909 Temmuz’unda kuzeyden ve güneyden gelen meşrutiyet taraftarı isyancılar, Tahran’ı ele geçirdiler. 
17 Temmuz’da Muhammed Ali Şah, Rusya Büyükelçiliği’ne sığınmış ve aynı gün Meclis toplanarak Şah’ı tahttan azlederek yerine Ahmet Şah’ı getirmiştir. 
10 Eylül’de ise Muhammed Ali Şah, Odesa’ya sürgüne gitmiştir. Bu Şah’ın ihtilaline karşı halkın ihtilaliydi. 

15 Kasım’da faaliyetlerine tekrar başlayan Meclis, 24 Aralık 1911’e kadar hayatını sürdürmüş, bu dönemde başta eğitim, vergi ve seçim konularında olmaküzere çok sayıda kanunlar çıkarmıştır. Öte yandan, ıslahatlar İran’ın mali ve iktisadi sıkıntılarını gidermede yeterli olamamıştır. Meclis, 1911 Mayıs’ında bir Amerikan vatandaşı olan Morgan Shuster’i ülkenin maliye işlerine nezaret etmek üzere görevlendirmiştir. Ancak alınan bu tedbir, İkinci Meclis’in sonunu getirecektir. Kasım ayında Rusya, Shuster’in görevinden alınması ve Rusya ve İngiltere’nin rızası olmadan İran’ın yabancılar ile ilişkiye girmemesi yönünde bir ültimatom vermiştir. Meclis’in ültimatomu reddetmesi üzerine Rus birlikleri Tahran’a yürümüş ve bunun üzerine Sadrazam Nasır el-Mülk riyasetindeki hükümet Meclis’i feshetmiş ve Rusya'nın taleplerini kabul etmiştir. İkinci Meclis’in feshi, İran Anayasa Devrimi’nin de sonu olmuştur. 

1914 yılına kadar Meclis tekrar toplanamamıştır. Kuzey İran fiili olarak Rusya’nın işgali altında kalmış, 

1905-1911 İran Anayasa Devrimi, 

20. yüzyılın başında İran’da siyasi, iktisadi, mali ve içtimai ıslahatlara dair müzakerelerin, münakaşaların ve mücadelelerin devridir. İçeride Şah idaresi İngiltere ve Rusya’nın diplomatik sevki altında mevcudiyetini sürdürebilmiştir. 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’nda İran toprakları tekrar işgal edilmiş, iç isyanlar, siyasi ve mali istikrarsızlıklar İran için oldukça tahripkâr olmuştur. 1914 yılındaki bir başka hayati gelişme, 1909 yılında William Knox D’Arcy idaresinde tesis edilen Anglo-Pers Petrol Şirketi’nin çoğunluk hisselerinin İngiltere hükümeti tarafından satın alınması olmuştur. 

1905-1911 İran Anayasa Devrimi, 20. yüzyılın başında İran’da siyasi, iktisadi, mali ve içtimai ıslahatlara dair müzakerelerin, münakaşaların ve mücadelelerin 
devridir. İran siyasi tarihinde ilk defa halkın temsilcilerinden teşekkül eden bir Meclis toplanmış, yasama, yürütme ve yargıda Şah’ın yetkilerini tahdit etmiştir. 
Meşruti bir idareye dair yeni fikirler, yeni cemiyetler, yeni hareketler ve yeni şahsiyetler ortaya çıkmış, hem Şah idaresi ile aralarındaki münasebetler hem de kendi aralarındaki münasebetler sonraki dönemde İran’daki fiili ve fikri gelişmeleri tayin etmiştir. İran’ı siyasi iktidarsızlık, iktisadi zayıflık ve içtimai istikrarsızlıktan kurtarma yönünde ortaya konulan çabalar arzulanan sonuçları vermekten ziyade, bir fasit daireyi idame ettirmeye sebep olmuştur. 

Şah idaresine karşı mücadele veren ıslahatçı hareketin nihai hedefi ise, İran üzerindeki yabancı hâkimiyetinin sona erdirilmesiydi. Islahat, istiklal içindi. 
Ne var ki, özellikle 1917 Rus Devrimi sonrasında, İngiltere İran’ın dâhili ve harici siyasetini şekillendiren tek kuvvet olarak kalmış, D’Arcy tavizleri üzerinden 
İngilizlere İran petrol sektöründe tartışmasız bir hâkimiyet ve petrol ihracatındaki kârlar üzerinde orantısız bir menfaat sağlayan anlaşma, İran’ın tam istiklali önündeki en ciddi mani olarak telakki edilmiştir. Bu telakki etrafında cereyan eden gelişmeler, 1953 Musaddık Darbesi’ne uzanan süreci tayin etmiştir. 

Eyüp ERSOY 
Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
ORSAM RAPORU

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,



***