SİYASET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SİYASET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2017 Pazartesi

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK BÖLÜM 4


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK  BÖLÜM 4


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #7 – BEŞ MAYMUN
 
Toplum…
 
Kendi koyduğu veya Yaradan’ın emrettiği kurallar dahilinde yaşayan insanlar…
 
Bazen de kendi kendilerine farkında olmadan oluşturdukları davranışlar var…
 
Mahalle baskısı, sürü psikolojisi veya “sosyal öğrenme”…
 
Adı ne olursa olsun, profesyonelce bazen de doğal olarak insanı insan yapan değerlerden birisi olan “sorgulama/muhakeme” yeteneğini sıfırlatan durumlar, baskılar, dayatmalar, güdülemeler, telkinler ile yaşıyoruz, yaşatılıyoruz…
 
***
 
Bu konu ile ilgili 1967 yılında bir deney yapılmış…
 
Beş maymun deneyi…
 
Ortaya bir merdiven ve tepesine de iple bağlı bir salkım muz asılı bir kafese beş maymun koymuşlar.
 
Her bir maymun merdivene çıkıp muza ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkmışlar…
 
Maymunlar için bir tarafta en çok sevdikleri muz, diğer tarafta en nefret ettikleri ve korktukları su…
 
Her maymun aynı denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk su ile ıslatılmış…
 
Bütün maymunlar bu denemeler sonunda ıslanmayı tecrübe etmişler…
 
Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanmış…
 
Bu sefer suyu kapatıp, maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koymuşlar…
 
Yeni maymunun ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olmuş…
 
Fakat diğer dört maymun buna izin vermeyerek ve yeni maymunu ıslanmasını önlemek amaçlı dövmüşler….
 
Daha sonra ilk ıslanmış maymunlardan biri daha kafesten alınır ve yerine yeni bir maymun konulmuş…
 
Yeni ikinci maymunda muzu almak için merdivene ilk yaptığı atakta diğer maymunlar tarafından dayak yemiş…
 
Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ise ilk yeni maymun olmuş…
 
İlk ıslanan maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir…
 
Üçüncü yeni gelen maymunda ilk atağında cezalandırılmış…
 
İlk yeni gelen iki maymunun sonradan geleni niye dövdükleri konusunda bir fikirleri yok ama yine de dövmüşler.
 
Son olarak da kafesteki ilk ıslanan gruptan son maymun olan dördüncü ve beşinci de değiştirilmiş…
 
Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbir maymun merdivene yaklaşıp muzları almak için hamle yapamamış.
 
***
 
Buna “ Organizasyonel/toplumsal negatif öğrenme ” deniliyor…
 
Yaşamın içindeki durumları ve olayları muhakeme edin, toplumda zaman içerisinde oluşmuş/oluşturulmuş her genel kanı/algı doğru değildir…
 
İnsanı insan yapan değer Yaradan tarafından bizlere bahşedilen “akıl” dır…
 
Aklınızı kullanın!..
 
Kullanmazsanız; Yaradan’a karşı gelir,
 
Hayatınızdan memnun olmaya başlar, kurulu düzenin kuru kuruya en ateşli savunucusu olur,
 
Doğruyu yapmaya çalışanlara kendinizce “deli gibi” bakmaya başlar,
 
Düzeni değiştirip doğruları yapmak isteyenlere en çok ve en iştahla siz engel olursunuz…
 

Hüseyin KURT


***
SİYASET,HABER, 19 MAYIS ÜNİVERSİTASİASCH DENEYİHüseyin KURTMİLGRAM DENEYİOTORİTEYE BOYUN EĞMEKSAMSUN



OTORİTEYE BOYUN EĞMEK 8 – 

CAHİL CESARETİ ve KENDİNİ BİLMEK
 
 
Cehalet ve Cesaret… Bir araya geldiğinde iş tamam(!)
 
“ Üstünlük yanılsaması ” veya “ Özgüven zehirlenmesi ” ile içlerinde patlamalar yaşayanlar var toplumda…
 
Halk dili ile bu duruma “cahil cesareti” veya “ haddini bilmemek ” diyoruz…
 
Cahilin kendinden emin, bilgi insanların sürekli şüphe içerisinde olması durumu…
 
Bulgulara göre “cehalet, gerçek bilginin aksine, kişinin kendine olan öz güveni arttırıcı etkiye sahip”…
 
Bu nedenledir ki; bazen çok okumuş, deneyimli kişiler ve iş bilenler doğru zamanı kaçırır iken, daha az bilgiye sahip olan kişiler doğru çözümü ve rüzgarı daha önceden yakalayabilirler.
 
Bu noktada nitelikli ve niteliksiz insan kavramı ortaya çıkıyor… Kişilerin yaptıkları işler noktasında niteliksiz olmalarından kaynaklanan ortak özellikleri şu şekilde;

· Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
· Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
· Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
· Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar…
 
Dunning-Kruger Sendromu:

 Bu noktada David Dunning ve Justin Kruger’e 2000 yılında “Ig Nobel(!)” ödülü kazandıran teorilerini ispatlamak amaçlı bir test uygularlar…
 Cornell Üniversitesi'nden 45 öğrenci teste katılır ve çeşitli sorular sorarlar. Ardından öğrencilerden testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini isterler.
 Testte en başarısız olanların ( sorulara sadece %10 ve daha az doğru cevap verenlerin ), testin % 60'ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar %70'e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıkar.
 Testte en iyilerin ( sorulara en az %90 oranında doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların %70'ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görülür.
 
Sonuç; “Cehalet kişiye, bilgiden daha fazla güven verir”
 
***
 
Kariyer noktasında “yetersizlik ve haddini bilmeme” karışımı çoğu zaman karşı koyulmaz bir itici güç oluyor. oluştur
Niteliksiz olmasına rağmen öz güven patlaması yaşayan “yetersiz”, kendisini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayanlar, bir süre sonra tüm makamları kendisine “hak” olarak görmeye başlıyor…
Bu esnada, gerçekten bilgili, yetenekli ve nitelikli insanlar ise çalışma hayatında “fazla mütevazi” davranarak kendilerine haksızlık ederek öne çıkmıyorlar.
Yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmadıkları gibi kıymetlerinin bilinmesini bekliyorlar. Kendi iç dünyalarında içten içe kırılmalar ile daha da geriye çekiliyorlar. Bu kişiler muhtemelen üstleri tarafından da "ihtiras eksikliği" ile suçlanıyorlar.
 
Sonuçta, “kifayetsiz muhterisler” her zaman ve her yerde daha hızlı yükseliyorlar ve daha yukarılara çıkıyorlar…
 
Etrafınıza bir bakın, bakalım bu insanları iş çevresinde, cemiyet hayatında, aile içerisinde, siyasi çevrelerde, tv programlarında fark edebilecek misiniz?
 
***
 
Fark edemediniz mi? 

O zaman bu insanları nasıl tanıyabileceğiniz ile ilgili sizlere bazı ipuçları!..
 
· Her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerini iddia ederler.
· Bilgiyi ve eğitimi aşağılama eğilimindedirler.
· Bu kişiler çok gürültü patırtı çıkarır, bu gürültü içerisinde çok iş yaptığı havası estirmeye bayılırlar.
· Her şeyi kendisi halletmek isterler.
· Her şeye hazırlıklıymış gibi davranmaya bayılırlar.
· Üstlerine karşı saygıda asla kusur etmezler ama altındakileri ezme konusunda üstlerine yoktur.
· Bugün beyaz dediğine yarın siyah der, ama demediğini iddia ederler.
· Başarısız olması halinde, başarısızlığını hiç yaşanmamış hale getirmeye çalışırlar.
· Kendi doğrularının, düşünce ve eylemlerinin doğruluğuna kati olarak inanırlar.
· Herkesin gördüğü, şahit olduğu bir şeyi inkar edebilir, mesele sizi buna inandırabilmektir.
 
Halen daha bu kişileri tanımlayamadınız mı? O zaman kendinize bir bakın…
 
***
 
Bu Konuda söylenmiş birçok özlü söz var;
 Konfüçyüs; “Gerçek bilgi insanın cehaletini öğrenmesidir”
 Shakespeare; “Ancak ahmaklar her şeyi bildiğini düşünür”
 
Ünlü filozof Bertrand Russell; “Dünyanın en büyük sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.” 
 
Anadolu’nun bilge ozanı Yunus Emre ise; “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır” demiş…
 
Vurgu hep aynı…
 
Bu konuyu araştırırken okuduğum bir makalede güzel bir örnek vardı;
 
“George W. Bush, döneminde, ABD yönetimini Irak Savaşı konusunda uyaran, sosyologlara, tarihçilere, aydınlara ve güvenlik uzmanlarına adeta düşmanca davranıldı. Entelektüeller ve üniversiteler aşağılandı. 'Vatan haini' kavramının ABD tarihinde en çok kullanıldığı dönemlerden biri oldu. Bush, karar almak için çok şey bilmeye gerek olmadığını, kararları 'yüreğiyle (gut)' aldığını söylemekten çekinmedi. İlahi ve tarihi bir misyon yüklenmiş, yüzyılda bir gelecek bir lider gibi görüyordu kendisini. Kifayetsizliğinin, yetersizliğinin farkında bile değildi. Ama, işte kifayetsiz muhterislere has o özgüvenle kendini yığınlara cüretkarca pazarlamayı becerdi. Texaslı maço yürüyüşü, tavrı, söylemi, meydan okuyuşu, hamaseti ve kilise dilini çok iyi kullanması Amerikan halkının yarısının 2004'te onu bir kez daha başkan seçmesine yetti.”
 
***
 
Üniversitelerin yüzyıllarca kapılarına kazıdıkları şu söz son söz olsun; “kendini bil”


Hüseyin KURT


*****

Hüseyin Kurt 
ÖZGEÇMİŞİ;

Samsun Ondokuz Mayis University, Ziraat Fakültesi,  
Samsun 
1976 yılında Samsun İli Bafra İlçesinde doğdu. İlkokulu Yörükler Beldesi, Orta ve Lise Öğrenimini Samsun merkezde tamamladıktan sonra 1999 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesinden mezun oldu. 
Vatani görevini 2001 yılında Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığında Teğmen olarak tamamlayan Kurt, 2003 – 2007 yılları arasında Tarım Bakanlığına bağlı Danışman olarak görev yaptı. 
2007 yılında Kamu görevinden ayrılarak, Turizm ve Bilişim Sektöründe faaliyet gösteren aile şirketlerinin başına geçti. 
Gerek eğitim hayatı gerekse iş hayatında birçok sivil toplum kuruluşu ve meslek odalarında aktif görev alan Kurt, halen Samsun Ticaret ve Sanayi Odası Meclis ve Divan Üyeliği, Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) bünyesinde Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) Fikri, Sınai Mülkiyet Hakları ve ARGE Teknik Komitesi Komite üyeliği, Samsun Ticaret ve Sanayi Odası Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliği, Samsun Girişimci ve Sanayici İş Adamları Derneği (SAGİD) Genel Sekreterliği, Türkiye Bilişim Derneği Samsun Bölge Başkan Yardımcılığı görevlerini yürütmekte olup, bu anlamda 19 Mayıs Üniversitesinde Girişimcilik, Siyasal Pazarlama ve Siyasal İletişim, E-Ticaret, UMEM Projesi kapsamında meslek liselerinde bilişim ve girişimcilik, kamuda bilgi güvenliği ve bilişim suçları ile ilgili çeşitli seminer ve eğitimler verdi. 
Tarım, Kobilerde Teknoloji, Siyasal İletişim, Sosyal Medya ve Yatırım danışmanlıkları da yapan Kurt’un bu alanlarda yerel, yaygın ve internet medyasında yayımlanmış yazı ve makaleleri bulunmaktadır. 
Dalış, doğa sporları ve fotoğrafçılık ile de amatör olarak ilgilenen Kurt, evli olup İngilizce bilmektedir.

Address: Samsun / Turkey



***

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK BÖLÜM 3


          OTORİTEYE BOYUN EĞMEK  BÖLÜM 3

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #5

Kitle… Kitle davranışı… Kitle psikolojisi… Kalabalık…

Kitle; çok sayıda insanın bir arada olması durumu…

Bir insan topluluğunun kitle sayılabilmesi için; heterojen yani birbirinden farklı kişilik yapısında, geniş tabana yayılmış, anonim olması gerekir…

Son dönemde, kitle ve kitle davranışı, toplumsal mühendislerinin ve siyasal iletişim danışmanlarının toplum üzerinde uyguladıkları “asimetrik psikolojik harp” tekniklerindeki ve yaptıkları hesaplamalarındaki ana değişkenlerdendir.

Kitle davranışı ise; kitleyi oluşturan insanların aynı yer/ortam ve zamanda, aynı şekilde yoğun ve duygusal nitelikte, çoğunlukla aniden ortaya çıkan ve kontrolsüz biçimde gelişen, sosyal normları ihlal eden ortak davranışlar olarak tanımlanıyor.

Kitle davranışlarının ortaya çıkması için insanların coğrafi/fiziki olarak birbirine yakın olması, birbirini doğrudan etkilemesi, ya da aralarında bir tür iletişim olması gerekmez.

Bu noktada iletişim çağının temelini oluşturan medyanın/internetin ve son dönemde sosyal medyanın bunda belli bir rol oynadığı varsayılıyor.

***

Kitle davranışları üzerine ilk bilimsel çalışmalar 1895 yılında toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla öne çıkan Fransız Gustave Le Bon tarafından gerçekleştirilmiş.

Le Bon kitleler üzerinde yaptığı incelemelerde, kalabalık içerisinde insanların uygar/bilinçli kişilik yapısının ortadan kalkma ve bunun yerine ilkel ve vahşi içgüdülerin ortaya çıkma eğiliminin yüksek olduğu tespitinde bulunmuş.

Le Bon’ a göre; “ Kitleyi meydana getiren bireyler kimler olursa olsun; yaşama biçimleri, işgüçleri, karakterleri yahut zekaları ister benzer, ister ayrı olsun, kalabalık haline gelmiş olmaları onlara bir nevi kollektif ruh aşılar.”

Yani kitleyi oluşturan bireylerin her biri tek başınayken hissedeceği, düşüneceği ve davranacağından farklı şekilde bu ortak kitle bilinci çerçevesinde hisseder, düşünür ve davranır.

Le Bon kitleleşme sürecini 3 psikolojik mekanizmayla açıklamaktadır;

_ Anonimlik…
_ Bulama&
_ Kolay yönlendirilebilirlik… (Telkine yatkınlık)

***

_ Anonimlik; kitle içindeki birey çoğunluğun sayı üstünlüğünden dolayı bireyin sorumluluk duygusunun ortadan kalkması, kişinin bireysel eylemlerinden dolayı kendini sorumlu hissetmemesidir. Kitleler isimsiz (anonim) ve dolayısıyla sorumsuz oldukları için, bireyleri daima, her yerde kontrol edici rol oynayan sorumluluk duygularından tamamen uzaklaştırır ve onları içgüdülerine daha kolay teslim eder.

_ Bula_ma; Bir toplulukta her duygu, her davranış, yayılmacı özelliğe sahiptir. Hem o derece yayılmacıdır ki, birey, kişisel çıkarını topluluğun çıkarına kolayca feda eder. Bu davranış/fedakarlık hali aslında insan doğasına ters olmakla birlikte ancak bir kitleye dahil olduğunda meydana gelen şaşkınlık verici bir olaydır.

Kitlede ortaya çıkan duygu ve davranışlar hızla ve kontrolsüz bir biçimde kitle içerisinde yayılması ve herkesin bu duygu ve davranışlara göre hareket etmeye başlar. Bulaşma görüşüne göre kitledeki bireyler birbirlerinin duygu ve davranışlarını sürekli olarak taklit ederler.
Le Bon, bu durumu; “Gözlenmesi kolay fakat açıklanması zor olarak nitelediği bulaşma olgusunu, hipnotik bir olay” olarak görmüştür.

_ Kolay yönlendirilebilirlik (Telkine yatkınlık) ise; kitle içinde kişisel bilinçlerini yitirmiş durumda olan bireylerin, kitlede lider konumda olan veya etkileme gücü yüksek olan kişi ya da kişiler tarafından kolayca ikna edilebilir ve yönlendirilebilir hale gelmesidir.

Kitle içindeki birey, bilincini yitirdiğinden, hipnozdakine benzer durumda herhangi bir telkine açık hale gelir.

***

Bu 3 Psikolojik Mekanizmayla hareket eden kalabalıkların duyguları abartılmış ve basittir.
Hoşgörü, rasyonel düşünce ve yargı güçleri yoktur. Hiçbir davranış önceden düşünülmediği için ani, dengesiz, mantıksız ve ilkel davranışlar sergilerler.

***

Sosyolojiye merakı olanlar için “Kitleler Psikolojisi” kitabını tavsiye ederim.
İnternette .PDF dosyası olarak ta www.bit.ly/kitleler-psikolojisi adresinden indirebilirsiniz.

***

Kendisini yaşadığı modern toplumun bir üyesi olarak gören birey, kendisini toplumda özgün bir kişilik olarak görür ve toplum içinde bencil, saldırgan, sabit fikirli ve dürtüsel hareket ederek, kitleler ile koşulsuz şartsız hareket etmekten sakınır.

Ancak bir kitleye katılan birey; kişisel kimliğini yitirir, kitlenin isimsiz bir üyesi haline gelir ve davranışlarındaki sınırlamaların etkisi azalır.

Sonuçta davranışlarını kontrol etme ve mantıksal düşünme becerileri azalan bireyin bencil, saldırgan, sabit fikirli olma ve dürtüsel hareket etme eğilimi artar.

Böylece birey içinde bulunduğu kitlenin davranışlarından dolayı kişisel sorumluluk duymaz ve davranışlarının toplum tarafından nasıl karşılanacağı umursamaz hale gelir.

***

Allahû Tealâ kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim (En’âm / 116)’de buyuruyor ki;  

“Eğer Ülkedeki, yeryüzündeki insanların çoğunluğunun düşüncelerine, inançlarına ve uygulamalarına uyarsan, onlar, seni başına buyruk hale getirerek, Allah yolundan uzaklaşmana, dalâleti, bozuk düzeni, helâki tercihine imkân sağlarlar. Onlar kesinlikle, ilme, delile dayanmayan zanlarına uyarlar ve onlar kesinkes yalan-yanlış saçmalarlar.”

***

Milli duygulara sahip, sorumluluk sahibi, toplumsal olaylara duyarlı, bencil olmayan, doğru-yanlış humakemesi yapabilen, sabit fikirli olmayan bir toplum, bir nesil dileğiyle…

Hüseyin KURT
****

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #6

Öğrenilmiş Çaresizlik…

Toplumda birçok birey hayatı boyunca sayısız başarısızlığa uğrar.

Birey, ne yaparsa yapsın hiçbir şeyin değişmeyeceğini, olayların kendi kontrolünde olmadığını düşünür…

Bir süre sonra olaylar/durumlar karşısında bir daha asla başarıya ulaşamayacağını düşünüp, bir daha deneme cesaretini kaybeder…

Önceki denemeler karşısındaki başarısız sonuçları, kendini sınırlayacak şekilde yanlış yorumlar.

Buna; “ Öğrenilmiş çaresizlik…” deniliyor…

***

“ Öğrenilmiş Çaresizlik ” kavramını ortaya atan Martin Seligman, teorisini şöyle özetliyor; "Ne zamanki bir kişi, yaptığı hiçbir şeyin bir fark yaratamayacağına inanırsa, çaresizliği ve hiçbir şey yapmamayı öğrenecektir"…

Öğrenilmiş çaresizliğe, köpeklerle yapılan deneylerin yanı sıra diğer örnek durum “fil hikayesi” dir…

Şöyle ki;

Hindistan’da filleri yetiştirmek için, onları küçücükken kalın bir zincirle bir kazığa bağlarlar… Tabi bu yavru filin bu zinciri koparabilmesi, kırabilmesi ya da kazığı söküp atabilmesi mümkün değildir… Küçük fil önceleri bundan kurtulmak için tüm gücüyle uğraşır, defalarca dener ama sonucu değiştiremez, özgürlüğüne kavuşamaz…

Yıllar geçer, fil kocaman olur… Bağlı olduğu kazığın ve zincirin onlarca katına gücü yetebilir artık… Ama fil asla böyle bir girişimde bulunmaz…

O özgür olamayacağına inanmıştır, artık kırılamayan şey, filin zinciri değil inancıdır.

***
Anlaşılıyor ki; “ Korkular, insanlara korkulan şeylerden daha fazla zarar verir…”

Çaresizlik ile ilgili iki durum karşımıza çıkıyor; “gerçek çaresizlik ve sahte çaresizlik…”

Hayatta bazen maruz kalınan gerçek çaresizlikler ile öğrenilmiş çaresizlik durumu aynı şey değildir. Gerçekten çaresiz olmadığınız halde, çaresiz olduğunuzu sanarak, çözebileceğimiz bir sorunumuzu çözmek için hiçbir şey yapmadığımızda “öğrenilmiş çaresizlik” yaşıyorsunuz demektir.

Çaresizlik duygusu yaşayanlar: "Gerçekten çaresiz durumda mıyım, yoksa çaresiz olduğumu mu düşünüyorum?” diye düşünmeli…

Öğrenilmiş çaresizliğin birey üzerinde “aklı, istekleri ve duyguları” zayıflatmasına izin vermemeli…

Öncelikle, ihtimallerin tümünü gözden geçirmeden asla, "Kurtuluş yolu yok!" dememeli...

***

İnsan denemekten neden korkar?

Kaybetmekten korktuğu için!

Çaresizliği öğrenmiş kişiler sürekli olarak, " Bir kez daha başarısızlığa uğramamak için ne yapmalıyım?" sorusuna cevap ararlar…

Çoğu zaman vardıkları sonuç; " Hiçbir şey yapmamak! " tır…

Ama unutmamak gerekir ki; “ hiçbir şey yapmamak uzun vadede en büyük başarısızlık nedenidir ”

***

Ne olursa olsun geçmişteki başarısız sonuçlara takılıp kalmayın.

Eğer bizi yaradan Allah, bu sınav dünyasında sürekli geçmişimize bakarak yaşamamızı isteseydi, sanırım gözlerimiz ensemizde yaratırdı!..

Geçmişteki başarısızlıkları ne unutun, ne de büyütün…

Geçmişin kötü deneyimlerinin geleceğinizi şekillendirmesine asla izin vermeyin.

Hüseyin KURT

Öğrenilmiş çaresizlik için video #1 : http://youtu.be/w4aXy6KezII

Öğrenilmiş çaresizlik için video #2 : http://youtu.be/JV1lKXm5czM 




***

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK BÖLÜM 2


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK  BÖLÜM 2


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #3

“ Otorite ” ve “ Çevre/Çoğunluk etkisi ”…

Asch deneyi bize; bilinçli ve sistematik olarak uygulanan çevre/çoğunluk baskısının her ne eğitim seviyesinde olursa olsun,  irade sahibi bir bireyin iradesi dışında grup baskısı ile beyaz a siyah dedirtebileceğini göstermiştir.
Milgram deneyi ise; Otorite, temsil eden makam tarafından bilinçli ve sistematik olarak uyguladığında, bireylerin otoriteye boyun eğmek ve güvenmek eğilimi çok güçlü olduğu, verilen talimatları yerine getirmek uğruna bütün kişiliklerini ahlaki değerlerini ve iradelerini kolayca terk edebildiklerini ortaya çıkarmıştır.

***
Toplumda bireyin yaşam içerisindeki hür iradesini gösterebilmesi için, muhakeme yeteneğini yani, kendince yargılama, etraflıca düşünme, karşılaştırma/kıyaslama, analiz etme yeteneklerini geliştirmesini desteklemek ve bu doğrultuda telkinlerde bulunmak gerek.
Günümüzde her birey yaşam içerisinde karşılaştığı psikolojik baskıları ve yaşadıkları mobbing i en aza indirmek için bireyler seviyesine indirgemiş “psikolojik harp teknikleri”ni ve “karşı psikolojik harp” tekniklerini öğrenmeli ve yaşamı içerisinde gerektiğinde uygulamalıdır.
Psikolojik Harp teknikleri; hedef kitlenin olan bireyin duygu, düşünce ve davranışlarını, kendi amaçları doğrultusunda etkilemek ve değiştirmek amacıyla yapılan planlı propaganda çalışmaları bütünüdür.
Günümüzde psikolojik harp tekniklerinin en hızlı karşılık bulduğu mecra “siyaset kurumu” olarak karşımıza çıkmaktadır. 

***
Hür irade sahibi bir neslin yetiştirilmesi için; yaşamda, işte, beşeri ilişkilerde, siyasal alanda ve küresel güçlerin toplumlar üzerindeki psikolojik harp teknikleri ile mücadelede “sağlam ve irade sahibi bireyler” yetiştirmek en önemli milli meselelerimizden birisi olmalıdır. 
Bu meselelerin çözümü için, milli duygularla;
Medya ve sosyal medya üzerinden oluşturulan suni gündemleri ve anlamsız magazin haberi çıkışlarını,
Dünya ve ülke gündemini farklı bir yöne hızlı şekilde değiştirecek olayları ve durumları,

Otorite veya güç figürleri tarafından ilan edilen olayları, durumları ve kişileri,

Post-modern görüşleri ve popüler kültür öğelerini sorgulamayı,

Kendimiz/çevremizi bağımsız analiz etmeyi öğrenirsek, sürü psikolojisinden daha az etkilenmelerini sağlayacak duygusal/psikolojik olgunluğa erişmelerini sağlayarak daha fazla “hür irade sahibi Türk Evlatları” yetiştirebilir, topluma önderlik etmelerini sağlayabiliriz.
Hür irade sahibi bir Türkiye dileğiyle…

Hüseyin KURT


****

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #4


“Otoriteye Boyun Eğmek” diye başladık…
Şimdi de yeni bir deney örneği verelim; 
“Stanford Hapishane Deneyi…”
“Otoriter-güç etkisi” de diyebiliriz…
"Denetimsiz güç, güç değildir"  tezinin psikolojik ispatı gibi…
Belki de “Bu dünyada bizlere verilmiş rolleri mi oynuyoruz” sorusunun da cevabı…
Ya da; “Bu sınav dünyasında insanlığın GÜÇ ile sınavı…” 
Deneyi psikoloji profesörü Zimbardo hazırlamış. Amaç. ‘Bireylerin/grupların eline otoriter güç veya gücü uygulama yetkisi geçtiğinde verilen yetkilerin üzerlerindeki etkileri”ni ölçmek…
Hatta bu deneyin daha sonra filmi de yapılmış ve büyük ses getirmişti…

“ Das Experiment ”… Türkçe adıyla 2001 yapımı “Deney” filmi…

Deney için, Üniversitesi’nin bodrum katına kameralarla sürekli izlenilebilecek bir hapishane ortamı oluşturulmuş.
12 mahkum ve 12 gardiyan olmak üzere 24 kişi rastgele seçilmiş, daha önce adli kaydı olmayan, sağlıklı, akıllı, orta sınıf erkeklerden oluşan bir grup oluşturulmuş.
Katılımcılara, bunun bir deney olduğu, mahkum ya da gardiyan olma durumunun tamamen bir rol olduğu söylenmiş.
Gerçekçi olabilmesi için de mahkum rolünü oynayan 12 katılımcı evlerinden, değişik suçlar adı altında polisler tarafından gözaltına alınmış… Mahkum kıyafetleri giydirilip hücrelerine yerleştirilerek mahkumların başına kadın çorabı geçirilmiş.
Gardiyan rolünde olanlar ise tek tip üniforma giyip, aynalı gözlük takıp düdük ve cop taşımaları istenmiş. Cop verilirken de, fiziksel anlamda hiçbir ceza uygulamamaları gerektiği de kendilerine hatırlatılmış.
Zimbardo, oynadıkları role tamamen adapte olmalarını istediği gardiyanlara güçlü olanın onlar olduklarını ve düzeni sağlamaktan da yine onların sorumlu olduğunu söylemiş fakat bunu nasıl gerçekleştirecekleri konusunda bilgi vermemiş.

DENEY KONTROLDEN ÇIKIYOR

Deneyde sorunların ortaya çıkması çok uzun sürmemiş. Bir süre sonra gardiyanlardan birisinde ilk ciddi değişim gözlenmiş. Gardiyan yerdeki mahkumların kimi zaman sırtına basmaya ve üzerlerine oturmaya başlamış.

Ertesi gün mahkumlar başlarındaki çorapları çıkarmış, üniformalarındaki numaraları sökmüş ve yataklarından yaptıkları bariyerler ile kendilerini hücrelerine kapatmışlar.

Mahkumların aynı zamanda küfür etmeleri ve lanet okumaları, gardiyanları oldukça kızdırmış. İsyanı başlatan mahkumlara hücre cezası, taciz ve gözdağı vermeye başlamışlar.
Devam eden günlerde olayların dozu girerek artmış…

Sonuç itibariyle, yapay hapishane kısa bir sürede gerçek bir cezaevini andırmaya başlamış ve deney süresince gardiyanlar o kadar saldırgan tavırlar sergilemişler ki 2 haftalık deney 6. gününde sonlandırılmak zorunda kalmış.

DENEYLE İLGİLİ İLGİNÇ DETAYLAR

Üç ayrı Gardiyan tipi oluşmuş: 

Hapishane kurallarının dışına çıkmayanlar,
Mahkumlara kötü davranmayı kendine adet edinenler
Mahkumlara iyi davrananlar…

Mahkumların ilk andan itibaren ezilmiş/pasif bir tavır sergiledikleri görülürken, gardiyanlar giderek daha da agresifleşmişler.
İsyan, gardiyanlar arasındaki dayanışmayı arttırmış ve gardiyanlar, mahkumları sürekli sorun yaratan kişiler olarak görmeye başlamış.
İsyanı bastırabilmek ve hapishaneyi kontrol altında tutabilmek için, gardiyanlar kendi aralarında işbirliğine gitmeye ve ücret almayacak olmalarına rağmen fazla mesai yapmaya karar vermişler.
Gardiyanlar, hapishanenin mikrofon ve kameralarla gözlem altında olduğunu bilmediklerinden, hapishane yöneticilerinin onları görmediğini zannettikleri durumlarda çok daha acımasız olmuşlar.
Deneyin erken sona erdirilmesi mahkumları çok sevindirirken, gardiyanları üzmüş.

***
Eğitim seviyesi ve geçmişi ne olursa olsun insanlara en yapılmayacak işleri dahi yaptırmanın mümkün olduğu, deneklere gardiyan ve mahkum şeklindeki görev dağıtımının rastgele yapılmış olmasına rağmen gardiyanların empati kurma yeteneklerini kullanmamaları çok ilginç bir durum olarak karşımıza çıkıyor.

***
Sonuç olarak; Hepimiz yaşamın dinamikleri içerisinde bizlere yüklemiş olan rolleri oynuyoruz…
Stephen King’in yayınladığı ve sinemaya uyarlanan “Yeşil Yol” filminde bir gardiyanın sözleri ile yazımı bitirmek istiyorum;
“Kıyamet gününde, Allah'ın karşısında dururken bana neden onun gerçek kullarından birini öldürdüğümü sorarsa ona ne diyeceğim? Görevim olduğunu mu? Bu benim işimdi mi diyeceğim?”
Bu rolleri oynarken insani değerlerimizi kaybetmememiz dileğiyle…

Zimbardo Stanford Hapishanesi deneyi video linki; www.bit.ly/zimbardodeney 
 

Hüseyin KURT




***

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTADOĞU’DA ASKER-SİYASET İLİŞKİSİ VE ASKERİ DARBELER


ORTADOĞU’DA ASKER-SİYASET İLİŞKİSİ VE ASKERİ DARBELER 



Bayram SİNKAYA 
Yrd. Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, ORSAM 
Danışmanı ORSAM RAPORU



Modern Ortadoğu’da ilk askeri darbe Irak’ta gerçekleşmiştir. Irak’ın bağımsız olmasından kısa bir süre sonra ordunun başına geçirilen General Bekir Sıdkı Ekim 1936’da ‘darbe’ tehdidiyle hükümetin değişmesini sağlamıştır. O zamandan günümüze kadar Ortadoğu’da yaklaşık 45 askeri darbe gerçekleşmiştir. 

Asker-siyaset ilişkileri, Ortadoğu çalışmalarında uzun zamandan beri ihmal edilen alanlardan birisi olmuştur. Soğuk Savaş yıllarında art arda yapılan darbelere karşın, 1980’lerden itibaren hâkim rejimlerin konsolidasyonu ile demokratikleşme ve küreselleşme vb. süreçler nedeniyle askerlerin siyasetle ilişkilerine pek bakılmamıştır. 

İran’da Devrim Muhafızları Ordusu’nun siyasette artan ağırlığı, Arap Baharı sürecinde halk hareketlerinin seyrinde güvenlik güçlerinin ve orduların oynadığı 
kritik roller ile Temmuz 2013’te Mısır’da yapılan askeri darbe, Ortadoğu’da asker-siyaset ilişkilerine ilginin giderek artmasına sebep olmuştur. 

Askerliğin ve siyasetin farklı uzmanlık gerektiren ayrı meslekler olarak ortaya çıkması ve kurumsallaşmasından beri ordunun siyaset ile nasıl bir ilişki içerisinde olması gerektiği tartışılagelmektedir. Buradaki temel mesele, belirli bir siyasal yapıyı düşmanlara karşı savunması ve bu siyasal yapının askeri çıkarlarının korunması için ihdas edilen ve kendilerine güç verilen askerlerin, siyasi iradeyi temsil eden otoriteye tabi olmasıdır. Fakat tarih boyunca askerler ile siyasi otorite arasında farklı ilişki tipleri ortaya çıkmıştır. Kimi zaman askerler siyasi otoriteyi çeşitli şekillerde etki altına almaya çalışmış, kimi zamanlarda da 
bizzat müdahale ederek siyasi iktidarı ele geçirmiştir. Askerlerin siyasete müdahalesi sonucunda siyasi iktidarın olağanüstü yollardan ve zorla değiştirilmesine ‘askeri darbe’ denilir. Bu çalışmada Ortadoğu’da asker-siyaset ilişkileri ele alınacak ve askeri darbeler tartışılacaktır. 

Asker-Siyaset İlişkileri 

Modern Ortadoğu siyasetinde de askerler önemli roller oynamıştır. Modernleşme sürecinde ilk reformların askeri alanlarda yapılması ve özellikle askeri eğitim 
alanında kaydedilen gelişmeler sonucunda askerler, ‘ilerici aydınlar’ olarak gerek kendi toplumlarındaki Batılılaşma yanlısı kesimler arasında gerekse yabancı 
muhatapları karşısında saygın bir yer edinmiştir. Modern Ortadoğu’da devlet inşası sürecinde ilk teşkil edilen kurumlardan birisi de ordudur. Ordu, sadece 
ülkede güvenliğin ve istikrarın sağlanmasında değil, askere alma ve eğitim vb. faaliyetleri ile millet inşasında da en etkili kurumlardan birisi olmuştur. Keza, 
bağımsızlığın emperyalistlere karşı askeri mücadele verilerek kazanıldığı ülkelerde, askerler ulusal birliği ve kurtuluşu temsil eden kahramanlar olarak öne çıkmış ve ülke siyasetinin güçlü ve etkili aktörleri olmuştur. 

Birçok Ortadoğu ülkesinde devletin ve milletin inşasında önemli roller ifa eden askerler, sonraki dönemlerde kendilerini milletin, devletin ve rejimin 
bekasının koruyucuları olarak görmüştür. Böylece doğrudan askeriye ile bağlantılı olmayan siyasi iktidara tabi olmak bir yana, kimi hükümetler yönetme 
kapasiteleri, ideolojik eğilimleri veya dış politika tercihleri nedeniyle askerler tarafından devlete, milletin bekasına veya ulusal çıkarlara tehdit olarak görülmüştür. 
Siyasete bakışlarını bir takım ulvi gerekçelerle izah etme eğiliminde olsalar da siyaset ile ilişkilerinde bir sınıf, zümre veya kurum olarak askerlerin çıkarlarının 
önemli rol oynadığı yadsınamaz. Kendilerini ayrıcalıklı bir zümre olarak gören askerler, kendilerine siyaset üzerinde gözetim rolü vehmetmiştir. Diğer yandan 
bölgede çözülemeyen kronik sorunlar ile güvenlik tehditleri askerlerin ön plana çıkmasına sebep olmaktadır. Çeşitli sebeplerle ülke siyasetinde öne çıkan ordu, 
‘stratejik’ kaygılar veya ‘sınıf çıkarları’ gereği kendi ekonomik ağlarını kurmuş ve ulusal ekonomi üzerinde de etkili olmaya başlamıştır. 

Ordular genellikle bir zümre olarak görülse de birçok örnekte görüldüğü gibi etnik, ideolojik, maddi çıkar vb. nedenlerle hizipleşme ile malul olabilir. Kendi 
içinde birlik ruhu ne kadar güçlü olursa, ordunun siyasete müdahaleleri de o kadar etkili olur. Ordunun çeşitli hiziplere ayrılması bir bütün olarak askeri 
kapasitesini zayıflatmasının yanı sıra, ordu içindeki hiziplerden birisinin siyasete müdahale etmeye çalışması iç çatışmalara sebep olabilir. 

<  Birçok Ortadoğu ülkesinde devletin ve milletin inşasında önemli roller ifa eden askerler, sonraki dönemlerde kendilerini milletin, devletin ve rejimin bekasının koruyucuları olarak görmüştür. >

Dolayısıyla, belirli bir durumda asker-siyaset ilişkilerini belirlenmesinde ordunun yapısı, ideolojik duruşu ve geçmişi etkili olabilir. Bu nedenle, ilgili 
literatürde ordular kendi içindeki birliktelik ruhu, ideolojik duruşu, askeri uzmanlığa verdiği önem, devlet ve toplumla ilişkileri vb. açılardan profesyonel 
ordu, devrimci ordu, pretoryen ordu gibi çeşitli tiplere ayrılır. Profesyonel orduların kurumsallaşmasını tamamladığı ve bütün askeri kapasitelerini sivil siyasi iktidarın hizmetine sunduğu kabul edilir. Kendilerini devrimin koruyucusu ve kollayıcısı olarak gören ordular ise tabiatıyla siyasi yapılardır ve sık sık siyasete müdahale eder. Çeşitli hizipleşmeler ve çıkar çatışmaları ile malul olan pretoryen ordular ise türlü bahanelerle siyasete müdahale etme eğilimindedir. Ordunun siyasete müdahaleleri de farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır; askeri darbeler siyasete doğrudan müdahaledir. Ortadoğu’daki orduların çoğu pretoryen ordu olarak adlandırılır ve ordunun siyasete müdahalesi ordunun bu yapısı ile izah edilir. Askerlerin siyaset üzerindeki etkileri ise gözetim, vesayet, doğrudan yönetim vb. şekiller alabilmektedir. Askerlerin siyasete müdahaleleri belirli bir rejimin veya hükümetin muhafazası doğrultusunda olabileceği gibi bazı alanlarda reform yapılmasına veya politika değişikliğine gidilmesine yönelik de olabilir. 

Orduların özelliklerinin yanı sıra askerlerin içlerinden geldikleri toplum ile siyasi iktidarların durumu, devletin kurumsallaşması vb. faktörler asker-siyaset 
ilişkilerinin seyrinde etkili olmaktadır. Sivil iktidarların zayıflığı, yönetici elitler arasındaki şiddetli ihtilaflar, iç çatışmalar, savaşlarda karşılaşılan yenilgiler veya 
yabancı müdahaleleri, askerlerin siyasete müdahalesinin önünü açmıştır. Uzun süren buhran dönemlerinin ardından bazı güçlü askeri liderler, ‘at sırtında beklenen güçlü lider’ ve ‘milletin kurtarıcısı’ olarak görülmüştür. 

Bazı siyasi gruplar veya toplumsal kesimler farklı amaçlarla zaman zaman askerlerin veya ordu içindeki bir hizbin siyasete müdahale etmesini cesaretlendirmiş, bu durum ‘başarılı’ darbelerden sonra ‘meşruiyet’ unsuru olarak kullanılmıştır. 

Ortadoğu’da Askeri Darbeler 

Modern Ortadoğu’da ilk askeri darbe Irak’ta gerçekleşmiştir. Irak’ın bağımsız olmasından kısa bir süre sonra ordunun başına geçirilen General Bekir Sıdkı Ekim 1936’da ‘darbe’ tehdidiyle hükümetin değişmesini sağlamıştır. O zamandan günümüze kadar Ortadoğu’da yaklaşık 45 askeri darbe gerçekleşmiştir. Askerlerin siyasetteki ağırlığına rağmen, başka bölgelerle karşılaştırıldığında Ortadoğu darbelerde başı çekmez; 1950 -2010 yılları arasında dünyada meydana gelen darbelerin yüzde 15’i bu bölgede olmuştur. Bu oranla Ortadoğu bölgesi, Afrika, Latin Amerika ve Asya bölgelerinin gerisinde kalmaktadır. Darbelerin çoğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda olmuş, 1990’lardan sonra bütün dünyada ve Ortadoğu’da darbelerin sayısı belirgin bir şekilde azalmıştır. ‘Başarılı’ darbe girişimlerinin yanı sıra sayısı tam olarak bilinemeyen çok sayıda darbe girişimi vardır. Fakat bu darbe girişimleri kimi zaman ileri aşamalarda, kimi zaman ise daha ilk safhalarda bastırıldığı için bu konuda sağlıklı veriler yoktur. Keza, bazı zamanlarda hükümetler güçlerini pekiştirmek ve rakiplerini tasfiye etmek için ‘darbe girişimi’ olduğu iddiasında bulunmuştur. 

Birçok örnekte olduğu gibi Ortadoğu’da da askeri darbelerden sonra otoriter yönetimler kurulmuştur. Askerler kimi zaman doğrudan iktidarı ele almış, kimi 
zaman ise hükümet üzerinde vasi rolü oynayarak iktidarın şekillenmesinde belirleyici olmuştur. Darbe yoluyla iktidarı ele geçiren liderler meşruiyetlerini 
güçlendirmek için bazı reformlar yapmış, popülist politikalar izlemiştir. Kısmi halk desteğinin yanı sıra siyasete getirdikleri yeni çizgi ve yaptıkları reformlar 
nedeniyle birçok darbeci lider, kendisini devrimci olarak addetmiştir. Mesela, 1952’de Mısır’da iktidarı darbe ile ele geçiren Cemal Abdülnasır birçok çevrede 
‘devrimci olarak anılmıştır. İzleyen dönemlerde farklı ülkelerde askeri darbeciler kendilerini ‘devrimci’ olarak tanımlamaya devam etmiştir. Hatta Temmuz 

< Ordunun çeşitli hiziplere ayrılması bir bütün olarak askeri kapasitesini zayıflatmasının yanı sıra, ordu içindeki hiziplerden birisinin 
siyasete müdahale etmeye çalışması iç çatışmalara sebep olabilir. >

2013’te Mısır’da seçilmiş Mursi hükümetini deviren darbenin lideri Abdülfettah Sisi ordunun müdahalesini, “halkın devrimin korunması çağrısına” cevap 
olarak nitelendirmiştir. 

Darbeciler kendi eylemlerini devrim olarak nitelendirseler ve bazı toplumsal kesimlerin desteğini alsalar da darbe ile devrimi birbirinden ayıran en önemli 
özellik devrimlerin halk hareketlerinin sonucu olma-sıdır. Bu durumda şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Mademki darbeler halk desteğinden yoksundur ve 
darbe sonrası genellikle otoriter rejimler kurulur, o halde halk neden darbelere karşı durmaz? 

Her şeyden önce darbe sonrası alınan sıkıyönetim tedbirleri ve darbeye dışarıdan verilen destek, direnmeyi neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Cezayir’de 
1992’de İslami Kurtuluş Cephesi’nin (FIS) darbeye karşı mücadele etmesi yedi yıl süren kanlı bir iç savaşa sebep olmuştur. Keza Mısır Cumhurbaşkanı 
Mursi’ye yapılan darbeye karşı direnen sivillere karşı silah kullanan darbeciler, 3,500’den fazla insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Daha önemlisi, 
modern Ortadoğu’da hüküm süren rejimlerin çoğunun ciddi bir meşruiyet sorunuyla malul olmasıdır. Yozlaşma, ekonomi ve dış politika gibi alanlarda başarısızlıkları ve ‘milli çıkarları’ korumaktan aciz kalmaları vb. nedenlerle, darbe ile iktidardan uzaklaştırılan hükümetlerin arkasında pek kimse durmamıştır. Yani darbeye karşı durmak bir yana, darbeyle iktidardan uzaklaştırılan hükümetlerin, devrilen rejimlerin arkasından üzülen pek kimse olmamıştır. İktidardaki hükümetlerin ve rejimlerin halk desteğinden ve meşruiyetten mahrum olması, askeri darbe girişimlerini kolaylaştırmıştır. 


Bayram SİNKAYA 
Yrd. Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, ORSAM 
Danışmanı ORSAM RAPORU

***

26 Ağustos 2015 Çarşamba

ADALETE SESLENİŞ BÖLÜM 10

              ADALETE  SESLENİŞ  BÖLÜM 10



Savaşman’ın Kitabı!


Sorgusunda Sabahattin Savaşman’ın pişmanlık duyduğunu, bu utançla yaşamayacağını, yaşarsa kitap yazacağını söylediğini belirtmiştim.
Savaşman sözünü tuttu ve yazdıklarını Doğu Perinçek’e verdi. Perinçek’in desteği ile AYDINLIKÇILARIN “Kaynak Yayınları”nda basılıp “3. Adam Anlatıyor MİT CIA İlişkisi” ismiyle kitap yayınlandı. Tuhaflığı kitabın “İçindekiler” sayfasına bakınca göreceksiniz. Kitapta Savaşman’ın anılarından ziyade Doğu Perinçek’in savunması yer almış...

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ – 7,
I- MİT'İN ÜÇÜNCÜ ADAMI SAVAŞMAN'IN ANILARI
Jimmy'le Tanışmamız – 11
ClA'yla Temas - 16
Teşkilât-İsrail-İran Üçgeni - 21
Teşkilât'ın Ordudan istihbarat Elde Etmesini Sağladım - 25
Cunta'yla Karşı Karşıya - 29
İşkence - 33
Yakalanışım - 36
II-SAVAŞMAN OLAYI (Mehmet Eymür'ün Anıları) - 40
Fabrikatör - 54
III-DOĞU PERİNÇEK'İN "EYMÜR'ÜN ANILARI”NA YANITI
Altı Karşılaşma - 71
Savaşman, ClA-MİT işbirliğini sergiledi - 72
CIA'nın "Our Boys"unun Hedefiydik - 73
ABD Tutmazsa İngiltere - 74
O da olmadı, Almanya - 75
Olmadı. "FKÖ Casusu" - 76
Hep ABD ile Özal'la Birlikte - 77
Eymür'ün Doğruları - 78
Hiram Bey'in Körfez Politikası - 78
Eymür Niçin Piyasaya Sürülüyor? - 79
Amerika'da Yahudi-Hıristiyan-Müslüman Düğünü





Şimdi sizi bir düğüne götürmek istiyorum. 2008 yılında Amerika’da yapılan bir düğüne. Yahudi-Hıristiyan aileden gelen Sharon Watkins ile Müslüman Tuğrul Keskin’in düğünü. (Daha fazla bilgi almak için Weddingfire, Travelersjoy, Revendelisheva bağlantılarına bakabilirsiniz.)





Kim bu Tuğrul Keskin diyeceksiniz?

Damat Tuğrul’un esas soyadı Keskingören. İstanbullu, Üsküdar Doğancılar’dan. Üsküdar Halide Edip Adıvar Lisesi mezunu. Lise dönemini bilmiyorum ama ABD’deki Üniversite hayatı ve yaşamı bir hayli karışık. PKK’nın Washington’daki üst düzey temsilcisi Kani Gulam ve Amerikan Kürt Enformasyon Örgütü – AKIN’dan tutun, Türk istihbarat birimlerine, Ebulfeys Elçibey’den, Iraklı, İranlı Türkmen Liderlere, bir cinayete kurban giden Necip Hablemitoğlu’na kadar uzanan karmaşık ilişkiler. Hem istihbarat elemanı, hem Akademisyen, hem Gazeteci hem de AYDINLIK’ın ABD Temsilcisi. Ayrıca “Açık İstihbarat” isimli sitenin yazarlarından.






Bir cinayete kurban giden Necip Hablemitoğlu, “Cumhuriyete Aydın İhanetinin Belgesi ve Düşündürdükleri” adlı yazısında Tuğrul Keskingören ve bazı diğer kişiler için şöyle diyordu: “En önemlisi de, Türkiye'de espiyonaj, ajitasyon faaliyetleri dahil her türlü etnik ve mezhepsel kışkırtıcılık içinde yer alan yabancı vakıf temsilciliklerinin karşılıkları mutlaka bu ülkelerde açılmalıdır. Örneğin, Almanya'da, Türk Devleti'nin himayesinde bir "Türkiye Araştırmaları Merkezi", Türkiye'de de bir "Almanya Araştırmaları Merkezi" süratle açılmalıdır.
Adı her ne olursa olsun, "merkez", "enstitü", "vakıf temsilciliği" gibi akademik oluşumlar, Fransa, İngiltere ve özellikle de ABD'nde harekete geçirilmelidir.
Bu görevler için Türkiye'ye bağlılığını fazlasıyla kanıtlamış Atilla Ongun, Tamer Bacinoğlu, Dr. Yağmur ve Dr. Buğra Atsız, Tuğrul Keskingören gibi konularının uzmanı Cumhuriyet aydınları mevcuttur.
ABD'ndeki "Türk Araştırma Merkezi", CIA ve Fethullahçıların yönlendirdikleri akademisyenlerin yanı sıra, yanlış seçim ve hatalı yönetim nedeniyle sadece para yutan, hantal, işlevsiz bir kuruma dönüşmüştür.” Tuğrul Keskingören ve diğerleri biliniyor da, Atatürkçü Düşünce Derneği yayınlarında "Arlington'da faaliyet gösteren ‘Turkish Cultural and Political Center’ın yöneticisi" olarak bilinen, 1.nci Ergenekon İddianamesinde de ismi geçen “ismi var, cismi yok Atilla Ongun” kim?
İddianamenin 1422 ve 1423 sayfalarında, Ümit SAYIN'a ait bilgisayarda "silinmiş Chat kayıtları" bölümünde yer alan Ümit SAYIN ve ADNAN AKFIRAT arasında 24.02.2001 tarihinde gerçekleştirilen MSN görüşmesinde şu hususlar yer alıyor: “KTB'nin etkisinin beklenenden daha fazla olduğu, Ümit SAYIN'ın Amerika'dan Türkiye'ye gelmesini Masonlar ve diğer unsurların engelleyebileceğini, bu durumu Ümit SAYIN'ın Doğu PERİNÇEK'e bildirdiğini, Ümit SAYIN'ın belli bir dönem masonların içinde bulunduğunu, Masonların bütün pisliklerini ve üç kağıtlarını bildiğini, Adnan AKFIRAT ve Ümit SAYIN'ın ULUSAL Kanal'a görüntü ve bağlantı bulmak için çaba gösterdikleri, Ümit SAYIN'ın son 2 yıldır KTB ile uğraştığını.
Ümit SAYIN'ın Adnan AKFIRAT'a Atilla ONGUN'un Mart ayında Türkiye'ye geleceğini bildirerek kendisi ile temasa geçip geçmediğini sorduğu, Adnan AKFIRAT'ın şahsın henüz kendisi ile temasa geçmediğini, Ümit SAYIN'ın Atilla ONGUN'un MHP'ye çalıştığını ve dikkatli olunması gerektiği şeklinde Adanan AKFIRAT'ı uyardığı, Atilla ONGUN'un HABLEMİTOĞLU ile iyi arkadaş olduklarını, HABLEMİTOĞLU'nun kime çalıştığının belli olmadığını, her taraf ile bağlantısının olduğunu, Doğu PERİNÇEK ile yaptığı görüşmede iyi gelişmeler olduğunu öğrendiğini, DARBE olasılığının arttığını”...
Atilla Ongun, Tuğrul Keskingören’in takma adı olmasın? Ne dersiniz?


Sayın Hakimler, Sayın Savcılar, Adaletin saygıdeğer temsilcileri.

Bunları neden yazıyorum; Teraziniz daha doğru çalışsın diye... Her şeyin göründüğü gibi olmadığını bilesiniz diye... Kuvvetlinin hukuku, hukukun kuvvetini alt etmesin diye... Derinlemesine incelemeye vakit bulamadığınız veya unuttuğunuz olayları hatırlayın diye... Benimle ilgili kara propagandalara itibar etmeyin diye... Ülkeme hizmet etmek ve tek dayanağım adalet, yani sizler olduğunuz için... Onlara gelince, onlar saldırılarına 24 Ağustos 1978’de başladılar ve bugüne kadar aralıksız devam ettiler. Beni çeşitli kılıklara soktular, inanılmaz yalanlar uydurdular.




Devlet memuru idim, cevap hakkım yoktu, gelirim ancak aylık geçimimize yetiyordu, avukat tutacak halde değildim. Devamlı beni hedef gösterdiler. Hiram Bey gibi "gidici olup" gitmem onları çok mutlu edecekti. Şansım yaver gitti ve bazı suikast planlarını kazasız atlattım. Görev yaparken de, emekli olduktan sonra da birçok kereler evimin adresini, telefonlarımı, hatta elektronik posta adresimi yayınladılar. Buna İstanbul’da beş yıldır oturduğum evin adresi de dahildir. (Adresimi, biliyor ve yayınlıyorlar ama yine de Amerika’da yaşadığım yalanını yayıyorlar. Sayın Yargıtay üyeleri bile bir kararda benim ABD’de yaşadığımı söylemişler.) Ne TCK'nın 301.nci maddesinin ilgili hükümleri, ne 2937 sayılı MİT Kanunu'nun 27.nci maddesi, ne de 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 6'ncı maddesi dikkate alınmadı.
Ulusal Kanal’da her türlü kara propagandayı, hakareti yaptılar, ilgili savcılar da, RÜTÜK de hiç birini duymadı.
Bana yolsuzlukları, hırsızlıkları, kanunsuzlukları yazdığım için davalar açan, cezalandırmaya çalışan Teşkilatım, savcılar, hakimler bunlara bir şey yapmadı, yapamadı.
Doğu Perinçek ve çevresiyle bağlantılı birçok karşılıklı şikayet ve davalarım mevcut. Tek tek saymak istemiyorum ama genelde bu karşılıklı davalarda aleyhimde işleyen hukuki, adli bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum. Yargıtay’ın Doğu Perinçek’in lehine verdiği “ajanlık ve batılı istihbarat örgütlerince kullanılması” ile ilgili kararlar, sanki bu kararlar sadece Doğu Perinçek için verilmiş gibi, benim açtığım davalarda geçerli olmuyor. Bana: “Tekzip yolunun kullanılması ile kamuoyuna duyurulması mümkündür. Diğer bir deyişle gerçeğe aykırı olarak yapılan yayın her zaman hakaret suçuna vücut vermez. ...Davaya konu olan yazılar ve iddianameye esas alınan ifadeler bir bütün olarak ele alınıp incelendiğinde, basın hürriyeti kapsamında gazetecinin haber verme hakları içerisinde kamuyu aydınlatma kamuyu oluşturma ve eleştiri yer aldığı bunlar basının hakkı olduğu kadar görevi içerisinde bulunduğu” gibi cevaplar verildi…
Yukarıda da görüldüğü gibi kararlarınızı “Yargıtay’dan CIA maşası Mehmet Eymür’e tokat gibi karar: İftiracı Eymür, Perinçek’e tazminat ödeyecek” gibi hakaretlerle kutluyorlar, avukatları, muhabir ve kameramanlarla oturduğumuz evin kapısına dayanıp icra işlemi yapmaya çalışıyorlar. Sonra bunu Ulusal Kanal’da ve diğer yayınlarda gösteriyorlar...
Abdullah Öcalan’a “Sayın” diyenlere soruşturma ve davalar açıyorsunuz. Gayet normal değil mi? Ona “Bebek Katili” ve benzeri lafları söyleyenleri hakaret etti diye yargılamıyorsunuz...
Şimdi yukarıdaki anlattıklarıma aşağıdaki resimleri de katın ve lütfen rsimlere dikkatle bakın:





Sayın Hakimler, Sayın Savcılar, 
Adalet terazisinin in saygıdeğer sahipleri.



Belirtildiğine göre Balkan Savaşı’nda 4307 şehit, İstiklal Savaşı’nda 10,885 şehit, Kore Savaşı’nda 731 şehit, Kıbrıs Savaşı’nda 654 şehit vermişiz.
Ya PKK ile mücadelemiz? Kesin rakamlar belli değil, ancak yuvarlak rakamlar var. 27 Kasım 1978’de kurulan terör örgütü PKK ile 1984-2007 yılları arasında mücadelede 6,000 asker, polis ve geçici köy korucusu şehit olmuş, 5,000 vatandaşımız da teröristler tarafından katledilmiş. Toplam zayiatımız 11,000 kişidir. Halen de kayıp vermeye devam ediyoruz. Buna kolu, bacağı kopanları, her derecede yaralananları ve ekonomik zararımızı da düşünün... Yani bu mücadelede kaybımız İstiklal Savaşına eşit veya biraz fazla. Öldürülen terörist sayısının ise 22,000 bin civarında olduğu belirtiliyor.
Şimdi soruyorum sizlere. PKK kamplarında merasimle karşılanan, PKK bayrağı altında pozlar veren, şehitlerimizin katillerinin ellerini tek-tek hararetle sıkan, Abdullah Öcalan’la sarmaş-dolaş olan kişilere, hitap ederken saygılı mı olmamız gerekir?
Ya onlar, onlara gelince artık o kadar fütursuz davranılıyor ki... AYDINLIKÇI avukatları mahkemelere verdiği dava dilekçelerinde; ‘Derin Devlet’ edebiyatı yapıyor:
“Mehmet Eymür, Aydınlık Hareketi'nin sırrını çözemez. Çünkü Aydınlık Hareketi'nin kökleri ülke topraklarının en derinindedir. Halktır, emekçilerdir, aydınlardır, köylüdür besin kaynağı. Dayanağı ise Türk Milletidir” diyor.
Aydınlık Hareketi’nin “Derin Devlet”in bir parçası olduğu doğru olabilir ama yalnız başına değil... Hilary Sumner-Boyd’lar, Troçkistler, Savaşmanlar, Çağlarlar, yabancı istihbarat ve terör örgütleri ile beraber...
Sayın Yargıçlar, Sayın Savcılar, 
Adaletin saygıdeğer dağıtıcıları...

Umarım sizlere bilgilerimi, duygularımı, dert ve endişelerimi ifade edebildim. Benim ne siyasetle, ne de herhangi bir organizasyonla ilişkim yok.
Ben ailesini, ülkesini, ülkesinin insanlarını seven emekli bir memurum, eski bir istihbaratçıyım. Yaşadıklarımı, bildiklerimi, araştırdıklarımı sizlerle paylaştım...
Sancılı bir dönemden geçerken, karışan kavramlar içindeki doğruları bulmalıyız düşüncesi ile saygılarımı sunuyorum. 21 Mayıs 2010





Mehmet Eymür,


..