SAMSUN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SAMSUN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2021 Çarşamba

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 4

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 4


Alevi-Bektaşi, Aşık Hulusi, Samsun, Aşık edebiyatı, gelenek, Alevi-Bektaşi şiiri, Amasya, Çorum, Tokat,

5. Sonuç

   Alevi-Bektaşi toplumu, geleneklerini, inanç sistemlerini ve sahip oldukları değerleri yaşatmak, gelecek nesillere aktarabilmek amacıyla özellikle Âşık edebiyatının çeşitli biçim ve türlerinden, temel dinamiklerinden faydalanmışlardır. Bu bağlamda söyledikleri şiirlerle hem geleneği yaşatmışlar hem de sahip oldukları değerleri günümüze kadar ulaştırabilmişler dir. Samsunlu Âşık Hulusî de bir Alevi önderi ve mürşidi olarak sahip olduğu inanç sistemini irticalen şiirler söyleyerek yaşatmaya çalışmıştır. Şiirlerinde işlediği konulara ve temalara baktığımızda, Alevi-Bektaşi şairlerinin izinden giderek hem kendisinden önceki âşıkların şiirlerinden ilham almış hem de inanç sistemine bağlılığın ve sahip olduğu aşkın tezahürü olarak etkileyici buluşların ve orijinal ifadelerin olduğu şiirler söylemiştir.

   Özelde Samsun yöresinde genelde Orta Karadeniz bölümünde ikâmet eden Alevi toplumu içinde çok sayıda âşık bulunmaktadır.

Bunların tespit edilerek şiirlerinin bir araya getirilmesi ve tanıtılması, Türk toplumunun geçmişten getirdiği değerlerin yaşatılması ve edebiyat sanatının zenginleşmesi bakımından büyük önem arz etmektedir. Sözlü geleneğin tekrar yaşatılması ve Türk toplumunun bir bütün olarak varlığını devam ettirmesi açısın dan üzerinde önemle durulmalıdır. Âşık Hulusî örnekleminde rüya motifi gibi toplumsal hafızada yaşayan bir unsurun yakın tarihimizde mevcudiyeti, bunların hala yaşanılabilir olduğu konusunda toplumda bir inanç oluşturacaktır. Şairlerin şiirlerinin tespit edilmesi ve yaygınlaşması Alevi toplumunun tanınmasına da olumlu katkı sunacaktır.

6. Şiirlerinden Örnekler

Aşağıda Âşık Hulusî’nin daha iyi tanınabilmesi için taşlama, nasihatname, güzelleme ve duvaz türünde örneklere yer verilmiştir.

1.

El uzattım gonca gülün dermeğe
Yıkılmış bahçende gülün kalmamış
Fehmeyle kendini iyice gözle gel
Cevap söylemeye dilin kalmamış

Sinek gibi cızır cızır edersin
Haksız iş olursa pekçe gidersin
Söylersin yalanı haram yutarsın
Senin yapışmaya kolun kalmamış

Hakka doğru gitmez senin yuların
Katran gibi kokuyor hemen tenlerin
Şeytana teslim olmuş tatlı canların
Helalinden senin malın kalmamış

Hulusî’yem böyle seviyor canı
Boşuna bekliyor dünyada hanı
Uymuşsun nefsine dönmezsin geri
Yüzüne bakmaya nurun kalmamış 

(Gül, 2018: 125).

2.

O yanı bu yanı bakıp gözetme
İçerini pekle dışın düzeltme
Her taşın altına elini uzatma
Belki yılan çıkar sokarlar seni

Her yerlere varıp suları içme
Mahlûkata uyup yolundan şaşma
Arifler yanında sohbetten düşme
Tutar lisanından döverler seni

Her insana varıp sırrını deme
İzinsiz lokmayı alıp da yeme
Konuşma yalancıyı yanına koyma
Eğri söyler sana incidir seni

Varıp her yerlere matahın açma
Müşteri olmayınca güherler saçma
Ali’yi sevmeyenin peşine düşme
Yol bulaman oradan kovarlar seni

Hulusî’yem der ki her sırrı açma
Benliği edenin yanına düşme
Emsalini bulmayınca konuşma
Alır bir pula satarlar seni 

(Gül, 2018: 125-126).

3.

El uzatıp gonca gülün aldılar
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin
Al kanlar içinde onu koydular
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Hutbeye çıktı da vaaz eyledi
Bilendi kılıcım diye kendi söyledi
Ali Abbas ile Zeynep ağladı
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Aylar, seneler hep onun işi
Bazen üç gün, bazen otuzdur yaşı
On sekiz bin âlemin serçeşme başı
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

İkiyi aldı da bire bağladı
Kandiller içinde sıra bağladı
Candan seven uğrun uğrun ağladı
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Dört kapının kırk makamın imamı
Horasan’dan geldi işin tamamı
Rum diyarında pir Bektaş Veli
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Çıktı arşıâlâya seyran eyledi
Ayetleri hep Kur’an’dan söyledi
Necef deryasında kılıç oynadı
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Hulusî’yem böyle söyledi sözü
Kendi cenazesini kendisi yudu
Yükledi deveye tabutu koydu
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin 

(Gül, 2018: 154-155).

4.

Muhammed Ali’ye talip olursan
Sır içinde gizli sırdır musahip
On iki imamları tamam görürsen
Dört kapı içinde vardır musahip

Musahibi olmayanın zayidir emeği
Erenler deminde alamaz payı
Deliktir küleği tutmuyor suyu
Erenler deminde vardır musahip

Eğer bu sırlara ereyim dersen
İmam Hüseyin’i göreyim dersen
Sorgusuz Cennete gireyim dersen
Cennette Rıdvan vardır musahip

Halil’i nara attılar dilek diledi
Gökte yıldız yerde insan meledi
İsmi şah olanlar musahip oldu
İsmi şah olanda vardır musahip

Hulusî’yem der ki ikrar dilimiz
Bir mürşide bağlı bizim belimiz
Cebrail Mikail hem rehberimiz
Azrail İsrafil’in vardır musahip 

(Gül, 2018: 237)

5.

Arif olan sohbetini dilemiş
İnce elekten yedi kere elemiş
Aslan yatağına baykuş tünemiş
Ne kuşlar tünese ondan sana ne

Kuru yerde yatmış yatıp paslanmış
Kalbi çürük imiş siyah işlemiş
Âdem gibi döşeklere yaslanmış
Ne kadar yaslansa ondan sana ne

Çok sarılma şu dünyanın malına
Hiç bakmıyor dönüp kendi halına
Doğru giden Cehennem’in yoluna
Ne kadar sarılsan ondan sana ne

Hulusî’yem böyle deyip bağırır
Dellal olmuş cümlesine çağırır
Kastinde gezenler belasın bulur
Bulur belasını ondan sana ne 

(Gül, 2018: 129)

6.

Çok yoruldum kalkamıyorum yerimden
El içinde gezemiyorum arımdan
Cüda kızı yandım senin elinden
Allah sen sakla karı şerrinden

Söylüyorum bu sözlerin doğrusu
Pek çok olur kadınların eğrisi
Karnı dolu yılanların yavrusu
Allah sen sakla karı şerrinden

Yüzüne bakarsan hemen aldanın
Sözünü tutarsan geride kalın
Hürmetini kıymetini elinde alın
Allah sen sakla karı şerrinden

Şeytanı alıp yanına çeker
İnsanı birbirine her zaman takar
Nice yiğitlerin belini büker
Allah sen sakla karı şerrinden

İkisinin adın beraber kodu
Peygamber Ayşe’ye pek gönül kodu
Elini yüzünü yıkadı yudu
Allah sen sakla karı şerrinden

Hulusi’yem bunu söylüyor hemen
Karına sırrını deme sen hemen
Başına çıkar hemen her zaman
Allah sen sakla karı şerrinden.

KAYNAKÇA

Güzel, Abdurrahman. (2009) Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Çelik, Ali. (2008) Türk Halk Şiiri Antolojisi, İstanbul: Timaş Yayınları.
Gül, İbrahim. (2018) Aleviliğin Temel Esasları ve Alevi Erkanı. Samsun: Ceylan Ofset.
Günay, Umay. (2005) Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi. Ankara: Akçağ Yayınları.
Göngür, Zeki. (1969) 12 İmam Övgüsü. İstanbul: Dilek Matbaası.
Tatcı, Mustafa. (2008) Yunus Emre Divân, Risâletü’n-Nushiyye, İstanbul: H Yayınları.

Kaynak Kişiler

Mercan GÜL, 1938 doğumlu, Sarıgazel Köyü, Âşık Hulusî’nin kızı (Hakk’a yürüdü)
Sadık ÖZTÜRK, 1942 doğumlu, Kayadüzü Köyü, Âşık Hulusî’nin ocağına bağlı talip
Zeliha GÜL, 1924 doğumlu, Sarıgazel Köyü, Âşık Hulusî’nin kızı (Hakk’a yürüdü)
Turgut Gül, 1957 doğumlu, Sarıgazel Köyü, Âşık Hulusî’nin torunu (Hakk’a yürüdü)

DİPNOTLAR;

1 Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü, 
   cafer.ozdemir@omu.edu.tr, ORCID: 0000-0002-57945828. 
2 Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, 
   igul@omu.edu.tr., 
3 İsmail Özmen tarafından hazırlanan ve içerisinde çok sayıda Alevi-Bektaşi şairinin tanıtıldığı 5 ciltlik “Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi” adlı eser taranmış ve Âşık Hulusî ile ilgili bir bilgiye ulaşılamamıştır.
4 Çalışmada Âşık Hulusî’nin hayatı ile ilgili bilgilerin büyük bir kısmı âşığın torunu İbrahim Gül’den alınmıştır.
5 Niza: Kargaşa çıkarmak 
6 Malya çölü: Halk arasında "Çöl" ya da "Seyfe Ovası" olarak da adlandırılan Malya Ovası, Kırşehir'in kuzeyinde yer almaktadır. 

EKLER










***

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 3

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 3


Alevi-Bektaşi, Aşık Hulusi, Samsun, Aşık edebiyatı, gelenek, Alevi-Bektaşi şiiri, Amasya, Çorum, Tokat,Hacı Bektaş Veli Türbesi,



4. Şiirlerinde Temalar 

Âşık Hulusî, felsefî bir bakış açısıyla söylediği bir şiirinde içinde bulunduğu durumu tabiatta yer alan bazı varlıkların doğal hallerini örnekleyerek anlatır. İnsanların kötü davranış ve yargılarına rağmen muhatap olduğu kişilerden ve maruz kaldığı olumsuz davranışlardan alınmaması gerektiğini kendisine telkin eder:

Her şeyin aslını sonunu ararlar
İnce elekten yedi kere elerler
Elma ile narı bahçe överler
Elma alma ile nar incinir mi 

(Gül, 2018: 121).

Ölümü bir Hak emri olarak niteleyen, ölüm anını ve ölüm sonrasını betimleyen âşık, haksızlık yapıp kötü yolda olanların hak ettiklerini  ölümle bulacaklarını dile getirir. Bu yüzden ölüm gelmeden önce verilen sözde durulmalı ve “ölmeden önce ölmek” sırrına mazhar olunmalıdır:

Hulusî’yem bir ikrara duralım
Ölmeden evvelce burada ölelim
Hatıra değmeyelim gönül alalım
Ölüm sana niçin çare bulunmaz 

(Gül, 2018: 122).

Yaşadığı toplumun aksak yönleri, insanların davranış bozuklukları ve insanların millî ve dinî değerlere önem vermemesi onun şiirlerinde ele aldığı konulardandır. Bir taşlamasında ifade ettiğine göre haramiler çoğalmış, devir yalancı ve hırsızın devri olmuştur. İnsanlar büyüğünü, küçüğünü bilmemekte ve anne babaya hürmet etmemektedir. Fakat bu olumsuz davranışlar cezasız da kalmayacaktır:

Hak deyip de doğrulayıp bakmıyor
Ahreti gözleyip gayret çekmiyor
Bizi yaratandan niçin korkmuyor
Ya katran kazanı nerede kaldı 

(Gül, 2018: 123).

Misafirliği anlattığı bir şiirinde misafirliğin kültürel bağlamından inançsal bağlamına kadar önemli noktalara değinmiştir.

Bu misafirlik muhtemelen onun taliplerini ziyaret ettiği bir cem töreninde gerçekleşmiştir. Ona göre misafirin rızkı fazlasıyla gelir, misafirler asla geri çevrilmemelidir, aç ise doyurulmalı, gönlünü kazanmak için elbiseler giydirilmelidir. Şiirin şu dörtlüğünde ise cem törenlerinde On iki imamların hepsinin bilinmesi gerektiği ve kültürel hafızamızda yer alan “Her geleni Hızır bil” anlayışı vurgulanmıştır:

On iki imamların tamamın görün
Doldurun göheri yükleri alın
Kim gelirsen gelsin Hızır bilin
Misafir gelince sizin ellere 

(Gül, 2018: 127-128).

Alevi inanç sisteminin gereklerini yerine getirmeyen, verdiği sözden dönen insanların hem bu dünyada hem de ahirette yüzü kara olacaktır. 
Çünkü mürşide verilen söz Hakk’a verilen söz olarak algılanır:

Âşığın sözünde olamaz hile
İkrardan dönene bulunmaz çare
Dünyada ahrette hem yüzü kara
Kara oldu zindanda kalır bir zaman 

(Gül, 2018: 129).

Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen kişiye yol gösterici olarak mürşit gerekir. Bunun yanında taliplerin alçak gönüllü olması, nerede, ne söyleyeceğini çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü tasavvuf yolu düşünme ve manayı görme kabiliyeti ister:

Fehim eyle kendini iyice gözle gel
Kırklar meclisinde şaşarsın kardeş
Usta olmayınca yolda yorulun
Ârifler yanında düşersin kardeş 

(Gül, 2018: 134).

Alevi-Bektaşi şairlerinin şiirlerinde en sık karşımıza çıkan temalardan biri de On iki imamların isimlerinin ve çeşitli özelliklerinin dile getirildiği duvazlardır. Âşık Hulusî de bu konuda şiirler söylemiştir. Özellikle Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ile ilgili çok sayıda şiiri mevcuttur. Hulusî onların yolundan gitmekte ve bu yolu ölümsüzlük çeşmesi olarak görmektedir:

Hulusî’yem dolu içti elinden
Abu (ab-ı) hayat çeşmesinin gölünden
Cennetin içinden zemzem suyundan
Yaradan’a çağıralım sabahtan 

(Gül, 2018: 140-141)

   Hz. Ali ile ilgili şiirlerin lirik bir tarzda söylendiği görülür. Onun kahramanlığı ve din yolundaki mücadelelerinin övüldüğü sözlere sıkça rastlanır. 
Şiirlerinde sıklıkla Hz. Ali’nin Haydar ismini zikretmektedir.
Onun çeşitli vasıflarının anlatıldığı bir şiirde kahramanlığına şöyle vurgu yapılır:

Hayber’in kapısını göklere attı
Tutup ejderhayı bez gibi yırttı
Kul edip kendini pazarda sattı
Sailin borcunu verendir Haydar 

(Gül, 2018: 145-146).

İnsan, üstün yaratılışı ve içindeki manalarla derin anlamlara sahiptir. Ona göre dünyanın ucu insanda tükenmekte, aranılan her şeyin cevabı insanda bulunmaktadır:

Eğer bu sırlara ereyim dersen
Hakkın cemâlini göreyim dersen
Sorgusuz Cennet’e gireyim dersen
Sakın bir kimseye bulma bahane 
(Gül, 2018: 173-174).

Hacı Bektaş Veli Hulusî’nin sıklıkla zikrettiği şahsiyetlerden biridir. Hacı Bektaş Veli’nin hayatı etrafında şekillenen 
Velâyetname’de anlatılan bazı kerametlerin onun şiirlerinde dile getirildiği görülür. Bu durum onun bu eseri bildiğini göstermektedir:

Darı çec üstünde çıkıp oturan
Kerametin belli Bektaş merhaba
Alıç ağacında elma bitiren
Kerametin belli Bektaş merhaba 

(Gül, 2018: 183-184).

Alevi inanç sisteminin okulu ve öğretim merkezi cem törenleridir. Bu yüzden bir Alevi dedesi olarak Âşık Hulusî de şiirlerinde cem törenlerine değinmiştir. Ona göre cem törenleri “Hak cemi”dir ve dertliler burada derman bulur. 
Burası Hakk’ın didarını bulma yeridir, lokmalar yenilir ve sazlarla birlikte pervane gibi dönülmektedir. Cem törenlerinin adaleti temsil etmesini şu dörtlükte dile getirir:

On iki imamların çırağı yanar
Selman’ın keşkülü meydanda döner
Şahmerdanın kılıcı düşmanı kırar
Doğrulayıp hak cemine gelince 

***

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 2

 ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 2


Alevi-Bektaşi, Aşık Hulusi, Samsun, Aşık edebiyatı, gelenek, Alevi-Bektaşi şiiri, Amasya, Çorum, Tokat,Hacı Bektaş Veli Türbesi,



   Kendisinden edinilen diğer bilgi ise şöyledir: “Hacı Bektaş dergâhından geldikten sora babam annemle birlikte hiç yatmamıştır.

Ancak kedisine destur verilip iki tane çocuğu olacağı müjdelenmiştir. Ondan sonra ben olmuşum. Ben babamın beşinci çocuğuyum.
Benden sonra da Fadime adında bir kızı olmuş. Şu anda ikimiz hayattayız.” Başka bir anısında, “Babam bir gün eski evimizde (oğlu Mehmet Gül’ün evi) birisiyle sohbet ediyormuş. Ali abimin hanımı Satı içeri girince bir güvercin uçuvermiş. Babam, “Kızım ne yaptın? Niye içeriye girdin?” demiş ama iş işten geçmiş. 

Bir daha o güvercin geri gelmemiş. Babama çok hizmet ettim. Bana arada bir ne olup bittiğini anlatırdı. Ancak çoğunu unuttum. Ölürken yanında idim. Sanki uyuyor gibi uçtu gitti.”
   Diğer kızı Zeliha Gül ise şunları aktarmıştır: “Babam aynı zamanda bir Alevi inanç önderi olduğu için Tokat ilinde bulunan taliplerinin yanına gider. Ulaşım şartlarının çok zor olduğu bu dönemde Tokat’a varır. Tokat ilinin merkezinde gezerken bir beyefendiye rastlar. Adam Hulusi’ye nereli olduğunu sorar. Ancak söz konusu dönemlerde dedelik, şeyhlik ve müritlik gibi unvanların yasak olduğu dönemlerdir. Hulusi “Oğlum ben Havza ovasındanım” der.

   Adam babamı misafir etmek ister ve kendisini zor bela evinde kalmaya razı eder. Bir çiftlik sahibinin ağası olan kişi babamı alır ve çiftliğine götürür. Buradaki zenginliği gösterir ve derdini dökmeye başlar: “Baba benim Allah’a şükür her şeyim var. Çok zenginim ancak hiç çocuğum yok.” diye dert yanar. Babam kişiye hanımını yanına alıp gelmesini söyler. Hanımı ile birlikte bir duaya durmalarını söyler. Eşiyle birlikte Dar-Mansur olan bu canlara babam dua eder ve her ikisine birer dilim elma verir. Bunların başlarını dizine koymalarını söyler ve kadının
sırtına eliyle bir defa vurur. Buna Alevi inancında “Pençe Çalma” denir. Bir başka isimle “Pençe-i Ali Aba” olarak nitelendirilir. “Allah isteğinizi dileğinizi versin.” dedikten sonra çiftlik ağası beyefendinin bir oğlu olur. Bu çocuğun sırtında babamın beş parmağının izi vardır.

(Bu doğumdan olan kişi için bakınız Fotoğraf 1.) Yıkarlar, silerler ama bir türlü beş parmağın izini çıkaramazlar. Bunun üzerine beyefendi müftüye gider. Müftü bu kişinin ermiş bir adam olduğunu söyler.
   Bunun üzerine babama haberler gelmeye başladı. Herhalde İstanbul müftüsüne kadar olay duyulmuştur. Babam İstanbul’a gittiğinde İstanbul müftülüğünde kendisine bazı sorular sorulmuştur. Babama İstanbul’u bir anlat dediklerinde babam bir şiirle İstanbul’u öyle bir anlatmış ki müftü bunu doğru matbaaya götürün bu adam ermiş demiş.”
Hulusî’nin talibi Âşık Sadık şunları anlatmıştır: “Dedem Sadık Gül, Hacı Bektaş dergâhına vardığında dergâhta hizmetçilik yapanlar “Derviş niye geldin?” diye sormuşlar. Dedem “Ben Veli efendimi görmeye geldim.” deyince içlerinden birisi “Benim.” diyerek onu kandırmış. Sadık dedeme odun kırdırmışlar ve birkaç gün onunla eğleşmişler. Bir aralık Çilehane Tepesi’nde “Delikli Taş”a gitmişler.
Dedem eğer sen Veli efendim isen şu taştan geçelim diyor ve kendisi besmele çekerek geçiyor. Hizmetçi geçerken taş bunu belinden yakalayıp salmıyor. Dedem Allah’a yalvarıyor ve adamı delikten çıkarıyorlar.” Başka bir anısında yine ilginç bir olay Amasya’nın Merzifon ilçesinin Kayadüzü (Belvar) Köyü’nde geçmektedir: “Kışın köydeydik. “Hulusî dede geldi.” dediler, herkes koştu, yanına geldiler.
Hoş sohbetten sonra cem ibadetine geçildi. Cem yürütülürken bir örümcek tavandan aşağıya doğru sallandı. Gözcü “Bakın bir örümcek, öldürün.” dedi. Hulusî dedem dedi ki “Durun öldürmeyin o posta niyaz etmek için geliyor, o gördüğünüz örümcek değil.” dedi. Gerçekten o örümcek posta niyaz ettikten sonra tekrar yukarı doğru çıktı gitti. Bu kerameti görenler dedemin eline ayağına sarıldılar.”
Kendisi bir Alevi dedesi olduğu için Amasya’nın Merzifon ilçesi ve Tokat ilinde bulunan taliplerini sık sık ziyarete gitmiş, bu ziyaretler hem bağlı olduğu inanç sistemini hem de âşıklık sanatını yaşatmasında önemli bir işlev görmüştür.

Âşık Hulusî 1974 yılında Hakk’a yürümüş olup mezarı köyündeki Sivri denilen bir mevkidedir. Sadık Gül’ün söylemiş olduğu deyiş, duaz ve mersiyeler Alevi cemlerinde söylenmektedir. Kaynak kişilerin aktardığı bilgilere göre kendisinin bir sazı olmasına rağmen saz çalmayı bilmemektedir. Bu bilgiyi âşığın şiirlerinde de tespit etmek mümkündür: “Âşık oldum ama çalamam sazı/Misafir gelince sizin
ellere” (Gül, 2018: 127) mısralarında âşık saz çalamadığını kendisi de dile getirmiştir. Sadık Gül’ün bütün çocukları vefat etmiş olup hayatta Fadime isimli bir kızı kalmıştır. Ancak diğer evlatlarından torunları bulunmaktadır.

Hulusî ilk kitabını 69 yaşında bastırmıştır. Okuma yazması olmadığı için bunları bir başkasına yazdırmıştır. Bütün bu şiirleri ezberinde tutan Sadık Gül’ün “12 İmam Övgüsü” adlı bir kitabı Zeki Güngör tarafından Dilek Matbaasında bastırılmıştır. Kitabın basım tarihi 1969 yılı olup, Hulusi’nin iki binden fazla şiir söylediği, bunları ezberinde tutup bir başkasına yazdırdığı belirtilmiştir (Güngör, 1969: 10). 
   Ancak kitabında 150 şiir bulunmaktadır. Sadık Gül’ün şiirleri, 2018 yılında torunu İbrahim Gül’ün yazmış olduğu “Aleviliğin Temel Esasları ve Alevi Erkânı” kitabının ikinci bölümünde yeniden basılmıştır. Bu incelemede beş şiirin aynı olduğu fark edilerek çıkarılmıştır. Kalan şiirlere numara verilerek sayılmış ve yüz kırk beş tane olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca Âşık Hulusî yaşadığı zaman 16
dörtlükten oluşan “İstanbul” ve altı dörtlükten meydana gelen “Allah sen sakla karı şerrinden” olmak üzere iki şiir daha söylemiştir. 

Bu şiirleri torunu Turgut Gül, âşığın sağlığında kayda geçirmiştir. İstanbul şiiri bulunamamıştır, fakat diğer şiiri aşağıda örnek şiirler bölümüne 6. şiir olarak eklenmiştir.
Zeki Güngör kitabında Hulusî’nin söylediği şiirlerin bir kısmının bulunduğunu, Hulusî söylemeye devam ederse bu şiirlerin altıncı kitaba kadar sunulacağını belirtmiştir (Güngör, 1969: 10). Fakat âşığın kitabının basılmasından ölümüne kadar geçen altı yıllık süre içerisinde başka bir şiir kitabı yayımlanmamıştır.

   3. Âşık Hulusî’nin Sanatı

Mahlaslar âşıkların fiziksel özelliklerine, değer verdikleri kavramlara ve bağlı oldukları soya göre vb. verilir. Gördüğü rüyanın sevkiyle Hacı Bektaş dergâhına giden Sâdık Gül’e “Hulusî” mahlası Hacı Bektaş Veli postnişini Velayettin Çelebi tarafından verilmiştir.
Velayettin Çelebi kendine hürmet eden, şiirler söyleyen âşığın dergâha gelişindeki samimiyeti anlar ve hizmetçisine bir kahve yaptırır.
Kahvenin yarısını kendisi içer, diğer yarısını Sadık Gül’e içirir. “Hulusi bir kalp ile köyünden buraya derdinin dermanını aramaya geldin, bundan sonra adın “Hulusî” olsun.” diyerek ona bu mahlası verir. “Söylediğin şiirlerin sonunu “Hulusîyem” diyerek bitir.” diyerek beratını vermiştir (Güngör, 1969: 9). Hulusî dergâhta beş gün süreyle ziyaretini devam etmiştir. Şiirlerinin sonunu hep bu şekilde bitiren
Âşık Hulusî’nin mahlas alması ile ilgili iki farklı durum vardır. Rüyada kendisine bade içirildikten sonra söylediği ilk şiirinde de aynı mahlası kullanan âşığın, daha sonra Hacı Bektaş dergâhını ziyareti esnasında da mahlas alması çelişki olarak durmaktadır. 

Ortada bir şiiri olduğu ve rüya motifi gerçekliği bağlamında düşünüldüğünde mahlasını daha önce kullandığı görülür. Dergâhta mahlas alması muhtemelen âşığın hayatı etrafında şekillenmiş ve onun derecesini artırma kaygısıyla üretilmiş izlenimi vermektedir. Kaldı ki Velayettin Çelebi kendisine mahlas vermeden önce de onun Hulusî mahlaslı şiirler söylediği ifade edilmektedir.

   Bade, Âşıklık geleneğinde âşık adayının sade kişilikten sanatçı kişiliğe geçişinde önemli bir hareket noktasıdır (Günay, 2005: 139).

   Âşık Hulusî kaynak kişilerden ve şiirlerinden edindiğimiz bilgilere göre badeli bir âşıktır. Otuz beş yaşlarında bir gece Hızır’ı rüyasında görür.
Uykudan uyanan Sadık Gül içinde bir eziklik ve kalbinde bir ferahlık hisseder. Hızır’ın elinden bade içen Sadık Gül’e Kırşehir’deki Hacı Bektaş Veli Türbesini ziyaret etmesi söylenir. O da rüyasında gördüklerini yerine getirir. Rüya onun için bir hareket noktası olmuştur. Âşıklık geleneğinde rüyadan uyanınca söylenen ilk şiirde rüyada kimin, ne şekilde görüldüğü ve hangi olayların yaşandığı âşıkların bakış açısı ile anlatılır. Sanatçı kişiliğin ilk şiiri de diyebileceğimiz bu şiir gelenek açısından önem taşır. Âşık Hulusî’nin hayatını ve eserlerini yeniden kitaplaştıran İbrahim Gül de bunu ilk şiir olarak kitaba alır. Şiir yedi dörtlükten oluşmaktadır ve hecenin 11’li kalıbıyla söylenmiştir. Âşık Hulusî, bu şiirde sabahın erken saatinde uyandığını söyler. Dolayısıyla rüyayı gece vakti görmüştür.

Rüyadan kendi kendine uyanmıştır. 
Rüyada Boz atlı Hızır’ı, Hz. Muhammed’i ve Kırklar’ı görmüştür. 
Şiirin ilk dörtlüğünde “Badenin tasını verdiler aldım” ve üçüncü dörtlükte yer alan “Doldurduk doluyu al yut dediler.” (Gül, 2018: 119) mısralarından kendisine bade içirildiği açıkça görülmektedir. Fakat bu şiirde badenin kim tarafından verildiğine dair net bir bilgi yoktur. Bu şiirde açıkça zikretmese de bir başka şiirde badeyi Hacı Bektaş Veli’den içtiğini dile getirmektedir: “Atam Muhammed aslım Ali’den/Eriştik Kırklara içtik doludan/Bade yuttum Hacı Bektaş Veli’den/Şu fani dünyada gezdik bir zaman.” (Gül, 2018: 151). 

   Burada da rüya sonrası söylediği ilk şiirinde de “bade ve dolu” kelimelerini birlikte telaffuz etmektedir. Halk kültüründe dolu’nun yaygın bir kullanımı vardır, fakat bade, yazılı kültürün bir yansıması olarak kabul edilebilir. Bu yüzden Âşık Hulusî’nin rüya görmeden önce bu motife aşina olduğunu söylemek mümkündür.
   Âşıklık geleneğinin ve Alevi Bektaşi inanç sisteminin vazgeçilmez değerlerinden biri de sazdır. Fakat bâdeli âşık olarak niteleyeceğimiz Hulusî’nin saz çalamadığını görmekteyiz. Yine de kendisinin bir sazı vardır. Badeli olduğu için irticalen şiir söyleme yeteneğinin güçlü olduğu kaynak kişiler tarafından belirtilmiştir.
   Alevi-Bektaşi inanç sisteminin temel değerleri büyük çoğunlukla Âşık tarzı şiir geleneği ile geleceğe taşınmıştır. 

Âşık Hulusî bu şiir geleneği ile sanatını icra eden âşıklardan biridir. Bu geleneğin temel özelliklerine uygun olarak anlaşılır halk dili, dörtlük nazım birimi ve hece vezniyle toplam 145 şiir söylemiştir. 17 şiirde 8’li, 128 şiirde 11’li hece veznini kullanmıştır. 
Vezinde yer yer tutarsızlıklar görülmektedir. Bunun nedeni âşığın irticalen söylediği şiirlerin daha sonra yazıya geçirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Şiirlerinde abab/cccb/dddb veya abcb/dddb/eeeb şeklindeki koşma nazım biçiminin kafiye örgüsünü tercih etmiştir. Şiirlerindeki dörtlük sayısı 4-15 arasında değişkenlik göstermekle beraber büyük çoğunluğu 5-8 dörtlükten oluşur. Şiirlerinde dörtlük nazım birimini kullanmıştır.
   Fakat Gül’ün kitabında yer alan 30, 54 ve 90 numaralı şiirlerde dörtlük nazım birimi kullanılmakla birlikte her dörtlüğün sonuna nakarat halinde mısralar eklenerek şiirler beşlikler haline getirilmiştir.
    Âşığın mevcut 145 şiirinin doksanının son mısralarının aynı şekilde tekrar ettiği görülür. Diğer şiirlerde de rediflerin genellikle birkaç kelimeden oluştuğu göze çarpmaktadır. Bu durum âşığın kafiye bulma zorunluluğunu ortadan kaldırmakta, dolayısıyla şiirleri irticalen daha kolay söyleyebilmektedir.

    Akıcı bir üslûba sahip olan Âşık Hulusî’nin şiirlerinde lirik ve didaktik yön daha ağır basar. Sahip olduğu Alevi inanç sistemine bağlılığı onun lirik yönünü besler, bir Alevi dedesi olarak taliplerine sahip olduğu inanç sisteminin değerlerini aktarma kaygısı, onun didaktik yönüne katkı sağlar. 
Genel anlamda Alevi-Bektaşi şairlerinin büyük çoğunluğu bu kaygıyla öğretici yönü ağır basan şiirler söylemişlerdir. Bu bağlamda onların Âşık edebiyatı şiirini bir araç olarak gördüklerini söylemek mümkündür. Şiirlerinde yaşadığı toplumdaki aksaklıklar ve bozulmalar, on iki imam ve ehli-beyt sevgisi, toplumsal değerler, ilahî aşk, oruç, namaz, Alevi-Bektaşi düşüncesi, ölüm, ahiret inanışı gibi konular üzerinde durmuştur.
Âşık Hulusî’nin şiirlerini incelediğimizde yöresel olarak nitelendirebileceğimiz, Türk dilinin çok anlamlı ve derin bir geçmişi olan kelimeleri de kullandığı görülür. “Bir gün olur seçerler sağmaldan yozu” (Gül, 2018: 127) mısrasında geçen “sağmal” ve “yoz” kelimeleri örnek olarak gösterilebilir. Sağmal kelimesi “verimli, bereketli, ürün veren” anlamına gelirken “yoz” kelimesi de bunun zıddı bir anlam taşımakta dır. “Erenlerin erlerin ağzının yarı” (Gül, 2018: 128) dizesinde ise “ağız suyu” anlamına gelen “yar”; “Dertliler dermanı yaralar emi” (Gül, 2018: 140) dizesinde “ilaç” anlamına gelen “em”; “Candan seven uğrun uğrun ağlıyor” (Gül, 2018: 149) dizelerinde ise “gizlice” anlamı taşıyan “uğrun uğrun” ve “Küpelerin aldı kulakların yirdiler” (Gül, 2018: 167) mısrasında “yırtarak almak” anlamına gelen “yirmek” kelimeleri kullanılmıştır.

    Şiirlerinde Kaygusuz Abdal’ın üslubunu hatırlatan mısralara da rastlamak mümkündür. Özellikle İbrahim Gül’ün kitabında 11 numarada gösterilen şiirde söyleyiş tarzı, ifade benzerlikleri ve üslûp açısından Kaygusuz Abdal’ın “Âdemi balçıktan yuğurdun yaptın/Yapı da n’eylersin bundan sana ne” (Çelik, 2008: 66) dizeleri ile başlayan şiirinden etkilendiği görülmektedir. 40 numaralı şiirde Azmî’nin “Yeri göğü ins ü cinni yarattın/Sen ey mimar başı eyvancı mısın” (Güzel, 2009: 395) mısraları ile başlayan şathiyesinin yoğun izlerine rastlanır.

44 numaralı şiirde Sefil Ali’nin “Yasla matem günü doldu dolunur/Ağla gözler İmam Hüseyn aşkına” (Öztelli, 1985: 84)

mısraları ile başlayan şiirinin tesiri vardır. 45 ve 47 numaralı şiirlerde Âşık Sıtkı’nın “Müminlerin yaşın yaşın ağlatan/Ah senin dertlerin İmam Hüseyin” (Öztelli, 1985: 91-92) mısraları ile başlayan şiirinin tesiri vardır. 48 numaralı şiirde Yunus Emre’nin “Rum’da Acem’de âşık olduğum/Yemen illerinde Veyse’l-Karanî” (Tatcı, 2008: 601-602) mısraları ile başlayan şiirinin tesiri vardır. Bu örneklerden hareketle Hulusî’nin kendinden önceki tasavvuf kültürüne ait eserleri bildiği ve etkilendiğini söylemek mümkündür.  


***

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 1

 ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 1

Alevi-Bektaşi, Aşık Hulusi, Samsun, Aşık edebiyatı, gelenek, Alevi-Bektaşi şiiri, Amasya, Çorum, Tokat,

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 
ORCİD: 0000-0002-0501-8221.  (2019) 
Cafer Özdemir 1 
İbrahim Gül 2 

1 Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü, 
   cafer.ozdemir@omu.edu.tr, ORCID: 0000-0002-57945828. 
2 Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, 
   igul@omu.edu.tr., 
 
ÖZET: 

Samsunlu, Âşık Hulusî, Alevi, toplumunun bir temsilcisi olarak hem mürşitlik makamında oturmakta hem de irticalen söylediği şiirlerle Âşık edebiyatı 
geleneğini yaşatmaktadır. 
Ayrıca badeli bir âşık olması onu geleneğe sıkıca bağlamaktadır. Fakat şiirlerinde kullandığı hece vezninde bazı hatalar göze çarpmaktadır. Saz çalmayı bilmemesi gelenek açısından büyük bir kayıptır. 
    Fakat kendisinden önce yaşamış Alevi şairlerin şiirlerinden ilham alarak orijinal şiirler söylemesi, kendi inanç sistemine büyük bir aşkla bağlılığı, diğer Alevi şairlere göre Ehlibeyt, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’e çokça yer vermesi, onun geleneği yaşatan bir âşık olarak değerlendirilebileceği izlenimi vermektedir. 

    Çalışmamızda şiirlerinin neşriyatından başka hakkında daha önce bir çalışma yapılmayan Âşık Hulusî konu edilecektir. 

Âşığın hayatı, sanatı ve şiirlerindeki temalar örneklerle açıklandıktan sonra bazı şiirlerine yer verilecektir. 

1. GİRİŞ 

     Alevi-Bektaşi kültürü ve buna bağlı olarak varlığını devam ettiren Alevi-Bektaşi edebiyatı, Anadolu coğrafyasında belirli bölgeler başta olmak üzere yoğun şekilde varlığını devam ettirmektedir. 
Samsun, Amasya, Çorum ve Tokat illerini kapsayan Orta Karadeniz bölümü bu kültürün ve edebiyatın yaşatıldığı, üzerinde araştırmalar yapılan ve yapılması gereken önemli bir yerleşim alanıdır. 
Bu illerin birbirlerine komşu olmaları nedeniyle Alevi toplulukları arasındaki dinsel ve kültürel etkileşim devam etmekte, dolayısıyla önemli farklılıklar ortaya çıkmamaktadır. Kültürel etkileşim sayesinde ortaya çıkan bu az farklı yapılaşmanın edebiyata da olumlu yansıdığı görülür. 

Bölgede yetişen âşıkların şiirlerinin yapı, tema ve üslûplarına, biçim özellikleri ve dil hususiyetlerine bakıldığında birbirine benzer ürünler ortaya konulduğu görülmüştür. 
Ozanlık geleneği, İslâm dininin kabulünün getirdiği yenidünya görüşü ve hayat tarzı ile yeni coğrafyaya uygun olarak bir değişim ve dönüşüme uğrayarak Âşıklık geleneği adı altında yeniden filizlenmiş ve gelişmiştir. 
Tarihsel süreçte yapısal özellikler muhafaza edilse bile özellikle içerik bağlamında önemli değişimler yaşanmıştır. 
Bu durum Âşıklık geleneğinde yeni türlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 
Alevi-Bektaşi edebiyatı ürünlerinin büyük çoğunluğu manzumdur ve Âşıklık geleneğinin etkisi altında ortaya konulmuştur. 
Bu yüzden Alevi-Bektaşi şiiri ile Âşık edebiyatını birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız dır. 
Ayrıca bu edebiyatın kendi inanç ilkeleri bağlamında tasavvuf düşüncesi terimlerini de kullanmaları bu edebiyatın anlam evrenini iyice genişletmiştir. 
Bu nedenle AleviBektaşi şiiri, Âşık edebiyatı ile tasavvuf edebiyatının harmanlanması neticesinde ortaya çıkan; geleneğin ve inanışın çeşitli aşamalarında işlevsel bir yapıya bürünen mahiyete sahiptir. 

Örneğin cem törenlerinde saz eşliğinde Âşık edebiyatı biçim ve türleriyle şiirler söylenmesi bu düşünceyi desteklemektedir. 

Sanatın bir inanışın ortaya konulmasında araç olarak kullanımı ve bunun müzikle desteklenmesi, göz önüne alınması gereken bir noktadır. 
Bu durum değerlerin ve fikirlerin benimsetilmesi ve insanlara bazı duygu ve düşüncelerin aktarılmasında önemli bir yere sahiptir. 
Alevi toplumunda bu aktarımın temelinde “dede” yer alır ve dedeler tasavvuf kültürünün aktarıcısı olan mürşidin görevlerini üstlenirler. 
Bu bağlamda dedelik, bir makamın adıdır ve Alevi toplumunun inanç değerlerini ve dinî anlayışlarını taliplerine öğretmekle sorumludur. 
Üzerinde durulması gereken noktalardan biri de dedelik makamında oturan kişilerin büyük çoğunlukla saz çalmayı bilmesi ve Âşıklık geleneğinin temel kurallarından haberdar olmasıdır. 
Bu durum onların hem dinî hem de sanatsal bağlamda icracı olarak görülmelerini gerektirmektedir. 
    Aşağıda biyografisini sunacağımız ve sanat anlayışı hakkında bilgi vereceğimiz Âşık Hulusî de bir Alevi dedesidir, saz çalmayı bilmese de geleneğin kuralları çerçevesinde irticalen şiirler söyleyebilmektedir. Hakkında pek az malumatımız olan âşığın Alevi-Bektaşi şiirine önemli katkılar sağladığını, 20. yüzyılda Samsun yöresinde ve çevre illerde yaşayan Alevi topluluklarında bir iz bıraktığını söylemek mümkündür.

2. Âşık Hulusî’nin Hayatı.

    Asıl adı Sadık Gül olan âşık, Samsun’un Lâdik kazasının Sarıgazel Köyü’nde 1316 (1900) yılında dünyaya gelmiştir.4 

Babasının adı Yusuf, annesinin adi Dudu’dur. Dedesi Gül Ali olup, Horasan erenlerindendir. Hacı Bektaş dergâhına ağlayarak giden Gül Ali bir süre dergâhta hizmet ettikten sonra postnişin kendisine, “Ağlayarak geldin, gülerek gidesin” anlamına gelen Gül Ali lakabını vermiştir. Gül Ali’nin Tokat’ın Almus ilçesi Çilehane Köyü’nden geldiği rivayet edilmektedir. Sadık Gül köyünde okul olmadığı için okula gidememiştir. 
Köyünde çiftçilik yapmış, bunun yanında hayvancılık ile uğraşmıştır. Yaşadığı dönemde tarımda makineleşme olmadığı için o da çağdaşları  gibi çok çileli bir hayat sürmüştür.
Sadık Gül Lâdik’e bağlı Eğnekaraca Köyü’nden Mustafa’nın (Deli Mıstık) kızı Şehriban (Şamdan) hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten üçü kız, üçü erkek altı çocuğu dünyaya gelmiştir. Çocukların dört tanesi âşık Hızır’dan badeyi içmeden önce doğmuştur. Bade içtikten sonra eşine yaklaşmayan Sadık Gül’e iki tane çocuğu daha olacağı müjdelendikten sonra iki tane kızı daha dünyaya gelmiştir.
Çocuklarının isimleri büyükten küçüğe doğru Ahmet, Ali, Zeliha, Mercan, Mehmet ve Fadime’dir.
Hızır’ın elinden bade içen Sadık Gül’e Kırşehir’deki Hacı Bektaş Veli türbesini ziyaret etmesi söylenir. Uykudan uyanan Sadık Gül içinde bir eziklik ve kalbinde bir ferahlık hisseder. Rüyasında söylenen türbeyi ziyaret için hazırlanır. Köyü ile türbenin arası on iki günlük yol iken beş günde gitmiştir. Sadık Gül’ün gidişine karşı çıkılmış ve kayınbabası Mustafa’ya (Deli Mıstık) haber gönderilmiştir.
Kayınbabasının karşı çıkması üzerine Âşık Hulusî bir şiir söyler.

Kaynak kişi Zeliha Gül’ün naklettiği bu şiirde âşık, dergâha gitme konusundaki kararlılığını açıkça ortaya koymuştur: 

Deli Mıstık derler nizanın 5 gözü
Yıktı hatırımı söyledi sözü
Hemen çağırırlar eğletmen bizi
Dostlar bizi safa ile gönderin

Merzifon’a vardım Çorum’da kolu Pir 
Hacı Bektaş‘tan tutmuşum eli 
Malya çöllerine 6 uğruyor yolum 
Dostlar bizi safa ile gönderin 

Karacam der ki “ağam geri gelin mi?” 
Ali’m akıllıdır tuttu elimi 
Mehmet’im küçüktür çeker bu zulmü 
Dostlar bizi safa ile gönderin. 

Eş dostlarıyla vedalaşıp köyün üst kısmında yer alan ormanlık alana doğru yürüyen Sadık Gül bir aralık görünmez olmuştur. 
Sonunda ayakkabılarını eline alan Sadık Gül sırra kadem basarak gözden kaybolmuştur. Bundan sonrasını Amasya’nın Merzifon ilçesine bağlı Kayadüzü (Belvar) köyünden talibi Sadık Öztürk şöyle anlatmaktadır: 
“Dedem bizim köyün yanından geçerek Merzifon’a, oradan Çorum’a doğru giderken yolda bir atlıya rastlar. 
Atlı ona nereye gittiğini sorar. Sadık Gül Ankara’ya gittiğini söyler. Atlı “Yalan söyledin.” diyerek sözünü keser. 
Bu sefer “Çorum’a gidiyorum.” der. Atlı “Yine yalan söyledin.” der. Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı döneme rastlayan o günlerde dede, şeyh, hoca olanlar kendisini gizlediğinden Kırşehir’deki Hacı Bektaş dergâhına gittiğini söylemek istemez. 

Ancak sonunda ne olursa olsun doğruyu söylemeye karar verir. 
Kırşehir’e dergâhı ziyarete gittiğini söyler. Atlı “Bu sefer doğru söyledin.” der. 
Atlı Sadık Gül’e kendisinin de o tarafa gittiğini söyleyerek  ata binmesini söyler ve ilave eder. 

“Baba bu at çok hızlı gider, miden bulanabilir, en iyisi sen gözlerini kapa.” der. 
Sadık Gül gözlerini açtığında kendisini Hacı Bektaş Veli dergâhının kapısında bulur. 
Hacı Bektaş Veli sülalesinden olan Velayettin Çelebi Sadık Gül’e niçin geldiğini sorar. 

Sadık Gül, 

“Âşık oldum haki payına yüz sürmeye geldim, destur” diyerek Velayettin Çelebi’ye aşağıdaki ilk dörtlüğünü verdiğimiz şiiri söylemiştir: 

Yüz sürmeye geldim haki payına 
Derdimin dermanı sensin efendim 
Ezeli ezelden dertler dermanı 
Derdimin dermanı sensin efendim 

(Güngör, 1969: 6) 

Hacı Bektaş Veli dergâhı postnişini Velayettin Çelebi’dir ve Âşık Hulusî onun cömertliğini ve çeşitli niteliklerini dile getirdiği, kısaca onu öven bir şiir söyler. Şiirin son dörtlüğü şöyledir: 

Hulusi’yim sarhoş idi ayıktı 
Elinden badeyi içti de kandı 
Derdinin dermanını aradı buldu 
Cömertler cömerdi sensin efendim 

(Güngör, 1969: 8) 

Âşık Hulusî’yi daha iyi tanıyabilmek için onunla ilgili iki çocuğunun görüşlerine / bildiklerine başvurmak da faydalı olacaktır. 
Bu anlatılanlar âşığın daha çok olağanüstü şahsiyetini, sahip olduğu inanç sistemindeki samimiyetini destekler mahiyettedir. 
Sadık Gül’ün kızı Mercan Gül babasıyla ilgili olarak şu bilgileri nakletmiştir: 
“Babam Hacı Bektaş Veli dergâhına gittiğinde biz hayatta değildik. Annemin anlattığına göre, babam sabaha kadar dua okurmuş. 
Bir gece göğsünden sürekli sesler geliyormuş. Rüyasında Hızır’ı görmüş ve on iki günlük yolu üç günde alarak dergâha varmış. 
Dergâhta bir kömürlüğe girmiş. Velayettin Efendi hizmetçisine bir misafir geldiğini söylemiş ancak hizmetçi  “Efendim şimdi kömürlükten odun getirdim kimse yok.” diyerek olayı geçiştirmek istemiş ancak ısrar üzerine kömürlüğe giden  hizmetçi babamı ağlar vaziyette bulmuş.” 

20 Ekim 2020 Salı

Yunan General İoannİs Metaksas’ın kehaneti ve... İnancın zaferi

Yunan General İoannİs Metaksas’ın kehaneti ve... İnancın zaferi



İlber Ortaylı

19 Mayıs 2019

Küçük Asya Seferi’nin komutanlığını reddeden Yunan general İoannis Metaksas, “Yok oldu zannettiğiniz ordularını Türkler yine toparlar ve bir sabah aniden karşınıza çıkarlar” demişti. Samsun’dan 1.5 yıl sonra milli ordu ortaya çıkmıştır. 2 yıl sonra da TBMM Hükümeti’nin hem içte ama asıl önemlisi dış dünyada itibarını ve varlığın pekiştiren Sakarya Savaşı, general Metaksas’ın bu kehanetinin doğruluğunu gösterir. Hiç şüphesiz Kurtuluş Savaşı’nı hazırlayanların girişimi bir kumar veya kehanet değil ortak asker aklının bilgeliğine dayanır. Bütün mesele buna inanmaktı.
OSMANLI İmparatorluğu için tam tamına dört yıl önce ekim sonunda başlayan savaş 30 Ekim 1918’de Limni Adası’nda son buldu. Mondros Limanı’nda Türkiye’nin bütün müttefikleri gibi ağır bir mütareke imzaladığı açıktı. Buna rağmen Rauf Bey dahil mütareke heyetinin saf bir ümit beslediği de açıktır. Büyükada’da Kût’ül-Amâre’den beri esir olarak bulunan general Townshend Britanya’yı ikna için heyetle birlikte götürülmüştü. Tamir edildiği anlaşılan Gelibolu malulü HMS Agamemnon zırhlısının içinde heyetler görüşmeye başladı. Tabii bu bir görüşmeden çok diktedir.

HINÇ-İNTİKAM-İŞGAL

Fransa’nın Alman heyetine karşı takındığı mütehakkim ve kindar tavrın ilk anda Britanyalılar tarafından gösterilmediği açık. Amiral Somerset Arthur Gough-Calthorpe yer yer ikna edici hatta Türklerin lehinde uygulanacağına dair vaat edici üslubunu buradan ayrıldıktan sonra unutmuştur. Zira Britanya dört yıl süren bu savaşın kendisi için çok uzun olduğunun farkındaydı. Umulmadık kayıplar yanında bilhassa Gelibolu’dan sonra Kût’ül-Amâre’deki yenilgi, İran ve Bakü’de bunu izleyen gerilemelerin kini içindeydi. Nitekim mütareke hükümleri çok geniş yorumlanarak 1919 yılı içinde işgaller ve Osmanlı devlet görevlilerine karşı küçümsemeler devam etti. Bu tip bir mütareke havası Cihan Harbi’nin kendisi kadar yenidir. Uzun süren savaş uzun süren hınç ve intikamı da birlikte getirdi.

OKUMUŞ ŞEHİT GENÇLİK

Daha dokuz ay evvel Türkiye Brest Litovsk’ta Rusya’nın savaştan çekilmesiyle umutlu bir safhaya girmişken, ardından Bulgaristan ve Avusturya-Macaristan’ın savaşı terk etmesiyle doğudaki cephelerde tamamıyla yalnız kalmıştı. Bu uzun savaş Türkiye’nin sadece topraklarını Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak gibi verimli bölgelerini değil savaşçı ve üretici bir asker neslini de kaybetmesine sebep oldu. Şehitler arasında İstanbul’daki liselerin ve Darülfünun’un boşalan sıralarından silah altına alınan okumuş gençlik de vardı. Şark ve Garp kültürüne sahip
bu şehit kuşakla gelişmekte
olan bir ülkenin geleceği mahvolmuştu.

MANZARAYA BAKARAK: GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER

Bundan aşağı yukarı 15 gün sonra Birleşik Ordular Komutanlığı’nı mütareke dolayısıyla teslimle bırakarak İstanbul’a dönen Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da karşılaştığı manzara buydu: Harbin son günlerinde bombalanan Haydarpaşa Garı ve İstanbul’un önündeki onlarca düşman zırhlısı. Bu hoş karşılanacak bir manzara değildir fakat Paşa’nın birkaç gün devam eden demiryolu seferinde gelecek için tasarladıkları ve alternatif planları tamamlanmış görünüyor. Kendisini karşılayan yaverlerine denizin üstündeki zırhlılar için “Geldikleri gibi giderler” sözü gelişimin başlayacağı anlamına geliyor.

ANADOLU HAREKETİ

Mustafa Kemal Paşa’nın ilk anda hükümetle ve bilhassa savaş sonunda “yaver-i has”ı olarak Almanya, Avusturya-Macaristan gezisine katıldığı, o zaman ki veliaht şu anda padişah sultan Vahideddin ile bir yakınlığı olduğu açıktı. Mustafa Kemal Paşa’nın görüşmelerinde padişahın kendisini Harbiye Nazırı olarak tayin etmesi ve bunun akabinde bazı politikalara girişmek niyetinde olduğu da görülüyor. Ne var ki gerek Sultan Vahideddin ve gerek etrafı uzun harbin getirdiği tahribat, yenilginin şiddeti ve İttihatçıların maceracı politikasından bezgin bir ruh hali içinde, Mustafa Kemal Paşa’nın teklif ve görüşlerine idrak ve katılma gösterecek durumda değillerdi. Diğer yandan Mustafa Kemal ve Anadolu’da kolordu komutanı Ali Fuat Paşa, doğuda Kâzım Karabekir Paşa, İstanbul’da Refet Bele gibi bir heyet Anadolu hareketinin temelini oluşturuyordu. Hiç şüphesiz ki Harbiye Nezareti Müsteşarı Fevzi (Çakmak) Paşa ve Miralay İsmet (İnönü) gibi zevat da Mustafa Kemal Paşa’yla yakın temastaydı.

DÜZELTME ANANESİ

7 Mayıs’ta lağvedilen 9. Ordu’nun kıtalarının teftişi için Mustafa Kemal Paşa, padişahın tensibi ve kabinenin ittifakıyla müfettiş olarak tayin edildi. Ordu müfettişliği eski bir Osmanlı ananesidir. Fevkalade durumlarda fevkalade yetkili komutanlar 17. asırdan beri özellikle Anadolu’daki ayaklanmalar döneminde ve II. Viyana Kuşatması sonrakindeki karışıklıklar sırasında Anadolu’ya gönderilmişlerdi. Anadolu’da asayişi sağlamak için müfettiş paşalar göndermek ve Cumhuriyet döneminde dahi umumi müfettişlikle karışık bölgelerde idareyi düzeltmek bu ananeye dayanır.

İTİRAZLARI DA AŞTI

Paşa’nın Karadeniz bölgesindeki mutasarrıflıklar ve hatta civardaki Kayseri gibi mutasarrıflıklarla da yazışma yetkisi vardı. Bu mıntıkadaki İtilaf komutanı general Milne’nin itirazıyla karşılaştı. Milne başından beri bir müfettişin tayini ve bölgede boy göstermesinin olumsuz olacağı, Mustafa Kemal Paşa’nın geri çağrılması gerektiği üzerinde ısrarla durdu. Herhalde bu safhada İstanbul’da askerlerin ve bazı mülki zevatın bu itirazlara karşı çıktığı ve padişahı ikna ettiği anlaşılıyor.

İZMİR İŞGALİNE İSYAN

Her halükârda Samsun, 15 Mayıs’taki İzmir’in işgalinden sonra kaçınılmaz bir hedefti ve Mustafa Kemal Paşa süratle İstanbul’u Samsun’a müteveccihen terk etme kararını gerçekleştirdi. 17 Mayıs’ta Bandırma Vapuru hareket etti. İzmir’in işgali kitleleri fevkalade infiale, isyana sürüklemiştir. Ege bölgesinde İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti ve mart ayından beri Türkiye’nin her tarafında benzer cemiyetler, hatta işgalden sonra Erzurum ve İzmir’de Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri kuruldu. Bu hareketlerin hepsinin nasıl bir araya getirileceği Paşa’nın en önemli ve daha İstanbul’da başlayan faaliyetinin başlıca odak noktasıdır.

DAMAT FERİT’LER

İster Tevfik Paşa ve Salih Paşa gibi hayırhah davranışlı kabineler, isterse Damat Ferit gibi İngilizlere mutlaka bağlılık gösterenler olsun, mütareke hükümetlerinin etkin ve dirayetli politika izleyemedikleri açıktı. Heyetin içinde geleceğin Refet Paşa’sı, Cumhuriyet’in en büyük sağlık bakanı, tanınmış bir askeri hekim olan Refik (Saydam) ve Paşa’nın kendi karargâh mensupları bulunuyordu.

İLK DURAK SAMSUN

Samsun’a adım atılacak, bilgi toplanacaktır. Göze batacak hiçbir faaliyetin ve etkinliğin gerçekleştirilemeyeceği açıktı. Nüfus kozmopolitti, işgal kuvvetlerinin etkisi hissediliyordu. İmkânlar sınırlıydı. Hedef doğrudan doğruya günümüzde 19 Mayıs yıldönümlerinde yürüyüşlerin tertiplendiği “İstiklal Yolu” dediğimiz güzergâhtan Havza-Amasya hattından da Anadolu’nun şarkına yani Kâzım Karabekir Paşa’nın mıntıkasına, oradan da Orta Anadolu’ya yönelmeliydi. Paşa’nın Havza’daki dinlenme sırasında, ki bunun adı “istirahat ve kaplıca tedavisi” gibi gösteriliyor ise de ilk, yoğun görüşmeleri yaptığı, civar bölgeler eşrafına ve memurlara telkinlerde bulunduğu açıktır.

İŞGALİN PERİŞANLARI

Nihayet 25 Haziran 1919’da meşhur Amasya Tamimi’ni yayımlanmasıyla Kurtuluş Savaşı’nın başladığı açıktır. İzmir’in işgali sadece yerli Türkleri rahatsız ve perişan etmiş değildi. Yunan işgal kıtalarının düzensizliği yerli tüccar kadar limanda ve şehirde aktif olan Levantenleri ve yabancı pasaportlu tüccarları da zarara uğrattı. Bu işgal günlerinde zararın dönem için çok büyük bir para olan 300 bin liraya ulaştığı söyleniyor.

VENİZELOS’UN HAYALİ

İzmir ve Anadolu’da Helen işgali Venizelos’un bir hayaliydi. İngiliz Başbakan David Lloyd George’la Yunanların kullanımı konusunda anlaştılar. Küçük Asya Seferi’nin komutanlığına tayin etmek istediği kral yanlısı olarak bilinen Venizelosçu subayların çok tutmadığı general İoannis Metaksas bu teklifi reddetti. “Yunanistan’ın topraklarının şerefle ve müreffeh yaşamak için yeterli olduğunu, Küçük Asya Seferi’nin bir macera olduğunu” belirtti. “Yok oldu zannettiğiniz ordularını Türkler yine toparlar ve bir sabah aniden karşınıza çıkarlar” dedi.

GELECEĞİN GÖSTERGESİ

Gerçekten de Samsun’a çıktıktan sonra yıl tamamlanmadan gereken kongreler yapılacak ve heyet Ankara’ya ulaşacaktır. Doğu’da Kâzım Karabekir Paşa’nın sağladığı hâkimiyet, Ankara’da kendisini bekleyen Ali Fuat Paşa ve Ankara’daki memurlar bilhassa Ali Kemali Bey ve Cemal (Bardakçı) asayiş amirleri geleceğin göstergesidir. Samsun’a çıktıktan 1.5 yıl sonra milli ordu ortaya çıkmıştır. İki yıl sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin hem içte ama asıl önemlisi dış dünyada itibarını ve varlığın pekiştiren Sakarya Savaşı general Metaksas’ın bu kehanetinin doğruluğunu gösterir. Hiç şüphesiz Kurtuluş Savaşı’nı hazırlayanların girişimi bir kumar veya kehanet değil ortak asker aklının bilgeliğine dayanır. Bütün bu mesele buna inanmaktı.

ZAFERİN TAÇLANIŞI

19 Mayıs 1919 Milli Mücadele’nin başı sayılıyor. Bu doğru bir isimlendirmedir. 3.5 yıl sonra da Mudanya Mütarekesi’yle bu savaş zaferle taçlanmıştır.




DİĞER PAŞALARDAN FARKI: DEHASI

VATANSEVER, yetenekli ve mücadele taraftarı tek kumandan elbette ki Mustafa Kemal Paşa değildi. Ona bu mücadelede yardımcı olan kumandanlar vardı. Ancak onu diğerlerinden ayıran en önemli farklılığı elbette ki dehasıdır. En akıllı, önde gelen generallerimiz bile -ki bence kurmay olarak hoş görülecek bir görüştü- “Bursa’yı, Antalya’yı, İzmir’i kurtarmakla uğraşmayın, olacak şey değil, tükeniriz, elimizdekini de kaçırırız” diyorlar, Anadolu ve Doğu Anadolu ile yetinilmesi gerektiğini söylüyorlardı ki bu “İlk hedefiniz Akdeniz’dir” düşüncesine uygun değildi, zıttı. Atatürk’ün kafasındaki geleceğe ait savaş hedefi çok daha farklı ve doğru olanıydı.
O ADIMLARI ALDIĞI İYİ EĞİTİM ATTIRDI
ATATÜRK bir askeri dehadır. Ancak bunun tarifini yapmak çok güçtür. Bu noktada aldığı kurmay öğrenimi çok önemlidir. O kuşağın parlak komutanları iyi bir eğitim aldılar, tabiri caizse her şeyi biliyorlardı, sivillerle irtibatları çoktu, felsefe, tarih, bilhassa coğrafya, edebiyat, mühendislik ve matematik hakkında bilgileri ve eğitimleri vardı, hiç değilse ne konuşulduğunu anlarlardı.
Nitekim aldığı eğitim Gazi Paşa’yı ileride ilginç adımlar atmaya yöneltti. Bozkırın ortasında, Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kuruldu. Türkiye adeta arkeologların, Mezopotamya dilleri uzmanlarının eğitim ülkesi oldu. Bizantinika için bile dört-beş talebe Avrupa’ya yollanmıştı. Lisana önem veriliyordu.

 ATATÜRKÜ TEMSİL EDEN BAYRAK KARAYA ÇIKARILDI.,

***

13 Eylül 2018 Perşembe

BAŞKANLIK SİSTEMİNİN TÜRKİYEDE UYGULANABİLİRLİĞİ.., BÖLÜM 3


BAŞKANLIK SİSTEMİNİN TÜRKİYEDE UYGULANABİLİRLİĞİ.., BÖLÜM 3



_ Tartışmaları Ekseninde, Türk Tipi Başkanlık Sistemi


Türk tipi başkanlık modeli taslağında başkana bakanları, kamu görevlilerini, büyükelçileri, yüksek yargı mensuplarını, tek başına atama yetkisi verilmektedir (Ataay, 2013, s. 277). 

Madde 22- (5) Başkan ayrıca Anayasada verilen seçme ve atama görevleri ile diğer görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır (İyimaya, 2013, s. 60). 

ABD tipi başkanlık sisteminden farklı olarak sistemi denetleyen herhangi bir mekanizmanın öngörülmediği atama işlemi ile çoğulcu demokrasinin ihlal edilerek belirli bir görüşü benimseyen kişilerin belirli makamlara getirilmesinin söz konusu olduğunu söylemek mümkündür. Bunların yanında yürütmeye bağlı idarî teşkilat üzerinde gözetim ve denetim yetkisine sahip ABD Başkanından farklı olarak, başkan “devlet başkanı’’ sıfatıyla anayasal kurumlar üzerinde gözetim yetkisine de sahip olacaktır. Ayrıca başkanın yasama organının 
onayı olmadan istisnaî rejime geçebilmesi ve bu dönemlere özgü kararname çıkarabilmesini öngören sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilanı yetkisi gibi hükümler taslakta yer almaktadır (Erdoğan, 2013, s. 546-547).

Yanık’a göre Ak Parti’nin öngördüğü “Türk tipi başkanlık modeli’’ mevcut sistemin olmazsa olmaz unsurlarının değiştirilerek ortaya çıkan yeni bir sistemdir. Başkana verilecek yetkiler ile denetim ve denge sisteminin, dolayısıyla sistemin işleyiş mantığına aykırı bir durum ortaya çıkacaktır (Yanık, 2013, s. 667). Burhan Kuzu da Türk tipi başkanlık modeli önerisinin ortaya çıktığı 2012 yılından önce vermiş olduğu bir röportajda başkanın parlamentoyu feshedebilmesi nin ve kanun yapma yetkisinin ABD dışındaki ülkelerde yanlış bir tipoloji oluşturduğunu belirtmiştir (Kuzu, 2011, s. 162). 

Özellikle başkanlık sisteminin olumsuz örneğini teşkil eden Latin Amerika ülkelerini yukarıda ifade edilen, Amerikan modelinden farklı olan yönlerinden dolayı dikkate almamak gerektiğini ifade eden Kuzu’nun görüşlerinin Türk tipi başkanlık modeliyle ters düştüğü görülmektedir.Çelik’in ifadesiyle, Türk tipi başkanlık sisteminde yasamaya, Osmanlı geçmişiyle uyumlu biçimde, neredeyse 1876 Anayasası’ndaki gibi yalnızca yasa yapma ile sınırlı bir işlev tanınmış, başkan ise güçlü yetkilerle donatılmıştır (“‘Türk tipi demokrasi’nin”, 2012).

2014 yılı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından, cumhurbaşkanlığı makamına oturan Erdoğan, başkanlık sisteminin hükümet modeli olarak benimsenmesi yönündeki görüşlerini daha yoğun olarak dile getirmeye devam etmiştir. Siyasi karizmasının milli irade nezdindeki gücünün başbakanlığı döneminden itibaren giderek arttığının farkında olan Erdoğan, cumhurbaşkanı sıfatıyla 2015 genel seçimlerin başkanlık sistemi için dönüm noktası olacağını yoğunlaşan bir şekilde ifade etmektedir. Bu doğrultuda Amerikan sisteminden farklı olarak Türk tipi başkanlık modeli üzerinde durmaya devam etmektedir. 

Beştepe Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen bir muhtarlar toplantısında, Meksika modelini örnek veren Erdoğan, başkanlık sisteminin Türk yönetim düşüncesinin genlerinde olduğunu söylemiştir. 

2012 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu başkanlık sistemine geçiş önerisinden pek de farklı görünmeyen bu modelde başkan 6 yıllık bir dönem için seçilmekte ve bir daha seçilme hakkına sahip olamamaktadır.Meksika modeli, başkan yardımcısı ve başbakanın olmadığı bir sistem olmakla birlikte, meclise yasa tasarısı sunma hakkına sahip olan başkan neredeyse tüm yetkileri elinde toplamaktadır (“Her şeyin başı başkan”, 2015). Meksika modelinde öngörülen yeniden seçilme yasağı, yeniden seçilememenin yarattığı psikolojik baskı altında başkanın, akılcı olmayan, verimsiz, iyi planlanmamış politikalar izlemesi şeklinde tanımlanabilen topal ördek (lame duck) olgusuna yol açabilme tehlikesine sahiptir (Yazıcı 2014, s. 48).

Türk tipi başkanlık modeli farklı kesimlerden akademisyenlerin, siyasetçilerin, yazarların eleştirilerine uğramıştır. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hükümet sistemi değişikliği noktasında, Türk tipi başkanlık sisteminin olmaması gerektiği ifade ederek ABD’deki gibi kuvvetler ayrılığının keskin bir şekilde ayrıldığı bir sistemin de demokrasiye uygun bir model olduğunu ve benimsenmesi gerektiğini ifade etmiştir (“Gül’den ‘başkanlık’ çıkışı”, 2015). Aslında 
faklı birtakım kesimlerce dile getirilen eleştirilerin odak noktası, 21. yüzyıl Türkiye’sinde daha ileri ve çoğulcu bir demokrasi özlemine karşı bir konumda olan yönetim modelidir. 

Sonuç

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasî sistemi içinde 90 yıllık bir geçmişi olan parlamenter sistemin işleyişi sürecinde yaşanan birtakım sıkıntılar, hükümet sistemi değişikliği tartışmalarının her daim gündemde kalmasını sağlamıştır. Özellikle 1982 Anayasası ile birlikte yürütmenin güçlendirilmesi yolunda değişiklikler yapılarak bu minvalde yapılacak etkili düzenlemelerle işlerliği olan bir hükümet sisteminin, Türk siyasal sisteminin ilacı olacağı dile getirilmiştir. Ancak her ülke birçok farklı dinamik tarafından bir araya gelen ve kendisini 
diğer ülkelerden ayıran bir siyasî sisteme sahiptir. Ayrıca Türk siyasal sistemi için klasik Amerikan modeli başkanlık sisteminin bir kenara itilerek Türk tipi başkanlık modelinin benimsenmesi için güçlü ve makul sebepler ortaya konulamamaktadır. 

Özellikle 2012 yılında Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunulan Türk tipi başkanlık modelinin kuvvetler ayrılığını hiçe sayan özellikleri, örtülü bir monarşik yapının sunulmaya çalışıldığı yönünde ciddi eleştiriler almıştır.

Buradan hareketle siyasî sistemde yapılabilecek hiçbir değişikliğin, Türk siyasal kültüründe var olan teamülleri değiştirmeyeceği açıktır. Araçsal ve kurumsal düzenlemeler, sadece 
yasama-yürütme ilişkileri bağlamında yaşanacak sıkıntıları çözmek için faydalı olabilir. Bu doğrultuda ABD tipi başkanlık sistemi ve ortaya çıkarabileceği sonuçlar itibariyle daha fazla eleştiriye maruz kalan Türk tipi başkanlık modeli yerine düşünmekten ziyade parlamenter sisteme işlerlik kazandıracak düzenlemeler yapmak daha yerinde olacaktır. Sağlam bir parlamento 
çoğunluğuna dayanmayan hükümetlere istikrar ve etkinlik kazandırmaya yönelik hukuk kurallarına yer veren rasyonelleştirilmiş parlamentarizm bu yönde atılacak adımlardan biri olabilir. Bunun dışında 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte ortaya çıkan yarı başkanlık sistemine işlerlik kazandıracak birtakım uygulamalara da gidilebilir. 

Sonuç olarak, 

Türkiye’nin muasır medeniyetler seviyesine çıkması, güçlü bir yönetime ve ekonomiye sahip olarak modern kapitalist dünya sistemi içerisinde başat aktörlerden biri olması, Türk tipi başkanlık sisteminin antidemokratik yönetim modelinden geçmemektedir. Türk siyasal sisteminin sahip olduğu sorunların 
çözümü için temel argümanlarıyla oynanmış bir başkanlık modeli sisteminden daha fazlasına ihtiyaç olduğu aşikârdır.

Kaynakça

Akçalı, P. (2013). Genel özellikleri, yararları ve sakıncaları ışığında başkanlık sistemleri. Yeni Türkiye Dergisi, 51, 406-411.
Akçalı, P. (2014). Siyasal istikrar ve başkanlık sistemi: Amerika Birleşik Devletleri örneği. İ. Kamalak (Ed.), (Yarı) başkanlık sistemi 
ve Türkiye içinde (s. 79-110).İstanbul: Kalkedon Yayıncılık.
Ataay, F. (2013). Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ‘başkanlık sistemi’ önerisi üzerine değerlendirme.Alternatif Politika Dergisi, 5(3),266-294.
Aydıntaşbaş, A. (2015, 5 Ocak). İyi de bu başkanlık değil. Milliyet gazetesi. 
http://www.milliyet.com.tr/iyi-de-bu-baskanlik-
degil/siyaset/ydetay/2008851/default.htm sitesinden 05.02.2015 tarihinde edinilmiştir.
Başkanlık sistemini TBMM’de Özalcı milletvekilleri savunuyor, (1992, 11 Ekim), Cumhuriyet gazetesi, s. 5.
Cemal, H. (1989). Özal hikâyesi. Ankara: Bilgi Yayınevi.
Cumhurbaşkanı ‘başkanlık sistemi doğru tartışılsın’, (1998, 14 Temmuz), Cumhuriyet gazetesi, s. 7.
Cumhurbaşkanı Demirel ‘Başkanlık sistemi benim için bitti’, (1998, 24 Mayıs), Cumhuriyet gazetesi, s. 7.
Çelik. D. B. (2012, 24 Aralık). Türk tipi demokrasi’nin son durağı: Türk tipi başkanlık sistemi.T24.
 http://www.T24.com.tr  adresinden 25 Şubat 2015 tarihinde edinilmiştir.
Duman, S. (2013). Türkiye için başkanlık sistemi değerlendirmeleri. Yeni Türkiye Dergisi,51, 636-662.
Erdoğan, M. (1996). Başkanlık sistemini doğru tartışmak.Liberal Düşünce Dergisi, 1(2), 4-12.
Erdoğan, M. (2013).Başkanlık sistemi, demokrasi ve Türkiye.Yeni Türkiye Dergisi, 51, 542-547.
Erdoğan’ın hayali Amerikan modeli, (2003, 21 Nisan), Milliyet gazetesi, s. 19.
Fedayi, C. (2013). Mazi, hâl ve istikbal boyutlarıyla başkanlık sistemi.Yeni Türkiye Dergisi, 51, 679-691.
Gül’den ‘başkanlık’ çıkışı, (2015, 21 Şubat), Birgün gazetesi, s. 4.
Her şeyin başı başkan, (2015, 25 Şubat), Vatan gazetesi, 
                http://www.gazetevatan.com/-her-seyin-basi-baskan--743795-gundem/    sitesinden 25.02.2015 tarihinde edinilmiştir.
İyimaya, A. (2013). Başkanlık sistemini tartışmak yahut Ak Parti modeli. Yeni Türkiye Dergisi, 51, 519-524.
Keser, H. (2013). Başkanlık sistemi. Yeni Türkiye Dergisi, 51, 430-438.
Kılınç, Z. A. (2013). Siyasal istikrar açısından başkanlık ve parlamenter sistemler. M. Aktaş ve B. Coşkun (Ed.), Başkanlık sistemi 
karşılaştırmalı bir inceleme ve Türkiye için değerlendirmeler içinde (s. 401-427). Ankara: Nobel Yayınları.
Kırmacı, R. B. (2013). Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmaları.Yeni Türkiye Dergisi, 51, 519-524.
Kuzu, B. (2011). Her yönü ile başkanlık sistemi. İstanbul: Babıali Kültür Yayıncılığı.
Göktürk, G., (2015, 10 Şubat). Nasıl bir başkanlık sistemi. Akşam gazetesi, 
                 http://www.aksam.com.tr/yazarlar/nasil-bir-baskanlik-sistemi/haber-380455     Sitesinden 10.02.2015 tarihinde edinilmiştir.
Powell, G. B. (1990). Çağdaş demokrasiler: katılma, istikrar ve şiddet. Ankara: S Yayınları.
Tosun, G. E. ve Tosun,T. (1999). Türkiye’nin siyasal istikrar arayışı başkanlık ve yarı başkanlık sistemleri. İstanbul:Alfa Yayınları.
Vergin, N. (2013). Siyasal sistem arayışları ve yarı-başkanlık sistemi. Yeni Türkiye Dergisi, 51, 449-455.
Vernon, M. C. (1961). Devlet sistemleri mukayeseli devlet idaresine giriş. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
Yanık, M. (2013). Başkanlık sistemi ve Türkiye’de uygulanabilirliği. Yeni Türkiye Dergisi, 51, 663-667.
Yavuz, K. H. (2000). Türkiye’de siyasal sistem arayışı ve yürütmenin güçlendirilmesi. Ankara: Seçkin Yayıncılık.
Yazıcı, S. (2013). Başkanlık ve yarı-başkanlık sistemleri Türkiye için bir değerlendirme. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Yılmaz, S. (2013). Başkanlık sistemi; ABD, Türkiye’ye örnek olabilir mi? Yeni Türkiye Dergisi, 51, 617-635.


***

BAŞKANLIK SİSTEMİNİN TÜRKİYEDE UYGULANABİLİRLİĞİ.., BÖLÜM 2

BAŞKANLIK SİSTEMİNİN TÜRKİYEDE UYGULANABİLİRLİĞİ.., BÖLÜM 2

_ Tartışmaları Ekseninde, Türk Tipi Başkanlık Sistemi


Bir Hükümet Sistemi Olarak Başkanlık Sisteminin Genel Karakteristiği

Başkanlık sistemi denildiğinde bu hükümet modelinin en iyi uygulama örneği gösterdiği Amerika Birleşik Devletleri kastedilir ve bu ülkedeki ampirik uygulamadan hareket edilerek sistemin genel çerçevesi çizilir. Başkanlık sistemi; yasama ve yürütme arasında sert bir ayrımın olduğu, yürütme organının başkan denilen tek adamdan oluştuğu, bu yürütme organını oluşturan başkanın halk tarafından seçildiği ve gerek görevine başlarken gerekse görevini icra etmesi sırasında parlamentonun güvenoyuna ihtiyaç duymadığı, aynı şekilde 
kendisinin de parlamentonun varlığına son veremediği bir hükümet sistemidir.

Ortaya konulan bu tanımdan hareketle başkanlık sisteminin ABD’de yasama ve yürütme organları ekseninde nasıl bir tablo çizdiğine kısaca değinmek gerekir. Aslında bu modelin en önde gelen özellikleri arasında güçler ayrılığı ilkesine dayanması, görev sürelerinin sabit olması ve yürütmenin tek kişinin elinde toplanması bulunmaktadır (Akçalı, 2013, s. 406). 
Kuvvetler arasında sert bir ayrımın yaşanmasından kastedilen, hem yasama organının hem de yürütme organının birbirlerinin mevcudiyetlerine son verememeleri dir. Zira ABD’de başkan da kongre de farklı zamanlarda yapılan seçimlerle sabit bir görev süresi için seçilir. Yürütme organı tek adam yönetiminin elinde somut bir görüntüye bürünür. Başkan hem hükümetin 
hem de devletin başı sıfatıyla ülkenin genel siyasetinden sorumlu başlıca aktör olur.

Başkanlık sisteminde tıpkı başkan gibi yasama organı da belirli bir süreliğine halk tarafından seçilir. Başkan halk tarafından, başkana yardımcı sekreterler (parlamenter sistemdeki bakanlar gibi) de başkan tarafından meclis dışından seçildiğinden yasama organında yürütmenin herhangi bir temsilcisi yer almamaktadır. Esasen sahip olduğu bu konum ile yasama organının bağımsızlığı ortaya çıkmaktadır (Keser, 2013, s. 431). 

ABD’de 18. yüzyılda uzun tartışmalar sonucu vücut bulan başkanlık sisteminin aslında en önemli özelliği güçlü kral modelinin engellenmek istenmesidir. Bu ise yasama, yürütme ve yargının birbirini frenleyerek dengelemesi ile gerçekleşmektedir (Aydıntaçbaş, “İyi de bu başkanlık değil”, 2015). Başkanlık sisteminde güçler ayrılığı çerçevesinde, görev ve sorumlulukları belirtilmiş olan yasama, yürütme ve yargı organları arasında frenleyici ve dengeleyici 
işleve sahip birtakım mekanizmalar geliştirilmiştir (Akçalı, 2014, s. 97). Kuvvetler arasındaki bu denge, yasama ve yürütme organının birbirinin işlevine kısmen katılmasının sağlanması ve birbirlerini bir ölçüde durdurma yetkisine sahip kılınmaları sayesinde gerçekleşmektedir. 
(Erdoğan, 1996, s. 6). Vernon’a göre bu sistemi kuranlar kuvvetli devlet kavramından korktukları için devleti denetim altına almanın ve sınırlandırmanın gerekli olduğunu düşünmüşlerdir (Vernon, 1961, s. 123). Bu fren ve denge mekanizmasının araçları içinde başkanın kullandığı araçları veto ve dolaylı yasa teklifi oluştururken, kongre ise malî denetim yetkisini, impeachment yetkisini, antlaşmaların ve atamaların onaylanma yetkisini elinde tutmaktadır.

Özal ve Demirel Döneminde Başkanlık Sistemi Tartışmaları ve Ortaya Konulan Gerekçelerin Analizi

Türkiye’de başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinin kapsamlı olarak tartışılması ilk olarak 1980 yılında Tercüman gazetesinin düzenlediği Anayasa Semineri’nde ve Yeni Forum dergisinin önerdiği Anayasa Projesi’nde tartışma konusu yapılmıştır. Farklı kuruluşların dile getirdiği ortak görüş, salt bir başkanlık ya da yarı başkanlık modelinin benimsenmesi yerine cumhurbaşkanına özellikle hükümet krizlerini çözecek fesih yetkileri gibi güçlü yetkiler tanınması 
yönünde olmuştur. Bunun nedeni ise başkanlık sisteminin Türkiye için uygulanabilirliği tartışmalarında öncelikli olarak öne sürülen diktatörlük kaygılarıdır (Yazıcı, 2013, s. 159-160).

Başkanlık rejiminin model olarak Türk siyasal sisteminde yer alması gerekti ğini kuvvetle savunan ilk siyasetçi Turgut Özal olmuştur. Bunun arka planında yatan çeşitli sebepler vardır. 

Bunlardan ilki 12 Eylül darbesinden sonra sivil hayata geçilmesiyle birlikte tek başına iktidar olan Anavatan Partisi Genel Başkanı Başbakan Turgut Özal’ın güçlü bir başbakan profili çizmek isteyişine karşılık her defasında Cumhurbaşkanı Evren tarafından engellenmesidir. 

Özal, planladığı birçok reformdan Bakanlar Kurulu’nu oluşturmak istediği kişilere kadar Evren ile anlaşmazlıklar yaşamıştır. Cumhurbaşkanı olduktan sonra planladığı reformları hayata geçirme noktasında istediği gibi bir ortam oluşmaması gerekçesine dayanarak tekrar başkanlık sistemi tartışmalarını gündeme taşımıştır. Vesayet altındaki rejimle icra etmek istediği uygulamaları hayata geçiremeyeceğini düşünmüştür (Fedayi, 2013, s. 684-685). Ayrıca 
uzlaşma geleneği zayıf olan Türkiye’nin koalisyon hükümetleriyle zaman kaybettiğini belirterek Türkiye’nin heterojen yapısına başkanlık sisteminin daha uygun olacağını dile getirmiştir. Ona göre bu, çoğunluğun seçtiği başkanın ülkenin bütünlüğünü temsil etmesi bakımından daha demokratiktir (Yılmaz, 2013, s. 630). Bütün bunların yanında Özal’ın hep birinci adam ya da tek adam olmaya yönelik tutkusunun da payı büyüktür. Amerikan sistemini benimsemek istemesinin arkasında bu yatmaktadır. “Benim önemli gördüğüm konu,  Türkiye’yi belli bir noktaya götürebilmek. Bizim inandığımız bazı şeyler var. Onu ne şekilde yapmam daha güçlü olursa, orada olmaya çalışırım’’ şeklinde ifade ettiği beyanıyla Özal sadece kendi şahsında somutlaştıracağı sistemle Türkiye için uygulamaya koymak istediği reformlardan bahsetmiştir (Cemal, 1989, s. 122). 

Özal esas itibariyle, halk tarafından seçilen bir devlet başkanını arzulamıştır. Anayasanın Cumhurbaşkanına tanıdığı yetkilerin korunmasından yana olmakla birlikte görev süresinin en fazla iki dönemi kapsayan 5 yıllık bir süreyi kapsaması gerektiğini ifade etmiştir. Özal’ın yarı başkanlık sistemini andıran önerisi, ona yakın kaynaklara göre Amerikan tipi başkanlık modeli için bir geçiştir (Yazıcı, 2013, s. 160-161). Turgut Özal’ın kardeşi ve dönemin Malatya milletvekili Yusuf Bozkurt Özal da reformist kararların alınmasında başkanlık sisteminin 
uygun model olduğunu öne sürmüştür. Başkanlık sistemini Osmanlı sistemine benzeten Özal, Başkanlık sistemi Osmanlı sisteminin bir nevi demokrasiye adapte edilmiş şeklidir’’ demiştir (“Başkanlık sistemini TBMM’de”, 1992). Buna karşılık, Özal’ın bu istekleri kendisi için gündeme getirdiği iddia edilerek cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Özal’ın siyasî gücünün sınırlanmasını istemediği yönünde tepkiler doğmuştur (Duman, 2013, s. 643). 

Türkiye’de başkanlık sistemi ile ilgili tartışmalar Özal döneminden sonra, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel döneminde, kendisinin Türk siyasal sistemi ile ilgili ifade ettiği fikirler ve önerilerle yeniden başlamıştır. Demirel Türkiye’de parlamenter hükümet sisteminin tartışılır hale gelmesinde, cumhurbaşkanlığı döneminde 1997 yılına kadar 4 yıl 3 ayda tam altı hükümet onaylamasının etkili olduğunu belirtmiştir. Koalisyon hükümetlerinin istikrarsızlıklarının siyasî istikrarsızlığı pekiştirdiğini söylemiştir (Duman, 2013, s. 644). 

Demirel yürütmenin güçlendirilmesini bir zaruret olarak görmüştür. Tek bir siyasî partinin mecliste çoğunluğu sağlayarak istikrarlı ve etkin bir hükümet kurması ihtimalinin azalmasını, seçmen kitlesinin toplumsal yapının ürünü olmayan yapay partiler arasında savrulmasını güçlü yürütme arzusuna gerekçe olarak göstermiştir (Vergin, 2013, s. 452). Görev süresinin dolmasından aylar 
önce dahi hükümet sistemi tartışmaları konusunda görüşlerini bildirerek yeni dönemde cumhurbaşkanını halkın seçmesi gerektiğini ifade etmiştir (Duman, 2013, s. 649).

Demirel, başkanlık sisteminin doğru tartışılması gerektiği söyleyerek bütün olayın Türkiye’de meselelere tartışma zemininin bulunmaması olduğunu dile getirmiştir (“Cumhurbaşkanı ‘Başkanlık sistemi”, 1998). Başkanlık modelini kendisinden sonraki dönemlerde geçerli olmak üzere istediğini ifade eden, kendisinin bu yönde bir arzusunun olmadığı belirten bir diğer açıklamasında ise “Ben onu başkalarına havale ettim. Tartışılacak olan Türkiye’de istikrar arayışı. Eğer bulduysanız beni yormayın’’ şeklinde açıklamada bulunmuştur (“Cumhurbaşkanı Demirel”, 1998).

   Görüldüğü üzere her iki lider de başkanlık sistemi tartışmalarında klasik Amerikan modeli üzerinde durmakla birlikte, dayandıkları en önemi gerekçe koalisyon hükümetlerinin ortaya çıkardığı istikrarsızlık problemidir. Esasen her iki liderin de hükümet istikrarı noktasında makul karşılanmasını sağlayan koalisyon tecrübesi Türk siyasal hayatının kilometre taşlarından olagelmiştir. Ancak 1961 ve 2002 yılları arasında aralıklarla var olan 22 yıllık koalisyon 
döneminin, siyasî istikrarın sadece hükümet istikrarından ibaret olduğu çerçevesinde değerlendirilmesine yol açması, hükümet sistemi değişikliği taleplerinin neredeyse son 3 yıla kadar neredeyse aynı zeminde değerlendirilmesine yol açmıştır.

Erdoğan Döneminde Başkanlık Sistemi Tartışmaları ve Türk Tipi Başkanlık Modeli

   Selefleri Özal ve Demirel gibi Recep Tayyip Erdoğan da Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümet sisteminin başkanlık sistemi olması gerektiğini düşünmektedir. Erdoğan, 2003-2014 yılları arasında 11 yılı aşan başbakanlığı döneminde, farklı zamanlarda bu yöndeki görüşlerini beyan etmekle birlikte özellikle 2014 yılında cumhurbaşkanlığı makamına gelmesinden sonra başkanlık sisteminin yönetim modeli olarak benimsenmesi hususunda daha istekli 
bir tutum göstermektedir. Özellikle 2015 genel seçimlerinin bu noktada milat olması gerektiğini ifade eden Erdoğan, “Yeni Türkiye” vizyonu çerçevesinde başkanlık sisteminin daha güçlü ve kararlı bir yönetim modeli olarak benimsenmesi ile birlikte çok başlılığın yarattığı sıkıntılardan kurtulmanın mümkün olacağını dile getirmektedir. Erdoğan, klasik Amerikan modelinden farklı olarak Türkiye’ye özgü bir başkanlık sistemi modelini inşa edecek yeni 
anayasaya ihtiyaç duyulduğunu söylemektedir. Bu noktada “Türk tipi başkanlık modeli”nin nasıl bir hükümet modeli sunduğu ve arkasında yatan gerekçelerin irdelenmesi gerekir. 

Zira 2003 yılı Mart ayında göreve gelen ve kısa zaman sonra gönlündeki modelin Amerikan modeli olduğunu söyleyen Erdoğan’ın, özellikle son yıllarda ortaya çıkan Türk tipi başkanlık modeli arzusu nasıl açıklanabilir?

2002 genel seçimlerinden sonra 2003 yılı Mart ayında başbakanlık koltuğuna oturan Erdoğan, ülkedeki tüm kurumların halkla bütünleşmesi ve bir konsensüs sağlanması gerektiğini kaydederek kendisi için ideal modelin Amerikan tipi başkanlık modeli olduğunu söylemiştir. 
Bu görüşüne dayanak olarak ise yasama ve yürütme arasındaki müdahalelerin ortadan kalktığı, kuvvetler ayrılığının sağlandığı bir sisteme ülkenin duyduğu ihtiyacı göstermiştir (“Erdoğan’ın hayali”, 2003). Esasen Erdoğan’ın yasama ve yürütme arasında sert bir ayrıma ve tek adam iradesine dayanan başkanlık sistemini hükümet modeli olarak benimsemekteki isteğini, Ak Parti iktidarı öncesinde yaşanan koalisyon hükümetleri ile açıklamak makul bir yaklaşım olacaktır. Sadece 90’lı yıllardan 2002 genel seçimlerine kadar olan süreçte 9 
koalisyon hükümetinin iş başına gelmesi, Erdoğan’ın klasik ABD hükümet sisteminden yana bir tutum göstermesinde önemli bir rol oynamıştır.

2003 yılında başlayan başkanlık tartışmaları kimi zaman yoğunlaşan bir şekilde gündemde kalmaya devam etmiştir. Ancak özellikle 2012 yılında detayları ortaya çıkan, Erdoğan’ın Amerikan modelinden Türk modeline geçiş yaptığı başkanlık sistemi önerisiyle tartışmalar farklı bir boyut kazanmıştır. Kamuoyunda “Türk tipi başkanlık modeli’’ olarak yer alan ve Amerikan tipi başkanlık sisteminden önemli ölçüde farklılaşan hükümler içeren maddeler, kuvvetler ayrılığının ihlal edildiği ve çok güçlü bir başkan yaratılmak istendiği tartışmalarına maruz kalmıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin “367 yeter oy’’ sayısı nedeniyle tıkanması ve 
“kapatma davası’’ gibi tecrübe edilen gelişmelerin Erdoğan’ın kuvvetlerin ayrılığını öngören Amerikan modelinden, şiddetle kuvvetlerin birliği eleştirilerine maruz kaldığı Türk tipi başkanlık modeline geçmesinde etkili olduğunu söylemek mümkündür (Kırmacı, 2013, s. 521). 
Taslağı hazırlayan komisyon üyelerinden Burhan Kuzu, ABD başkanlık sisteminden farklı bir model önermelerinin gerekçesini, ABD Başkanı’nın kararname çıkarma yetkisi bulunmaması nedeniyle tıkanıklıklar yaşandığını, Başkan’ın istediği yasaları çıkartmakta ve bütçesini geçirmekte sıkıntıya düştüğünü açıklayarak ifade etmiştir (Ataay, 2013, s. 273-274). Ahmet 
İyimaya, önerilen modelin bir teklif değil, taslak model olduğunu söylemiştir. 
Bu taslak model üzerinde çalışarak emek verdiklerini dile getirmiştir (İyimaya, 2013, s. 58).

Ak Parti’nin önerdiği başkanlık modelinde ABD’dekinden farklı olarak başkan hiçbir kayıt ve şarta tâbî olmadan TBMM’yi feshedebilecektir. TBMM de aynı şekilde erken seçim kararı almak suretiyle başkanın görev süresini sonlandırabilecektir (Erdoğan, 2013, s. 546). 

Madde 28- (1) Türkiye Büyük Millet Meclisi veya Başkan tek başına her iki organın seçimlerinin yenilenmesine karar verebilir. Başkanın ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde Başkan bir defa da aday olabilir (İyimaya, 2013, s. 60). 

Bu uygulama başkan ile parlamento çoğunluğunun farklı partilerden olması durumunda doğabilecek uyumsuzlukların siyasî tıkanıklığa dönüşmesini önlemek için düşünülmüştür. Ancak erken seçim kararını ister başkan ister meclis alsın başkanlık seçimiyle parlamento seçiminin aynı gün birlikte yapılması öngörülmektedir. Oysa ABD başkanlık sisteminde başkanın parlamento üzerinde etkili olmasını engelleyen, başkanın, Temsilciler Meclisi’nin ve Senato’nun farklı görev sürelerine tâbî olması ve Senato’nun yapılan ara seçimlerle üyelerinin 
bir kısmının yenilenmesi söz konusudur. Ayrıca başkan ile parlamento çoğunluğunun aynı ya da farklı partilerden olması durumunda dahi parti içi demokrasinin güçlü, parti disiplininin zayıf olması, partilerde uzlaşma kültürü yerleşmiş olması, partilerin ideolojik olarak katı olmamaları sebebiyle sistem işlemektedir. Oysa Türkiye’de aynı durumundan bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir. Aynı gün yapılacak seçimler başkanın parlamentoda 
yer alacak çoğunluğu belirlemesini sağlayarak kuvvetler ayrılığı prensibini zedeleyecektir (Ataay, 2013, s. 275-276).

Kuvvetler ayrılığı ekseninde tartışmalara yol açan başkanın kararname çıkarabilme yetkisi, Ak Parti’nin öngördüğü başkanlık modelinin bir diğer özelliğidir.

Madde 23- (1) Başkan, genel siyasetin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu konularda Başkanlık kararnamesi çıkarabilir. Bir konuda Başkanlık kararnamesi çıkarabilmesi için kanunlarda o konuyu düzenleyen uygulanabilir açık hükümlerin bulunmaması şarttır. Kişi hak ve hürriyetleri ile siyasi hak ve hürriyetler kararname ile düzenlenemez. Kararnameler ile kanunlarda aynı konuda farklı hüküm bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır (İyimaya, 2013, s. 60).

Erdoğan’a göre bu yetki başkanın genel siyaseti belirleme yetkisinin doğal bir sonucu olarak görülebilirse de başkanın kanunlarda belli bir konuyla ilgili açık hükümler bulunmadığını ileri sürerek yasama alanına müdahalesini açık hale getirmektedir (Erdoğan, 2013, s. 546). Şu an ki parlamenter sistemde, KHK çıkarma yetkisi olağan dönemde de olağanüstü dönemde de nihaî onay makamı olan TBMM’nin oluru ile işlerlik kazanmaktadır. Oysa Türk tipi başkanlık modelinde öngörülen başkana kararname çıkarma yetkisi ile klasik başkanlık sisteminin en önemli özelliği olarak gösterilen “kuvvetler ayrılığının sağlanması” ilkesi zedelenmektedir (“Nasıl bir başkanlık sistemi”, 2015).

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***